İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə896/1221
tarix05.01.2022
ölçüsü13,72 Mb.
#76819
1   ...   892   893   894   895   896   897   898   899   ...   1221
3033/13- Dünyanın imarına ait olan teknik vasıtalar ve hârika keşfiyatların lisan-ı hal ile ileri sürdükleri ehemmiyet derecelerine karşı, ha­kiki vazife-i insaniye olan ubudiyetin verdiği cevab şöyle dile getiriliyor:

“Eğer o hârikalar, daire-i ubudiyete gidip, o daireden haklarını isterlerse; o zaman o daireden şöyle bir cevab alırlar ki: “Sizin münasebetiniz bizimle pek azdır ve dairemize kolay giremezsiniz. Çünki, programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir. Hal­buki siz ekseriyet itibarıyla şu fani dünyayı bir makarr-ı ebedî nokta-i naza­rında ve gaflet perdesi altında, dünyaperestlik hissiyle işlenmiş bir suret, sizde görülüyor. Öyle ise; hakperestlik ve âhireti düşünmeklik esasları üze­rine müesses olan ubudiyetten hisseniz pek azdır. Lâkin eğer kıymettar bir ibadet olan sırf menfaat-ı ibadullah için ve menafi-i umumiye ve istirahat-ı âmmeye ve hayat-ı içtimaiyenin kemaline hizmet eden ve elbette ekalliyet teşkil eden muhterem san’atkârlar ve mülhem keşşaflar, arkanızda ve içi­nizde varsa; o hassas zatlara şu remz ve işarât-ı Kur’aniye-sa’ye teşvik ve san’atlarını takdir etmek için-elhak kâfi ve vâfidir.” (S.266) (Bak: Terakki)

“Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusu­run meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meş­galesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun? Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar ci­hetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamı­yorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakiki bir insan gibi, hakiki bir hayat-ı dâime için sa’y etmektir.” (S.271)

3034- “Nasılki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın latifeleri ve duyguları dahi Rezzak-ı Rahim’den rızıklarını isterler ve müteşekkirane alırlar. Her birisine ayrı ayrı ve onlara lâ­yık ve onları memnun ve mütelezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzak-ı Rahim, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve ku­lak, kalb ve hayal ve akıl gibi o latifelerin her birisini, hazine-i rahmetinin bi­rer anahtarı hükmünde yaratmış. Meselâ: Göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymetdar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misillü, öteki­ler dahi (herbiri) birer âlemin anahtarı olur; iman ile istifade eder...

3035- Bu kâinatı yaratan Zat-ı Kadir-i Hakîm, nasılki kâinattan hayatı bir hülasa-i camia olarak halkedip, umum maksadlarını ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz ettiriyor. Öyle de, hayat âleminde dahi, rızkı bir cem’iyetli merkez-i şuunat yaparak... iştiha ihtiyacını ve zevk-i rızkîyi zihayatta halkederek... hilkat-ı kâinatın en ehemmiyetli bir gayesi ve bir hikmeti olan daimî ve küllî bir teşekkür ve minnetdarlık ve perestişlik ile rububiyetine ve sevdirmesine karşı mukabele ettiriyor.

3036- Meselâ: Çok geniş olan memleket-i Rabbaniyenin her tarafını, hususan melaike ve ruhaniler ile semavatı ve ervah ile âlem-i gaybı şenlen­dirdiği gibi; maddi âlemi dahi,hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını ziruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücudlarıyla şenlendirmek ve ruh­landırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki, pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tenbellikten ve ataletten kurtarıp gezdirmesi, şuunat-ı rububiyetin bir hik­metidir. Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasa idi, ağaçların erzakını onlara koşturduğu gibi, hayvanların da mukannen olan ta’yinatlarını onlara zahmetsiz bir surette fıtrî hacetlerini koşturacaktı.” (Ş.174)

3037- Hem”ehemmiyetli bir hikmet için, zahir nazarda mübhem ve gayr-ı muayyen tevehhüm edilen eceller ve rızıklar, ibham perdesi altında Kaza ve Kader-i Ezelî’nin defterinde mukadderat-ı hayatiye sahifesinde her zihayatın eceli mukadder ve muayyendir; tekaddüm, teahhur etmez. Ve her ziruhun rızkı tayin ve tahsis edilip Kaza ve Kader levhasında yazıldığına hadsiz deliller var.

Meselâ: Koca bir ağacın ölmesi, onun bir nevi ruhu olan çekirdeğini onun yerinde vazife görmek için bırakması, bir Alîm-i Hafîz’in hikmetli ka­nunuyla olması ve bir yavrunun rızkı olan süt memelerden gelmesi ve kan ve fışkı içinden çıkıp hiç bulaşmadan safi, temiz olarak ağzına akması, tesadüf ihtimalini kat’i bir surette red ve bir Rezzak-ı Alîm-i Rahim’in şefkatli düstu­ruyla olduğunu gayet kat’i gösteriyor. Bu iki cüz’î misale bütün zihayat, ziruh kıyas edilsin.

Demek hakikatta hem ecel muayyen ve mukadderdir, hem rızık herkese göre bir taayyün içinde mukadderat defterinde kaydedilmiştir. Fakat gayet mühim bir hikmet için hem ecel, hem rızık perde-i gaybda ve mübhem ve gayr-ı muayyen ve zahiren tesadüfe bağlı gibi görünüyor.

Eğer ecel güneşin gurubu gibi muayyen olsa idi; yarı ömür gaflet-i mutlakada ve âhirete çalışmamakla zayi olup, yarı ömürden sonra hergün ölüm darağacı tarafına bir ayak atmak gibi dehşetli bir korku alıp eceldeki musibet yüz derece ziyadeleşmesi sırrıyla, başa gelen musibetler ve hatta dünyanın eceli olan kıyamet perde-i gaybda merhameten bırakılmış.

Rızık ise; hayattan sonra ni’metlerin en büyük bir hazinesi ve şükür ve hamdin en zengin bir menbaı ve ubudiyet ve dua ve ricaların en cem’iyetli bir madeni olmasından, suret-i zahirede mübhem ve tesadüfe bağlı gibi gösterilmiş. Ta her vakit Rezzak-ı Kerim’in dergahına iltica ve rica ve yal­varmak ve hamd ve şükür şefaatiyle rızk istemek kapısı kapanmasın. Yoksa muayyen olsa idi, mahiyeti bütün bütün değişecekti. Şâkirane, minnetdarane ricalar, dualar, belki mütezellilane ubudiyet kapıları kapanırdı.” (Ş.649)

3038- Hem “(29:60) ²v­6_Å<¬~«—_«Z­5­ˆ²h«< ­yÁV7«~ _«Z«5²ˆ¬‡­u¬W²E«# «ž ¯}Å"~«… ²w¬8 ²w¬±<«_«6«—

(51:58) ¬w[¬B«W²7~ ¬?ÅY­T²7~—­† ­»~ňÅh7~«Y­; «yÁV7~ Å–¬~ âyetlerinin sırrınca: Rızık, doğru­dan doğruya Kadir-i Zülcelal’in elindedir ve hazine-i rahmetinden çıkar. Herbir zihayatın rızkı, taahhüd-ü Rabbanîsi altında olduğundan, açlıktan öl­mek, ol­mamak lâzım gelir. Halbuki zahiren açlıktan ve rızıksızlıktan ölenler çok gö­rünüyor. Şu hakikatın ve şu sırrın halli şudur ki: Taahhüd-ü Rabbanî hakikattır. Rızıksızlık yüzünden ölenler yoktur. Çünki o Hakîm-i Zülcelal, zihayatın bedenine gönderdiği rızkın bir kısmını ihtiyat için şahm ve içyağı suretinde iddihar eder. Hatta bedenin her hüceyresine gönderdiği rızkın bir kısmını, yine o hüceyrenin bir köşesinde iddihar eder. İstikbalde hariçten rızık gelmediği zaman, sarfedilmek üzere bir ihtiyat zahîresi hükmünde bu­lundurur.



3039- İşte bu iddihar edilmiş ihtiyat rızık bitmeden evvel ölüyorlar. De­mek o ölmek, rızıksızlıktan değildir. Belki su-i ihtiyardan tevellüd eden bir âdet ve o su-i ihtiyardan ve âdetin terkinden neş’et eden bir marazla ölüyor­lar. Evet zihayatın bedeninde şahm suretinde iddihar edilen rızık-ı fıtrî, hadd-i vasat olarak kırk gün mükemmelen devam eder. Hatta bir marazın veya bir istiğrak-ı ruhani neticesinde iki kırkı geçer. Hatta bir adam, şedid bir inad yüzünden Londra mahpushanesinde yetmiş gün sıhhat ve selâmetle, hiçbirşey yemeden hayatı devam ettiğini, onüç-şimdi otuzdokuz-sene evvel gazeteler yazmışlar. Madem kırk günden yetmiş seksen güne kadar rızk-ı fıtrî devam ediyor ve madem Rezzak ismi gayet geniş bir surette ruy-i zeminde cilvesi görünüyor ve madem hiç ümid edilmediği bir tarzda, memeden ve odundan rızıklar akıyor, baş gösteriyor. Eğer pür-şer beşer su-i istiyariyle müdahale edip karışmazsa, her halde rızk-ı fıtrî bitmeden evvel, o zihayatın imdadına o isim yetişiyor, açlıkla ölüme yol vermiyor. Öyle ise açlıktan ölenler, eğer kırk günden evvel ölseler, kat’iyyen rızıksızlıktan değildir. Belki “Terk-ül âdât min-el mühlikât” sırrıyla, su-i ihtiyardan gelen bir âdet ve terk-i âdetten neş’et eden bir illetten, bir marazdan ileri gelmiştir. Öyle ise: Aç­lıktan ölmek olmaz, denilebilir. Evet bilmüşahede görünüyor ki: Rızık, ikti­dar ve ihtiyar ile makusen mütenasibdir. Meselâ: Daha dünyaya gelmeden evvel bir yavru, rahm-i maderde ihtiyar ve iktidardan bütün bütün mahrum olduğu bir zamanda, ağzını kımıldatacak kadar muhtaç olmayacak bir surette rızkı veriliyor. Sonra dünyaya geldiği vakit iktidar ve ihtiyar yok, fakat bir de­rece istidadı ve bilkuvve bir hissi olduğundan, yalnız ağzını yapıştırmak ka­dar bir harekete ihtiyaç ile en mükemmel ve en mugaddi ve hazmı en kolay ve en latif bir surette ve en acib bir fıtratta, memeler musluğundan ağzına veriliyor. Sonra iktidar ve ihtiyara bir derece alâka peyda ettikçe, o kolay ve güzel rızık, bir derece çocuğa karşı nazlanmağa başlar. O memeler çeşmeleri kesilir, başka yerlerden rızkı gönderilir. Fakat iktidar ve ihtiyarı, rızkı takib etmiye müsaid olmadığı için, Rezzak-ı Kerim, peder ve validesinin şefkat ve merhametlerini, iktidar ve ihtiyarına yardımcı gönderiyor. Her ne vakit ikti­dar ve ihtiyar tekemmül eder, o vakit rızkı ona koşmaz ve koşturulmaz. Rızık yerinde durur. Der: “Gel beni ara bul ve al!” Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile makusen mütenasibdir. Hatta çok risalelerde beyan etmişiz ki: En ihtiyarsız ve iktidarsız hayvanlar, daha iyi yaşıyorlar, daha iyi besleniyorlar.” (L.62-64)

3040- Hem “(ll:6) _«Z­5²ˆ¬‡ ¬yÁV7~ |«V«2 ެ~ ¬Œ²‡«ž²~|¬4 ¯}Å"~«…²w¬8_«8«— sarahatıyla; ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünki şu âyet taahhüd edi­yor. Evet, rızık ikidir:

Biri hakiki rızıktır, onunla yaşıyacak. Bu âyetin hükmü ile o rızık, taahhüd-ü Rabbanî altındadır. Beşerin su-ihtiyarı karışmazsa, o zaruri rızkı her halde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeğe mecbur olmaz.



3041- İkincisi: Rızık-ı mecazidir ki, su-istimalat ile hacat-ı gayr-ı zaruriye hacat-ı zaruriye hükmüne geçip görenek belasiyle tiryaki olup, terkedemiyor. İşte bu rızık, taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başta izzetini feda edip, zilleti kabul et­mek, bazan alçak insanların ayaklarını öpmek kadar manen bir dilencilik va­ziyetine düşmek, bazan hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesat-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz menhus malı alır. Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm; o gayr-ı meşru bir surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acib bir zamanda, şüpheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır.

Çünki _«;¬‡²f«T¬" ­‡Åf«T­# «?«‡—­hÅN7~ Å–¬~ (263) sırrıyla: Haram maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabi­lir; fazlasını alamaz. Evet muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yi­yemez. Belki ölmiyecek kadar yiyebilir. Hem yüz aç adamın huzurunda ke­mal-i lezzet ile fazla yenilmez.” (L.142)



3042- Hem “şimdi malda ve rızıkta hileler ile, su’-i istimal ile, rüşvetle çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahib olmadığı ve on adamdan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade edenlerden beş-altısı; ya zulüm ile -haram karıştırmakla- ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybediyor.” (E.L.I33)

3043- “Madem rızık mukadderdir ve ihsan ediliyor ve veren de Cenab-ı Haktır; O hem Rahim, hem Kerimdir. Onun rahmetini ittiham etmek dere­cesinde ve keremini istihfaf eder bir surette gayr-ı meşru bir tarzda yüz suyu dökmekle; vicdanını belki bazı mukaddesatını rüşvet verip menhus, bereket­siz bir mal-ı haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir divanelik­tir.

Evet ehl-i dünya, hususan ehl-i dalalet; parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mu­kabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrib etmeye bazan vesile olur. O pis hırs ile, gazab-ı İlahîyi kendine celbeder ve ehl-i dalaletin rızasını celbe çalışır.

Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalaletin mü­nafıkları, sizi insaniyetin şu zaif damarı olan tama’ yüzünden yakalasalar; ge­çen hakikatı düşünüp, bu fakir kardeşinizi nümune-i imtisal ediniz. Sizi bü­tün kuvvetimle te’min ederim ki: Kanaat ve iktisad; maaştan ziyade sizin ha­yatınızı idame ve rızkınızı te’min eder. Bahusus size verilen o gayr-ı meşru para, sizden ona mukabil binkat fazla fiat istiyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur’aniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki; her ay binler maaş verilse, yerini doldura­maz.” (M.418) (Bak: 990.p.)

3044- Hem “rızık-ı helal, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat’i; iktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir cana­varların dîk-ı maişeti; hem zekavetsiz balıkların semizliği ve zekavetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücutça zaifliğidir. Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile makusen mütenasibdir. Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete mübtela olur.” (S. 64)

3045- Kur’anda rızıkla alâkalı çok âyetler vardır. Ezcümle aşağıdaki (51:56-58) âyetlerindeki mana inceliği hakkında Bediüzzaman Hazretleri bazı mühim vecihlerini şöyle beyan ediyor:

²w¬8 ²v­Z²X¬8 ­f<¬‡­~ _«8 «–—­f­A²Q«[¬7 ެ~«j²9¬ž²~«— Åw¬D²7~ ­a²T«V«' _«8«—

¬w[¬B«W²7~ ¬?ÅY­T²7~—­† ­»~ňÅh7~«Y­; «yÁV7~ Å–¬~ «–Y­W¬Q²O­< ²–«~ ­f<¬‡­~_«8«— ¯»²ˆ¬‡

“Şu âyet-i kerimenin zahir manası çok tefsirlerin beyanına göre yüksek i’caz-ı Kur’anîyi göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur’anın feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek manalarından üç veçhini icmalen be­yan edeceğiz.

Birincisi: Cenab-ı Hak, Resulüne ait olabilecek bazı halleri, Resulünü tekrim ve teşrif noktasında bazan kendisine isnad eder. İşte burada da: “Re­sulüm size vazife-i risalet ve tebliğ-i ubudiyet hizmetine mukabil sizden bir ecir ve ücret ve mükâfat, bir it’am istemez” manasında, “Ben sizi ibadet için halketmişim, bana rızık vermek ve it’am etmek için değil” mealindeki âyet, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a ait it’am ve irzakı murad etmek ge­rektir. Yoksa gayet bedihi bir malumu i’lam kabilinden olur; i’caz-ı Kur’anın belagatına uygun gelmez.

3046- İkinci Vecih: insan rızka çok mübtela olduğu için, rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete mani tevehhüm edip, kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerime diyor ki:

“Siz ubudiyet için halkolunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahluka­tım ve rızıklarını deruhde ettiğim nefisleriniz ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, adeta bana ait rızık ve it’amı ihzar etmek için yaratıl­mamışsınız. Çünki Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terketmeyiniz!” Eğer bu mana olmazsa, Cenab-ı Hakk’a rızık vermek ve it’am etmek muhaliyeti be­dihi ve malum olduğundan, i’lam-ı malum kabilinden olur. İlm-i belagatta bir kaide-i mukarreredir ki: Bir kelâmın manası malum ve bedihi ise, o mana murad değil, onun bir lâzımı, bir tabii muraddır. Meselâ, sen birisine desen: “Sen hâfızsın.” O malumunu i’lam kabilinden olur. Demek maksud manası budur ki: “Ben senin hâfız olduğunu biliyorum.” Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.

İşte bu kaideye binaen âyet, Cenab-ı Hakk’a rızık vermeyi ve it’am et­meyi nefyetmekten kinaye olan mana şudur: “Bana ait olup ve rızıklarını taahhüd ettiğim mahlukatıma rızık yetiştirmek için halkolunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir.”

3047- Üçüncü Vecih: Sure-i İhlas’ta nasılki (l12:3) ²f«7Y­< ²v«7«— ²f¬V«< ²v«7 zahir manası malum ve bedihi olduğundan, o mananın bir lâzımı muraddır. Yani: “Valide ve veledi bulunanlar İlah olamazlar” manasında ve Hazret-i İsa (a.s.) ve Üzeyr (a.s.) ve melaike ve nücumların ve gayr-ı hak mabudların uluhiyet­lerini nefyetmek kasdıyla, ezelî ve ebedî manasında Cenab-ı Hakk’ın,

²f«7Y­< ²v«7«— ²f¬V«< ²v«7 gayet bedihi ve malum-hükmettiği gibi, aynen onun gibi; bu misali­mizde de “rızık ve it’am kabiliyeti olan eşya, İlah ve Mabud olamazlar” ma­nasında Mabudunuz olan Rezzak-ı Zülcelal sizden kendine rızık istemez ve siz onu it’am için yaratılmamışsınız mealindeki âyet; rızka muhtaç ve it’am edilen mevcudat, mabudiyete lâyık değiller demektir.” (L. 268)



3048- Elhasıl: Herbir canlının varlığı ve hayatiyetinin devamı ve mukad­der kemalatına vasıl olması için muhtaç olduğu- maddi ve manevi- her türlü ihtiyaçları demek olan rızkı, Allah’dan başka hiçbir kimsenin vermeğe ikti­darı olmaz. Ancak şu cihet var ki:

Allah’ın halkettiği sayısız ni’metlerin kıymetlerinin bilinmesi ve hamd ve şükür etmek vazifesinin unutulmaması gibi pekçok hikmetler için, rızkın elde edilmesini Cenab-ı Hak zahiren sebeblere bağlamış ve o sebeblere göre lâzım gelen çalışmaya insanları mükellef kılmış ve onları, çalışmadan fıtrî bir tarzda rızıklandırdığı ana karnındaki yavrular veya ağaçlar gibi rızıklandırmamıştır. Eğer hayat için gerekli bir nimet olan güneşin, belli va­kitlerde doğup batması gibi, insanların diğer rızıkları dahi öylesine muayyen olarak verilse idi veya her an muhtaç olduğumuz hava gibi gayet bol olsa idi, şimdi nasıl ki büyük bir ni’met olan güneşin doğması için Cenab-ı Hakk’a dua ve iltica etmek ve doğduğu zaman şükretmek çok defa yapılmadığı gibi, bu ni’metlere karşı dahi vazife-i asliye olan hamd ve şükrü ve Cenab-ı Hakk’a ilticayı ekser halk çok kere unutmuş, gaflet ve isyana dalmış olurlardı.

Evet ­š_«L«<_«8 ¯‡«f«T¬" ­Ä¬±i«X­< ²w¬U«7«— ¬Œ²‡«ž²~|¬4 ²Y«R«A«7 ¬˜¬…_«A¬Q¬7 «»²ˆ¬±h7~ ­yÁV7~ «n«K«" ²Y«7«—
(42:27) gibi âyetlerden anlaşılıyor ki; eğer rızık- havanın her yeri kapladığı gibi-bol verilseydi, insanlar şükrü unutup isyana dalacaklardı. Kur’an müteaddid âyetlerde de bu hakikatleri mükerreren bildirir.


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   892   893   894   895   896   897   898   899   ...   1221




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2025
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin