İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ


Birincisi: Üslûb-u mücerreddir. Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tusî’nin sade olan ma’raz-ı kelâmları gibi... İkincisi



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə904/1221
tarix05.01.2022
ölçüsü13,72 Mb.
#76819
1   ...   900   901   902   903   904   905   906   907   ...   1221
Birincisi: Üslûb-u mücerreddir. Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tusî’nin sade olan ma’raz-ı kelâmları gibi...

İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Abdülkahir’in “Delail-ül İ’caz ve “Es­rar-ül Belâga”sındaki müşa’şa ve parlak kelâm gibi..

Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. Sekkakî ve Zemahşerî ve ibn-i Sina’nın bazı muhteşem kelâmları gibi.. Veyahut şu kitabın mealindeki arabiyy-ül ibare, lasiyyema makale-i sâlisedeki müşevveş fakat muhkem parçaları gibi. Zira mevzuun ulviyeti şu kitabı üslûb-u âlî’ye ifrağ etmiştir. Yoksa benim san’atımın te’siri cüz’îdir.

Elhasıl: Eğer İlahiyat ve usûl bahis ve tasvirinde isen, şiddet ve kuvvet ve heybeti tazammun eden üslûb-u âlîden ayrılmamak gerektir.

Eğer hitabiyat ve iknaiyatta isen, zinet ve parlaklık ve terğib ve terhibi tazammun eden üslûb-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu’ ve avamperestane nümayiş etmemek gerektir. (Bak: 1706p.)

Eğer muamelat ve muhaverat ve âlet olan ilimlerde isen; vefa ve ihtisar ve selâmet ve selaset ve tabiiliği tekeffül eden ve sadeliği ile cemal-i zatiyeyi gösteren üslûb-u mücerrede iktisar et.” (Mu. 98) (Bak: Edebiyat)



3069- Bununla beraber Risale-i Nur gibi akla, kalbe ve hissiyata ders ve­ren eserlerden daha iyi istifade edebilmek için, hitabetin güzelliği ile beraber muhatabda da gereken bazı hususiyetler vardır. O hususiyetler ise: Kur’andan alınan o manevi ilaçlara ihtiyacını hissetmek ve kendi manevi hastalıklarının farkında olup izalesini istemek ve bekadan başka hiçbir şeye razı olmayan ve vicdanın derinlerinde bulunan fıtrî aşk-ı bekanın faniyat âleminin boğucu dalgaları içinde vaveylalarını işiterek manevi imdad aramak haletlerinde olmak gibi şartlardır. (Bak: 3252.p.sonu)

3070- Evet Bediüzzaman bir eserinde şöyle der: “Bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir mu­amele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mütenevvi ve de­rin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissede­bilir. Yoksa tam zevkedemez.” (Ş.61)

“Hem yazılan eserler, risaleler,-ekseriyet-i mutlakası-hariçten hiçbir sebeb gelmiyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hacete binaen, ani ve def’i olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: “Şu zamanın yaralarına devadır.” İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden an­ladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilaç hükmüne geçiyor.” (M. 375)

3071- Bediüzzaman, müellifi olduğu ve hayatı boyunca okuyup istifade ettiği eserlerinin manevi ihtiyaçlarına nasıl deva olduğunu anlatırken, sahib olduğu halet-i ruhiyelerinden bir kaçını zikredersek, meselemiz bir derece daha tavazzuh eder. Çünkü eserlerinin bir kısmı, Bediüzzaman’ın kendi ifa­desiyle: “Kur’andan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil belki kalbî, ruhî, halî mesail-i imaniyedir ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlahiye hükmündedir.” (M.356)

3072- İşte hakaik-i imaniyeye şiddetli ihtiyaç duyuran o haletlerden birisi:

“Bir zaman yüksek bir dağ başında idim. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî vasıtasıyla, kabir tam manasıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla; ve zeval ve fena, ağlattırıcı lehvalarıyla bana göründü. Herkes gibi fıtratımdaki fıtrî aşk-ı beka, birden zevale karşı isyan edip galeyana geldi. Ve muhabbet ve takdir ile pek çok alâkadar olduğum ehl-i kemalat ve meşahir-i enbiya ve evliya ve asfiyanın sönmelerine, mahvolmalarına karşı mahiyetimdeki rikkat-ı cinsiye ve şefkat-i nev’iye dahi kabre karşı tuğyan edip feveran etti. Ve altı cihete istimdadkârane baktım. Hiç bir teselli, bir meded göremedim. Çünki zaman-ı mazi tarafı, bir mezar-ı ekber; ve müstakbel bir karanlık; ve yukarı birdehşet; ve aşağı ve sağ ve sol taraflarından elîm ve hazin haller, hadsiz muzır şeylerin tehacümatını gördüm. Birden sırr-ı tevhid imdadıma yetişti, perdeyi açtı. Hakikat-ı halin yüzünü gösterdi. Bak, dedi. En evvel beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki ölüm, ehl-i iman için bir ter­histir; ecel, terhis tezkeresidir. Bir tebdil-i mekândır, bir hayat-ı bakiyenin mukaddimesi ve kapısıdır. Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağistan-ı cinana bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahman’a girmeğe bir nöbettir ve dar-ı saadete gitmeğe bir davettir diye kat’i anladığımdan, ölümü ve mevti sevmeğe başladım. “ (Ş.16) diye devam eden bahiste, sırr-ı tevhidin şifakâr nurlarının tafsilatını Nur risalelerine, hususan bu bahsimizde bazı nümunelerini göreceğimiz İhtiyarlar Risalesi’ne havale eder.



3073- Hem yine nebatat ve hayvanat âlemindeki fanilik ve zevalin tahri­batına karşı ruhunun feryadını şöyle tasvir eder:

“Hem nebatat ve hayvanat âleminde gayet güzel, sevimli ve çok kıymetdar san’atta olan zihayatların bir dakikada gözünü açıp bu seyrangâh-ı kâinata bakar, dakikasıyla mahvolur, gider. Bu hali temaşa ettikçe, ciğerlerim sızlıyordu. Ağlamak ile şekva etmek istiyor; neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?... diye feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soruyor ve böyle fayda­sız, gayesiz, neticesiz, çabuk idam edilen bu masnu’cuklar gözümüz önünde bu kadar ihtimam ve dikkat ve san’at ve cihazat ve terbiye ve tedbir ile kıymetdar bir surette icad edildikten sonra, gayet ehemmiyetsiz paçavralar gibi parçalanıp, hiçlik karanlıklarına atılmalarını gördükçe, kemalâta meftun ve güzelliklere mübtela ve kıymetdar şeylere âşık olan bütün latifelerim ve duygularım feryad edip bağırıyorlardı ki: “Neden bunlara merhamet edilmi­yor? Yazık değiller mi? Bu baş döndürücü deverandaki fena ve zeval nere­den gelip, bu biçareler musallat olmuş” diye mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzünde bulunan elîm keyfiyetleriyle kadere karşı müdhiş itirazlar başladığı hengâmda, birden nur-u Kur’an, sırr-ı iman, lütf-u Rahman ile tevhid imda­dıma yetişti.” (Ş. 13) diye devam eden derste iman ve hikmet-i İlahiye naza­rıyla gördüğü manevi ilaçları, böyle haletlerden hissedar olanların nazarına arzeder.



3074- Diğer bir nümune de şöyle:

“Müfarakat-ı umumiye hengâmı olan harab-ı dünyadan haber veren âhirzaman hâdisatı içinde müfarakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fıtratımdaki cemal-perestlik ve güzel­lik sevdası ve kemalâta meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda, daimî ve tahribatçı olan zeval ve fena ve mütemadi ve tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladı­ğını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalâde bir şuur ve tees­sürle gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazî bu hale karşı şiddetli galeyan ve is­yan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için yine bu âyet-i hasbiyeye müracaat ettim.” (Ş.73) der ve yine devamında iman hakikatlarının, aklı ve kalbi ikna edip hüznünü sürura kalbeden hakikatları beyan eder. (Bak. 104.p.)



3075- Yukarıda bahsi geçen İhtiyarlar Risalesi’ndeki “Ricalar”dan da birkaç örnek görelim. Tafsilatını merak eden, me’haz kitaba bakmalıdır. “İh­tiyarlığa girdiğim zaman; bir gün güz mevsiminde, ikinei vaktinde, yüksek bir dağda dünyaya baktım. Birden gayet rikkatli ve hazin ve bir cihette karanlıklı bir halet bana geldi.” (L. 223)

3076- Hem”bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım; vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyazi-i Mısrî’nin:

Günde birtaşı bina-yı ömrümün düştü yere,

Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber..

dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor ve dünya ile beni kuvvetli bağlıyan ümidlerim, emellerim kop­maya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden müfarakat zamanı­nın yakınlaştığını hissettim. O manevi ve çok derin ve devasız görünen yara­nın merhemini aradım.” (L. 224)



3077- Hem yine” bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımdan, gafleti idame ettiren sıhhat-ı bedenim de bozulmuştu. İhtiyarlıkla hastalık, müttefikan bana hücum etti. Başıma vura vura uykumu kaçırdılar.

Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlıyacak alâkalar da yoktu. Genç­lik sersemliğiyle zayi ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün günah­lar, hatiatlar gördüm. Niyazi-i Mısrî gibi feryad eyliyerek dedim:

Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba,

Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.

Ağlayıp nalan edip düştüm yola tenha garib

Dide giryan, sine biryan, akıl hayran bîhaber.

O vakit gurbette idim. Me’yusane bir hüzün ve nedametkârane bir tees­süf ve istimdadkârane bir hasret hissettim.” (L. 225)

3078- “İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umumi’nin dağ­dağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul’a geldiğim vakit; ehemmiyetli bir şan ü şeref vaziyeti, hatta Halifeden, Şeyhülislâmdan, Baş­kumandandan tut, ta medrese talebelerine kadar haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vazi­yetin verdiği halet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki, adeta dün­yayı daimî, kendimi de lâyemutane dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum...” (L.231)

“İstanbul’da bir-iki sene yine gaflet galebe etti. Siyaset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp âfaka dağıtmış...” (L.236)



3079- Hem yine “bir zaman ehl-i dünya beni herşeyden tecrid ettiklerin­den beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Sıkıntıdan gelen bir gaflet ile, Risale-i Nur’un teselli verici ve meded edici nurlarına bakmıyarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki; gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedid ve muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyordu. Halbuki müdhiş bir fena, o be­kayı söndürüyor. O haletimde, yanık bir şairin dediği gibi dedim:

“Dil bekası, Hak fenası, istedi mülk-ü tenim

Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.”

Me’yusane başımı eğdim; birden (3:173) ­u[¬6«Y²7~ «v²Q¬9«— ­yÁV7~ _«X­A²K«& imda­dıma geldi, “Beni dikkatle oku!” dedi. Ben de günde beşyüz defa okudum. Okudukça yalnız ilmelyakîn ile değil, aynelyakîn ile çok kıymetdar envarından dokuz mertebe-i hasbiye bana inkişaf etti.” (L. 253) diyerek o in­kişaf eden hakikatları beyan eder.



3080- Cihan Harbi’nde Rus’un istilasında harabeye dönen Van vilayeti­nin hazin manzarasından tahassür ve şiddetli teessürlerin verdiği halet-i ruhiyesine gelen imdad-ı manevîyi ifade ederken de şöyle diyor:

“O yerler boş, harap, halî kalmış diye ağlamaların, Malik-i Hakikisinden gaflet ve insanları misafir tasavvur etmemekten ve malik tevehhüm etmek yanlışından ileri geliyor.... Fakat o yanlışlıktan ve o yakıcı vaziyetten bir haki­kat kapısı açıldı ve o hakikatı tam kabul etmeye nefis hazırlandı. Evet nasılki bir demir ateşe sokulur; ta yumuşasın, güzel ve menfaatdar bir şekil verilsin. Öyle de, o hüzün-engiz halet ve o dehşetli vaziyet ateş oldu, nefsimi yumu­şattı. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, mezkûr âyetin hakikatiyle, hakaik-ı imaniye­nin feyzini tam ona gösterdi, kabul ettirdi.” (L.250)



3081- Daha bu misaller “gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki: Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur’an-ı Hakim’in esrarından manevi ilaçlar alınsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddi ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir.” (M. 358) diyen Hz. Bediüzzaman, Risale-i Nur’un, insanlık dünyasının ve hele bu asır insanlığı­nın ıztırabını çektiği manevi dertlerinin devası olduğunu ilan eder. Hülasa, Risale-i Nur’dan ileri derecede istifade edebilmek için, manevi yaralarını his­sedip tedavisine ihtiyaç duymak gerektir. Aksi halde yani dünya emellerine ve hayatına meftun olmuş ve sefahete dalmış veya acz ve fakrını hissetmez bir istiğna ve gurur haletine girmiş veya enaniyet, şan ü şeref hırsı ve siyaset sarhoşluğu içine gömülmüş olanlar, hakaik-i imaniyeyi aklen anlasalar bile vicdanen, kalben ve ruhen tefeyyüz edip hakiki istifade edemezler veya çok noksan ve sathî kalırlar. Bediüzzaman Hz.nin şu ifadeleri şayan-ı dikkattir:

“Bir mevhibe-i ilahiye olan o esrar, halis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.” (M.70)

“Risale-i Nur, siyasetle alâkası olmadığından, siyasî bir kafa çabuk takdir edemiyor.” (E.L.I.223)

“Evet evet... acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zul­metler dağılır.” (M. 26)

“Hakaik-i Kur’aniye nurdur, ziyadır. Tasannu’, temelluk, tezellül zul­metleriyle birleşemiyor.” (L.44)

Bu misaller hayli çoğaltılabilir.




Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   900   901   902   903   904   905   906   907   ...   1221




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin