İslam'da mükemmel insan


Bölüm KENDİNİ TANIYIŞ, ALLAH’I TANIYIŞIN BAŞLANGICIDIR



Yüklə 1,03 Mb.
səhifə11/33
tarix03.11.2017
ölçüsü1,03 Mb.
#29971
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   33

4. Bölüm

KENDİNİ TANIYIŞ, ALLAH’I TANIYIŞIN BAŞLANGICIDIR


“Ey iman edenler, sabretmek ve namaz kılmak hususunda Allah’tan yardım dileyin. Bunlar ağır ve büyük şeylerdir, ama Allah’tan çekinen saygılı kimseler için -ağır- değil...”41

İnsan her zaman için kendi kendisinin maneviyat kapısıdır. Kendisini biliş vasıtasıyla maneviyat âlemini de bilir; her insan, kendisi için maneviyata açılan bir kapıdır aslında, “kendisini biliş”le mâneviyatı idrak edebilir en azından.

İnsan, bizzat kendisinin maneviyata acılan kapısıdır, bu kapıdan mâneviyat âlemi ne girer, kendisine âşîna olunca maneviyata da âşina olur ve bu muazzam alemi keşfeder derken, insanda, madde âlemiyle uyuşmayan, bu alemin nevinden olmayan bir takım hususiyatların var olduğu kastedilmektedir. Yalnızca geçmiş çağlardaki insanbilimcileri ya da eski ruh bilimcilerinin kabul ettiği bir gerçek değildir bu. Muâsır ruh bilimcileri de bu gerçeği kabul eder ve insanın, maddi dünyanın kanun ve kurallarıyla bağdaşmayan bazı özellikler taşıdığını itiraf ederler. Bu da insan ve onun gerçek dünyasıyla ilgili apayrı muhasebeleri gündeme getirmektedir kaçınılmaz olarak.

Emir’el Mü’minin Ali (a.s) “Kendisini tanıyan, Allah’ı da tanır, kendisini bilen O’nu da bilir”42 buyururlar.

Kur’an-ı Kerim insanı, âlemdeki bütün mevcudattan farklı bir şekilde ele alır, onun konumu hepsinden farklıdır. Kur’an’daki şu tabire dikkat ediniz:

“Yakında delillerimizi âlemde de göstereceğiz, kendi varlıklarında da; böylece sonucu onlarca da apaçık anlaşılacaktır ki O, gerçektir şüphesiz; her şeye tanık olan rabbin yetmez mi sana? “43

Görüldüğü gibi âyet-i kerimede özel bir beyan kullanılmakta, Allah’ın âyetleri olan delillerin “âlem” de ve “insanların kendi varlıkları”nda gösterileceği buyurulmaktadır. Bu âyet-i kerimede geçen mezkur kelimelerin Arapça’sı olan “âfâk ve “enfus” tabirleri İran edebiyatına da geçmiştir bugün; “afakî” ya da “enfusî meseleler” bahisleri vardır edebiyatımızda. Burada haklı olarak “İnsanda ve insan nefsinde var olan, ancak maddî usullerle açıklanmayan ve maddeden farklı bir yapı arz eden şey veya şeyler nelerdir?” sorusu gelecektir akla. Bunun açıklaması bir hayli uzun... Burada kısaca değinmekle yetineceğiz:

Sözkonusu “maddî muhasebelerle açıklanmayan ve maddî hesaplara uymayan şeyler” biri de insani değerlerdir, başka bir deyişle insanın insanlığıdır, insan olma vasfıdır. Başlı başına bir konudur bu, gayet ilginçtir de! Hangi yaratığa bakarsanız bakın, kendisini kendisinden ayıracak, özünden soyutlayacak bir özelliği bünyesi kabul etmez. Meselâ kaplanın kaplanlığından söz ederiz; köpeklik sıfatı köpeğe mahsus, atlık sıfatı ata hastır deriz. Bu hayvanlar bu sıfatlarıyla vardırlar, onların öz sıfatlarını kendilerinden ayırabilmek mümkün değildir. Yani “at” lığını yitirmiş bir köpeğe, ya da artık kaplan olmayan bir kaplana rastlayabilmek kabil değildir. Halbuki insanlığını yitirmiş bir insana rastlayabilmek pekâlâ mümkündür; insan olmayan insanlar pekala vardır. Yani mevcudat içinde ancak insanoğludur ki kendi özüne mahsus benliğini teşkil eden sıfatından soyutlanabilir. İnsanın insanlığını teşkil eden, ona insaniyet bahşeden ve insânî kişilik kazandıran şahsiyet unsurları (şahsî unsurlar değil, şahsiyet unsurları) insanın maddi yapısıyla ilgili değildir; bu özellikler maddî şeyler değildir çünkü, beş duyu organıyla hissedilemez, algılanamazlar. İnsana mahsus oldukları halde, insânî ve insanın yaşadığı bu âlemde var oldukları halde hissedilebilir, algılanabilir şeyler değildirler. Başka bir deyişle maddî değil, mânevî yapıdadırlar.

Öte yandan insanı insan kılan, ona insanî şahsiyet ve fazilet kazandıran, kısacası insan olma ölçüsü olarak kabul edilen bu erdem ve değerler tabiat aracılığıyla meydana gelmezler, tabiat vergisi değildirler; esasen hiç kimsenin dahiliyle meydana gelebilecek şeyler değildir bunlar, insan bunları bizzat meydana getirir kendisine, kendisini insanîleştirecek olan yine onun kendisidir. Kısacası insanın mânevîyata açılan penceresi yine kendi varlığıdır; o, kendi vasıtasıyla manâ âleminden haberdar olabilir ancak.

Ehl-i Beyt-i Mutahhar’ın (a.s) sekizinci imamı Hz. Ali b. Musa-er Rıza (a.s) “Orada -öbür âlemde- mevcut olan şeyler, burada -bu âlemde mevcut olanlar vasıtasıyla tanınır” buyururlar.

İnsan maneviyatı ve insaniyet ölçüsü olan; kendisinden, “insanlık değerleri” tabiriyle söz edilen şeyler pek fazladır. Ancak bütün bu değerleri bir tek değerde özetlemek mümkündür: “Dert taşımak” ya da “Dertten haberdar olmak” değeridir bu!

İnsanî değerlerden söz eden her ideoloji ve okul, bu konuya değinmiştir İnsanda var olan bir dert vardır ki bütün insânî ve hayvâni değerlerin üstünde ve ötesindedir denmiştir. Nedir bu dert? Sözkonusu insânî dert nedir, hangi derttir bu?

Önceki bahislerimizde bu derdi kimilerinin “insanın bu dünyada gurbette oluşu ve yaşadığı yeryüzü hayatını yadırgayışı “olarak tesbit ettiğini belirttik. Bu görüşte olanlara göre insan, dünyada yabancılık hissetmekte ve mevcut tabiat ve ilişkileri yadırgamaktadır; çünkü apayrı bir dünyadan belli bir risâlet, görev ve mesajla gelmiştir o, aslında ayrı düşmüştür; bu ayrılık onda fevkalâde duygular yaratmış, onun varlığında aşk, sevk ve gurbet duyguları meydana getirmiştir. Bu ayrılık derdi “aslına dönüş” duygusu doğurmuştur onda; vatana, yani Hakka, Allah’a dönüş arzusu yaratmıştır varlığında. Cennetten kovulmuş, toprak âlemine sürülmüştür; bütün arzusu, vaadedilen cennetine tekrar dönebilmektir; ancak -dünyaya- gelişi boşuna ve beyhude yere değildir aslında; bir mesaj taşımaktadır o; bu mesajı iletmek ve bu risaleti tamamlamak üzere gönderilmiştir dünya yuvarlağına.

Velhasıl bu hicran ve bu ayrılık derdi sürekli rahatsız etmektedir onu.

Bu görüşe göre insanın derdi “rabbî” dir, O’na kavuşmak, O’nun yakınlığını ve rızasını kazanmaktır; Hakk’tan uzak kalış yegâne derdidir insanın, O’na dönüş özlemiyle yanıp tutuşur insan kim olursa olsun, hangi makam ya da konumda bulunursa bulunsun istediğini elde edemediğini, gerçek sevgilisine kavuşmadığını hep hissedecektir.

“İnsan daima sahip olamadığı şeylere taliptir” derler; kendisinde olmayan, mâliki olmadığı şeylere malik olmak ister hep... Sahib olmadığı sürece ister onu; ancak sahib olduktan sonra çok geçmeden soğuyuverir o şeyden... Neden böyledir bu? Bir yaratığın bir şeyi onca istemesine rağmen onu elde ettikten sonra ondan soğuması ve artık istememesi mantıksız değil midir?

Yurtdışındaki yabancı müzelerden birini ziyarete giden birisi bu müzede bir heykel gördüğünü anlatır. Bir sedire, uzanmış güzel bir kadınla; bir ayağı sedirde diğer ayağı yerde, yüzünü sedirden çevirmiş, oradan kaçmak üzere olan yakışlıklı bir delikanlının heykelidir bu. Müzeyi gezmekte olan şahıs, heykeltıraşın bu eserle neyi anlatmaya çalıştığını kavrayamaz; alışılanın aksine, kavuşma değil bir kaçış sahnesidir çünkü bu. Müzedeki yetkililerden izah alır; heykeltıraşın bu heykeli, Eflâtunun bir görüşünden ilham alarak yaptığını, Eflâtunun bu meşhur görüşünü yansıtmayı amaçladığını söylerler. Eflatuna göre insan bir şeye sahip olmadığı sürece onu ister; büyük bir aşk, hırs ve şevkle ona koşar. Ancak ona kavuştuktan, istediğini elde ettikten sonra bu hırs ve aşk bitiverir, “Kavuşma, aşkın sonudur, arzunun ölüp gömülüverdiği; bıkkınlık ve usancın dirildiği andır; kavuşma aşkın sonu, bezginliğin başlangıcıdır” der Eflâtun.

Mesele ilk bakışta bir hayli ters görünmesine rağmen dikkatlice ele alındığında su sonuç çıkar ortaya:

İnsan, yaratılışı itibarıyla “sınırlı”, “geçici” ve “fâni” şeylere âşık olamaz; belli bir zaman ve mekanla sınırlı sevgiler insanı doyuramaz. Çünkü insan mutlak kemâle, mutlak mükemmele âşıktır yalnızca; âşık da bundan başka bir şey değildir aslında. Yani Hakka âşıktır insan, O’nun zât-ı Akdesine meftundur, Allah’a vurgundur gerçekte. Allah’ı inkâr eden kişi de Allah’a aşıktır; evet, O’nu itiraza yanaşmayan, uygunsuz laflar edip duran inkarcı bile O’nun sevgisiyle yanıp tutuşmaktadır aslında! İnkar eder ama fıtratın derinliklerinde mutlak kemale âşık olduğunu bilmez. Aynı şekilde, O’na aşıktır ama kemâlden gafildir, mâşukunu yitirmiştir; neye mükemmel demesi gerktiğini, mükemmelin ne olduğunu -ve bunu anlamasına yardımcı olacak ölçüleri- bilmemektedir, yitirmiş, kaybetmiştir; aşkına rağmen inkar etmesinin sebebi budur. Muhyiddin Arâbî’nin de dediği gibi: “Hiç bir insan yaratıcısından başkasını sevmemiştir, sevememiştir; O’ndan başkasına gönül veren bir insan dünyaya gelmiş değildir henüz; ancak, Allah-u Tealâ bir takım isimlerin ardında gizlidir; meselâ Mecnun, Leyla’ya âşık oluğunu zanneder ama vicdanının ve fıtratının derinliklerinde olup bitenlerden habersiz oluşundandır bu.”

Peygamberin gönderiliş sebebi insanlara Allah’ın adını öğretmek ve O’na ibadet: talim ettirmek değildi; bu esas insanların fıtratında zaten mevcuttu. Onlar, yol göstermek, yanlış yolu doğru yoldan ayırıp insanlara doğru teşhiste yardımcı olabilmek maksadıyla gönderilmişlerdir. O’na -insana- mutlak kemale aşık olduğunu, asıl O’nu araması gerektiğini; O’nun dışında peşinde koştuğu her şeyin ancak bir aldatmacadan ibaret olduğunu hatırlatırlar. Mutlak kemalin teşhisinde yanılır insan genellikle. Meselâ kimi zaman paraya tutuluverir, mutlak kemalîn servet olduğunu sandığındandır bu... Kimi zaman makamı, kimi zaman da canını mutlak kemal zanneder ve dört elle sarılır bu aldatmacalara. İnsanın bütün arzusu, mutlak kemaldir aslında, onu elde etmek ve ona ulaşabilmektir ondaki bunca çırpınışın gayesi. Ancak neyin mutlak kemal olduğu hususunda yanılır insan; bu yüzden servet, makam can...vb şeylere eğilim gösterir, gerçekte bu eğilimler büyük bir yanılgının eseridirler. Peygamberler ve ilâhi öncüler, insan bu yanılgıyı anlatmak ve yol göstericilikte bulunmak amacıyla gönderilmişlerdir toplumlara.

İnsana türlü heyecan ve hezeyanlar veren asıl, “insanî dert” budur, işte, “îlahî dert”tir, rabbine kavuşma arzusu, özgüden ayrılık hasretidir, Basiretine engel olan perdeler sıyrılıverdiğinde, insan gerçek sevdiğinin ne olduğunu fark ettiğinde Ali b. Ebû Tâlib’de (a.s) örneğini verdiğimiz gibi bir ibadete yönelebilecek ve bütün varlığıyla O’na dönecektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim de “Kalpler yalnızca Allah’ı anmakla huzur bulur, gönüller ancak ve ancak O’nu yâd etmekle yatışır”44 buyurmaktadır. İnsan, Rabbini bilerek O’na yöneldiğinde bütün bu keşmekeş ve iç huzursuzluklar da son bulacaktır elbet! Bu âyet-i kerimede insanoğlunun mal, servet, umumi refah... vb. imkanlarla aradığı mutlak huzura kavuşamayacağı, kimilerinin iddia ettiği gibi meselâ bütün toplumun maddi refaha kavuşması halinde insanların iç huzursuzluk ve tedirginliklerden tamamen kurtulacağı görüşünün bir yanılgıdan ibaret olduğu hatırlatılmaktadır. Kur’an, bunların hedef olarak telâkki edilmesini bir hata olarak yorumlar; bunların gereksiz olduğunu söylemez, insanın elbette bir ölçüye kadar malum maddi ihtiyaçları vardır; ancak bunlar, insanın amacı değildir ve olmamalıdır. Yani bunları elde etmekle kemâle ermez insan, aradığı mutlak kemâl ve iç huzur bunlar değildir.

Evet, kalpler ancak Allah’ı anmakla yatışır, gönüller ancak O’na yönelmek ve O’nu yâd etmekle huzur bulur... Başkaca hiçbir şey ve durum bu huzur ve sükunu veremez insana. Meseleyi böyle yorumlayan düşünceler dışında olaya “halk” açısından bakan düşünceler de vardır. Bu görüşte olanlara göre insanın derdi “Halk” derdi değil, “halk” derdidir; halkla oluş onun bütün iç huzursuzluklarını ve temel kaygılarını yok edecektir.

Halk kimileri “Hakk derdi” de neymiş? derler, bu derdi yadırgarlar...

İnsan Allah’a yönelmedikçe içinde taşımaya mahkumdur bu derdi. başka yollarla, başka yönlere yönelmekle hallolunacak bir dert değildir “insanoğlu olma derdi”... İnsanın insan oluşu bu ilâhi derdi kazandırır ona; “Hakk”tan yanalığın ve O’na yönelişin hissettirdiği dertle insan “insan” olur. Ârifler bunu pek güzel ifade ederler; kâmil insan oluşun merhalelerini şu dört seyirde toplarlar:

1- İnsanın kendi “ben”liğinden “Allah”a gidişi.

2- Allah’ta; Allah’la birlikte yolculuk (yanî Allah’ı tanımak)

3- Allah’tan halkullah’a ; yaradan dan yaradanılana, ama yalnız değil, Allah’la -Hakk ve hakkaniyetle- birlikte halka doğru yolculuk (yani Allah’ı tanıma ve Hakkı bilişten sonra bu gerçeği halka götürüş)

4- Hak’la birlikte halkın arasında oluş: Hak’la birlikte halkın arasında -ve onları da götürerek- yapılan yolculuk (halkı da Hakka yaklaştırmak, yani halkı kurtuluşa götürmek amacıyla halkın arasında yaşamak)

Meseleyi bundan daha sarih ve daha güzel açıklayabilmek kabil değil... İnsanoğlu Allah’tan uzak bulunduğu sürece O’na yönelmez, O’na doğru gidemez; gerisi boştur, bunun aksini kabul etmek gerçekten büyük bir hatadır.

Allah’ı andığından; O’nu kabul edip Rabbini tanıdığından kendisini Allah’a yakın hissedecek, O’nun da kendisiyle olduğunu fark edecektir. İşte o zaman bu insan- bu merhaleye varmış olan insan- yaratıcısını -ve dolayısıyla yaratılış gayesini- tanımış ve idrak etmiş olmanın mesuliyetiyle halka gidecek ve Hak’la beraber ve halkla birliktedir. Böyle bir insan “rabbanî”dir, “ilâhi dir, Allah’a aittir ve O’ndandır artık o... Böylesi bir insan bir lahzacık olsun Rabbini unutmaz, O’ndan gâfil olmaz, Halkın arasında bulunan böyle bir insan, onları da kendisiyle birlikte - Hakka- götürür; onları kurtuluşa hidayet eder, Allah’a yaklaştırır, Rablerine kavuşturur.

İnsan bu merhaleleri kat etmedikçe ne kendi derdine çözüm bulabilir, ne de halk için bir şeyler yapabilir... İnsanın yolculuğu halktan Allah’a doğrudur derseniz oracıkta kalır, bir adım öteye gidemezsiniz. Bazı maddeci ekoller gibi “insan Allah’a yönelmeden, O’nu tanımadan insanlara yönelip onları kurtarabilir” denilirse sadece yalan söylenmiş olur; bu haliyle topluma hiçbir faydası dokunmaz insanın. Zira târih boyunca insanları ve toplumları kurtarabilmeyi başaranlar, öncelikle kendilerini kurtarabilmiş olanlardır!!.. Hatalar ve yanılgılar içinde yüzen bir insanın topluma hiçbir şey veremeyeceği, henüz kendisini ıslah etmemiş olanın hiç kimseyi ıslah edemeyeceği âşikardır.


Yüklə 1,03 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin