FAYDACILIK OKULU
Üzerinde duracağımız diğer bir düşünce okulu da “kuvvet”e dayalı görüşüne bir hayli benzeyen faydacılık* okuludur. Bu düşünce okulu “kâmil insan hekim ve bilge olmalıdır, kamil insan Allah’a ulaşmalıdır...vs gibi görüşler manasızdır, bunlar felsefî tartışmalardan ibarettir” der ve kâmil insanın “her şeyden alabildiğine gönlünce faydalanan insan” olduğunu söyler. Bu okula göre kemal “tatmin” den ibarettir, gerisi boştur. İnsâni kemale ermek isteyen, Allah’ın bağışlamış olduğu nimetlerden faydalanmasını bilendir; ne kadar fazla tatmin olursa, kemali o derece ileri demektir. Keza bilim konusunda da, insanın kemalini -hikmet değil- bilime bağlı olarak müşahede edenler bilimden “tabiat tanıma ve tabiatta olup bitenlere vâkıf olma” manasını kastederler. Tabiat hakkında bilgi sahibi olmayı, tabiatın olaylarına vâkıf olmayı istemelerinin sebebi de, tabiata hâkim ve egemen olabilmek; başka bir deyişle tabiatın insana boyun eğmesini, insanın ona tam tasallutta bulunabilmesini sağlamaktır. Nitekim bütün bunlar da “insanın tabiattan ve tabiatın nimetlerinden alabildiğine faydalanabilmesi” içindir. Kısacası bilim, insanoğlu için bir vesile olarak değer kazanır ancak; aslî bir değer değildir. İnsanoğlu bilime değer veriyorsa, bu, onun bilim vasıtasıyla tâbiata egemen olmak isteyişindendir, insan bilim aracılığıyla tabiatı fethedince de ondan dilediğince yararlanabilecek, gönlünce fayda sağlayabilecektir.
Ferdi ya da toplumu kemâle erdirmek istiyorsanız, onun alabildiğince tabiattan faydalanmasını sağlamanız gerekir. Faydacılık yegâne kemaldir, onun dışında kemal düşünülmez. İlim ve bilim, zannedildiği kadar değerli ve kutsal değildir; ilmin asil bir değer ve kemâl olması sözkonusu edilemez. Bilim, insanoğlunun maksada -fayda- ulaşabilmesi için gerekli araçtan başka birşey değildir. Boynuzun öküz için ne kadar önemi varsa bilimin de insan için önemi o kadardır; insanın bilime olan ihtiyacı, aslanın pençe ya da dişe -faydalanmak için- olan ihtiyacı gibidir. Velhasıl bilim, insanoğlunun daha fazla fayda sağlayabilmek için kullandığı bir araçtan ibarettir(!)
Evet... “Mükemmel insan” üzerine muhtelif görüşler öne süren felsefî düşüncelerden bazıları bunları. Gelecek bahislerimizde bu görüşler üzerinde daha etraflıca durarak İslam nazarında bu görüşlerin hangi konumda yer aldığını belirtecek; akıl, aşk, kuvvet, sosyal sorumluluklar, sınıfsız toplum...vb. kavramların islâmî dünya görüşlerin gerçekte ne dereceye kadar değer ve lüzum taşıdığını tafsilâtıyla anlatmaya çalışacağız.
Bir önceki bölümde insanın kemâl derecesini ortaya koyan ölçülerden birinin, onun ölümü karşılama tarzı olduğunu belirtmiştik. Çünkü ölüm düşüncesi, ölümden duyulan korku ve dehşet, insanın en büyük zaaflarından biridir; insanoğlunun uğradığı belâ ve çektiği bedbahtlıkların çoğu, onun ölümden korkmasından kaynaklanır, ölüm karşısında dehşete kapılmasından neşet bulur. Nice kötülüklere, nice alçaklıklara boyun eğmenin ya da mümessili olmanın yegâne sebebi, çoğu kez ölümden duyulan korkudur.
Ölümden korkmayan bir insanın hayatı bambaşkadır; ölüm korkusunu yüreğinden silip atan birinin hayatı, yaşama tarzı, olaylar karşısında tavrı ve dahli baştan sona farklılaşacaktır. Nitekim büyük insanlar, ölüm karşısında cesurca hatta cesaretinde ötesi bir davranışla tepki gösterirler; büyük insanlar gülerek karşılarlar ölümü... Ama intihar değil; bir amaç uğruna seve-seve koşulan bir ölümdür bu, ölümü kucaklayan kişinin bir mesaj verdiğini bilirler.
Yiğitçe vuruşarak ölmek saadet, zalimin zulmüne tahammül ederek yaşamaksa zillet ve alçaklık” tır. Ancak Hakk evliyalının iddia edebileceği bir ölümdür bu, ancak Allah aşıkları ölümü böyle yorumlar ve bu inançla karşılarlar . Onların nazarında ölüm mekân değiştirmek, bir evden diğerine göçmektir ancak. İmam Hüseyin’in de (a.s) deyişiyle: “Ölüm, üzerinde geçilen bir köprüdür sadece”112 Âşura günü ashabını etrafına toplamakta ve şöyle demektedir:
“Dostlarım! Önümüzde bir köprü var şimdi, hepimiz geçeceğiz ondan. Adı, ölümdür bu köprünün. Bu köprüden geçtikten sonra, hayâl bile edemeyeceğiniz, tasavvuru mümkün olmayan -güzellikte- bir diyar bulacaksınız karşınızda”...
Evet... Hüseyin (a.s) dir bu... Dakikalar geçtikçe, ölüm her an biraz daha yaklaştıkça onun çehresi daha bir mütebessim olmakta, sevinci giderek artmaktadır.
Aşurâ günü, Kerbelâ sahrası... Katliam sona ermiş, hânedân-ı Resulullah (s.a.a) teker-teker kılıçtan geçirilmiştir. Olay yerinde bulunan ve bu vakayı anlatan şahıs, çoğumuzun pek iyi tanıdığı sözde “mukaddesatçı”lardan biridir; tehlikenin olmadığı yerde sevap kazanmaya can atan bu şahıs, savaşın bittiğini, Hz. Hüseyin’in (a.s) aldığı öldürücü yaralar neticesinde şehit olacağını, etrafındakilerin bütünüyle kılıçtan geçirildiğini görünce Yezid ordularının komutanı olan Ömer Bin Sa’d’e gider ve “Hüseyin nasılsa ölecek, can çekişiyor şimdi; ona biraz su götürmeme izin ver; bu suyu içmiş içmemiş ne fark eder -ama sevabı vardır-“ der ve imama içirmek üzere biraz su götürür. Fakat henüz birkaç adım atmadan lânin-i ezel ve ebede -Şimr- rastlar, İmamın mübarek başını kesmiş, Ömer b. Sa’d’e götürmektedir. Olayı anlatan bu şahıs “Çehresine yayılan o mutlu tebessüm, onun öldürülüşünü düşünmeme engel oldu” der. Bu da, başı kesildiği sırada tebessüm etmekte olduğunu gösterir.
O halde dış olaylar, kâmil insanı etkisi altına alamamaktadır, İmam Ali (a.s) oldukça fakir bir hayat yaşamıştır; dönemin şartlarıyla mukayese edildiğinde daha iyi anlaşılır bu. Amelelik ve işçilikle de kazanırdı hayatını... Elinde avucunda hiç bir şeyi olmadığı için değildi bu; bilâkis, o da mal ve varlık sahibi oluyor, ganimetlerden pay alıyordu, fakat bütün bunları infak etmede, ertesi gün gidip çalışmadaydı.
Sosyal hizmetlerde en üst merhale yönetim ve hilafettir. Târik çok ilginç şeyler kaydeder; Ali El- Verdi’nin de dediği gibi: “Hz. Ali (a.s) Karl Marx’n felsefesini bütünüyle çürütmüştür. Zira o, sarayda düşündüğünü dağda -toplumun en alt kesiminin hayat ortamında -dağda düşündüğünü sarayda düşünmekte olan insandı. İşçilik yaptığı sırada düşündükleriyle, halifelik makamında görevini yaparken düşündükleri aynıdır... Bu cihetledir ki “kâmil insan” denilmektedir ona.”
Şimdi, vefatının yıldönümü onun... Bir “kâmil insanı” anmadayız... Gece yarısı verdiler toprağa onu. Neden? Çünkü Ali’yi (a.s) çok sevenlerin yanında ona büyük bir düşmanlık besleyenler de çoktu. “Ali’nin (a.s) çekicilik ve iticiliği” adlı eserimizde, bu gibi şahsiyetlerin hem son derece çekici, hem son derece itici bir karakter yapısına sahip olduklarını belirtmiştik. Bu gibi insanların seveni de çok olur, sevmeyeni de; dostları seve-seve can verirler böyle insanlar için düşmanlarıysa insanların en kan içici, en gaddarı olurlar genellikle...
Özellikle dâhililer, iç düşmanlar; yani mukaddes görünümlü “hâriciler”!!. Ne kadar ilginç tir ki, hâriciler İslamın itikadı meselelerini gerçekten çok iyi bilen, yani Allah’a inanan, fakat bilgice kıt olan “cahiller”di. Hz. Ali (a.s) bu noktaya bizzat değinerek “ İnançları var, ama cahildirler”der ve hâriciler (Mârıkiyn) le Muaviye taraftarlarını (Kaasıtiyn) mukayese eder: “Maarikiynleri benden sonra öldürmeyin, zira bunlar, Kaasıtiynlerden farklıdırlar. Mârıkiynler haktan yana olmak isterler, fakat ahmaktırlar, cahildirler (hakkı batıldan tam teşhis edemezler). Kaasıtiyn ise hakkı bilir, fakat bildikleri halde hakka karşı savaşırlar.”
Onca dostu ve seveni varken neden Ali’yi (a.s) gece karanlığında gizlice gömmüşlerdir?
Sebep hâricilerin varlığıdır...
Hariciler, “Ali müslüman değil “diyorlardı. Yerini bilmeleri halinde gizlice kabri açıp cesedi almaları ihtimali vardı. Bu cihetle Hz. Ali’nin (a.s) mezarı yaklaşık yüz yıl gizli kalmış, yeri halka söylenmemişti. Hz. Ali’nin şahadetiyle (h: 40) Hz. Cafer’us Sâdık’ın (a.s) şahadeti (h: 148) arasında 108 yıllık bir zaman süreci vardır. İmam Cafer’us Sâdık’ın (a.s) ömrünün son yıllarına doğru mezarın yeri gizli tutulmuş, bu süre zarfında imamlar (a.s) ve ashaptan seçkin bir grup insan dışında Hz. Ali’nin (a.s) mezâr-ı şeriflerinin nerede bulunduğundan hiç kimse muttali olmamıştır.
Hz. Ali’nin (a.s) şahâdetinden sona (h: 40), İmam Hasân (a.s), Ramazanın 21. gecesi göstermelik bir cenâze töreni düzenlemiş, karanlık basınca cenazeyi yine tedbirlerle yola çıkararak Medine’ye götürmelerini söylemiştir. Böylece halk, Hz. Ali’nin (a.s) Medine’de defnedildiğini sandı. Bu süre zarfında Hz. Ali’nin (a.s) evlatları, defn merasimine katılan belli bir grup ve Ehl-i Beyt’in (a.s) has taraftarlarından başka hiç kimse onun mezarının yerini bilmedi. Mezarın yerini bilen bu şahıslar Küfe yakınlarında bulunan (bu günkü Necef’te) kabr-i şerifi ziyaret etmedeydiler. İmam Câfer’us Sâdık (a.s) döneminde hâriciler dağılıp da bu tehlike ortadan kalkınca, Hz. Câfer’us Sâdık (a.s) Safvan’a (El geme duasını nakleden şahıs) kabrin yerini belli edecek bir alâmet konulmasını söylediler, bunun üzerine mezar, çardağa benzer bir gölgelikle belirlendi. Bu tarihten itibaren halk mezarın yerini öğrenmiş ve ziyaret edebilmiştir. Bu arada şunu da belirtelim ki Hz. Ali’nin (a.s) cenaze törenine de ancak seçkin ashabdan oluşan az sayıda bir grup katılabilmişti. Emir’el Mü’minin has ashabından olan, onun huzurunda konuşmalar yapan, dönemin tanınmış edebiyatçı ve hâtiplerinden Sa’saa Bin Suhân cenaze merasimine katılanlardan biridir. Câhid, Elbeyan adlı eserinde ondan etraflıca söz eder.
Hz. Ali (a.s) defnedildiğinde cenaze töreninde hazır bulunan herkesi derin bir üzüntü ve hüzün sarmış herkes ağlamaya başlamıştı. Bu sırada orada bulunan Sa’saa Bin Suhân, yüreği hüzün ve kederle dolu bir halde ağlayarak kabrin toprağından bir avuç alıp başına serper ve elini kalbinin üzerine koyup çok sevdiği bu insanın mezarı başında ona içini dökerek şöyle der: “Ne Mutlu sana... Saadetle yaşadın, saadetle de göçüp gittin dünyadan . Allah’ın evinden, yine Allah’ın evine geldin dünyaya gelirken... Allah’ın evinde doğdun, Allah’ın evindeydin zaten... Allah’ın evinde de şehit oldun nihayet... Ey Ali! Ne de büyüktün sen; ve bizler senin karşında ne kadar da küçüktük gerçekten... Allah’a yemin ederim ki eğer insanlar senin gösterdiğin yoldan gitmiş olsalardı nimetler (maddi ve mânevi) yukarıdan (ilâhi) ve aşağıdan (tabii) kaynayıp dökülürdü onlara... Fakat ne yazık ki halk, kıymetini bilemedi senin... Sana uyacakları, buyruklarına göre amel edecekleri yerde üzdüler seni, yüreğini kana boğdular, sonunda da işte bu hâle düşürdüler, öldürüp toprağın bağrına verdiler seni...”
Lâ havle ve lâ kuvvete illa billah’il el- eliyyul aziym ve sallallah-u elâ Muhammedin ve âlihi’ttâhiriyn.
Dostları ilə paylaş: |