Bir atıf notu:
-Bediüzzaman Hz’nin gayret-i diniyesi, bak: 1043.p.
357- «Bediüzzaman, Şarkî Anadolu’da “Medresetüzzehra” namında bir dâr-ül fünun açmak, ya Van’da veyahut da Diyarbakır’da dâr-ül fünun derecesinde bir medrese te’sisine çalışmak için İstanbul’a geldi.» (T.H.54)
«İstanbul’daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi.
“Burada her müşkil halledilir, her suale cevab verilir. Fakat sual sorulmaz.”
İstanbul’da grup grup gelen ülemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç yaşında böyle bilâistisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet mukni ve beliğ ifade ve hârika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevkediyordu. Ve “Bediüzzaman” ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zatı, bir “nâdire-i hilkat” olarak tavsif ediyorlardı.
Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmi-ül Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahid Efendi İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde; Kürdistan’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İstanbul ülemâsı, Şeyh Bahid’den bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahid de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Camii’nden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahid Efendi, yanında ülema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman’a hitaben:
¬}Å[¬9_«W²CQ7²~«— ¬}Å[¬=_«"‡²—«²~ ¬±s«& |¬4 ÄYT«#_«8
Yâni: “Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?” der.
Şeyh Bahid Efendi’nin bu sualden maksadı; Bediüzzaman’ın şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek değil, belki zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak idi. Buna karşı Bediüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:
_«8 _®8²Y«< f¬V«B«K«4 ¬}Å[¬8«Ÿ²,¬²_¬" °}«V¬8_«& _«"‡²—«²~ Å–¬~
_«8 _®8²Y«< f¬V«B«K«4 ¬}Å[¬=_«"‡²—«²²_¬" °}«V¬8_«& «}Å[¬9_«W²CQ²7~ Å–¬~«—
«Yâni “Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak (Bak: 3420.p.sonu); Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak.”
Bu cevaba karşı Şeyh Bahid Hazretleri:
-Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beligane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman’a hastır, demiştir.» (T.H.52-54)
358- «Nihayet menhus Otuzbir Mart hâdisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan onbeş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur.
Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar: “Sen de şeriat istemişsin?..”
Bediüzzaman cevap verir: “Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilalcilerin isteyişi gibi değil!”
Bediüzzaman’ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tabedilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmiyerek, yolda Bayezid’den tâ Sultanahmet’e kadar arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde: “Zalimler için yaşasın Cehennem! Zâlimler için yaşasın Cehennem!” nidalarıyla ilerlemiştir.» (T.H.60)
359- Bediüzzaman’ın bu mahkemedeki uzun müdafaasından iki parça:
«Eğer medeniyet, böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâübalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise, herkes şahid olsun ki; o “saadet-saray-ı medeniyet” tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel; Vilâyat-ı Şarkiyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermâdır..» (T.H.77)
«Bu hükümet, zaman-ı istibdadda akla husumet ediyordu; şimdi de hayata adavet ediyor... Eğer hükümet böyle olursa, yaşasın cünun!.. Yaşasın mevt!.. Zâlimler için de yaşasın Cehennem!.. Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.» (T.H.61) (Tafsilat için aynı kaynak kitaba bakınız)
«Bundan sonra İstanbul’da fazla kalmaz, Van’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır.» (T.H.78)
360- «Van’a muvasalat ettikten sonra, aşâiri (aşiretleri) dolaşarak içtimaî, medenî, ilmî derslerle onları irşada çalışmıştır. Bu hususta, sual-cevab halinde, “Münâzarat” isimli bir kitab neşretmiştir.» (T.H.79)
Sonra Van’dan Şam’a gider. Şam ülemâsının ilhahı ve ısrarı üzerine, Câmi-ül Emevî’de on bine yakın ve içerisinde yüz ehl-i ilim bulunan azîm bir cemaata karşı bir hutbe irad eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve tahsin ile kabule mazhar olur. Bilahare buradaki hutbesi, “Hutbe-i Şâmiye” namıyla tabedilmiştir.» (T.H.88)
«Şam’da fazla kalmadı. Şarkî Anadolu’da Medreset-üz Zehra namıyla vücuda getirmek istediği dârülfünunun küşadı için çalışmak üzere İstanbul’a geldi. Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahatı münasebetiyle, Vilâyât-ı Şarkiye namına refakat etti.» (T.H.101)
«O vakit Kosova’da, büyük bir İslâm dârüfünununun tesisine teşebbüs edilmişti. Orada hem İttihadçılara, hem Sultan Reşad’a der ki: “Şark, böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâm’ın merkezi hükmündedir.” Bunun üzerine şarkta bir dârülfünun açılacağını va’dederler. Bilahare Balkan Harbi çıkmasıyla o medrese yeri, yâni Kosova istila edilir. Bunun üzerine müracaatla Kosova’daki dârülfünun için tahsis edilen ondokuz bin altın liranın şark dârülfünunu için verilmesini taleb eder, bu talebi kabul edilir.
Bediüzzaman tekrar Van’a hareket eder. Van Gölü kenarındaki Artemit’te (Edremit) o dârülfünunun temeli atılır. Fakat ne çare ki Harb-i Umumi’nin zuhuruyla, teşebbüs geri kalır. Zaten o kış Molla Said talebelerine: “Hazır olunuz, büyük bir musibet ve fekalet bize yaklaşıyor” diye haber vermişti.» (T.H.105)
361- Birinci Harb-i Umumîde gönüllü alay kumandanı olarak büyük fedakârlıklar gösteren «Bediüzzaman, Kafkas cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van’a çekildi. Van’ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım talebeleriyle Van kal’asında şehid oluncaya kadar müdafaaya kat’î karar verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cevdet Bey’in ısrarıyla, Vastan kasabasına çekildi. Vali, kaymakam, ahali ve asker Bitlis tarafına çekilirken, bir alay Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum etmişti. Molla Said, Van’dan kaçan ahalinin mal ve çoluk-çocuklarının düşman eline geçmemesi için otuz-kırk kadar kaçamamış asker ve bir kısım talebeleriyle o Kazaklara karşı koymuş ve hepsinin kurtulmasını sağlamıştır. Hattâ hücum eden Kazaklara dehşet vermek için, geceleyin onların üstündeki yüksek bir tepeye hücum tarzında çıkıyor; güya büyük bir imdat kuvveti gelmiş zannettirerek, Kazakları oyalayıp ilerletmiyordu.
Böylelikle Vastan’ın Rus istilasından kurtulmasına sebeb olmuştur.
O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymettar talebesi Molla Habib ile “İşârât-ül İ’caz” namındaki tefsirini te’lif ediyordu. Bazan avcı hattında, bazan at üzerinde, bazan da sipere girdikleri zaman kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. İşârât-ül-İ’caz’ın büyük bir kısmı bu vaziyette te’lif edilmiştir.» (T.H.107)
362- «Bediüzzaman, o harbde gönüllülere cesaret vermek için sipere girmeyerek avcı hattında dolaşırdı.» (T.H.lll)
«Avcı hattında dolaşırken, vücuduna dört gülle isabet etmiş, fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin cesareti kırılmaması için sipere dahi girmemiştir. Hattâ bunu işiten Vali Memduh Bey ve Kumandan Kel Ali, “Aman geri çekilsin!” diye haber gönderdikleri zaman, demiş:
-Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek..
Hakikaten üç gülle, ölecek yerine isabet ettiği halde; biri hançerini, diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir. Sabahleyin düşmanın bir taburu ile müsademe ederler, arkadaşlarının çoğu şehid olur. Hattâ yeğeni ve fedakâr bir talebesi olan Ubeyd dahi kendi bedeline şehid düştükten sonra düşmanın üç sıra askerini yararak, geçip, hayatta kalan üç talebesiyle pek acip bir surette su üzerinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralı, hem ayağı kırık bir halde, otuzüç saat su ve çamur içinde kalır.
Lâtif bir inayet-i İlahiyedir ki; otuzüç saat onlar Rus askerlerini gördükleri ve Ruslar da onları aradıkları halde bulamadılar. Bu esnada Bediüzzaman, talebeleri olan gönüllü fedâilere hitaben:
-Arkadaşlar! Durmayınız... Sizlere hakkımı helâl ettim, beni bırakınız, siz kendinizi kurtarmaya çalışınız, demesi üzerine, fedakâr ve kahraman talebeler:
-Sizi bu halde bırakıp gidemeyiz; şehid olursak, yine hizmetinizde olsun, deyip kalırlar. Sonra Ruslar esir edip; Van, Celfa, Tiflis, Kiloğrif, Kosturma’ya sevkederler.» (T.H.l13-l14)
363- «Bediüzzaman’ı üserâ kampına götürürler. Burada şu şekilde şayan-ı takdir bir hâdise cereyan eder. Şöyle ki:
Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasıyla der: “Beni herhalde tanımadılar?”
Bediüzzaman: “Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.”
Kumandan: “Şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorlar.”
Bediüzzaman: “Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenab-ı Hakk’ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem.” der.
Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zâbit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahim neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.
Fakat Bediüzzaman: “Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir.” deyip kemâl-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermez. (Bak: İkrah-ı Mülci)
Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister; vazife-i diniyesini ifadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek, Bediüzzaman’dan özür dileyip:
-O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz, diyerek verilen idam hükmünü geri aldırır.
Bediüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarında esarette kalır.» (T.H.l14-l15)
«Nihayet esaretten firar ile kurtulup; Petersburg ve Varşova’ya gelmeye muvaffak olur. Bilahare Viyana tarikiyle (1334) senesinde İstanbul’a teşrif eder.» (T.H.l16)
364- «İstanbul’da Dârülhikmet’te bulunduğu zaman, Sünuhat Risalesinde yazdığı gayet acib bir vâkıa-i Ruhaniye:
Rüyada bir Hitabe:
1335 senesi Eylülünde, dehrin hâdisatının verdiği yeis ile şiddetle muzdarib idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Manen rüya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sadıkada bir ziya gördüm. Tafsilatı terk ile, bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki: Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi dedi: “Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.”
Gittim gördüm ki: Münevver, emsalini dünyada görmediğim, selef-i salihînden ve a’sarın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicab edip kapıda durdum.
Onlardan bir zat dedi ki: “Ey felaket helaket asrının adamı! Senin de bir reyin var, fikrini beyan et.”
Ayakta durup dedim: “Sorun, cevab vereyim.”
Biri dedi: “Bu mağlubiyetin neticesi ne olacak? Galibiyette ne olurdu?”
365- Dedim: Musibet, şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felaket olduğu gibi, felaketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile, kendini yek-vücud olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilafete bayrakdar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felaketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir. Zira şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil etti. Biz incinir iken, âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üçyüz dirileceğiz. Hârikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz mağlubiyetle bir saadet-i âcile-i (¬š y«V¬%«_2) muvakkata kaybettik; fakat bir saadet-i âcile-i (¬š y«V¬%³!) müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve mahdud olan hali, geniş istikbal ile mübadele eden kazanır.
Birden meclis tarafından denildi: İzah et!
366- Dedim: Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. Galib olsa idik, hasmımız düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedidane kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ı Âlem-i İslâma münafi, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzeddir. Eğer ona yapışsa idik, âlem-i İslâmı fıtratına tabiatına muhalif bir yola sürecek idik.
Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden; maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, manen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhde edecek idik.
367- Meclisten biri dedi: Neden Şeriat şu medeniyeti reddediyor? (*)
Dedim: Çünki beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise şe’ni, tecavüzdür. Hedef-i kasdı, menfaattır. O ise şe’ni, tezahümdür. Hayatta düsturu cidaldir. O ise şe’ni, tenazu’dur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfi milliyettir. O ise şe’ni, böyle müdhiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci’ ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise şe’ni, insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i manevîsine sebeb olmaktır. Bu medenilerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir. İşte onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate şekavete atmış; onunu mümevveh (hayalî) saadete çıkarmış, diğer onu da beynebeyne (ikisi ortası) bırakmış. Saadet odur ki: Külle ya eksere saadet ola. Bu ise ekall-i kalilindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur’an ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Hem serbest hevanın tahakkümüyle, havaic-i gayr-ı zaruriye havaic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedeviyette bir adam dört şeye muhtaç iken; medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y masrafa kâfi gelmediğinden hileye harama sevketmekle ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate nev’e verdiği servet haşmete bedel, ferdi şahsı fakir, ahlâksız etmiştir. Kurun-u Ulânın mecmu-u vahşetini bu medeniyet bir defada kustu!
Âlem-i İslâm’ın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabulde ızdırabı cay-i dikkattir. Zira istiğna ve istiklaliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlahî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizac etmez, bel’ olunmaz, tabi olmaz... Bir asıldan tev’em (ikiz) olarak neş’et eden eski Roma ve Yunan iki dehaları; su ve yağ gibi mürur-u a’sar (asırlar), medeniyet ve Hristiyanlığın temzicine çalıştığı halde, yine istiklallerini muhafaza, adeta tenasuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim pis medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel’olunmaz..
368- Dediler: Şeriat-ı Garra’daki medeniyet nasıldır?
Dedim: Şeriat-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir. Onun menfi esasları yerine müsbet esaslar vaz’eder. İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe’ni adalet ve tevazündür. Hedef de menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni muhabbet ve tecazübdür. Cihet-ül vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki, şe’ni samimi uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedafü’dür. Hayatta düstur-u cihal yerine düstur-u teavündür ki, şe’ni ittihad ve tesanüddür. Heva yerine hüdadır ki, şe’ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür. Hevayı tahdid eder, nefsin hevasat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.
369- Demek biz mağlubiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa; İslâmdan doksan, belki doksanbeştir. Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayd veya muarız kalmakla, hem istinadsız hem bütün emeğini heder hem onun istilasıyla istihaleye maruz kalmaktan ise, âkılane davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip kendine hâdim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasılki düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır. Şu iki cereyan birbirine zıd, hedefleri, zıd, menfaatleri zıd olduğundan; birincisi dese “Öl!”, diğeri diyecek “Diril!”, Birinin menfaatı, zarar, ihtilaf, tedenni, za’f, uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaatı dahi, kuvvetimizi ittihadımızı bizzarure iktiza eder.
Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zail oldu ve olmalı. Garb husumeti, İslâm’ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebebdir, baki kalmalı.
Birden o meclisden tasdik emareleri tezahür etti. Dediler: “Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslâmın sadası olacaktır!..”
370- Tekrar biri sordu: Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musibet-i amme, ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?
Dedim: Mukaddemesi, üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: Salat, savm, zekat. Zira yirmidört saattan yalnız bir saatı, beş namaz için Hâlik Teâla bizden istedi. Tenbellik ettik. Beş sene yirmidört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı.
Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffareten beş sene oruç tutturdu. On’dan ya kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekat istedi. Buhl ettik, zulmettik. O da bizden müterakim zekatı aldı.
¬u«W«Q²7~ ¬j²X¬% ²w¬8 š~«i«D²7«~
Mükâfat-ı hazıramız ise; fâsık, günahkâr bir milletten hums olan dört milyonu velayet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neş’et eden müşterek musibet, Mazi günahını sildi.
Yine biri dedi: Bir âmir, hata ile felakete atmış ise?
Dedim: Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatâdarın hasenatı verilecektir (O ise hiç hükmünde) veya hazine-i gayb verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki mükâfatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir.
Baktım meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, el-pençe yatakta oturmuş kendimi buldum. O gece böyle geçti. » (T.H.130-134)
«İstanbul’da İngilizler desiseleriyle Şeyhülislâmı ve diğer bazı ülemayı lehlerine çevirmeğe çalışmalarına mukabil, Bediüzzaman “Hutuvat-ı Sitte” adlı eseri ve İstanbul’daki faaliyeti ile; İngiliz’in âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyasetini ve entrikalarını, tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en büyük âmillerden birisi olmuştu.» (T.H.138)
371- Bediüzzaman 1920’de neşrettiği mezkûr Hutuvat-ı Sitte eserinde İngiliz’in aleyhimizdeki aldatıcı propagandasının içyüzünü efkâr-ı ammeye şöyle beyan ediyor:
«Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan “El-Hannas”altı hutuvatıyla âlem-i İslâm’ı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlarındaki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri fiilî propaganda ile işlettiriyor, zaif damarları bulunuyor.
Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı cahını, kiminin tamaını, kiminin humkunu, kiminin dinsizliğini, hatta en garibi kiminin de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.
372- Birinci Hatvesi:
Der veya dedirir: Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müstehak oldunuz, kader zalim değil adalet eder. Öyle ise size karşı muameleme razı olunuz.
Şu vesveseye karşı demeliyiz: Kader-i İlahî isyanımız için musibet verir. Ona rızadade olmak, o günahtan tevbe demektir. Sen ey mel’un! Günahımız için değil, İslâmiyetimiz için zulmettin ve ediyorsun. Ona rıza ve ihtiyarla inkıyad etmek -neuzübillah- İslâmiyet’ten nedamet ve yüz çevirmek demektir.
Evet aynı şeyi, hem musibettir Allah verir, adalet eder. Çünki günahımıza, şerrimize zecren ondan vazgeçirmek için verir. O şeyi aynı zamanda beşer verir, zulmeder. Çünki başka sebebe binaen ceza verir. Nasılki düşman-ı İslâm aynı şeyi bize icra ediyor. Çünki müslümanız.
373- İkinci Hatvesi:
Der ve dedirir: Başka kâfirlere dost olduğunuz gibi bana da dost ve tarafdar olunuz. Neden çekiniyorsunuz?
Şu vesveseye karşı deriz: Muavenet eli kabul etmek ayrıdır, adavet eli öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından İslâm’ın eski ve mütecaviz bir düşmanı def’ için bir kâfir muavenet eli uzatsa kabul etmek, İslâmiyet’e hizmettir.
Sen ise ey mel’un kâfir! Senin küfründen neş’et eden teskin kabul etmez husumet elini öpmek değil, temas etmek de İslâmiyet’e adavet etmek demektir.
374- Üçüncü Hatvesi:
Der veya dedirir: Şimdiye kadar sizi idare edenler fenalık ettiler, karıştırdılar. Öyle ise bana razı olunuz.
Bu vesveseye karşı deriz: Ey el-hannas! Onların fenalıklarının asıl sebebi de sensin. Âlemi onlara darlaştırdın, damar-ı hayatı kestin. Evlad-ı nameşruunu onlara karıştırdın, Dinsizliğe sevkederek dini rüşvet isterdin. Onlara bedel seni kabul etmek, müteneccis su ile necis olmuş bir libası hınzırın bevliyle yıkamak demektir. Sen yalnız hayvancasına bir hayat-ı sefilaneyi bize bırakıyorsun. İnsanca, İslâmca hayatı öldürüyorsun. Biz ise hem insancasına, hem İslâmcasına yaşamak istiyoruz. Senin rağmına yaşıyacağız!..
375- Dördüncü Hatvesi:
Der veya dedirtir: Sizi idare eden ve bana muhasım vaziyetini alanlar -ki Anadolu’daki sergerdeleridir- maksadları başkadır. Niyetleri din ve İslâmiyet değildir.
Şu vesveseye karşı deriz: Vesilelerde niyetin tesiri azdır. Maksadın hakikatını tağyir etmez. Çünki Maksud, vesilenin vücuduna terettüb eder. İçindeki niyete bakmaz. Meselâ: Ben bir define veya su bulmak için bir kuyu kazıyorum. Biri geldi, kendini saklamak veya orada müzahrafatını defnetmek için bana yardım ederek kazdı. Suyun çıkmasına ve define bulunmasına niyeti tesir etmez. Su, fiiline kazmasına bakar, niyetine bakmaz. Bunun gibi onlar bizi Kâbe’ye götürüyorlar, Kur’anı yüksek tutmak istiyorlar. Bütün felaketlerimizin menbaı olan Avrupa muhabbetine bedel, husumetini esas tutuyorlar. Niyetleri ne olursa olsun, bu maksadların hakikatını tağyir edemez
376- Beşinci Hatvesi: Der: İrade-i hilafet, siyasetimin lehinde çıktı.
Şu veseveseye karşı deriz: Bir şahsın arzu-yu zatîsi ve emr-i hususîsi başkadır, ümmet namına emin olarak deruhde ettiği emanet-i hilafetten hasıl olan şahsiyet-i maneviyenin iradesi bambaşkadır. Bu irade bir akıldan çıkıp, bir kuvvete istinad ederek, âlem-i İslâm’ın maslahatını takib eder. Aklı ise, şûra-yı ümmettir; senin vesvesen değil. Kuvveti, müsellah ordusu, hür milletidir; senin süngülerin değildir. Maslahatta muhitten merkeze nazar edip, İslâm için faide-i uzmayı tercih etmektir. Yoksa aksine olarak merkezden muhite bakmakla âlem-i İslâm’ı bu devlete, bu devleti de Anadolu’ya, Anadolu’yu da İstanbul’a, İstanbul’u da hanedan-ı saltanata taarruz vaktinde feda eder gibi hod-endişane fikir ve irade, değil Vahdeddin gibi mütedeyyin bir zat, hatta en fâcir bir adam da yalnız ism-i hilafeti taşıdığı için ihtiyarıyla etmez. Demek mükrehtir. O halde ona itaat, adem-i itaattır.
377- Altıncısı Hatvesi. Der ki: Bana karşı mukavemetiniz beyhudedir. Müttefikiniz beraberken yapamadığınız şeyi, şimdi nasıl yapacaksınız?
Şu vesveseye karşı deriz: en ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran azametli kuvvetin bizi ye’se düşürmüyor. Evvela hile ve fitne perde altında kaldıkça tesir eder. Zahire çıkmakla iflas eder, kuvveti söner. Perde öyle yırtılmış ki, senin yalanın, hilen, fitnen hezeyana, maskaralığa inkılab edip akîm kalıyor. Bu defaki Anadolu’ya karşı ..... gibi.
Saniyen: O kof kuvvetin yüzde doksanı, sana karşı itilaf kabul etmez muhasım bir cereyan atalete mahkum ediyor. Fazla kalan kuvvetinle, dert ve dermanda müşterek olan âlem-i İslâm’ı susturacak, depretmiyecek derecede eskisi gibi bir istibdad altında tutmak; ihtimal versen, şeytan iken eşeğin eşeği olursun. Hey ekpek-ül küpeka...! Köpekten tekeppük etmiş köpek!..
Salisen: Madem ki öldürüyorsun, ölmek iki suretledir: Birinci suret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak suretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek; cesedi de güya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir. İkinci suret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla. Ruh ve kalbimiz sağ kalır, cesed de şehid olur. Akide-i faziletimiz tahkir edilmez, İslâmiyet’in izzetiyle istihza edilmez. Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.
Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki; (İ.G.Z.) milletinin ihtiras ve menfaatını, İslâmiyet’in menfaat ve izzetiyle kabil-i tevfik görüyor. Burada en sefil ve en ahmak kalb öylelerin kalbidir ki; hayatı onun himayeti altında kabul eder. Hayatımızı onun himayeti altında kabul görüyor. Çünki öyle bir şarta hayatımızı ta’lik ediyor ki, muhal ender muhaldir.
378- Der: Yaşayınız, fakat bir tek adam bana hıyanet etse yakarım, yıkarım!... Şayet bir adam hakka sadakat namına onun kâfirane zulmüne karşı hıyanet etse Ayasofya’ya iltica etse, milyarlara değer o mukaddes binayı harab eder. Veyahut bir köyde ona bir hain bulunsa, çoluk çocuğuyla mahvetmek veya bir cemaatta ona muzır biri varsa cemaatı ifna etmek, her vakit kendinde salâhiyet görüyor. Lânet o medeniyete ki, ona o salâhiyeti vermiş.
Acaba bütün millet bir kalbde, hem münafık hançer zulmünden mütelezziz olacak ahmak bir kalbde ittifakından daha muhal ne var? Şeytan gibi hasis işleri, fena ahlâkları teşci’ ve himaye eder, iyi hisleri söndürür. Hem insanî, İslâmî hayatı men’etmekle beraber muvakkat hayvanî bir hayatı, iki genc-i mücehhez, pençeli, ekseriyeti kazanmak için imhayı esas proğram yapmış iki kelbi iki ciğerimize musallat ederek bizi silahdan tecrid ediyor. İşte onun himayeti, işte hayatımız..
O hasım, gösterdiği kin ve husumet harbden neş’et etme değildir. Harbden olsaydı tabii mağlubiyetimizle sairlerin husumeti gibi sükûnet bulurdu. Hem hasmın uzakta çirkin yüzündeki riyakârane çizgileri güzel zannedilirdi. Yakında görenler inşaallah daha aldanmaz...!
¬«Ÿ¬U²LW²7~ u¬±Z«K# «t¬7«g«6 ¬~«‡YP²EW²7~ d[¬A# ¬~«‡—hÅN7 ~Å–«~ _«W«6
379- Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiye sebebiyle camusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret.
Hem darb-ı mesel olmuş “keçinin kurttan havfı” ızdırar vaktinde mukavemete inkılab eder. Boynuzuyla kurdun karnını deldiği vakidir. İşte hârika bir şecaat. Fıtrî meyelan, mukavemetsûzdur. Bir avuç su kalın bir demir gülle içinde atılsa, kışta soğuğa maruz bırakılsa meyl-i inbisat demiri parçalar. Evet şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ızdırarî şecaatı gibi... Fıtrî bir heyecan demir güllede su gibi, zulmün bürudetli husumet-i kâfiranesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahiddir.
Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyet’in tabiatındaki âlem-pesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mucizeleri gösterebilir.» (A.B.l14-l19) diyerek İngiliz emperyalizmine karşı idamı da göze alarak mukabele etmiştir.
Hem yine İngilizlere karşı başka bir beyanatında şöyle diyor:
«Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı’nın toplarını tahrib ve İstanbul’u istila ettiği hengamda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiye’den dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye’nin azası idim. Bana dediler: “Bir cevab ver. Onlar, altı suallerine altıyüz kelime ile cevab istiyorlar.” Ben dedim: “Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime ile değil, belki bir tükürük ile cevab veriyorum. Çünki o devlet, işte görüyorsunuz ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor.. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!... demiştim.» (T.H.138)
380- Evet 1921 senesinde İngiltere’nin en büyük dinî dairesi olan Anglikan Kilisesi başpapazının Meşihat-ı İslâmiye’den sorduğu mezkûr suale, o zaman Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azası olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin verdiği nim-manzum cevabı şöyledir:
381- «Bir zaman bî-aman İslâm’ın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle, hem inkâr suretinde, hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde, pek şematetkârane bir istifhamiyle dört şey sordu bizden. Altıyüz kelime istedi. Şematetine karşı, yüzüne “tuh!” demek; desisesine karşı küsmekle sükût etmek; inkârına karşı da, tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatab etmem. Bir hak-perest adama böyle cevabımız var. O dedi birincide:
“Muhammed (Aleyhissalatü Vesselâm) dini nedir?”
Dedim: İşte Kur’andır. Erkân-ı sitte-i iman, erkân-ı hamse-i İslâm, esas maksad-ı Kur’an.
Dostları ilə paylaş: |