Ey İslâm davetçileri, temenni ettiğiniz sosyal adalet bu mudur?. O. halkın, hayır sahibi zenginlerin vereceği sadakalara muhtaç olarak yaşaması mıdır? Buna adalet mi orsunuz? İnsanın değerini düşüren bu duruma rıza mı gösteriyorsunuz?
Komünistlerle, ruh ve fikirlerini müstemlekeciliğin köleleştirdiği, bu yüzden ne düşünüp ne söylediklerini farkedemez hale gelmiş batı hayranları işte sana, böyJe derler. Onların en bariz hataları ve o hataların da en tehlikelisi, zekâtı, zenginlerin fakirlere ihsan (hayır) olarak verdikleri bir sadaka zannetmeleridir. Gerçekleri olduğu gibi gören sağ duyu sahibi hiç bir insanın, meseleyi bu şekilde tasavvur etmesine imkân yokur. İhsan ve hayır yapmanın hiçbir kanun veya hâkimin zorlaması olmadan gönüllü bir hareket olduğunu anlatmak için en basit bir mantık anlayışı kâfidir. Zekât ise kanunun tesbit ve takrir ettiği bir farizadır. Onu vermekten imtina edenlere karşı devlet harbeder. Eğer vermemekte ısrar edenler olurlarsa, icabında onları öldürür. Çünkü, bu durumda ısrar edenler artık mürted (dinden çıkmış) itibar olunurlar. Vicdanın sesine bırakılmış olan ihsanda (gönüllü iyilikte) böyle cezri bir hareket caiz olur mu?..
Şüphesiz zekât, malî bakımdan, dünya iktisat tarihinde ilk nizami vergidir. Ondan evvel vergiler, reislerin arzularına göre ve şahsî ihtiyaçlarını karşılamak için mala olan ihtiyaçları miktarınca takdir edilirdi. O vergi yükünü de daima zenginlerden fazla fakirler veya tamamen fakirler taşırdı.
Birinci hakikat: İslâm geldi, vergi toplama işini tanzim etti, vergi için normal haddi aşmayan, belli nisbetler koydu. İslâm bu yükü zenginlere ve orta hallilere yükledi. Fakirleri bundan muaf tuttu.
Bunlar, zekâtın ne olduğu hakkında zihinlerimizde karar kılması lâzım gelen ilk hakikatlerdir. Bu ha- . kikat ise, münakaşa ve delile muhtaç olmayan bir bedahettir.
İkinci hakikat : Zekât hasılatını fakirlere tevzi eden zenginlerin kendisi değil, bizzat devlettir. Zekâtı toplayan da, onu tevzi eden de ancak ve ancak devlettir. Beytülmal (hazine, genel bütçe) zekâtı toplayan, sonra onu çeşitli devlet müesseselerine tevzi eden Maliye Bakanlığından başka bir şey değildir. Kazanmaktan tamamen âciz olanların veya normal yaşayış için gelirlerinin kifayetsizliği sebebiyle geçim sıkıntısı içinde bulunan muhtalçarm ihtiyaçlarını devlet tekeffül ediyor idiyse bu hiçbir vakit ihsan olarak fazladan verilen bir şey değildir ve onda muhtaçların şeref ve haysiyyetlerine dokunacak bir cihet de yoktur. Acaba devletin maaş verdiği memurlar veya patronların yanında çalışan işçiler zenginlerin hesabına yaşayan dilenci olduklarını mı hissederler?
Kazanmaktan âciz olan çocuklara ve yaşlılara devletin insanlık adına, onunla mükellef olduğu müddetçe, hazineden sosyal yardımda bulunması onların haysiyy etlerini zedeler mi?.. İçtimaî zulümde uzun bir bocalamdan ve bir çok denemelerden sonra ancak bugün devletin ulaştığı kefalet prensibi yeni bir sistemdir. Avrupa'nın karanlıklar içinde yaşamakta olduğu bir zamanda bin üç yüz kusur sene önce onu takrir etmiş olması, İslâmın mefahirindendir. Yoksa bize garpan veya şarktan geldiği zaman mı güzel ve berrak olur nizam?.. Böyle ise ne kadar yazık!..
Lâkin, İslâm bunu savunduğu zaman gerilik ve düşüklük olur, öyle mi? Hepimiz bunu düşünmeli ve nasıl gafil avlandığımızı bilmeliyiz.
Üçüncü hakikat: Sadr-ı İslâmda, insanların hayatı iktiza ettirdiği için, her ne kadar zekâtın verilme tarzı nakden veya aynen fakirlerin eline verme şeklinde ifa edildiyse de îslâmda zekâtı tevzi için tek yolun bu olduğunu nass olarak ifade eden şer'î bir gerekçe yoktur.
îslâmda zekâtı, müstehak olan fakirlerin çocuklarını okutabilecekleri parasız okullar, tedavi edilecekleri parasız hastaneler, onlara yaşama kolaylığı temin edecek yardım dernekleri, devamlı olarak kazanç getirecek ve istifade etmeği sağlıyacak fabrikalar ve müesseseler şeklinde vermeği meneden serî bir hüküm de yokur. Yeni Çağın sosyal yardımlaşmada vardığı son çareler de bunlara eklenir. Zekât nakit olarak ancak hastalık, ihtiyarlık veya çocukluk sebebiîe âciz durumda olanlara verilir. Bunların dışındaki muhtaçlar zekâtı iş ve hizmetler şeklinde alır.
Dördüncü hakikat: Zekât mallarından aldıkla-riyle yaşayan bir kısım fakirlerin bulunması, İslâm cemiyetinin kaidelerinden bir kaide değildir. İslâm, bu meselenin tatbikatında Ömer ibni Abdülaziz devrinde örnek şekline ulaşmıştır. Çünkü, onun zamanında zekât toplanıyor, fakat toplanan zekâtı dağıtmak için fakir kimseler bulunamıyordu. Bu hususta Yahya ibni Said der ki: «Ömer ibni Abdülaziz beni, Af-nkaya ait zekâtı toplamak vazifesiyle oraya gönderdi. Gittim, zekâtları topladım, topladığım zekâtları vermek için fakirler aradık. Hiçbir fakir bulamadığımız gibi bizden onu almayı kabul eden bir kimse de bulamadık. Çünkü, Ömer ibni Abdülaziz kendi devrinde insanları zengin etmişti.»
Fakirlik veya muhtaçlık her cemiyete arız olan bir haldir. Onu karşılamak için mutlaka bir kanun lâzımdır. İslâm, zuhurundan beri devamlı olarak kendi havzasına, servet muvazenesi bozuk yeni toplumlar ilâve ediyordu. Binaenaleyh, bu cemiyetleri yavaş yavaş Ömer ibni Abdülaziz devrinde İslâmm ulaştığı örnek duruma ulaştırmak için, bu türlü kanunlar lâzımdı.
Bu söylediklerimiz zekâta ait olan bir durumdur. Asıl sadakalara yâni zenginlerin teberru ihsan olarak çıkarıp verdikleri mallara gelince, fiilen İslâm onları takrir etmiş, insanları sadaka vermeğe davet etmiş ve sadakatlar için çeşitli şekiller koymuştur. Sadaka, ana-babaya yardımdan tutun da genel olarak muhtaçlara yardıma, iyi hareket ve güzel söze ve kötülükten sukut edip uzaklaşmağa kadar uzanır.
Hiçbir kimse, insanın kendi yakınlarına iyilik ettiği zaman onların duygularına kötülük yapmış ve onlara hakaret etmiştir, diyemez. Bu ancak sevgi, karşılıklı yardımlaşma, eksikleri tamamlama ve kalbîeri ısındırmadır. Kardeşine bir hediye, veya akrablanna bir ziyafet verdiğin zaman bu hareketinle onlara hürmet ve saygı göstermiş olman gayet tabiîdir. Hiç bir zaman bununla onların hased, düşmanlık, küçüklük ve kırgınlık duygularını harekete getirmiş olmazsın.
Amma miskinlere aynî bir hibe verme meselesine gelince, onun mahiyeti Sadr-ı İslâm'daki zekâtın mahiyetidir. O zamanki hayat şartları, muhtacın yardım feryatlarını durdurmak, mahrumiyet içinde kıvrananların yardımına koşmak için, o tarzı normal bir vesile olarak kabul ediyordu. Lâkin o, değiştirilmesi ve kaçınılması mümkün olmayan yazılı tek yol değildir. Şüphesiz onun yolları pek çoktur. Sosyal hizmetler yapan müessese veya cemiyetlere, sadakaların teberru şeklinde verilmesi mümkün olduğu gibi mali hususları karşılamak için, muhtaç olan bir müslüman devlete yardım olarak vermek dahi mümkündür.
Sonra başka bir yönden de sadakanın durumu zekâtın durumu gibidir. Madem ki, cemiyette fakirler vardır, o halde onların da hayatın tadını tatmaları için çeşitli yollarla onlara yardım etmek lâzımdır. Lâkin İslâm cemiyetinde düşünülen, hiç bir vakit bir kısım fakirlerin bulunması değildir. İslâm cemiyeti örnek haline ulaştığı zaman daha evvel ulaştığı gibi- haliyle zekâttan müstağni olur. îşte o zaman ihsandan da müstağni olur. Nihayet bunun ve onun için, yeryüzünde herhangi bir cemiyetin müstağni olamıyacağı mahdut masraflar kalır. O da mücbir sebeplerden herhangi bir sebebin arız olması dolayısiyle çalışmaktan âciz olanların kefaletidir.
Bizim söylememiz lâzım gelen İslama ait en büyük hakikat, onun hiçbir vakit fakirlerin hayatını zenginlerin verecekleri ihsanlara dayamamış olduğu gerçeğidir. Devletin, âcizlerin hayatını tekeffül prensibini ve bunun, teberru ve ihsan şeklinde yapılan yardım tarzından üstünlüğünü zikretmiştik. Ayrıca îs-lâm devletinin, çalışmağa iktidarı olan her fert için bir iş temin etmekle mükellef olduğunu da zikredelim. Bir adam Peygamberimize gider, ondan kendisini yaşatacak bir şey ister. Peygamber ona bir balta ve bir de ip verir, onun dağa gidip odun kesmesini ve kestiği odunu satıp onunla geçinmesini emreder, sonunda kendisine gelmesini ve ne yaptığını haber vermesini söyler.
20. asırda hadiseleri ancak şekilleriyle görenler zannederler ki, bu meselenin ihtiva ettiği bütün gerçekler, bir balta, bir ip ve bir adamdan başka herhangi bir ilgisi olmayan ferdî bir örnektir. Halbuki, bugün hayat, muazzam fabrikaları, milyonlarca işçileri ile çeşitli ihtisas dallarına sahip muntazam bir devlet sistemi içindedir.
Bu iddialar basit bir düşüncenin eseridir. Çünkü bin sene önce Peygamberin fabrikalardan ve buna benzer iş kurumlarından bahsetmesi ve onlar için kanunlar vazetmesi matlup değildi. Eğer onu yapmış olsaydı hiçbir kimse onu anlamazdı. Çünkü, onun vazifesi ancak kanun için gerekli olan genel esasları vazetmek ve bu esaslar çerçevesinde kendisine münasip düşen tatbikatı çıkarmağı, her neslin kendisine bırakmaktı, îşte zikrettiğimiz meselede sarih esaslar vardır:
I - Devlet reisi olarak Resûlüllahın bu adama bir iş temin etme mes'uliyetini duymuş olması.
II - O günkü çevrenin tabii duruumna göre bir iş bulması.
III - Tekrar gelip kendisine durumunu haber vermeyi istemekle vatandaşa karşı olan mes'uliyetini te'-kiden ikrar etmiş olması ve dolayısiyle tatbikatın da kontrol edilmesi.
Bu mes'uliyet, siyaset ve sosyolji ilminde en yeni nazariyelerin ulaşabildiği mes'uliyettir. Fakat iradesinin dışında bir sebepten dolayı devletin, iş sahaları açmaktan âciz olduğu zamanlara gelince, işsizlerin, devlete ve cemiyete karşı haysiyyetlerini muhafaza etmeleri için ihtiyaçlarına cevap verecek miktarı Beytülmalden yardım olarak vermek suretiyle onların hayatlarını teminat altına almak da devletin vazifesidir. 75
Dostları ilə paylaş: |