İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə413/1221
tarix05.01.2022
ölçüsü13,72 Mb.
#76819
1   ...   409   410   411   412   413   414   415   416   ...   1221
1214- qqHAŞR hL& : (Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek. Toplama, cem’etmek. Kıyametten sonra Cenab-ı Hakk’ın bütün insanları diriltip haşir mey­danında toplaması. Kıyamet. (Bak: Âhiret, Cennet, Defter-i A’mal, Hafiziyet, Sırat Köp­rüsü, Sur, Yevm-id Din, Yevm-il Fasl)

Haşir meselesinin hakikatını tefhim için Kur’an muhtelif cihetlerde de­liller zik­reder. Evet “Kur’an kâh oluyor ki, Cenab-ı Hakk’ın âhirette hârika ef’allerini kalbe kabul ettirmek için ihzariye hükmünde ve zihni tasdike mü­heyya etmek için bir i’dadiye suretinde dünyadaki acaib ef’alini zikreder. Ve­yahut istikbalî ve uhrevî olan ef’al-i acibe-i İlahiyeyi öyle bir surette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazirele­riyle onlara kanaatımız gelir. Meselâ:

(36:77) °w[¬A­8 °v[¬M«' «Y­;~«†¬_«4 ¯}«S²O­9 ²w¬8 ­˜_«X²T«V«'_Å9«~ ­–_«K²9¬ž²~«h«< ²v«7«—«~ ta surenin âhi­rine kadar. İşte şu bahisde Haşir meselesinde Kur’an-ı Hakim, Haşri isbat için yedi-sekiz surette muhtelif bir tarzda isbat ediyor. Evvela neş’e-i ûlâyı nazara verir, der ki: “Nutfeden alakaya alakadan mudgaya, mudgadan ta hil­kat-ı insaniyeye kadar olan neş’etinizi görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki, neş’e-i uhrayı inkâr ediyorsunuz. O, onun misli belki daha ehvenidir.”Hem Cenab-ı Hak insana karşı ettiği ihsanat-ı Azimeyi ~®‡_«9 ¬h«N²'«ž²~ ¬h«DÅL7~ «w¬8 ²v­U«7 «u«Q«% >¬gÅ7«~ (36:80) kelimesiyle işaret edip der: “Size böyle nimet eden zat, sizi başı boş bırakmaz ki, kabre girip kalkma­mak üzere yatasınız.” Hem remzen der: “Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini gö­rüyorsunuz.Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istib’ad ediyorsu­nuz.” (S.424) (En şaşılacak şey, halk-ı cedidi istib’aden inkârdır, bak: l157.p.)

1215- Keza maziyi halkedenin müstakbeli de halketmeye kadir olacağı yakiniyat-ı akliyedendir. Evet “ilim ve yakîn şümulüne dâhil olan ahval-i ma­ziye ile şek perdesi altında kalan ahval-i istikbaliye arasında şöyle bir muka­yese yap:

Silsile-i nesebin ortasında, bir dedenin yerinde kendini farzet, otur. Sonra mev­cudat-ı maziye kafilesine dâhil olan ecdadınla henüz istikbal rahminde kalıp pey­derpey vücuda çıkan evlad ve ahfadın arasında bir tefavüt var mı­dır? İyice bak! Ev­velki kısım ilim ve ittikan ile Sani’in masnuu olduğu gibi, ikinci kısım da aynen o Sani’in masnuu olacaktır. Her iki kısım da, Sani’in ilmi ve müşahedesi altındadır. Bu itibarla, ecdadın iadeten ihyası, evladının icadından daha garib değildir. Belki daha ehvendir. İşte bu mukayeseden anlaşıldı ki: Vukuat-ı maziye, Sani’in bütün imkânat-ı istikbaliyeye kadir ol­duğuna şehadet eden bir takım mucizelerdir.” (M.N.240)



1215/1- “Evet zaman-ı hazırdan tâ ibtida-i hilkat-ı âleme kadar olan za­man-ı mazi umumen vukuattır. Vücuda gelmiş herbir günü, herbir senesi, herbir asrı; birer satırdır; birer sahifedir, birer kitabdır ki; Kalem-i Kader ile tersim edilmiştir. Dest-i Kudret, mu’cizat-ı âyâtını onlarda kemal-ihikmet ve intizam ile yazmıştır.

Şu zamandan tâ Kıyamet’e, tâ Cennet’e, tâ ebede kadar olan zaman-ı is­tikbal; umumen imkânattır. Yani mazi vukuattır. İstikbal imkânattır. İşte o iki zamanın iki silsilesi birbirine karşı mukabele edilse; nasıl ki dünkü günü halkeden ve o güne mahsus mevcudatı icad eden Zat, yarınki günü mevcu­datıyla halketmeye muktedir olduğu hiçbir vecihle şüphe getirmez. Öyle de, şüphe yoktur ki şu meydan-ı garaib olan zaman-ı mazinin mevcudatı ve hâ­rikaları; bir Kadir-i Zülcelal’in mu’cizatıdır. Kat’i şehadet ederler ki; o Kadir, bütün istikbalin, bütün mümkinatın icadına, bütün acaibinin izharına muk­tedirdir.

Evet nasılki bir elmayı halkedecek; elbette dünyada bütün elmaları halketmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir. Baharı icad etmeyen, bir el­mayı icad edemez. Zira o elma, o tezgahta dokunuyor. Bir elmayı icad eden, bir ba­harı icad edebilir. Bir elma; bir ağacın, belki bir bah­çenin, belki bir kâinatın misal-i musaggarıdır. Hem san’at itibariyle koca ağa­cın bütün tarih-i hayatını taşıyan elma­nın çekirdeği itibariyle öyle bir hârika-i san’attır ki onu öylece icad eden, hiçbir şey­den âciz kalmaz. Öyle de, bugünü halkeden Kıyamet gününü halkedebilir ve baharı icad edecek, Haşrin icadına muktedir bir Zat olabilir. Zaman-ı mazinin bütün âlemlerini zamanın şeri­dine kemal-i hikmet ve intizam ile takıp gösteren; elbette is­tikbal şeridine dahi başka kâinatı takıp gösterebilir ve gösterecektir.” (S.78)

1216- “Haşrin meratibi var. Bir kısmına iman farzdır, marifeti lâzımdır. Diğer kısmı, terakkiyat-ı ruhiye ve fikriyenin derecatına göre görünür. Ve ilim ve marifeti lâzım olur. Kur’an-ı Hakim, en basit ve kolay olan mertebeyi kat’i ve kuvvetli isbat için, en geniş ve en büyük bir daire-i haşri açacak bir kudreti gösteriyor. İşte umuma iman lâzım olan haşrin mertebesi şudur ki: “İnsanlar öldükten sonra, ruh­ları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor. Fakat insanın cesedinden bir çekir­dek, bir tohum hükmünde olacak”acb-üz zeneb” tabir edilen küçük bir cüz’ü baki kalıp, Cenab-ı Hak onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halkeder, onun ruhunu ona gönderir.” (S. 614) (Bak: Acb-üz Zeneb)

1217- Bediüzzaman, Onuncu Söz olan Haşir Risalesi’nin ehemmiyetini anlatır­ken diyor ki:

“İbn-i Sina gibi bir dâhî-yi hikmet ¯}Å[¬V²T«2 «j[¬<_«T«8 |«V«2 «j²[«7 ­h²L«E²7«~ de­miş. “İman deriz, fakat akıl bu yolda gidemez diye hükmetmiştir. Hem bü­tün ülema-i İslâm: “Haşir, bir mesele-i nakliyedir. Delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez” diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve ma­nen pek yüksek bir yol; birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez. Kur’an-ı Hakim’in fey­ziyle ve Hâlik-ı Rahim’in rahmetiyle, şu tak­lidi kırılmş ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ih­san ettiğinden bin şükretmeliyiz. Çünki imanımı­zın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalâa ile izdiyadına çalış­malıyız.

Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i A’zam, İsm-i A’zamın te­cellisiyle olduğundan, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i A’zamının ve her isminin a’zamî mertebesindeki tecellisiyle zâhir olan ef’al-i azîmeyi görmek ve göstermekle Haşr-i A’zam bahar gibi kolay isbat ve kat’i iz’an ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Söz’de feyz-i Kur’an ile öyle görülüyor ve gösterili­yor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturla­rıyla kendi başına kalsa âciz kalır, tak­lide mecbur olur.” (S.93)

1218- “İşte nasıl bir gece adamı ki, hiç Güneş’i görmemiş. Yalnız Kamer ayinesinde bir gölgesini görüyor. Güneş’e mahsus haşmetli ziyayı, dehşetli cazibeyi aklına sığıştıramıyor. Belki görenlere teslim olup taklid ediyor. Öyle de: Veraset-i Ahmediye (A.S.M.) ile Kadir ve Muhyi gibi isimlerin mertebe-i uzmasına yetişmiyen, Haşr-i A’zamı ve Kıyamet-i Kübrayı taklidî olarak ka­bul eder, aklî bir mesele değildir der. Çünki hakikat-ı Haşir ve Kıyamet, İsm-i A’zamın ve bazı es­manın derece-i a’zamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa taklide mecburdır. Kimin fikri oraya girse Haşir ve Kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalb ile kabul eder.

İşte şu sırdandır ki: Haşir ve Kıyameti, en a’zam mertebede, en ekmel tafsilatla Kur’an zikrediyor. Ve İsm-i A’zamın mazharı olan Peygamberimiz Aleyhissalatü Vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise, hikmet-i ir­şadın iktizasıyla bir de­rece basit ve ibtidaî bir halde olan ümmetlerine, Haşri en a’zam bir derecede en ge­niş bir tafsilatla ders vermemişler.” (S.340)



1218/1- Malumdur ki, failin fiili ve müessirin eseri olur. Bu eserlerden istidlal ile müessiri bilinir. Allah, kâinatın hâliki olduğundan iman-ı billahı isbat etmek ko­laydır. Fakat haşrin isbatı bu kadar zâhir değildir. Bu hususu beyan ederken Beziüzzaman Hazretleri şöyle diyor:

“Risale-i Nur’da, iman-ı billah ve iman-ı bilyevm-il âhir olan iki kutb-u imanî, tam birbirine müsavi gelecek bir derecede isbat edilmiş. Yalnız bu ka­dar var ki, haşri cismanî kısmen sarihan ve kısmen zımnî ve tebeî isbat edil­miş. Çünki bu âlem-i şehadet, Saniini gayet sarih ve zâhir gösteriyor; ve haşrı, zımnî ve perdeli ha­ber verir.” (K.L. 21l)

Haşri isbat eden Onuncu Söz’de ““herbir hakikat” üç şeyi birden isbat ediyor; hem Vacib-ül Vücud’un vücudunu, hem esma ve sıfatını, sonra haşri onlara bina edip isbat ediyor. En muannid münkirden ta en hâlis bir mü’mine kadar herkes her “hakikat”tan hissesini alabilir. Çünki “Haki­kat”larda mevcudata, âsâra nazarı çeviri­yor. Der ki: Bunlarda muntazam ef’al var, muntazam fiil ise failsiz olmaz. Öyle ise bir faili var. İntizam ve mizan ile o fail iş gördüğü için, hakîm ve âdil olmak lâzımgelir. Madem hakîmdir, abes işleri yapmaz. Madem adaletli iş görüyor, hu­kukları zayi etmez. Öyle ise bir mecma-i ekber, bir mahkeme-i kübra olacak. İşte “Hakikat”lar bu tarzda işe girişmişler. Mücmel olduğu için üç davayı birden isbat ediyorlar. Sathî nazar farkedemiyor. Zaten o mücmel “Hakikat”ların herbirisi başka Risaleler ve Sözler’de kemal-i izah ile tafsil edilmiş. (B.L.320)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   409   410   411   412   413   414   415   416   ...   1221




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin