İslâm Ve İdealizm (Misâliyye) 174
«Ey müslümanlar, kendisinden bize bahsetmekte olduğunuz o İslâm hani nerede? O, doğru şeklile ne zaman tatbik edildi? Evet, siz daima bize haddi zatında parlak ve ideal bir nizamdan bahsediyorsunuz. Lâkin o sizin anlattığınız şeklile îslâm, dünyanın gerçekleri arasında tatbikatta yerini almadı. İşte bunun içindir ki, bize îslâmm, bilfiil tatbikatından sual ettiğimiz zaman, Peygamberin hayatından, Hülefa-i Raşidin devrinde, daha doğrusu ilk iki halife devrindeki basit tatbi katından maada söyleyecek bir şey bulamıyorsunuz.
Her meselede koşup Ömer İbni Hattaba yapışıyorsunuz. Özellikle onun şahsında îslâmm şeklini yüceltiyor, sadece onu gözlerde parlayan bir ışık halinde arzetmeye çalışıyorsunuz. Halbuki İslâm hakkında bir araştırma yaptığımız takdirde, ağalık, zulüm, istibdat, gerilik ve gericilik gibi üstüste yığılmış bir takım zulmetlerden başka bir şey göremeyiz.
Halkın, hâkim ve idarecilerini te'dip hususundaki yüksek adalet ve demokratik nizamdan dem vuruyorsunuz. Hulefâ-i Raşidîn devrinin dışında millete,: idarecilerim te'dip etmek şöyle dursun ne zaman seçme hakkı verilmiştir ?
Sîz İsîâmda âdil bir iktisat ve tevzi sistemi olduğundan bahsediyorsunuz. Hattâ bizzat Hûlefâ-i Raşidîn devri d© dahil olmak üzere, insanlar arasındaki farklı durumlar ne zaman birbirine yaklaştı ?
Her vatandaş için bir iş bulma hususundaki devletin vazifesinden bahsediyorsunuz. O halde bazan dilencilik derecesine varan ve devamîı olafak da fakirlik ve mahrumiyet içinde yaşayan insanların ayrıca işsizlerden meydana gelen binlerin ve milyonların vebali kime aittir?
İslâmdaki kadın haklarından bahsediyorsunuz, Kadın bu haklara bilfiil ne zaman nail oldu?^ Zalim âdetler, içtimaî ve iktisadî vaziyetler kadına bu haklarını kullanma-imkânını ne zaman verdi?.
Nefisleri terbiye eden, gönüllere Allah korkusunu yerleştiren, bu sebeble. hâkimler, mahkûmlar ve çeşitli halk sınıflan arasına hayır yolunda yardımlaşma esasına. dayanan alâkalan-kuran Islâmî terbiye sisteminden.bahsediyorsunuz. Bazı devrelere ait nadir Örnekler müstesna, o bahsettiğiniz terbiye ne zaman vaki olmuştur?
Bahsettiğiniz Allah korkusu, fakirlerin hakkını yemeye, karşı yapılan zulmü önlemeye; idarecilerin kendi menfaatlerini tercih etmelerine, hürriyetleri köstekleyen hareketlere ve milleti zelil eden davranışlara ne zaman mani olmuştur?
İşte böylece, ey müslümanlar! Bize, sınırlan belli bir devlet nizamı meydana getirmemiş olan, ancak bir daha tekerrürü mümkün olmayan tarihte cereyan etmiş şahsî örneklerden ibaret zayıf bir hakikat payı bulunan, gerçek tatbikattan nasibi olmayan bir takım rüyalardan bahsediyorsunuz.»
işte bu naklettiklerimizin hepsi komünistlerin ve kuyruklarının davasıdır. Ey din kardeşlerim! Onlar bütün zehirlerini bu yollardan akıtırlar. Hattâ bu şüpheler, İslâm tarihini tam' kaynağından öğrenmeyen, ancak bildikleri müstemlekecilerin söylediklerinden ibaret bulunan müslümanlarm kafalarında da kötü tesir yapan kuvvetli şüphelerdir. İşte bugün îslâm nizamını hükümden uzaklaştıranlar bu şüphelerin ifsat ettiği kimselerdir.
Burada kafi bir tefrikle iki şeyin arasını ayırmamız zarurîdir:
1- Bizzat nizamın kendisinin ideal olması,
2 - Tatbikatının ideal olması.
Acaba İslâm, kendi tabii karakteriyle tatbikat sahasına çıkarılması imkânsız hayalî unsurlara dayandığı için mi dünya gerçekleri arasında tatbiki mümkün rimayan bir nizamdır? Yoksa o amelî bir nizamdır amma, maalesef asırlar ve nesiller boyunca kâmil şekliyle tatbik olunmamıştır?
İki durum arasındaki fark çok büyüktür... :
1 - Hadd-i zatında İslâm ideal bir nizam ise,-şartlar ve imkânlar ne kadar değişirse değişsin tatbi kinden ümit yoktur.
2 - îslâmın, gerçekçi bir nizam olması, fakat bir takım şart ve sebeblerin îslâmla tatbikatı araşma girmiş olması ki, bu sefer durum farklıdır. Mâni şart ve sebebler ortadan kalkınca her zaman tatbiki mümkündür .
Şimdi soralım, bu iki durumdan hangisi İslama in-, tibak eder?
Zannediyoruz ki, hiçbir kimsenin ihtilâfa düşmi-yeceği bir tarzda mesele açıklık ve vuzuh kesbetmiş-tir. Beşer tarihinde bir defa da olsa - çok ya - tatbik edilmiş olması, îslâmın tatbikata elverişli bir ni-; zam olduğunu kat'î bir şekilde isbat ve ifade eder. Hiçbir zaman onun, tatbikinin gayrı mümkün olmadığını, hayalî unsurlara dayanmadığını da isbat eder. Çünkü, insanlar o insanlardır. Bir defa vukua gelenin bir defa daha ve defalarca meydana gelmesi tabitile mümkün olan. şeylerdendir. Yoksa ilerici komünistler «İnsanlar Sadr-ı İslâmda, bugünkülerin erişmesi mümkün olmayan bir seviyeye erişmiştir.» demek mi isterler? Eğer tezleri bu ise, bu onların, beşeriyeti daima ileri götürdüğünü iddia ettikleri tekâmül görüşlerine aykırıdır.
Fakat, meselâ Ömer ibni Abdülaziz devri gibi göz kamaştırıcı devrelerde vukua gelenlerin dışında bir defa bile Hulefâ-i Raşid'in devri tekerrür etmemiştir neden? sorusuna gelince haille bu güzel bir sorudur.
Bunun cevabı tarih kitaplarında mevcuttur. Tam olmamakla beraber İslâm nizamı asırlarca dünyaya hakim olmuştur. İsterse bu İslâm ülkelerindeki mahalli vaziyetler olsun, isterse bütün beşerin hayatını ilgilendiren genel vaziyetler olsun müsavidir.
İşte bu sebeple burada gözümüzü iki meseleye dikmemiz zaruridir:
Birinci mesele ı Beşeriyeti, içine gömülmüş olduğu bataklıktan alıp, Hulefâ-i Raşidîn devrinde gerçekleşmiş olan yüksek seviyeye ulaştırmak hususunda îs-lâmm yapmış olduğu sıçrama hareketi, şüphesiz bir sıçrama hareketi değildir. O, dünya üzerinde îslâmm gerçekleştirdiği mucizelerinden biridir. Fakat tabiati-le bu, şahısları ve bütün davranışlarile o mucizeyi gerçekleştiren kahramanları yetiştirmek için uzun bir hazırlık, şahsî ve özel bir eğitime muhtaç idi.
Bilindiği gibi İslâm, kendinden evvel veya sonra tarihin hiçbir, devrinde ve hiçbir nizama nasip olmayan, görülmemiş bir tarz ve göz alıcı bir sür'atle intişar etti. İşte bu da îslâmın mucizelerinden bir mucizedir. Bu mucizeyi, materyalistlerin ve komünistlerin, kendisiyle beşer tarihini tefsir etmekte oldukları maddeci ve iktisatçı tefsirlerin hiçbiri tefsir ve izah edemez. Lâkin, bizzat bu süratli intişar İslama, henüz Îslâmm ruhunu hazmetmemiş, onun içtimaî, iktisadî ve siyasî nizamlarının hakikatini anlamamış bir takım yeni kavimler celbetti ki, onları Arap yarımadasındaki ilkmüslümanlar gibi îslâmî ruhu tam mânâ-siyle aşılayan bir terbiye ile terbiye etmek mümkün olmamıştır. İşte bu kavimlerin İslama girmeleri ve müslüman topluluğundan sayılmaları sebebiîedir ki İslâm ülkeleri oldukça genişledi. Fakat Îslâmm gerçek prensipleri insanl-arın gönüllerinde tam mânâsiyle yerleşemedi. Bu yüzden Emevîler, Abbasîler, Türkler ve dalıa nice devletler zaman zaman İslâmm özelliklerini hakkiîe kavramamış idarecilerin eline geçti böylece İslâm prensiplerinden uzaklaşmak ve onunla oynamak kolaylaştı.
ikinci mesele i İslamın bu sıçrama hareketi beşerî tekâmüle nisbetle elbetteki tabiî değildir. Çünkü bu sıçrayış, düşük şehvetlere gömülmüş ruhları oralardan alıp ilelebet insaniyetin iftihar edeceği en yüksek zirveye yükselttiği gibi onları bir anda kölelikten alarak, beşeriyetin tecrübe ettiği nizamların hepsine nisbetle ileri bir adım sayılmakta devam edecek olan sosyal adalet örneği bir seviyeye yükseltti.
Resülüllah zamanında insanlar, bu beklenmedik muazzam yüceliğe tahammül etmişlerdir. Çünkü Re-sûlüllahta ve O'nun ashabında örnekleşmiş ruhî akım, insanı, normal takatin üstüne çıkaran ve mucizeye benzer şeyleri yapar hale getiren, sihir kuvveti gibi tesir eden bir kuvvet idi. İşte bu muazzam akım yavaşlayınca, insanlar kendi yüce ufuklarından uzaklaşmağa başladılar. Bununla beraber, her ne kadar îslâmm gerçek ruhundan parlak bir kaynağı muhafaza etmişlerse de - biraz sonra onun beşer tarihindeki ilmi tesirlerinden bahsedeceğiz-, bunun mânâsı hiçbir vakit yalancıların dedikleri gibi değildir. Çüncü yalancılar derler ki, «Bizim amelî cihette en azından Sadr-ı îslâmda insanların gerçekleştirdiklerini gerçekleştirebilmemiz için bizzat Resûlülîahın ve ashabının mevcut olmasına muhtacız.» Bu, tabiatile doğru değildir. Çünkü devlet siyasetinde, iktisat nizamında ve toplumun alâkalarında binüçyüz sene önce mucize sayılan şeyler, uzun zamanların geçmesi ve bu zamanlar boyunca beşeriyetin geçirdiği sayısız tecrübelerle artık bugün yeryüzünün dört bucağında kudret sınırlarının içine girmiştir. Yüksek ahlâkî ideallerinden sarfı nazar ederek - her ne kadar İslâm ona özel bir ihtimam gösterir ve bilfiil tatbikat ile onun arasını ayırmazsa da - bugün îslâmı hayatın gerçekleri arasında tatbik etmek istediğimiz vakit, elbette sadr-ı İslâmdaki müslümanların yaptığı gibi mucize şeklinde bir sıçrama yapmıyacağız. Çünkü beşeriyetin denemeleri bizi o yüce zirveye yaklaştırmıştır. Böylece oraya varmak bugün daha yakın, o zamana nis-betle sarfetmemiz gereken gayret daha az olacaktır.
Söylediklerimize birkaç örnek verelim :
Bugün genel seçimle idarecilerini tâyin eden, doğru yoldan ayrıldıklarını gördüğü zaman onları azleden milletler, tatbikat olarak Sadr-ı İslâmdaki devlet idaresine ait îslâmî tatbik şeklinden daha fazla bir-şey yapmıyorlar. Evet bu, Hz. Ebu Bekir ve Ömer devrinde bir mucize olabilir. Fakat bugün bu, istediğimiz zaman bizim de imkânımız dahilindedir. Yâni bu milletlerin mâlik bulundukları şuur bizde de mevcut olduğu zaman başka ne mani' var? Madem ki biz buna İngiltere ve Amerika'yı taklit suretile mâlik oluyoruz. O halde hadd-i zatında îslâmda mevcut olan bu demokrasi ve seçim sistemini İslâm adına istemekten ve onun adiyle tatbik etmekten niçin âciz kalıyoruz?
Devlet memurlarına özel ve genel müesseselerde çalışan işçilerden devlet memuru hükmünde olanlara - ait olan temel ihtiyaçların teminat altına alınması Hesûlüllahın kanunlarından sarih bir kanundur. 20 nci asırda onu komünistler tatbik etmek istemişler, fakat işi diktatörlüğe götürmüşlerdir ki İslâm bunu, diktatörlükten uzak hür bir esasa dayar. Eğer biz bu gün onun tatbikini istersek o bizim elimizdedir. O halde onu komünizmden almak istiyoruz da neden İslâm-dan almıyoruz?
İşte bizim durumumuz nice ve nice meselelerde hep böyledir.
Her ne kadar sonradan gelen idareler, bugüne kadar tam olarak îslâmî hedefe ulaşmamışsa da insanlığın geçirmiş olduğu tecrübeler, İslâm nizamı ile bizim aramızdaki mesafeyi hayli yaklaştırmıştır. Hâl böyle olunca neden bu nizam, Avrupalılar denediği zaman amelî ve gerçekçi bir nizam oluyor da müslümanlar tatbik etmek istedikleri zaman ideal ve hayalî bir nizam oluyor...
Cevheri itiharile dâv.â şu esasa göre ele alınmalıdır :
Acaba hayatta bütün içtimaî, iktisadî ve siyasî nizamların tatbiki mümkün müdür, yoksa gayrı mümkün müdür? Madem ki, bunların tatbiki her yerde ve her sistemde mümkündür, o halde daha evvel tatbik edilmiş olmasına rağmen neden İslâm nizamının tatbiki bugün mümkün olmasın?
Komünistlerin ve kuyruklarının «Yeni nizamlar .amelî esas üzere kurulmuştur. İslâm ise atıfetler ve iyi niyyetler üzerine kurulmuştur.» şeklinde, etrafı karış tırmak ve zihinleri bulandırmak maksadile ortaya attıkları vehimlerinin hiçbir değeri yoktur, lalamın hukukî esasları hiç bir vakit atıfetlerden ibaret değildin Hulefâ-i Raşidîn, İslâmı tatbik ettikleri, Şûra Meclisi, üyeleri ile istişarelerde bulundukları ve nizamla ilgili hukukî tefsirleri yaptıkları zaman, hiçbir vakit rüyalar âleminde yaşamıyorlar ve insanların iyi niyyetlerine de dayanmıyorlardı. Bütün mesele şudur ki, İslâm tatbikatta yalnız kanuna dayanmayı sevmez. İslâm kanunlar vazeder, lâkin o, fertleri, kanunun istediği şeylere itaat edecek hale getirinceye, sadece kanunun ve hâkimin satvetinden korktuğu için değil, içten gelen vicdanî bir arzu ile kanunu kendi nefsinde tatbik eclinceye kadar, terbiye eder. Böylece gönülleri kötülüklerden temizler. Bu, insanlık âleminde tatbiki mümkün olabilecek en parlak siyasettir. Lâkin kanun her zaman mevcuttur. O, insanların niyyetle-rinden sarfınazar edilerek, Hz. Osman'ın «Allahü Teâ-lâ Kur'ân ile yasak etmediğini sultan ile yasak eder.» sözünde olduğu gibi, daima tatbik edilir.
Bazı yazarlar, îslâm mefkuresinin davetçilerine «Hz. Ömer'el bize karşı koymağa çalışmayın, çünkü Ömer tarihte bir daha tekerrür etmez.» dedikleri zaman, artık onları, kurtuluşu olmayan bir çıkmaza sıkıştırdıklarım zannederler.
Bu hareket ta,rzı, düşüncede bir nevî değersizliktir. Biz, hiçbir zaman insanlara karşı kendimizi Hz, Ömer'in şahsı ile müdaYaa etmeyiz. Her ne kadar Hz. Ömer, Islâmm ruhları terbiye hususunda ulaştığı en yüce bir örnek ise de, biz onlara Islâmın kanun ve ni-zamlariyle delil ve şahit gösteririz. îslâm nizamı, suçu iktisadî veya içtimaî bir ızdırap neticesi olarak işlemeğe mecbur kaldığına dair her hangi bir şüphe varit olursa «Hırsızın eli kesilmez diye takrir eder. Hz. Ömer'in bu hükmünü tatbik etmek için hiçbir zaman İslâm ve idealizm
Ömer'in şahsına muhtaç olmayan bir şeriattır bu nizam. Hz. Ömer bütün içtihatlarını İslâmda sabit bir asıldan istinbat etmiştir. «Şüpheli hâllerde hadleri tatbikten kaçının.» hadîsi malûmdur. Eğer biz bugün onu tatbik edecek olursak elbette ki, karşımızda gizli veya açık bir kuvvet bulmayacağız. Hiçbir kuvvetin bize «Ömer gayrımevcut olduğu halde bunu nasıl tatbik ettin.» dediğini de duymayacağız. Zenginlerin mallarının fazlasını almak ve onu fakirlere vermek hususundaki - müterakki vergilerde İngiltere'nin karar altına aldığı gibi, - devlet reisine tanınan hakkı Hz. Ömer takrir etmişse, işte bu Hz. Ömer'e ait şahsı bir görüş olması sıfatile değil, hukukî bir içtihat olması sıfatile bugün tatbik edilecek bir kanundur. Çünkü Hz. Ömer onu «Servetlerin aranızdan zenginlerin elinde dolaşan bir şey olmaması için.» gibi şeriattaki sabit bir asıldan istinbat etmiştir. Şimdi biz onu tatbik etmek için mutlaka Hz. Ömer'e muhtaç değiliz. Çünkü yanında Hz. Ömer olmadığı halde, İngiltere onu i tatbik etmiştir.
Hz. Ömer valileri muhakeme etme hususunda, «Bu mal sana nereden geldi?» sorusunu sorma prensibini takrir etmişse, şüphe yoktur ki, bu her zaman Hz. Ömer'in gaybubetinde tatbik edilecek kanuni bir prensiptir.
Hz. Ömer sokakta bırakılmış çocuğa Beytülmal-cten sarfediîmesi gerektiğini, çünkü ebeveyninin işlemiş olduğu suçta çocuğun bir günahının oiamiyacağı-nı takrir etmesi - ki, Avrupa ve Amerika'nın ancak . 20 nci asırda tanıyabildiği bir kanundur, bu elbette ki, onu tatbik hususunda kanunun metninin mevcut °knasından daha fazlasına muhtaç değiliz.
İşte böylece, her ne kadar o yazarların sözleri bizi, kendisini kanunun icbar etmediği bir çok hususlarda gönüllü iş yapan şahsi ve örnek tasarruflarında dahi Hz. Ömer'e benzemeyi telkin etmemize bir mâni' teşkil etmezse de, bizim Hz. Ömer ile olan müdafaalarımızın çoğu, onun eşsiz şahsiyeti sıfatile değil, ancak Sadr-ı İslâm'daki kanun yapıcıların en meşhuru, tasarruflarında .tslâmî ruhu en iyi anlayanlardan biri olması vasfı iledir. Hz. Ömer, nesiller boyunca müslü-manların kendine ulaşmağa veya yaklaşmağa çalışacakları bir yüce örnek olarak kalacaktır. Eğer müslü-mnlar o yüce gayeye ulaşırlarsa o bütün beşeriyet için hayır olur. Eğer müslümanlar için ona ulaşmak mukadder değilse, yabancı devletlerin kapıları önünde dilenmek, onların düsturlarından istimdat etmek ve onlarınkinden bir düstûr istinbat etmek yerine, tatbik etmeleri için gerçek amelî kanunları müslümanlara kâfidir...
«îslâmm, Hulefa-i Raşidîn devrinde vücut buîan tatbikatı müstesna ondan sonra hiç mevcut olmamıştır.» diye iddia eden büyük bir mugalata daha vardır. İşte bu, aynı zamanda nıüslümanl ardan çoğunun inanmakta olduğu bir şüphedir.
«Ömer ibni Abdülaziz devrinde göz alıcı bir parlaklıkla kısa tatbiki hariç, îslâmm kâmil şekli Hulefa-i Raşidîn devrinden sonra tam ve devamlı olarak tatbik edilmemiştir! şüphesine gelince» evet bunda gerçeklerin bir miktar payı vardır. Fakat bundan hiç bir vakit, o devirden sonra îslâm sona ermiştin mânâsı çıkarılamaz. O, iki devrin dışında, halk değil yalnız hükümet, bazan cüzi, bazan da tam bir inhiraf ile- bozulmuştur. Bunların hepsine rağmen İslâm cerniyet ve cemaatı -hükümet merkezinin dışında tabii- birbirile yardımlaşan ve birbirini koruyan, Is-lâmî bir ruh ile, mal sahipleri ve malı olmayanlar, efendiler ve köleler şeklinde sınıflara bölünmeden, kendi aralarındaki emek ve onun karşılığında müşterek faydayı gözeterek, gerçekten îslâmî esaslara bağlı olarak ve örnek bir kardeşlik havası estirerek yaşamakta devam ettiler. Kaldı ki, tarihin birçk devirlerinde müslümanlar nizam bakımından dünyanın en ileri devletlerini kurmuşlardır. Bunlara Emevîleri, Ab-basîleri, Osmanlıları misal verebiliriz.
Böylece İslâm âleminin her parçasına hükmeden o umumi kanun İslâm olarak baki kaldı. Tarihin aynı devresinde, Avrupa'da meydana geldiği gibi, îslâm âleminde hiçbir vakit ağaların ve derebeylerin arzularına göre özel mahkemeler kurulmadı. Hassaten Selâ-haddin-i Eyyubî devrinde bizzat haçlıların da şahit oldukları gibi, İslâm düşmanlarile yapılan harplerde îslâm an'ane ve âdetleri umumî ahvale hâkim olmakta devam etti.
Müslümanların ilme olan sevgileri ve kültüre olan ihlâslan, Endülüs ve diğer İslâm beldelerini, çeşitli fenlerde ilim tahsil etmek isteyenlerin yegâne melcei haline getirmekte devam etti.
Kısaca îslâm, Avrupanın kendiisnden ilim öğrendiği, nizamlarını aldığı, bütün kuvvetile ona doğru yükselmeğe çalıştığı, etrafını aydınlatan bir şule olarak baki kalmıştır. Her ne kadar Avrupa ondan sonra asıl edebsizlik ve hayâsızlığı yapmış, Endülüs'teki îslâm ışığını söndürmüş, îslâm sayesinde kalkındıktan sonra Islâmı yıkmağa, onun ufuklardaki dalga dalga parlaklığını karartmağa çalışmakta devam etmişse de:.
O halde islâm, kuru idealizmle ilgili kötü mânâda ideal bir nizam değildir. O ancak katıksız amelî bir nizamdır. Beşeriyet onu bir defa tatbik etti. Onun için beşeriyet bugün onu tatbike, binüçyüz sene öncesinden daha kudretlidir. Çünkü insanlığın geçirmiş olduğu uzun tecrübeler, kendisüe İslâm nizamı arasındaki ufukları birbirine yaklaştırmıştır.
Hadd-i zatında doğru olan, idealcilik töhmetinin ancak komünizme yönetilmesi lâzımdır! Zira bugünkü komünistler, kendilerinin henüz hakiki komünizme ulaşmamış olduklarını söylüyorlar. Onlar şimdilik daha sosyalizmin tekâmül devresinde imişler. Üretim ve istihsâl zirvesine ulaştığı, bütün insanlık bir araya getirilerek âlemî bir devletin idaresine girdiği zaman, beşeriyetin bütün ihtiyaçlarını giderecekmiş! İstihsâl kiyfaetsizliği sebebile bugün mevcut rezilâne mücadeleden kurtarıp sistemini sağlam temeller üzerine kuracak ve ilelebet devam edecek olan komünizm tatbik olunacakmış! îşte ebediyyen tahakkuk etmeyecek olan ideal budur. Çünkü o, hayalî veya gerçekleşmesi imkânsız unsurlar üzerine bina edilmiştir. Eğer sen, bugün insanların bütün ihtiyaç ve isteklerini yerine getirmiş olsan, yarından itibaren mutlaka onlar yeni bir şeye doğru dönerler. Yine o, istihsal kifayeti meselesi gerçekleşmiş olsa bile, mânevi yönden seçkinlik ve üstünlük esasına dayanan şahsî mücadele ve. rekabeti iptal edeceği tasavvuru üzerine kurulmuştur. Şüphesiz ki, bu - eğer tamamlansa - beşeriyetin hayrınadır. Bununla beraber, beşeriyetin ilerlemesi ancak mücadele ve rekabet yolundan olmuştur, îşte ahmak idealizm odur. O, ilmin nazariyeleri ve onun tecrübi hakikatleri üzerine oturtulmuş olan gerçekçi maddeciliğin kalbinden taşmaktadır!.. 175
Dostları ilə paylaş: |