İslam'da mükemmel insan


O yumuşak esİntİ mİdİr gerçek ruhu?



Yüklə 1,03 Mb.
səhifə9/33
tarix03.11.2017
ölçüsü1,03 Mb.
#29971
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   33

O yumuşak esİntİ mİdİr gerçek ruhu?


Yoksa çeliği bile eriten bu kuvvet, selamet, katılık ve sertlik midir asıl kimliği?

Sahi...


Hangisidir o ?

Hepsidir... Hepsi de bir araya toplanmıştır mükemmel insanda...

Evet, mükemmel insan, bütün insani değerlerin kahramanıdır. Mükemmel insan, insanca değerleriyle meydanların tümünde kahraman olan insandır.

Bize ne öğretir o ? İşte:

Sırf bir değerin akımına kapılmaksızın bütün değerleri taşımayan; diğer değerleri bütünüyle unutup yalnızca bir değere yönelme hatasına düşmemeyi!.. Evet, bütün değerlerde kahraman olmamız mümkün değil belki, fakat en azından elimizden geldiğince bu değerleri bünyemizde barındırmamız gerekir; bu kadarını yapabiliriz biz de.. Mükemmel insan olamıyorsak dengeli ve uyumlu bir insan olmalıyız hiç olmazsa. Bu durumda bütün sahnelerde gerçek bir müslüman olarak varlık gösterebiliriz.

Buraya kadar kamil insan tanımlamaya çalıştık, örnek olarak seçtiğimiz insanın özelliklerinden, konuşmalarından kısa kesitler sunduk. Konumuzla ilgili diğer bölüme geçmeden önce ondan bira daha söz etmenin faydası olacağı inancındayım.

Hz. Ali’nin (a.s) dar-ı görüp geçireceği son Ramazan... Bu Ramazan ayı diğerlerinden çok farklıydı. Onun nazarında apayrı bir sevinç ve sefa, ailesi içinde ilk günden başlayan bir cefa, üzüntü ve endişe taşıyordu... Çünkü bu Ramazan ayında Ali’nin gidişatı pek değişmişti, hiç bir Ramazanda böyle olmamıştı o...

Burada, onun yine kahraman olarak karşımıza çıktığı bir diğer niteliğinden söz edeceğiz...

Şimdi sözü kendisine bırakalım; Hz. İmam Ali (a.s) şöyle anlatıyor:

Müslümanlara hitabeden “İnsanlar sanırlar mı ki inandık derlerde öylece bırakılıverirler ve sınanmazlar? -Hayır, sınayacağız onları, nitekim- Andolsun ki biz, onlardan da mutlaka bilir...”22 ayet-i kerimesi nazil olunca Hz. Resulullah’tan (s.a.a) sonra ümmet arasında büyük fitneler başlatan oyunları ve müslümanların büyük imtihanlarla sınanacağını sezerek “Ya Resulullah, bu ayet-i kerimede neye işaret olunmaktadır?” diye sordum, “Ümmetim benden sonra sınanacak buyurdular. Daha sonra “Ya Resulullah, Uhud’da, Hamza b. Abdulmuttalib başta gelmek üzere 70 kişi şehit oldu, onlar Uhud kahramanlarıydılar. Ben bu feyizden mahrum kaldığım, onlarla birlikte Uhud’da şahadete erişmediğim için ziyadesiyle üzüldüm, bu feyizden- Uhud’da şehit olmak- mahrum bırakıldığım için muzdarip oldum, dedim. Bunun üzerine “ Üzülme” buyurdular, “Orada şehit olmadın, evet, ama sonunda Allah yolunda şehit olarak göçeceksin bu dünyadan”23

Hz. Ali (a.s) Uhud savaşına katıldığında 25 yaşında bir delikanlıdır ve Hz. Fatime’tuz-Zehra (a.s) ile henüz evlenmişlerdir; bir de çocukları -İmam Hasan-ı Müçteba- vardır. Yeni evlenen gençler genellikle iyi bir ev kurmak ve nispeten rahat bir hayat ortamı hazırlamak isterler kendilerine, en büyük arzuları budur... Oysa bir de Ali’ye (a.s) bakınız; onun en büyük arzusu Allah yolunda şehit olabilmektir!..

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) “Ya Ali, sen şehit olacaksın elbet, ama şehadet anında sabrın nasıl olacak- şahadeti nasıl karşılayacaksın- dersin? “buyurduğunda Ali (a.s) “Sabrımı değil, şükrümü sorun ya Resulullah, şükrederim elbet” diye cevap vermekte...

Sabrın sırası değil; vakit şükretme vakti; şahadete sabırsızım, şahadetime şükrederim elbet, demekte Ali...

Son Ramazan ayı; Ali (a.s) için apayrı bir mana, apayrı bir sefa taşımakta... Ehl-i Beytiyse hüzünlü, üzgün... Kaygılı ve endişeli...

Hz. Resul-i Ekrem’in (a.s) haber verdiği olaylar vuku bulmakta, Ali’ye bildirdiği alametler birbirinin ardı sıra meydana çıkmaktadır... Kimi zaman bu alametleri zuhur etmekte, Ehl-i Beyt (a.s) ve yakın ashab üzüntüye boğulmaktadır...

Şaşılacak şeyler söylemekte, şaşılacak şeyler anlatmaktadır Ali (a.s)....

Her zamankinden farklı bir hali vardır son günlerde.

Bu son Ramazan ayında, ömrünün son günlerinde her gece bir evde iftara gitmekte, fakat çok az yemek yemektedir. Çocukları üzüntüden ne yapacaklarını bilmez bir haldedirler, çok sevmektedirler babalarını çünkü... Sonunda onun bu haline dayanamaz “Babacığım, neden bu kadar az yediniz?” diye sorarlar, o da her zaman olduğu gibi: “Rabbimin huzuruna boş mideyle çıkmak istiyorum...” der... Bu cevap üzerine onun bir beklenti içinde olduğunu anlarlar, önemli ve yakın bir bekleyiş içinde olduğunu sezerler...

Kimi zaman başını kaldırıp gözlerini göğe çevirir ve “Bana haber veren sevgili Resulullah’a (s.a.a) doğru söylemiştir elbet, onun sözü doğrudur, verdiği haber yalan değil; olacak, yakındır, yakındır...” derdi.

Ramazanın 13. günü bir alâmetten daha söz etti, üzüntüleri artırmıştı bu. Cuma günüydü, hutbe okuduğu bir sırada oğlu Hz. Hüseyin’e (a.s) dönüp “Hüseyin, evlâdım, bu ayın bitmesine kaç gün kaldı?” diye sordu. Hz. Hüseyin (a.s) on yedi gün kaldığını söyleyince eliyle kendi sakalını gösterip “Yakındır...” dedi, “Bu sakalın yakında bu baştan akan kanlarla kızıla boyanacağı vakit yakındır...”

Ramazanın on dokuzuncu günü çocukları gecenin bir vaktine kadar onun yanında kaldılar, daha sonra İmam Hasan (a.s) hazretleri kendi evine gitmek üzere oradan ayrıldı. Hz. Ali’nin (a.s) bir musalla -ibadet için ayrılmış- köşesi vardı, genellikle geceleri uyumaz ve burada ibadetle meşgul olurdu. Günlük işlerinden vakit buldukça yine buraya gelir, halvet eder ve Rabbül Alemi’ne hamd-u senâda bulunup râz-u niyaza koyulurdu. Tan yeri ağarmamıştı ki Hz. Hasan (a.s)’ın tekrar babasını yoklamaya geldi, doğruca musallanın bulunduğu tarafa yürüdü. Emir-el Mü’minin Ali (a.s) Hz. Fatime’t-üz Zehra’dan (a.s) olan evlatlarına özel bir saygı gösterirdi; Hz. Resul-i Ekrem (a.s) ve onun biricik evlâdı Hz. Fâtime’ye (a.s) olan saygısını Hz. Fâtime’nin (a.s) çocuklarının varlığında korumuştu. Hz. Hasan’ın (a.s)’ın geldiğini görünce “Oğul” dedi, “Şuracıkta oturmuş, Rabbimle râz-u niyazla meşgulken uyku bastı beni bir ara... Rüyamda Hz. Resul-i Ekrem’in (s.a.a) gördüm, “Ya Resulullah senin bu ümmetin çok eziyetler eder bana, pek üzerler beni, yüreğim kan ağlamakta bunların elinden” dedim. Bunun üzerine bana “Lânetle” buyurdular, ben de lânetledim “Allah’ım! Beni bu ümmetten al ve başlarına liyakatsiz birini gönder...” dedim”24

Gerçekten düşündürücüdür bu... Ümmet Ali’ye uyum sağlamıyor, onu dinlemiyor, kendisine yardımcı olmuyordu. Onun gösterdiği yolda yürümeye yanaşmıyordu kimse... Ali’nin (a.s) yüreği kan ağlamadaydı elbet; Cemel, Sıffin... Ona biat edenler biatlarından dönmüş, Ashab-ı Ayşe Cemel’de üzerine yürümüştü, kanlar akmıştı... Öte yandan Muaviye... Olmadık hileler, olmadık ihanetler, plânlar, desiseler, cinayetler... Ali’nin (a.s) yüreği kan ağlamadaydı ümmetin elinden...

Muaviye dünyanın gelmiş geçmiş en hilekâr insanlarından biriydi gerçekten, bir dehaydı bu hususta... Ali’yi (a.s) en çok neyin üzeceğini gayet iyi biliyor, özellikle ateşi körüklüyordu... Bir diğer mesele de Haricilerdi, kurumuş kutsallar, ruhsuz mukaddeslerdi... Onlar da âsi olmuşlardı onca dindarlıklarıyla(!) iman(!) ve ihlaslarıyla(!)... Ali’yi (a.s) tekfir edecek, onun dinden çıktığını öne sürecek, Kerremallah-u Veche’ye bu isnatlarda bulunma gafletini görecek kadar dindar bir güruh!!!

Neler gördü, neler yaşadı Ali (a.s)...

Onun uğradığı musibet ve karşılaştığı zorluklar, katlandığı eziyet, çektiği sıkıntı, uğradığı baskı ve gördüğü ihanetler gerçekten korkunç ve dayanılmazdır. Bunlar mütalaâ edildiğinde, meselenin ayrıntıları irdelendiğinde dağları çökertecek bunca musibet ve şiddetli hadisler karşısında Ali’nin (a.s) gösterdiği tahammül ve mukavemete şaşırmamak elde değil doğrusu...

Üstelik bunları söyleyebileceği içini döküp derdini anlatabileceği kimse de yoktur...

Yalnızdır...

Rüyasında Hz. Peygamber-i Ekrem’i (s.a.a) görmekte ve “Ya Resulullah! Ümmetin kana boğmakta yüreğimi, pek üzmekteler beni, ne yaparım ben bunlarla?!” diye şikayette bulunmaktadır Hâtem-i Enbiyâya...

“Oğulcağızım, ceddin Resulullah (s.a.a) lânetle, dedi bana, ben de lânetledim; Allah’ım, dedim bir an önce canımı al benim, ve bunlara lâyık oldukları bir yönetici musallat et!.”

Evet, lâneti de farklıdır onun pek , düşündürücüdür...

Bu sözler onun çektiği sıkıntıları, dayanılmaz eziyetleri, içini kan ağlatan dertleri dile getirmektedir...

Hz. Hasanla (a.s) bu konuşmadan sonra dışarıya çıkarlar, bu sırada ördeklerin bağrıştığını duyar “Evet” der “Şimdi ördekler bağrışmakta; fakat çok geçmez birazdan insanlar bağrışıp ağlaşacaklar burada”25. Bunu duyunca onun gitmesine mani olmak istediler, evlatları önüne geçip “Babacığım, bırakmayız seni, gitme bugün camiye, bugünkü yerine başkasını gönder lütfen.” dediler. Ama o gitmekte kararlıydı; önce bu ısrarlar karşısında yeğeni Cu’de Bin Cubeyre’yi cemaat kıldırtması için göndermeye niyetlendiyse de sonra çabucak vazgeçti bundan “Kendim gitmeliyim” dedi. Onun bu kararlı tutumunu görünce “O halde izin verin, yanınızda birisi bulunsun bari” dediler, bunu da kabul etmedi, yalnız gitmek istediğini söyledi... Onun için bambaşka bir seherdi bu...

Mutluluk seheriydi onun...

Yaralandıktan sonra o haliyle yatağında yatarken olayı bizzat şöyle tâbir etmektedir: “Allah’a yemin ederim ki başıma inen bu darbe -kılıç darbesi- âşığın sevgilisine kavuşması oldu, tıpkı benim gibi.”26

Evet, gecenin zifiri karanlığında, çölün ortasında çadır kurup konaklayabileceği bir kuyu başı arayan kimse gibidir tıpkı... Böyle birisi aradığı su kuyusunu bulunca nasıl Rabbine kavuşmak da onu öylece sevindirmektedir işte. Hâfız’ın dediği gibi:

“Dün gece seher vaktine doğru dertten kederden kurtardılar beni.

Gecenin o Zifri Karanlığında Âb-ı Hayat verdiler bana

Gece ne kadar da kutlu, seher ne kadar da mübarek ve sevindiriciydi.

O Kadir Gecesinde ben beraat aldım işte.”

Evet... “Kendim giderim...” dedi, başkasını istemedi yanında; yalnız tek başına gitmek istedi...

Sevinçli, heyecanlıydı...

Büyük bir hadisenin vuku bulacağını biliyordu, daha önceden -Hz. Resulullah(s.a.a) vasıtasıyla- kimi alâmetlerden söz edilmişti kendisine, nitekim Nehc-ül Belağa'da “Bu işin bâtınından haberdar olmak, meselenin künhüne varabilmek için çok uğraştım, ama Allah Teala gizli kalmasını istedi”der.

Evet, sonunda camiye varır, minareye çıkıp ezanı bizzat okur, “Allah-u Ekber!”feryadı yükselir minareden. Ezan okuduktan sonra tanyeriyle vedalaşır, “Ey seher” der, “Ey tanyeri! Ali dünyaya geldiğinden bu yana bir gün olsun ondan önce uyandın mı sen? Bir kez olsun Ali uykudayken tanyeri ağarmış şafak onu uykuda yakalayabilmiş midir? “Evet ey şafak, Ali’nin gözleri hep kapanacak , o ebedî bir uykuya dalacaktır artık...

Minareden inerken “Yol açın, yol açın” der, “Mücahit mü’mine yol açın”27 ...

Evet... Son ana kadar kendisini “Mücahit bir mü’min olarak tanımakta” ve tanıtmaktadır.

Öte yandan onu seven herkes derin bir kaygı ve endişe içerisindedir; Ali (a.s), bu bağrışmalardan sonra ağlama sesleri duyacaklarını söylemiştir onlara. O gece kimsenin gözüne uyku girmemişti, herkes müteessir, herkes tedirgindir “Bu gece ne olacak, ne gibi bir hâdise vuku bulacak?” kaygısı hâkimdir; evlatları “Babamızın başına bir şey mi gelecek yoksa?!” endişesi içinde kıvranmaktadırlar. Ve namaz vakti... Sabah namazının kılındığı bir sırada bütün şehir bir feryatla çınlar, herkes ağlayarak haykırmaktadır:

“Emir’el Mü’minin şehit oldu, Hz. Ali’yi şehit ettiler!”


Yüklə 1,03 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin