DÎNİN GAYE ve HEDEFLERİ TÜKENDİ Mİ?
Onsekiz ve ondokuzuncu asırdaki ilmi başarıların sarhoşluğu içinde kendini kaybeden bazı Avrupa-lı'Iar, dinin gayesinin tükendiğini ve yerini ilm'e ter-kettiğini zannettiler. Onun için Garb âleminde sosyoloji ve psikoloji âlimlerinin ekserisi bu zan üzeredir.
işte meselâ Freud CFroyd) beşeriyetin hayatını üç psikolojik merhaleye ayırır: Birincisi, hurafeler merhalesi, İkincisi, dindarlık merhalesi, Üçüncüsü ve sonuncusu, ilim merhalesi!.
Avrupa âlimlerinin, dine düşman ve dinden uzaklaştırıcı olan bu nazariyeyi benimsemelerinin sebeb ve sâiklerini mukaddimede izah etmiş ve «Kilise ile ilim adamları arasında başlayan mücadele, Kilise tarafından söylenenlerin bihakkın hurafe, gerilik ve gericilik olduğunu, binaenaleyh beşeriyetin medeniyet yolunda ilerlemesine imkân verilmesi için yerini ilme bırakması lâzım geldiğini ilim adamlarına hissettirdi.» demiştik.
Sonra mağlûb duruma düşmüş olan müslüman şarktaki taklid hastalığı, bir takım zavallı müslümanlara, ilerlemenin tek yolunun ancak muzaffer Avrupa'nın yolu olduğunu ve Avrupa'nın dini terk ettiği gibi kendilerinin de dini terketmeleri gerektiğini, telkin etti. Eğer böyle yapmazlarsa gerilik ve hurafe içinde şaşkın şaşkın dolaşacaklarını hayal ettirdi!
Bununla beraber, Avrupa âlim ve yazarlarının hepsi din düşmanı değildir! Onlar arasında, Avrupa'nın inkarcı maddeciliğinin esaretinden kurtularak gönülleri vicdani hürriyete ve akılları hür düşünceye kavuşmuş, inanmanın aynı zamanda akli ve nefsi bir ihtiyaç olduğunu idrak etmiş makul davranışlı insanlar da vardır. Onlara en bariz misâl, hayatına şekci ve inkarcı olarak başlayan, sonra ilmi araştırmalarla «ilmin en büyük müşkülünü ancak bir tek Allah'ın varlığı ve O'na iman etmek halleder.» neticesine varan astronomi âlimi James Jeans ile, bir tek fikir ve nizam içinde maddi ve ruhî kuvvetleri cemettiğinden dolayı özellikle islâm dinini öven meşhur içtimaiyatçı Ginsburg'dur. Bunlardan başka işte meşhur yazar Samerset Maugham doğruluğunda şüphe olmayan sözünü söylüyor: «Muhakkak ki, Avrupa bugün Allah'ını kaybetmiş ve yeni bir Allah'a inanmıştır. O da ilimdir. Lâkin ilim devamlı değişen bir varlıktır. İlim dün inkâr ettiğini bugün isbat eder. Ve bugün isbat ettiğini de yarın inkâr eder. îşte o sebepten dolayı ilmin kullarını, istikrar ve sükûndan mahrum daimî bir ızdırab ve gönül darlığı içinde bulursun.- Şüphesiz bu görüş bir hakikattir. Muztarib garbın içinde yaşadığı bu daimî huzursuzluk, orada, insanların âsâbını bozan, ruhî ve fikri, çeşitli hastalıkların isabetine sebep olan bu ızdırap, yerde ve gökte sabit bir kuvvete dayanmaksızın insanlar arasında cereyan eden daimî çatışmaların neticesidir, insanların etrafındaki her şey değişiyor, siyasî nizamlar değişiyor, devletlerin ve fertlerin birbirlerile olan alâkaları değişiyor, ilmî' hakikatler değişiyor...
Sabit bir kuvvetin bulunmadığı yer ve zamanda,! önüne geçilemeyen akışına devam eden hayatla mü-j cadelede fertlerin dayanacağı bir tek zaruri ve kaçınılmaz netice vardır : Gönül darlığı ve ıztırab.
Fert, itikad ve amellerile Allah'a yöneldiği, O'-nun rızasını kazanmak için azgınlık ve kötülüğe karşı mukavemet ettiği, O'nun iradesini tenfiz edip sevabına nail olmak için yeryüzünü imar etmeğe çalıştığı sırada Allah'a inanarak yaşamakta bulacağı huzur ve emniyetten başka, inancın insan hayatında ifâ edeceği bir vazifesi olmasa bile bu dahi ona sarılmağa kâfi derecede hak verdirici bir sebebdir.
İmansız yaşayan insan nasıl bir varlıktır? Ebedll hayatın yeri ve kaynağı başka bir âleme inanmayan insan nasıl bir varlıktır? Şüphesiz olan şudur ki, yokluk şuuru; yâni, ferdin rüyaları ve emellerine nisbetle ömrün azlığını ve kısalığını idrak etme şuuru, mutlaka onu kaplar. İşte o zaman fert, kısa hayatında] dünyaya ait zevklerden pek çoğunu gerçekleştirmek maksadile şehevî arzuların arkasından koşar. Kendine bahşedilmiş olan bu biricik fırsattan istifade dü-şüncesile yalan faydalardan becerebileceği her şeyiı yapmak için bu dünyada elde edeceği menfaatlere ve; bu uğurda vahşice yapılan mücadeleye ihtirasla sarılir... insanlar hislerinde ve düşüncelerinde alçalır.| Hayatın hedeflerini ve o hedeflere vardıran vasıtaları elde etme hususundaki tasavvur ve düşüncelerin seviyesi düşer, insanlar, yüksek insanî düşünce ile hareket etmeyen ve kendisinde sevgi, merhamet ve gerçek yardımlaşma duygusundan bir iz bulunmayan çirkin mücadele âlemine inerler. O zaman onlar, bedenin arzularına ve içgüdülerin isteklerine hayvan-! ca boyun eğerler. Bir lâhza olsun, asil bir duyguya,
insanca cömert bir mânâya doğru yücelmek istemezler.
Şüphesiz onlar hayat yolundaki mücadelelerinde fayda ve zevkten bir şeyler gerçekleştiriyorlar. Lâkin onlar bu sefer, fayda ve zevk üzerine teksif ettikleri hirslarile onların hepsini ifsad ediyorlar. Fertlere gelince, şehevî arzular onları köle yapacaktır. Böylece onlar, şehevî arzulara boyun eğecek ve te'sirinden kurtulamıyacak bir şekilde bu arzulara esir olurlar. Milletlere gelince, onların hareket tarzı da hayatın zevkini bozacaktır. İlim, o büyük ve mühim vasıta- insanlığın faydasından alınıp mutlak tahribe ve korkunç parçalanmaya sebeb olacak harplere vasıta kılınacaktır. Dinin ve inanmanın, hayatta dirilere bahşettiği gönül ferahlığı, dünyada gönlüne düşüp de yapamadığı şeylerin hepsmi yapma imkânına sahib olacağı ebedî bir hayatın varlığına inanmaktan başka gördüğü mühim bir vazifesi olmasa bile Yine din için, yeryüzündeki çatışmanın şiddetini azaltmaktan, sevgi, merhamet ve kardeşlik duygularının yerleşmesine imkân vermekten başka bir vazifesi olmamış olsa bile, işte bu saydıklarımız, îmana sarılmağa ve ondan hayırlı azıklar elde etmeğe kâfi bir sebebdir.
En yüksek doktrinlerin, insanî fikirlerin ve yüksek inançların sahiplerine, fikir ve prensiplerinin müdafaası uğrunda azgınlara ve şer kuvvetlere karşı mücadele sabrını ve mukavemet şuurunu veren nedir veya kimdir? Acaba onların bekledikleri menfaat mi? Halbuki, onlardan bir kısmı - belki çoğu - beklenen faydayı elde etmeksizin hayatlarını tüketiyorlar. Malûmdur ki, şahsî menfaat üzerine kurulmuş olan dâva hiç bir vakit başarıya ulaşamaz, olsa olsa. ancak onun küçük bir kısmı tahakkuk edebilir. En sonunda da ihtiras fırtınaları; şehvet ve menfaat kasırgaları onu çürütüp atar. Çünkü, o, köksüz ayakta duran bir şeydir.
O halde sabır've mukavemete sevkeden sebeb sadece dünyada elde edilen yakın fayda ve menfaat değildir.
Bazı ıslahatçılar, kuvvet ve sabrı kinlerinden alırlar! Şahsî kinleri, insanlardan bir zümreye olan kin-r leri, veyahut içinde yaşadıkları nesle olan kinlerinden... Böylesi islâh hususundaki hedefine bazan ulaşır. Bazan da varmak istedikleri gaye uğrunda hsr türlü mahrumiyet ve işkenceye tahammül edecek dereceye varabilir. Lâkin kin ve adavet üzerine bina edilmiş olan doktrinlerin beşeriyeti, hayırlara götürmesi mümkün değildir. Bu türlü doktrinler bazan belli ve geçici bir müşkülü halleder, mevcut bir zulmü kaldırır, fakat hiçbir vakit beşeriyetin çekmekte olduğu bir çok illetlerden mütevellit elem ve ıztırabları din-dirici bir ilâç olamaz. Muhakak olan şudur ki, o türlü mukavemet,, içinde bulunan kinler ve ölçüsüz düşüklükler sebebiyle, yolundan inhiraf eder, böylece bir kötülüğü başka bir kötülükle; bir zulmü başka bir zulümle; bir düşmeyi bir başka düşme ile değiştirir.
Gerçek akîde ancak, yakın menfaat üzerine kurulmamış olan, gıdasını kinlerden ve kötü düşüncelerden almayan, temiz ve doğru kardeşliği hedef tutan, insanların hayrım istediği için kötülüklerle mücadele eden akidedir. İşte insanlara fayda veren, onlar medeniyet yolculuğunda ileriye, iyiye götüren, yalnızj bu akidedir.
Allah sevgisinden doğan en büyük sevgiye, Allâh'a ulaşan en büyük hayra, hayatın gerçekleri kendişile ölçülen en büyük hakikate giden yol, iman olmadan iıasıl bulunur? Yeryüzünde yok olup gitme düşüncesini hafızadan çıkaran, kişiye devamlılık ve ebedilik şuurunu kazandıran, çalışmaların Semeresiz, üstün duyguların karşılıksız zayi' olup gideceği fikrini akıldan uzaklaştıran bir başka âleme inanma duygu ve iz'anı olmadan o yüksek insanı vasıflara ulaşmanın yolu ne olabilir?
Bu söylediklerimiz akideye... Allah ve âhiret günü ile ilgili her türlü inanca mütealliktir.
Lâkin îsiâma gelince, O'nun başka bir hesabı vardır.
«îslâmın hedefleri tükenmiştir» düşüncesi kalble-rine gelenler, Islâmın niçin. geldiğini bilmiyorlar. Onlar sadece Mısır okullarında okutulmak üzere müs-temlekecilerin hususî maksatlar ile hazırladıkları tarih kitaplarından ezberledikleri gibi biliyorlar ki:
islâmiyet, putlara tapmayı menetmek, insanları bir Allah'a ibadet etmeye yöneltmek için gelmiştir. Araplar, birbirine düşman ayrı ayrı kabileler halinde yaşıyorlardı. İslâm onların arasını te'lif etti ve onları bir millet haline getirdi. Araplar, kumar oynuyorlar, içki içiyorlar ve nice kötülükler irtikâb ediyorlardı. İşte İslâmiyet onları o kötülüklerden menetti ve bunları haram kıldı. Öç alma, kızları diri diri toprağa gömme gibi bazı kötü âdetleri ve benzerlerini yasak etti. İslâm, o gün kendine inananları, ülküsünü yaymağa çağırdı. Onlar da derhal.İslâmı neşre kıyam ettiler, o yolda, bugün bilinen hudutlarına kadar Islâmın yayılmasiîe sonuçlanan gazalar ve harpler yaptılar...
Fakatl Islâmın vazifesi işte sadece bunlar İdi. Hal böyle olunca, bu tarihî vazife artık bugün sona ermiş ve hedefler tükenmiştir. Bugün artık İslâm âleminde puta tapan yok. İs-lâmm o gün İslahına çalıştığı kabileler ise az veya çok bir takım milletler kavimler içinde eridi. İçki, kumar, zina ve diğer ahlâkî meselelere gelince, artık onlar da toplumun tekâmül seyrine bırakılmıştır. Zaten bunlar dinlerin haram kılmasına rağmen' daima var olagelmişlerdir.
Hal böyle olunca yapılacak denemelerden bir fayda yoktur. Böylece İslâmın davetini yayma işi sona ermiştir. Yeni çağda artık onun yeri yoktur. Binaenaleyh İslâmiyetin gayeleri tükenmiştir. Bugün bize lâzım olan modern görüşlere dönmektir. Kazanç ve dünya zenginliği ancak oradadır. (!)
İşte bu fikirler eğitim ve öğretimin okullarda çocuklarımıza yapmakta olduğu telkinlerdir. Bilindiği veçhile, bu fikirler, zayıf zihinlerde ve garbın hâkimiyetine köle olmuş kimselerde görüldüğü gibi, açıkgözlerin «Emr-i vâki» diye adlandırdıkları safsatanın ilhamıdır.
Lâkin bunlar ve onlar îslâmın gayesini, niçin geldiğini ya bilmiyorlar veya bilmez görünüyorlar.
Onlara deriz ki; Tek kelime ile İslâm bağımsızlıktır. İslâm yeryüzünde beşeriyetin gidişini kayıtlayan, iyilik yolunda devamlı ilerlemeden alıkoyan her türlü kayıtlardan kurtulmaktır.
İslâm, kendi şahsî menfaatları için insanları köle-leştiren, onları baskı ve tehdit ile kendine râmeden azgınların tahakkümünden kurtulmaktır. Çünkü bunlar, hak ve hakikate muhalif olan şeyleri insanlara zorla yüklerler, insanların şereflerini, ırz ve namuslarım, mal ve canlarını selbederler. Binaenaleyh İslâm, her türlü sultayı yalnız Allah'a vermek suretiyle azgınların tasallutundan kurtulmak, insanlarm zihinlerinde vicdanlarında açıkça belirmesi lâzım gelen en büyük hakikati takrir ve tesbit etmektir. O hakikat de şudur:
Mülkün sahibi yalnız Allah-ü Teâlâdır. Kulların üzerinde Kahhar olan ancak O'dur. İnsanların hepsi, Allah'ın kulları olup kendileri veya başkaları için ne fayda ne de zarara maliktirler. Onların hepsi kıyamet gününde fert fert hesap vermek üzere Allah'ın huzuruna geleceklerdir.
İşte ancak bu inançtan sonra insanlar, kendi işlerinde dahi hiç bir şeye malik olamayan, haddi zatında her halile zayıf olan bir beşer korkusundan kurtulmak suretile gerçek hürriyete kavuşurlar. Fert ve cemiyet, ancak Kahhar ve bir olan Allah'ın kanunlarına, boyun eğmelidir.
îslâmm gayesi, kasıtlı veya kasıtsız, azgınların beşeriyeti iğfal etmek için kullanmakta oldukları şehvet silâhının te'sirinden insanları kurtarmaktır. Eğer insanların şehvet üzerine vâk'i ihtirasları olmasaydı, zilleti kabul etmezler ve kendilerine yapılan zulümlere mukavemetten geri durmazlardı. Bunun için İslâmiyet, insanların, zillet ve hakareti kabul eden çelimsiz kimselerin mukavemetile değil, kuvvetli ve mücahit kimselerin mukaveîetüe kötülüğe karşı durmalarına, şehvet ve havaîlik sultasından onları kurtarmağa son derece önem verir.
«Ya Muhammed de ki: «Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, aileleriniz, aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallarınız, kesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz ve hoşunuza giden meskenleriniz size Allah'tan, Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise o zaman Allah size emrini (azabım) getirinceye kadar bekleyiniz. Allah fâsık kavimleri hidayet etmez.8
Bununla İslâm, şehvetlerin hepsini bir kefeye (terazinin gözü) sevgi, hayır, hak, Allah yolunda ve bütün yüce mânalar uğrunda cihad etmenin kendisinde temessül ettiği Allah sevgisini de diğer kefeye koyar. Sonra Allah sevgisini bu şehvetlerden üstün ve imanın şartı kılar. İslâmın dâvası, yalnız aşırı azgınlara mukavemet için şehvet sultasından kurtulmak değildir. Lâkin bunun yanı sıra, bir takım şehevî içgüdülere esir olup onların zulüm ve zillete götürücü tahakkümünün içine düşmekten fertleri kurtarmağı hedef tutar.
Şehvetlere dalan kimse, ilk anda hayatın lezzetlerini başkalarından daha iyi tattığım zanneder. Lâkin bu hatalı zan biraz sonra onu, kurtuluşu olmayan bir köleliğe ve huzur bulunmayan bir. yorgunluğa teslim eder. İnsandaki şehevî arzular, hiç bir vakit üzerine fazla eğilmekle doyan şeyler değildir. Böyle yapıldığı takdirde sadece onun arzusu daha da artar, en sonunda kendisine esir düşen kimseye tam bir meşguliyet olur. İnsanın bütün gayesi, şehvetin çağrılarına icabet olduğu zaman içine düşeceği değersizlik bir tarafa artık şehvetin tazyikinden kurtulmağa da muktedir olamaz. Hayatın ilerlemesi, beşeriyetin yükselmesi, insanın hür olarak çalışabilmesi ancak şehevî içgüdülerin baskısından kurtulmakla kabil olur. Şehevî arzuların dışında beşerin gayesinin, hayatı kolaylaştıran bir ilim veya onu güzelleştiren bir fen veya insanı en yüksek duyguların ufuklarına yükselten bir akîde olması normaldir.
İşte îslâmın beşeriyeti şehvetlerden kurtarma gayreti bundan dolayıdır. Lâkin bu kurtarma gayreti ne ruhbanlığı onlara yüklemek, ne de hayatın güzel nimetlerinden faydalanmayı haram kılmaktır. İslâ-mın bu hareketi, ancak insanların şehevi meyillerini terbiye etmek, zaruri ihtiyaçları karşılamak, yeryüzünde Allah'ın ismini yüceltmeğe çalışmak, hayat gücünün serbest çalışmasına mâni olmayan zevklerden makul bir miktarı yapmalarına imkân vermektir, islâmiyet bu hususta zevkten ve gönül rahatlığından bir miktarı elde etmekle fert için şahsi bir faydayı hedef tutuyor. En büyük doktrine göre, fert ile toplumu bir düzen içinde iyiliğe, yükselmeye ve ilerlemeye yöneltmek, cemiyetin tamamı için bir çok faydalan hedef edinir.9
îslâmm gayelerinden biri de aklı hurafelerden kurtarmaktır. İnsanlık bir çok hurafelere dalmıştır. Onlardan bir kısmını bizzat beşer kendisi yapmış ve kendine nîsbet etmiş, veya kendi ellerile yaptıkları ilâhlarına nisbet etmişlerdir. Bunların hepsi çocukluk devrinde beşer aklının içinde yaşadığı cehaletten neş'et etmiştir. İşte İslâmiyet, ilâhlarda, Yahudi efsanelerinde, kilise hurafelerinde temsil edilmek istenen batıl inanç ve hurafelerden beşeriyeti halâsa erdirmek için gelmiştir. İslâm, insanları, aklın anlayacağı, hissin idrak edeceği ve vicdanın inanabileceği sade bir yol ile Hak Teâlâya yöneltir. Onları, hayatın hakikatlerini anlamak için akıllarını çalıştırmağa davet eder. Lâkin bu irşad öyle eşsiz bir şekildedir ki, ne akıl ile din, ne de din ile ilim arasında her hangi bir hu^ sûmet vuku'bulur. İslâm, Allah'a inanması için insanı, hurafeye inanmağa mecbur etmediği gibi; ilmin hakikatlerine inanmak için de Allah'ı İnkâr etmeğe mecbur etmez. Ancak tam bir açıklık ve doğrulukla İnsanın aklına, yeryüzünde Allah'ın her şeyi insana teshir ettiğini yerleştirir. Muhakkak ki, insanların ulaştıkları her ilmî hakikat yahut elde ettikleri her maddi fayda sadece Allah'ın bir ihsan ve tevfikidir. Onun için insanların, Allah'a şükredip güzelce ibadet etmeleri icabeder. Bununla İslâm, ilim ve irfanı imandan bir cüz sayar. Hiç bir vakit ilmi imana muhalif bir unsur addetmez. İşte böylece İslâm, gayeleri tükenmemi bir nizamdır. Yeryüzünde insanlar yaşadığı müddetçe de gayelerinin tükenmesi mümkün olmayacaktır.
Bütün gayretlere rağmen, beşeriyet hurafelerden kurtuldu mu? Azgın diktatörlerin sultasından kurtulabildi mi? Cismin hayvani baskılarından, şehvetin kötü tesirinden uzak kalabildi mi?
Dünya sakinlerinin yansı, Hindistan'da, Çin'de ve dünyânın muhtelif yerlerindeki çeşitli kabilelerde hâlâ putlara tapıyorlar. Yarısına yakın bir kısmı da, insanları hak yolundan saptıran, vicdanları, şuurları ve insanların birbirlerile olan alâkalarını ifsad eden ve putperestlikten aşağı kalmayan başka hurafelere tapıyorlar. Belki bu beriki, sapıklık ve tehlike bakımından öbüründen daha ileridir. İşte o hurafe ilim veya ilim adına yutturulan hurafedir.
Şüphesiz ilim, bilgi vasıtalarından çok mühim bir vasıtadır. İlerleme ve yükselme yolunda bütün beşeriyeti geniş adımlarla öne doğru yürütmüştür. Lâkin garbın, ilmi tek ilâh kabul etmesi, onun dışındaki bütün bilgi menfezlerini kapaması, beşeriyeti hedefinden saptırmış, ufkunu daraltmış ve çalışmalarını, deney ilminin çalışmaya muktedir olduğu his sahasına hasretmiştir. Bu saha ne kadar geniş olursa olsun, beşeri takata nisbetle dardır.
Onun maddî yükselmesi ne derece olursa olsun, fikri ve ruhu ile beraber yükselerek Ruhu A'zamla temas edip doğru bilgi nurundan bir anda gözü ve basireti ile aydınlanacağı zaman yükseleceği seviyeden çok daha aşağıdır. Bu söylediklerimiz ilim hurafesine ilmin hayatın ve kâinatın esrarını çözeceğine, sadece ilmin isbat ettiklerinin hak olduğuna ve ilmin isbat etmediği her şeyin hurafe olduğuna inananlann hayal ettiklerinin fazlasıdır. Halbuki ilim daha çocukluk devrindedir. Henüz bir çok hakikatları idrak hususunda nefy ile isbat arasında bocalamaktadır. Eşyanın hakikatma nüfuz etmekten âcizdir. Eşyanın künhünü veya hakikatini değil dış görünüşlerini anlamakla iktifa eder. Lâkin ilmin kulları, ilimde ve kendilerine ait hususlarda, acele ediyorlar da, ruhun varlığını, bu mahdut hisli beşerî yaratığın maddî engelleri aşmasını, telepati 10akımlarından bir akımla
meçhul âleme ilgi kurmasını ve bunlara olan kudretini inkâr ediyorlar. Onların inkârı, bunun bir hakikat olmadığından değil, lâkin deney ilminin henüz o tarafı isbata kaadir olamadığından ileri geliyor. En nihayet bu sivri akıllılar, Allah'ı deney ilmine girmediği gerekçesi ile O'na hizmetten kendilerini müstağni addettiler. Bazıları da sıkılmadan Allah'ın (hâşâ) mevcut olmadığını ilân edecek kadar ileri gittiler!.
Bin üçyüz sene önce olduğu gibi bugün de beşeriyet İslama ne kadar muhtaç!. Evet kendini, yâni aklını ve ruhunu hurafelerden kurtaracak ve bir daha onun içine düşmekten uzak tutacak olan İslama bugün daha çok muhtaçtır insanlık!.. Bu hurafeler isterse putlara tapmak olsun, isterse ilerici geçinen garblüarm çirkin şeklile alışkanlık haline getirdikleri ilme tapma olsun. Garbın sapık akideleri ile ruhu parçalanmış, vicdanı ile aklının arası açılmış, Allah'a olan ihtiyacı ile ilme olan ihtiyacı birbirine muhalif gösterilmiş insanlara istikrar ve sükûnu iade etmek için, din ile ilim arasında beklenen sulhu temin edecek olan İslama insanlık bugün daha çok muhtaçtır. İnsanlar arasındaki alâkayı husumet ve cidal alâkası tarzında tasvir eden; ilmin inceliklerinden her inceliğin veya beşerin ulaşabildiği her hayrın ilâhlardan zorla alınmış bir şey olduğunu, eğer güçleri yetse mâni' olacaklarını telkin eden, böylece her ilmî keşfi ilâh-, lara karşı bir zafer ve onları acze düşürme sayan sapik ideolojileri, Roma imparatorluğunun ve modern Avrupa'nın varis olduğu habaset yuvası eski Yunan ruhunun kalıntılarını izale edecek olan îslâma insanlık bugün ne kadar muhtaç durumdadır...
O habis ruh, bazan Avrupalının -genel olarak batılının iç şuurunda, «İnsanın tabiatı yenmesi» yahut «ilim esrarı açıklıyor.» gibi ve benzeri tâbirlerinde görülmekte devam ediyor. Bu cihet umumiyetle Allah'ı kavrama yollarında ve «Ancak insanın aczidir, Allah'a boyun eğmeğe mecbur eden» şeklindeki anlayışlarında görülmektedir. Onların iddialarına göre, «insan tarafından elde edilen her ilmî keşif, insanı bir dereceye yükseltir, buna mukabil ilâht da bir derece düşürür. Böylece insan bu yolda ilmin bütün esrarını bilinceye, hayatı (canlıyı) yaratmcaya kadar devam eder. O bugün alimlere övünç veren bir rüyadır. Bu rüya tahakkuk edince insan son olarak Allah'a boyun eğmekten kurtulur ve kendisi ilâh olur...»
Kendisini bu dalâletten kurtarması, ruhuna kaybettiği emniyet ve selâmeti iade etmesi için, bugün insanlık İslama daha çok muhtaçtır. Çünkü, İslâm insana, Allah'ın lütuf ve merhametim, bildiği şeylerin ve elde ettiği hayırların, Allah'ın ihsan ettiği nimetinden başka bir şey olmadığını duyurur ve onu anlar hale getirir. İnsan, bildiklerini cemiyetin hayrına kullandığı müddetçe, Allah ondan razı olur. İslâmın insanlara öğrettiği Allah, bilgili oldukları zaman insanlara gadabetmez, insanların hâşâ kendisine rekabet edeceğinden de korkmaz. Allah, insana ancak bilgilerini, mahlûkata zarar ve eziyet veren şeylerde kullandığı zaman gazab eder.
Bin üçyüz sene evvel olduğu gibi insanları kötü düşüncelerden, azgınların ve zâlimlerin elinden kurtarması için bugün insanlık İslama daha çok muhtaçtır.
Zâlimler bugün çoğalmıştır. Onlardan bazıları krallar, bazıları diktatörler ve komünistler, bazıları ağalar ve patronlar, bazıları da kapitalistlerdir. Bunlar çalışan zümrenin kanını emer ve onları fakirlik ve ihtiyaç zilleti ile kahrederler. Bunların en korkuncu, demir perde gerisi gibi - demir, ateş ve casusluk esasına dayanan polis kuvveti ile hükmeden diktatörlerdir. Bunlar hiç utanmadan, milletin iradesini veya proletaryanın iradesini tenfiz ettiklerini söylerler.
İslâm, rüyalar âleminde değil, gerçekler âleminde insanları zâlimlerin elinden kurtarır. Bu söze karşılık bazı kimselerin şöyle bir soru sormaları -kendilerine - hoş olabilir:
Neden İslâmiyet, kendi sâliklerini, onların kanlarını emen, ırz ve namuslarını tarumar eden ve devamlı olarak nefeslerini tıkayan zâlim melik ve idarecilerin elinden kurtarmıyor?
Bu sorunun cevabı şudur: Halkı müslüman olan memleketlerde, İslâm hükmetmiyor. O memleketlerin ahalisi ancak ismen müslümandır. Allah'ın kitabı Kur'an'daki şu âyetler onların durumunu ne güzel anlatır : «Allah'ın indirdiği ahkâm ile hüknıetmeyenler var ya, işte onlar kâfir îzâlir») dirler.11
Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da içlerinde burukluk duymadan verdiğin hükme teslim olmadıkça inanmış olmazlar.» 12
Tabiatile bizim kendisine çağırdığımız İslâmiyet, şarkın İslâm beldelerinde, meliklerin ve millet idarecilerinin tatbik eder göründükleri, halbuki bu hareket-lerile Allah'ın kanunlarının hepsine muhalefet ettikleri bazan Avrupa düsturlarile bazan da ilâhî hak nazariyesi ile hükme koyuldukları, ne bunda ne de onda, insanlar arasında adalen gözetmedikleri bilinen müslümanların müslümanlığı değildir. Bizim kendisine çağırdığımız İslâmiyet, bugün uyanmağa başlayan, böylece sandalyaları yerinden oynatan, o sandal-yalarm üstünde oturan zâlimleri oradan iten, onları ya kendi hükmüne boyun eğdirecek veya oralardan sürecek olan gerçek sosyal adaleti ihtiva eden İsiâmi-yettir. «Köpük ve cüruf atılır gider, insanlar için faydalı olanlara gelince, onlar yerin üstünde kalır. 13
Bu şekilde anlaşılan İslâmiyet hâkim olunca - ki, o Allah'ın izni ve te'yidile mutlaka hâkim olacaktır elbette ki İslâm topraklarında hiç bir zâlim idareci ve hâkim kalmıyacaktır. Çünkü, İslâm, zâlimleri kabul etmez, islâm, yeryüzünde kendi arzusuna göre hükmetmeyi hiç bir kimseye müsaade etmez. İslâm ancak Allah'ın ve Resulünün emrile hükmedene müsaade eder. Zira Allah hükmünde ve muamelesinde âdildir, kulunun da âdil olmasını emreder.
Tarifini yaptığımız İslâmiyet hâkim olunca, yâni İslama hakkile inanan ve onun yolunda cihad eden ilim ve imanla mücehhez bir nesiî yetiştiği zaman, elbette idareci için, Allah kanunlarını bihakkın tatbik etmekten başka bir vazife veya çıkar yol kalmayacaktır. Aksi halde, İlk Halîfe Hz. Ebu Bekir'in sarih ifadesi mucibince, insanların ona itaat etmeleri lâzım gelmez: «Sizin aranızda Allah'a itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Eğer Allah'a isyan eder, onun emrinden dışarı çıkarsam bana itaat etmeniz gerekmez.»
Elbette ki, mal, mülk ve kanunî hususlarda hükümdarın, millet fertlerinden fazla ayrı bir hakkı olmayacaktır. Bu hükümdar sultasını, ancak seçme haklarını hâiz seçmenler tarafından hür bir seçimle elde edecektir.
Bu İslâm hâkim olduğu zaman, müslümanları sadece dâhili baskı ve zulümlerden kurtarmakla kalmıyacak, belki onun yanı sıra, müstemlekecilik ve onun neticesi olan yabancı tahakkümünden de kurtaracaktır. Çünkü, İslâmiyet, izzet, şeref ve haysiyet dinidir. Gerçek müslümanlık müstemlekeciliği kabul etmez, onu reddeder. İslama hakkile inanmış bir müslüman, müstemlekeciliğe razı olmayı veya onun sultasına boyun eğmeyi, Allah'a hesap vermekten daha mes'uliyetli sayar, böylece islâm mûslümanlan, eldeki bütün vasıtalariyle ona karşı cihada çağırır.
Kendisine ibadet ettiğimiz Allah'ın «Bugün sizin dininizi ikmal ettim. Size ait nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslâmı seçtim.14 dediği gün olduğu gibi, bi2im için rıza gösterdiği dinine lâyık olacak şekilde onun bayrağı altında toplanıp da müstemlekecilik pisliğinden topraklarımızı temizlemek, onun habis kabzasından mal, ruh, ırz, inanç ve düşüncelerimizi kurtarmak için bugün İslama ne kadar muhtacız!.
Lâkin îslâmın rolü bu hududun yanında durmaz. Dünyanın bir kısmını dahildeki ve hariçteki zâlimlerin elinden kurtarıp hürriyete kavuşturmanın te'siri yalnız oralarda yaşayanlara münhasır kalmaz. Belki o, geçen harbin yaraiarüe muztarib, gelecek harbin ifna edici korkunç tahribatının tehdidi altında korkulu bulunan insanlığın hepsi için en büyük bir nimettir.
Bugün insanlık iki büyük kütleye ayrılmıştır. Bir tarafta kapitalist kütle, bir tarafta komünist kütle. Bu iki kuvvet, dünyanın verimli kaynaklan ve stratejik noktaları etrafında ihtilâf halindedirler. Lâkin her ikisi de gerçekte sadece bizi paylaşmak hususunda anlaşmazlığa düşüyorlar. Tabiî biz onlar için, okyanustan okyanusa uzanan son derece değerli maddî ve beşerî kaynaklara ve stratejik noktalara sahip zengin sahalarız. İşte bu yüzden o iki kuvvet bizim üzerimizde boğuşuyor. Sanki biz değeri olmayan atılmış bir şeyiz, köle itaatile galibe boyun eğer, mal ve eşyanın el değiştirmesi gibi bir efendinin mülkünden diğer bir efendinin mülküne intikal ederiz.
Eğer îslâm âlemi şahsiyet yapısını istirdat etmiş olsa -ki, Allah'ın iznile o yoldadır yeryüzünü tahrib ile tehdid eden azgın boğuşma akamete uğrar, böylece devletlerarası kuvvet terazisini ortasından tutan üçüncü bir kuvvet meydana gelirdi. O zaman Rusya ve Amerika bugün yaptıkları gibi, çirkin bir tarzda bizim üzerimizde kavga etmezler, her ikisi de müslümanları razı etmek için yarış yaparlardı.
O halde bugün beşeriyet îslâmın zaferine muhtaç durumdadır. Şimdilik her ne kadar buna sadece îslâmın mevcut sâlikleri inanıyorsa da. Çünkü, îslâmın zaferi insanlığı, ardı arkası kesilmeyen harb korkusundan ve sinirleri bozan heyecandan rahata kavuşturacaktır. îçine düştüğü şehevi meyillerin felâketlerinden kurtulmak için de bugün beşeriyet İslama ne kadar muhtaç!...
İşte Avrupa kokmuş şehvetlerin içine dalmış, ayrılmak bilmiyor. Bütün âlemi sarmış olan bu dalgınlığın neticesi ne olacak? Evet ilim ilerlemiştir. Lâkin beşeriyet ilerlememiştir. Şehvetlerinin esiri olarak, içgüdülere dayanan kaba zevke dalmış olduğu halde insanlığın terakki etmesi zaten mümkün değildir. Batıda ve Doğu'daki bir takım ilmî inkişaflar, bazı insanların gözlerini kamaştırıyor da bu yüzden zannediyorlar ki: İlerilik ancak uçan füzeler, atom bombası, radyo cihazı, çamaşır makinesi ve benzeri şeylerdir. Halbuki bunlar üeriliğin hakikî ölçüsü değildir. Bu konuda hataya düşmeyecek olan gerçek Ölçü ancak, beşerin maddî ve manevî zaruri ihtiyaçlarına cevap verme ölçüsüdür. Bu ise manen kudretli olduğu devirlerde yüksek; maddi ilim ve kültür ne kadar yüksek olursa olsun manen muztarib olduğu devirlerde, düşüktür.
Bu ölçü, belli bir sebebi ve gerçek bir payı olmaksızın, dinlerin veyahut ahlâk ilminin koyduğu tahak-kümi bir ölçü değildir. Tarihe bir göz atalım : Kaç millet vardır ki, beşeriyetin hayrı ve iyiliği için çalışan, kuvvetli ve birbirine sıkı bağlarla bağlı olarak hürriyetile yaşamağa muktedir olmuştur? Eski Yunan'm, eski Romanın, eski İran'ın şan ve şerefini yıkan nedir?. Abbasîlerin sonunda İslâm âlemini yıkan nedir?. Son harpde ahlâkı çürümüş Fransa ne yaptı? Fransızlar, memleketini müdafaaya gerekli maddî ve ruhi hazırlıktan uzak, kendi israf, lüks ve şehvetlerüe meşgul bir topluluk olduğu için ilk hücumda teslim olmadı mı?. Kendi tarihi şeref ve haysiyetini korumaktan daha çok, bombalarla Paris'in binalarının ve rakkaselerinin tahribinden korkan bir millet?..
Olabilir ki, şarktaki gafillere gurur veren örnek Amerika'dır. Zira Amerika, âdi zevklere dalmış olmakla beraber kuvvetli, satvetli, maddî istihsali yeryüzündeki müstahsillerin en büyüğü olan bir ülkedir. Bunların hepsi doğru. Lâkin Amerika'nın bu duramu kendilerini gururl andıranlar, Amerika'nın henüz genç, maddî ve manevî kuvvetleri birleşmiş, maddî ve ruhi gençlik çağını yaşamakta devam ettiğini unutuyorlar. Zira genç vücut daima dıştan hastalığa daha mütehammil görünür. Lâkin hâdiseleri iyi görebilen kimsenin gözü, aldatıcı kuvvetin görünüşünün arkasına gizlenmiş olan hastalık arazını görmeğe kaa-dir olabilir. Amerika'nın.dış görünüşüne aldanmış olanların, «Kâinattaki ilâhi nizamın değişmez» düstûrunu bilmeleri için gazetelerde varid olan ve etrafı avaz avaz dolduran şu ilk haberi zikretmek kifayet eder sanırız. Çünkü, bütün buluşlariyle ilim eşyanın ve Ruhun tabiatını değiştiremez. Zira bizzat ilim kendisi sünnetuîlahtan bir cüzdür. «Şüphesiz Allah'ın nizamında hiç bir bozukluk bolamazsınız» 15
Birinci haber, Amerikan Hariciye Vekâletinden otuç üç memurun tard edilmesidir'. Çünkü bu memurlar cinsî sapıklıkla ma'lul imişler. Bu sıfatlarile de onlara devletin esrarı emanet edilmezmiş!..
İkinci haber, Amerika'da yüz yirmi bin kişinin mecburi askerlikten kaçmasıdir. Bu Amerikan ordusunun mecmuuna nisbetle ve âleme efendi olmaya çalışan genç bir milletin askerî otoritesi itibarile büyük bir adettir. Eğer Amerika milleti, içine dalmış olduğu o âdi zevklerde devam ederse bunun arkası gelir mutlaka gelecektir.
İkincisi, Amerika'nın büyük istihsaline gelince, o yalnız madde âlemindedir. Lâkin o, zenginliğine, güçlülüğüne, insanlarında ve memleketinde depo edilmiş olan enerji ve gücün büyük olmasına rağmen, prensipler ve yüksek değer ve kıymetler âleminde zikre değer bir şey intaç etmemiştir. Çünkü o, çok kere hayvani arzuları tatmine çalışan hayat seviyesinden yukarı yükselmeyen, daha çok mekanik âletlerin akışına benzeyen bir hareket tarzına, lüks ve israf akışına kendim kaptırmıştır. Zencilere, o çirkin ve vahşice muameleyi yapan milletin Amerika olması, insani ufuklarını ve ruhî seviyelerini anlamamız için kâfidir.
Evet!... Şehvet çamurunun içine dalmakla beşeriyet yükselmez...
Binüçyüz sene Önce olduğu gibi, beşeriyet bugün de, kendisini şehvete tapmaktan kurtarması, yeryüzünde hayırların yayılması, Allah'ın kendisine ihsan ettiği üstün kıymetlere lâyık olabilmesi, kendine ve-j riimiş olan hayat gücünü kendi yüce ufuklarında dalgalandırması için bugün îslâma ne kadar muhtaçtır.
Hiçbir kimse «Bu, .neticelerinden ümit beklenmeyen boş bir denemedir.» diyemez. Çünkü, bundan önce insanlık, yükselmeğe muktedir olup olmadığını denedi ve yükseldi. Malûmdur ki, bir defa vukubulanm defalarca vukua gelmesi mümkündür. İnsanlık Islâm-dan önce, şehvetlere tapma hususunda, bugün içine düştüğü duruma büyük çapta benzeyen bir dereceye varmıştı. Şu kadar var ki, eski ile yeni arasında zevk vasıtalarının değişik olmasından başka mühim bir fark da yoktur. Zira eski Roma habaset bakımından günümüzdeki Paris, Londra ve Amerikan şehirlerinden daha geri değildi. Eski İran, çağımızda komünist ülkelerde olduğunu söyledikleri tarz üzere ahlâki bir kargaşalığa dalmıştı. Sonra İslâmiyet geldi, bunların hepsini tebdil etti. Bunun yerine hareket ve canlılıkla dolu, dinamik, hayırları yapıcı, yeryüzünü imar edici, doğuda ve batıda bütün insanlığı fikri ve ruhî ile-riliğe götürücü faziletli ve yüksek bir hayat anlayışı ikâme etti. O gün insanların içine dalmış oldukları kötülükler, İslâmm yapmak istediği İslâhata karşı gelmedi veya gelemedi. Böylece İslâmiyet uzun bir müddet bütün âlemde, aydınlığın, hayırların ve ilerlemenin kaynağı olmakta devam etti. Beşeriyet o uzun müddet boyunca, muhtaç olduğu maddi kuvveti elde etmek, fikri ve ruhî ilerlemeyi gerçekleştirmek için, ahlâkta israfa başıboşluğa ve ibahiyyeye Cher-şeyi mübâh saymaya) herhangi bir ihtiyaç hissetmedi. İslama inananlar her sahada yüksek birer örnektiler. Bu örnek durum, ölçülü ahlak sisteminden uzaklasın caya, hayvani arzu ve şehvetlerin kölesi oluncaya, Allah'ın değişmez nizamı onların üzerine de cari oluncaya kadar devam etti.
Bu büyük hamle hareketini yapmak üzere bugün birikmekte olan ve bütün kuvvetini mazinin zenginliklerinden alan yeni İslâmi akım, günümüzde mevcut bütün kuvvetlenme vasıtalarının sebeplerine yapışarak ümitle istikbâle bakan dehşetli bir akımdır. Bu akım önce îslâmm yeniden yüze getirmek ve gerçekleştirmek istediği «mucize» yi teminat altına alacak, sonra da insanları, düşmüş oldukları şehvet çukurundan kurtarıp yeryüzünde fazilet esasına gör» çalışan yüksek insanî seviyeye kaldıracaktır.
Lâkin îsiâm bunların hepsinin yanı sıra veya bunların hepsile ilgili bir sebebe müsteniden, sadece ruhî' bir inanç sistemi veya ahlâkî terbiye denemeleri veya mücerred olarak Allah'ın kâinatını düşünmeye davet edici bir fikir hareketi olmakla yetinmez. O, her halile dünya işlerini de nazarı itibare alan ameli bir dindir. Binaenaleyh insanların birbirlerile olan müna-sebetlerile ilgili hususlarda hiç bir şey onun gözünden kaçmamıştır. Bu alâka isterse siyasi, isterse iktisadî, isterse sosyal bir mesele olsun müsavidir. İslâm bunların hepsine ihtimam göstermiş ve herbiri için kanunlar vazetmiş ve tatbik şekillerini göstermiştir. İşte İslâm bunların hepsini, fert ile. cemiyetin, akıl ile vicdanın, amel ile ibadetin, yer ile göğün, dün-:. ya ile âhiretin aralarını mükemmel bir nizam içinde bağlıyarak eşsiz bir tarz üzere bina ve tesis etmiştir.
Bu bölüm, İslâmm siyaset, iktisat ve sosyal konulardaki nizamından genişçe bahsetmeye yeterli değildir. Gelecek bölümlerin hepsi de islâmi tahrif kasdie Avrupalıların ve buradaki kullarının karıştırdıkları şüphelerin münakaşası esnasında, bu nizamın
çeşitli zaviyelerden bazı görünüşlerini arz mahiyetini taşımaktayız. Biz burada sadece aşağıda sıralayacağımız gerçeklere işaret etmekle yetineceğiz.
1- Şüphesiz islâm, nazarî bir davetten ibaret değildir. O hadd-i zatında insanların ihtiyaçlarım takdir eden ve onların teminine çalışan, her halile ameli ve tatbiki bir nizamdır.
2- O, bu ihtiyaçları temin yolunda, beşer tabiatının kaldırabileceği nisbette mutlak muvazeneyi korumağa çalışır. İlk önce ferdin vicdanında, cesed, akıl ve ruhun ihtiyaçları arasında bir muvazene kurar. Bu ihtiyaçlardan bir kısmının diğerine taşkınlık edecek bir tarafını bırakmaz. Ruhu yükseltme yolunda beşerî takati hapsetmez. Cismin arzularına cevab verme hususunda, inşam hayvan seviyesine indirecek derecede ileri gitmez. Mülayim bir tarzda bunların hepsinin ortasını bulur. İnsan ruhunu, birbirine zıt çeşitli fikirlere yöneltmez. Sonra, ikinci olarak ferdin istekle-rile cemiyetin istekleri arasında bir muvazene kurar. Böylece bir fert başka bir ferde, ferd cemiyete, veya cemiyet ferde, tahakküm edemez.' Bir sınıf başka bir sınıfa, bir millet başka bir millete tahakküm edemez, îslâm ancak bunların hepsinin ortasında durur, aralarında vukubulacak çatışmayı önler ve onların hepsini insanî hayırlar yolunda yardımlaşmaya davet eder. Böylece sonunda İslâm, çeşitli sınıflar ve unsurlar arasında meydana gelen cemiyet nizamında bir muvazene vücuda getirir.
îslâm maddi kuvvetlerle ruhî kuvvetler, iktisadî âmillerle ahlâkî âmiller arasında muvazene kurar, îslâm komünistlerin yaptığı gibi ancak iktisadî veya maddî âmillerin müessir ve hâkim olacağını iddia cihetine gitmez. Beşerin hayatını tanzim işinde Mücerret ruhi dâvetçilerin ve misâliyye (idealizm) nazariye çilerinin yaptığı gibi yalnızca ruhî âmillerin veya yüksek örneklerin müessir ve muktedir olacağına da inanmaz. Ancak İslâm, bunların hepsinin muhtelif unsurlar olduğuna, insanın bu saydıklarımızın hepsinden meydana geldiğine, şüphesiz EN ÜSTÜN NİZAMIN ANCAK CESEDİN, AKÜN VE RUHUN ARZU VE İHTİYAÇLARINA ÖLÇÜLÜ VE ŞÜ MULLÜ BİR TARZDA CEVAB VEREN NİZAM OLDUĞUNA İNANIR.
3 - Şüphesiz İslâmm kendine has sosyal bir görüşü ve iktisadî bir nizamı vardır. Bazan bu nizam, tesadüfi olarak kapitalizm ve komünizmin bir kısım tezahürleri ile buluşabilir. Lâkin îslâm kafi olarak kapitalizm ve komünizmden ayrı bir nizamdır. İslâm ta-biatile her iki sistemin iyi taraflarını, onların düştükleri hata ve sapıklığa düşmeden cem'eder. Fertçilikte, batıda mevcut olup sevilmeyen kötü anlayış gibi aşırı hareket etmez. Batıda ferde verilen kıymet, onun cemiyette temel unsur itibar edilmesidir. Orada fert hürriyeti masum ve mukaddes bir varlıktır. Toplumun, onun yolunu kesmesi caiz olmaz... Böylece batıda, başkalarını istismar hususunda ferdi hürriyet esasına dayanan, kapitalizm meydana gelir. İslâm Avrupa'nın şarkında yürürlükte olan, ancak cemiyeti esas kabul eden, cemiyete yönelmede aşın hareket edenler gibi de hareket etmez. Çünkü o aşırı sisteme göre fert, kendi kendine hiç bir kıymeti olmayan basit bir zerredir. Ferdin ancak sürünün içinde vücudu vardır. Yalnız basma hürriyet ve sulta sahibi olan ancak toplumdur. Fert için, bu nizama karşı gelme imkânı olmadığı gibi şahsî haklarını talep etme hakkı da yoktur... Orada, fertlerin hayatını tanzim işinde devletin mutlak sultasına dayanan komünizm vardır. İslâm ancak bu ikisi arasında vasat, yani mutedil bir nizamdır. Ferdin ve toplumun varlığını birlikte kabul eder, ikisi arasında muvazene kurar. Böylece ferde normal arzularını tatmin etme imkânı sağlayacak kadar hürriyet verir. Fakat bununla fert başkalarının hak, vicdan ve hürriyetlerine karşı taşkınlık edemez. Fertler arasındaki normal düzen bozulunca, İslâm, içtimaî alâkaların yeniden tanzimi işinde cemiyete ve cemiyet mümessili olan devlete geniş selâhiyet tanır. Bunların hepsi -komünizmde olduğu gibi - kin ve sınıf mücadelesi esasına göre değil, fertler ve taifeler arasındaki karşılıklı anlayış ve sevgi esasına göredir.
îslâm, bu eşsiz nizamı, ne iktisadi zaruretlerin baskısı altında, ne de birbirine zıt menfaatlerin çatışması neticesinde getirmiştir. İslâm bu nizamı, bütün âlemin henüz iktisadi âmiller için bir ölçü vazetmediği veya bugün anladığımız mânâda sosyal adaletten bir şey bilmediği bir zamanda herhangi bir mecburiyet karşısında olmadan, yeniden inşa olarak getirmiştir. Bu nizam, ekonomi ve sosyoloji sahasında yeni çağın tanıdığı en son sistem- olan komünizm ve kapitalizme nisbetle şu ana kadar çok ileride bir nizam olagelmiştir.
Gıda, mesken ve cinsî arzuların tatmin edilmesini sözüm ona (!) hedef tutan ve tatbikatından devleti mesul sayan, tarihin en büyük kanlı ihtilâlini doğuran Kari Marks'm savunduğu temel meseleler, İslânım bin üç yüz sene önce takrir ve tesbit ettiği şeylerin bazısıdır. îslâmm Resulü Hz. Muhammed (S.A.) der ki, «Bizim için çalışan, fakat zevcesi olmayan varsa kendine bir zevce edinsin, meskeni olmayan mesken, hinetçjsi olmayan hizmetçi, bineği olmayan bir binek edinsin.» Böylece İslâm, Kari Marks'ın savunduğu Temeı ihtiyaçlar» ı çoktan savunmuş ve insanî hayatı^ bütün yaşatıcı unsurlarını inkârdan, kanlı ihtilâller, sınıf ve zümre kinlerinden uzak olarak daha ileri gitmiştir. Bu saydıklarımız İslâm nizamının bazı taraflarıdır.
Kaide ve rükunlan böyle olan bir din, hareket ve sekenâtmda, düşünce ve duygularında, amel ve ibadetleriz^^ iktisadî ve sosyal sistemlerinde, fıtrî sevk-i tabiî v$ runî yönelmelerinde beşer hayatından bu ka- B dar germiş sahayı ihata eden ve bunların hepsi için tarihte eşi olmayan ölçülü bir nizam koyan bir din... Bu dinin gayelerinin tükenmesi imkânsızdır. Çünkü onun gayeleri, hayat var olduğu müddetçe hayatın ta olan şudur ki, bugün âlem, içinde yaşadığı hajierile, îslâmm vahyinden ve onun tanziminden müstağni kalamaz, kalmamalıdır.
asırda Güney Afrika ve Amerika'da derecesine ulaşan bir ırk taassubu içinde bulunan insanlar, on üç asır önce, rüyalar ve hayaller âleminde değil, hayat vakıalarında siyah, beyaz ve kırmızı renkli insanlar arasında takva (gerçek insan olma vasf) müstesna hiçbir ferdin diğeri üzerinde, hiçbir Şekil ve surette üstünlüğü olmadığını beyan ederek, beklenen müsavatı sağlayan islâmın vahyine muhtaç» olmakta devam eder. İslâm, siyah köleye, yalnız olmaktaki eşitliği değil, belki bir müslümanın tama' edeceği mevkilerin en yükseğini vermiştir ki bu, müslümanîara âmir ve vali olmaktır. Bu hususta Resuülîah şöyle buyurur: «Sizin üzerinize şayet habeşii bir köle hâkim veya kumandan tayin edilse ve sanki onun başı kuru üzüm gibi simsiyah olsa dahi, sizin aranızda Allah'ın kitabını tatbik ettiği müddetçe, onu dinleyiniz ve ona itaat ediniz..16
Müstemlekecilik ve esirleştirme heveslilerinin vahşet derecesine varan kötü idarelerinin eline düşmüş olan insanlık, istismar kasdile yapılan müstem-lekeci istilâları yasak eden, sadece İslâm davetini neşretmek kasdile fetihler yapan, fethettiği memleketler halkına temizliği ve yüceliği öğreten, onlara, medenî Avrupa'nın kötü niyetli kavimlerinin ulaşmak şöyle dursun tasavvur bile edemedikleri bir yücelikle muamele eden îslâmm vahyine muhtaç olmakta devam edecektir. Buna verilecek misâlimiz pek çoktur. Burada sadece Hz. Ömer'in bir kıptîye, Amr ibnil Âs'ın oğluna değnek vurdurma hâdisesini zikredelim
Amr ibnil Âs Mısır valisidir. Oğlu bir yarış neticesinde haksız yere Mısırlı genç bir kıptîyi döver. Kıptî hac mevsiminde doğruca Medine'ye gider. Orada Hz. Ömer'e durumu anlatır. Amr ibnil Âs da oğlu ile beraber Hacca gelmiştir. Hz. Ömer muzaffer bir kumandan olmasına rağmen Amr'i ve oğlunu çağırtır. Tarafları îsticvab ettikten sonra, kısas olarak kıptı-nin, Amr'm oğluna değnekle vurmasını emreder. îşte insanlığın özlediği adalet.
Kapitalizmin kötülüklerinin ağma düşmüş olan insanlık, faizi ve ihtikârı haram eden İslâm nizamına muhtaç olmakta devam edecektir. Kapitalizmin, üzerine şebekesini kurduğu bu iki kötülüğü islâm, on üç asır önce yasak etmişti.
İnsanları ağaç kurdu gibi içten yiyen bir başka felâket de komünizmdir. Bu inkarcı ve maddeci sistemin şaşkına çevirdiği insanlar; insandaki manevî kaynakları kurutmaya muhtaç olmadan, beşerin görüş sahasını yalnız duyu organlarının idrak ettiği dar sahaya inhisar ettirmeden, kendi inancını insanlara zorla kabul ettirip sonra da ateş ve demirle dikta rejimine sapmak zorunda kalmadan, insanlar arasında sosyal adaleti son haddine kadar tatbik eden İslâm nizamına muhtaç olmakta devam edecektir. İslâm onlara şöyle der:
«Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan ayırd edil mistir.» (Yani hakkile düşünen neyin doğru, neyin eğri olduğunu anlar.) 17
Harpten titreyen âlem, İslâmm ayakta durmasına muhtaç olmakta devam edecektir. Çünkü, insanlığı selâmete ulaştıracak gerçek yol sadece İslâmiyet-tir. Binaenaleyh, iddia edildiği gibi îslâmm gaye ve hedefleri tükenmemiştir. Onun gelecekteki vazifesi, karanlık ve zulmet içine gömülmüş olan Avrupa'yı aydınlığa kavuşturmak suretiyle geçmişte yaptığı vazifesinden daha az olmıyacaktu. 18
Dostları ilə paylaş: |