İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə126/1221
tarix05.01.2022
ölçüsü13,72 Mb.
#76819
1   ...   122   123   124   125   126   127   128   129   ...   1221
Bir atıf notu:

-Bediüzzaman Hz’nin gayret-i diniyesi, bak: 1043.p.

357- «Bediüzzaman, Şarkî Anadolu’da “Medresetüzzehra” namında bir dâr-ül fünun açmak, ya Van’da veyahut da Diyarbakır’da dâr-ül fünun dere­cesinde bir medrese te’sisine çalışmak için İstanbul’a geldi.» (T.H.54)

«İstanbul’daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi.

“Burada her müşkil halledilir, her suale cevab verilir. Fakat sual sorul­maz.”

İstanbul’da grup grup gelen ülemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç ya­şında böyle bilâistisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet mukni ve be­liğ ifade ve hârika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevkediyordu. Ve “Bediüzzaman” ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zatı, bir “nâ­dire-i hilkat” olarak tavsif ediyorlardı.

Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmi-ül Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahid Efendi İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde; Kürdis­tan’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İstanbul ülemâsı, Şeyh Bahid’den bu genç hocanın ilzam edilmesini is­terler. Şeyh Bahid de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir na­maz vakti Ayasofya Ca­mii’nden çıkıp çayhaneye oturul­duğunda bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahid Efendi, yanında ülema hazır bu­lunduğu halde Bediüzzaman’a hi­taben:

¬}Å[¬9_«W²C­Q7²~«— ¬}Å[¬=_«"­‡²—«ž²~ ¬±s«& |¬4 ­ÄY­T«#_«8

Yâni: “Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir?” der.

Şeyh Bahid Efendi’nin bu sualden maksadı; Bediüzzaman’ın şek olma­yan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek değil, belki zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini an­lamak idi. Buna karşı Bediüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:

_«8 _®8²Y«< ­f¬V«B«K«4 ¬}Å[¬8«Ÿ²,¬ž²_¬" °}«V¬8_«& _«"­‡²—«ž²~ Å–¬~

_«8 _®8²Y«< ­f¬V«B«K«4 ¬}Å[¬=_«"­‡²—«ž²²_¬" °}«V¬8_«& «}Å[¬9_«W²C­Q²7~ Å–¬~«—

«Yâni “Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğu­racak (Bak: 3420.p.sonu); Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğu­racak.”

Bu cevaba karşı Şeyh Bahid Hazretleri:

-Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar ve­ciz ve beligane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman’a hastır, de­miştir.» (T.H.52-54)

358- «Nihayet menhus Otuzbir Mart hâdisesi meydana gelir. Şeriat iste­yen ve o hâdisede ismi karışan onbeş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencere­den onları gördüğü bir halde muhakeme olunur.

Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar: “Sen de şeriat istemişsin?..”

Bediüzzaman cevap verir: “Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda et­meye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fa­kat, ihtilalcilerin isteyişi gibi değil!”

Bediüzzaman’ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tabedilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmiyerek, yolda Bayezid’den tâ Sulta­nahmet’e kadar arka­sında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde: “Zalimler için yaşasın Cehen­nem! Zâlimler için yaşasın Cehennem!” nidala­rıyla ilerlemiştir.» (T.H.60)



359- Bediüzzaman’ın bu mahkemedeki uzun müdafaasından iki parça:

«Eğer medeniyet, böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftira­lara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve di­yanette lâübalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise, herkes şahid olsun ki; o “saadet-sa­ray-ı medeniyet” tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel; Vilâyat-ı Şarkiyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırla­rını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Ana­dolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermâdır..» (T.H.77)

«Bu hükümet, zaman-ı istibdadda akla husumet ediyordu; şimdi de ha­yata ada­vet ediyor... Eğer hükümet böyle olursa, yaşasın cünun!.. Yaşasın mevt!.. Zâlimler için de yaşasın Cehennem!.. Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkâ­rımı onda be­yan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.» (T.H.61) (Tafsilat için aynı kaynak kitaba bakınız)

«Bundan sonra İstanbul’da fazla kalmaz, Van’a gitmek üzere İstan­bul’dan ayrı­lır.» (T.H.78)



360- «Van’a muvasalat ettikten sonra, aşâiri (aşiretleri) dolaşarak içtimaî, me­denî, ilmî derslerle onları irşada çalışmıştır. Bu hususta, sual-cevab ha­linde, “Münâzarat” isimli bir kitab neşretmiştir.» (T.H.79)

Sonra Van’dan Şam’a gider. Şam ülemâsının ilhahı ve ısrarı üzerine, Câmi-ül Emevî’de on bine yakın ve içerisinde yüz ehl-i ilim bulunan azîm bir cemaata karşı bir hutbe irad eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve tahsin ile kabule mazhar olur. Bi­lahare buradaki hutbesi, “Hutbe-i Şâmiye” namıyla tabedilmiş­tir.» (T.H.88)

«Şam’da fazla kalmadı. Şarkî Anadolu’da Medreset-üz Zehra namıyla vü­cuda getirmek istediği dârülfünunun küşadı için çalışmak üzere İstanbul’a geldi. Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahatı münasebetiyle, Vilâyât-ı Şarkiye namına refakat etti.» (T.H.101)

«O vakit Kosova’da, büyük bir İslâm dârüfünununun tesisine teşebbüs edil­mişti. Orada hem İttihadçılara, hem Sultan Reşad’a der ki: “Şark, böyle bir dârülfü­nuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâm’ın merkezi hükmünde­dir.” Bunun üze­rine şarkta bir dârülfünun açılacağını va’dederler. Bilahare Balkan Harbi çıkmasıyla o medrese yeri, yâni Kosova istila edilir. Bunun üzerine müra­caatla Kosova’daki dârülfünun için tahsis edilen ondokuz bin altın liranın şark dârülfünunu için veril­mesini taleb eder, bu talebi kabul edi­lir.

Bediüzzaman tekrar Van’a hareket eder. Van Gölü kenarındaki Artemit’te (Ed­remit) o dârülfünunun temeli atılır. Fakat ne çare ki Harb-i Umumi’nin zu­huruyla, teşebbüs geri kalır. Zaten o kış Molla Said talebele­rine: “Hazır olunuz, büyük bir musibet ve fekalet bize yaklaşıyor” diye haber vermişti.» (T.H.105)

361- Birinci Harb-i Umumîde gönüllü alay kumandanı olarak büyük feda­kârlık­lar gösteren «Bediüzzaman, Kafkas cephesinde Enver Paşa ve fırka ku­mandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van’a çekildi. Van’ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım talebeleriyle Van kal’asında şehid oluncaya kadar müdafaaya kat’î karar verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cevdet Bey’in ısrarıyla, Vastan kasabasına çekildi. Vali, kaymakam, ahali ve asker Bitlis tara­fına çekilirken, bir alay Kazak sü­varisi Vastan üzerine hücum etmişti. Molla Said, Van’dan kaçan ahalinin mal ve çoluk-çocuklarının düş­man eline geçme­mesi için otuz-kırk kadar kaçamamış asker ve bir kısım ta­lebeleriyle o Kazak­lara karşı koymuş ve hepsinin kurtulmasını sağla­mıştır. Hattâ hücum eden Ka­zaklara dehşet vermek için, geceleyin onların üstün­deki yüksek bir tepeye hü­cum tarzında çıkıyor; güya büyük bir imdat kuvveti gelmiş zannettirerek, Ka­zakları oyalayıp ilerletmiyordu.

Böylelikle Vastan’ın Rus istilasından kurtulmasına sebeb olmuştur.

O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymettar talebesi Molla Ha­bib ile “İşârât-ül İ’caz” namındaki tefsirini te’lif ediyordu. Bazan avcı hat­tında, bazan at üzerinde, bazan da sipere girdikleri zaman kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. İşârât-ül-İ’caz’ın büyük bir kısmı bu vaziyette te’lif edilmiştir.» (T.H.107)

362- «Bediüzzaman, o harbde gönüllülere cesaret vermek için sipere girme­ye­rek avcı hattında dolaşırdı.» (T.H.lll)

«Avcı hattında dolaşırken, vücuduna dört gülle isabet etmiş, fakat geri çe­kil­memiş ve gönüllülerin cesareti kırılmaması için sipere dahi girmemiştir. Hattâ bunu işiten Vali Memduh Bey ve Kumandan Kel Ali, “Aman geri çe­kil­sin!” diye haber gönderdikleri zaman, demiş:

-Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek..

Hakikaten üç gülle, ölecek yerine isabet ettiği halde; biri hançerini, diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir. Sabahleyin düşmanın bir taburu ile müsademe ederler, arkadaşlarının çoğu şehid olur. Hattâ yeğeni ve feda­kâr bir talebesi olan Ubeyd dahi kendi bedeline şehid düştükten sonra düşmanın üç sıra askerini yararak, geçip, hayatta kalan üç talebesiyle pek acip bir surette su üze­rinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralı, hem ayağı kı­rık bir halde, otuzüç saat su ve çamur içinde kalır.

Lâtif bir inayet-i İlahiyedir ki; otuzüç saat onlar Rus askerlerini gördük­leri ve Ruslar da onları aradıkları halde bulamadılar. Bu esnada Bediüzzaman, tale­beleri olan gönüllü fedâilere hitaben:

-Arkadaşlar! Durmayınız... Sizlere hakkımı helâl ettim, beni bırakınız, siz ken­dinizi kurtarmaya çalışınız, demesi üzerine, fedakâr ve kahraman talebe­ler:

-Sizi bu halde bırakıp gidemeyiz; şehid olursak, yine hizmetinizde olsun, deyip kalırlar. Sonra Ruslar esir edip; Van, Celfa, Tiflis, Kiloğrif, Kosturma’ya sevkederler.» (T.H.l13-l14)

363- «Bediüzzaman’ı üserâ kampına götürürler. Burada şu şekilde şayan-ı takdir bir hâdise cereyan eder. Şöyle ki:

Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamış­tır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkma­yınca, kumandan ter­cüman vasıtasıyla der: “Beni herhalde tanımadı­lar?”

Bediüzzaman: “Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.”

Kumandan: “Şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret edi­yorlar.”

Bediüzzaman: “Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenab-ı Hakk’ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kı­yam etmem.” der.

Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zâbit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahim neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.

Fakat Bediüzzaman: “Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat et­mem için bir pasaport hükmündedir.” deyip kemâl-i izzet ve şecaatle hiç ehem­miyet vermez. (Bak: İkrah-ı Mülci)

Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kıl­mak için müsaade ister; vazife-i diniyesini ifadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gerece­ğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek, Bediüzzaman’dan özür dileyip:

-O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getir­dim, rica ederim, beni affediniz, diyerek verilen idam hükmünü geri al­dırır.

Bediüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarında esarette kalır.» (T.H.l14-l15)

«Nihayet esaretten firar ile kurtulup; Petersburg ve Varşova’ya gelmeye muvaf­fak olur. Bilahare Viyana tarikiyle (1334) senesinde İstanbul’a teşrif eder.» (T.H.l16)

364- «İstanbul’da Dârülhikmet’te bulunduğu zaman, Sünuhat Risale­sinde yaz­dığı gayet acib bir vâkıa-i Ruhaniye:

Rüyada bir Hitabe:

1335 senesi Eylülünde, dehrin hâdisatının verdiği yeis ile şiddetle muzdarib idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Manen rüya olan yakazada bu­lama­dım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sadıkada bir ziya gör­düm. Tafsilatı terk ile, bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki: Bir Cuma gece­sinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi dedi: “Mukad­derat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.”

Gittim gördüm ki: Münevver, emsalini dünyada görmediğim, selef-i salihînden ve a’sarın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir mec­lis gördüm. Hicab edip kapıda durdum.

Onlardan bir zat dedi ki: “Ey felaket helaket asrının adamı! Senin de bir re­yin var, fikrini beyan et.”

Ayakta durup dedim: “Sorun, cevab vereyim.”

Biri dedi: “Bu mağlubiyetin neticesi ne olacak? Galibiyette ne olurdu?”

365- Dedim: Musibet, şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felaket ol­duğu gibi, felaketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile, kendini yek-vücud olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilafete bayrakdar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felaketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telafi edi­lecektir. Zira şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuv­vet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil etti. Biz incinir iken, âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa zi­yade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üçyüz dirileceğiz. Hârikalar as­rındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda di­rilenler var. Biz mağlubiyetle bir saadet-i âcile-i (¬š y«V¬%«_2) muvakkata kay­bettik; fakat bir saadet-i âcile-i (¬š y«V¬%³!) müstemirre bizi bekli­yor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve mahdud olan hali, geniş istik­bal ile mübadele eden kazanır.

Birden meclis tarafından denildi: İzah et!



366- Dedim: Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebe­sine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da iste­mez. Galib olsa idik, hasmımız düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedidane kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimane, hem ta­biat-ı Âlem-i İslâma münafi, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaa­tine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzeddir. Eğer ona yapışsa idik, âlem-i İslâmı fıtratına tabiatına muhalif bir yola süre­cek idik.

Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeri­atta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden; maslahat-ı beşer fetva­sıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gad­dar, ma­nen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhde edecek idik.



367- Meclisten biri dedi: Neden Şeriat şu medeniyeti reddediyor? (*)

Dedim: Çünki beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuv­vet­tir. O ise şe’ni, tecavüzdür. Hedef-i kasdı, menfaattır. O ise şe’ni, tezahümdür. Ha­yatta düsturu cidaldir. O ise şe’ni, tenazu’dur. Kitleler ma­bey­nindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfi milliyettir. O ise şe’ni, böyle müdhiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci’ ve ar­zularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise şe’ni, insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i manevî­sine sebeb olmaktır. Bu medenilerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir. İşte onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşak­kate şekavete atmış; onunu mümevveh (hayalî) saadete çıkarmış, diğer onu da beynebeyne (ikisi ortası) bırakmış. Saadet odur ki: Külle ya eksere saadet ola. Bu ise ekall-i kalilindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur’an ancak umumun, lâakal ekseri­yetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Hem serbest hevanın ta­hakkümüyle, havaic-i gayr-ı za­ruriye havaic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedeviyette bir adam dört şeye muhtaç iken; medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y masrafa kâfi gelmediğinden hileye harama sevketmekle ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate nev’e ver­diği servet haşmete bedel, ferdi şahsı fakir, ahlâksız etmiştir. Kurun-u Ulânın mecmu-u vahşetini bu medeniyet bir de­fada kustu!

Âlem-i İslâm’ın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve ka­bulde ızdırabı cay-i dikkattir. Zira istiğna ve istiklaliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlahî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizac etmez, bel’ olunmaz, tabi olmaz... Bir asıldan tev’em (ikiz) olarak neş’et eden eski Roma ve Yunan iki dehaları; su ve yağ gibi mürur-u a’sar (asırlar), me­deniyet ve Hristiyanlığın temzicine çalıştığı halde, yine istiklallerini muha­faza, adeta tenasuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizac olun­mazsa, şe­riatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim pis medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel’olunmaz..

368- Dediler: Şeriat-ı Garra’daki medeniyet nasıldır?

Dedim: Şeriat-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) tazammun ettiği ve emrettiği me­deniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir. Onun menfi esasları ye­rine müsbet esaslar vaz’eder. İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe’ni ada­let ve tevazündür. Hedef de menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni mu­habbet ve tecazübdür. Cihet-ül vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki, şe’ni samimi uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavü­züne karşı yalnız tedafü’dür. Hayatta düstur-u cihal yerine düstur-u teavündür ki, şe’ni ittihad ve tesanüddür. Heva yerine hüdadır ki, şe’ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür. Hevayı tahdid eder, nefsin hevasat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.



369- Demek biz mağlubiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cum­hurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa; İslâmdan dok­san, belki doksanbeştir. Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayd veya muarız kalmakla, hem istinadsız hem bütün emeğini heder hem onun istilasıyla istihaleye maruz kalmaktan ise, âkılane davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip kendine hâdim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kal­dıkça dosttur. Nasılki düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır. Şu iki cereyan birbirine zıd, hedefleri, zıd, menfa­atleri zıd olduğundan; birincisi dese “Öl!”, diğeri diyecek “Diril!”, Birinin menfaatı, zarar, ihtilaf, tedenni, za’f, uyuma­mızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaatı dahi, kuvvetimizi itti­hadımızı bizzarure iktiza eder.

Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zail oldu ve olmalı. Garb hu­sumeti, İslâm’ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebebdir, baki kal­malı.

Birden o meclisden tasdik emareleri tezahür etti. Dediler: “Evet ümidvar olu­nuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslâmın sadası olacak­tır!..”

370- Tekrar biri sordu: Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdiniz ki, şu musibetle hük­metti. Musibet-i amme, ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfa­tınız nedir?

Dedim: Mukaddemesi, üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: Sa­lat, savm, zekat. Zira yirmidört saattan yalnız bir saatı, beş namaz için Hâlik Teâla biz­den istedi. Tenbellik ettik. Beş sene yirmidört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı.

Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffareten beş sene oruç tutturdu. On’dan ya kırktan yalnız biri, ihsan ettiği mal­dan zekat istedi. Buhl ettik, zulmettik. O da bizden müterakim zekatı aldı.

¬u«W«Q²7~ ¬j²X¬% ²w¬8 ­š~«i«D²7«~

Mükâfat-ı hazıramız ise; fâsık, günahkâr bir milletten hums olan dört mil­yonu velayet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hata­dan neş’et eden müşterek musibet, Mazi günahını sildi.

Yine biri dedi: Bir âmir, hata ile felakete atmış ise?

Dedim: Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatâdarın hasenatı verile­cektir (O ise hiç hükmünde) veya hazine-i gayb verecektir. Hazine-i gaybda böyle iş­lerdeki mükâfatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir.

Baktım meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, el-pençe ya­takta oturmuş kendimi buldum. O gece böyle geçti. » (T.H.130-134)

«İstanbul’da İngilizler desiseleriyle Şeyhülislâmı ve diğer bazı ülemayı lehlerine çevirmeğe çalışmalarına mukabil, Bediüzzaman “Hutuvat-ı Sitte” adlı eseri ve İs­tanbul’daki faaliyeti ile; İngiliz’in âlem-i İslâm ve Türkler aley­hin­deki müstemleke­cilik siyasetini ve entrikalarını, tarihî düşmanlığını etrafa neş­rederek Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en bü­yük âmillerden birisi ol­muştu.» (T.H.138)

371- Bediüzzaman 1920’de neşrettiği mezkûr Hutuvat-ı Sitte eserinde İngi­liz’in aleyhimizdeki aldatıcı propagandasının içyüzünü efkâr-ı ammeye şöyle beyan edi­yor:

«Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şey­tanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her tarafına kun­dak sokan “El-Hannas”altı hutuvatıyla âlem-i İslâm’ı ifsad için insan­larda ve insan cemaatlarındaki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır ma­denleri fiilî propaganda ile işlettiriyor, zaif damarları bulunuyor.

Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı cahını, kiminin tamaını, kiminin humkunu, kiminin dinsizliğini, hatta en garibi kiminin de taassubunu işletip si­yase­tine vasıta ediyor.

372- Birinci Hatvesi:

Der veya dedirir: Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müstehak oldu­nuz, ka­der zalim değil adalet eder. Öyle ise size karşı muameleme razı olu­nuz.

Şu vesveseye karşı demeliyiz: Kader-i İlahî isyanımız için musibet verir. Ona rızadade olmak, o günahtan tevbe demektir. Sen ey mel’un! Günahımız için değil, İslâmiyetimiz için zulmettin ve ediyorsun. Ona rıza ve ihtiyarla inkıyad etmek -neuzübillah- İslâmiyet’ten nedamet ve yüz çevirmek demek­tir.

Evet aynı şeyi, hem musibettir Allah verir, adalet eder. Çünki günahı­mıza, şer­rimize zecren ondan vazgeçirmek için verir. O şeyi aynı zamanda beşer verir, zul­meder. Çünki başka sebebe binaen ceza verir. Nasılki düş­man-ı İslâm aynı şeyi bize icra ediyor. Çünki müslümanız.



373- İkinci Hatvesi:

Der ve dedirir: Başka kâfirlere dost olduğunuz gibi bana da dost ve tarafdar olunuz. Neden çekiniyorsunuz?

Şu vesveseye karşı deriz: Muavenet eli kabul etmek ayrıdır, adavet eli öp­mek de ayrıdır. Bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et et­mek lâzım olma­dığından İslâm’ın eski ve mütecaviz bir düşmanı def’ için bir kâfir muavenet eli uzatsa kabul etmek, İslâmiyet’e hizmettir.

Sen ise ey mel’un kâfir! Senin küfründen neş’et eden teskin kabul etmez husu­met elini öpmek değil, temas etmek de İslâmiyet’e adavet etmek de­mektir.



374- Üçüncü Hatvesi:

Der veya dedirir: Şimdiye kadar sizi idare edenler fenalık ettiler, karıştır­dı­lar. Öyle ise bana razı olunuz.

Bu vesveseye karşı deriz: Ey el-hannas! Onların fenalıklarının asıl sebebi de sensin. Âlemi onlara darlaştırdın, damar-ı hayatı kestin. Evlad-ı nameşruunu onlara karıştırdın, Dinsizliğe sevkederek dini rüşvet isterdin. Onlara bedel seni kabul et­mek, müteneccis su ile necis olmuş bir libası hın­zırın bevliyle yıkamak demektir. Sen yalnız hayvancasına bir hayat-ı sefila­neyi bize bırakıyorsun. İn­sanca, İslâmca hayatı öldürüyorsun. Biz ise hem insancasına, hem İslâmcasına yaşamak istiyoruz. Senin rağmına yaşıyacağız!..

375- Dördüncü Hatvesi:

Der veya dedirtir: Sizi idare eden ve bana muhasım vaziyetini alanlar -ki Ana­dolu’daki sergerdeleridir- maksadları başkadır. Niyetleri din ve İslâmiyet değildir.

Şu vesveseye karşı deriz: Vesilelerde niyetin tesiri azdır. Maksadın hakikatını tağyir etmez. Çünki Maksud, vesilenin vücuduna terettüb eder. İçin­deki niyete bakmaz. Meselâ: Ben bir define veya su bulmak için bir kuyu kazı­yorum. Biri geldi, kendini saklamak veya orada müzahrafatını defnetmek için bana yardım ederek kazdı. Suyun çıkmasına ve define bulunmasına ni­yeti tesir etmez. Su, fiiline kazma­sına bakar, niyetine bakmaz. Bunun gibi onlar bizi Kâbe’ye götürüyorlar, Kur’anı yüksek tutmak istiyorlar. Bütün fe­laketlerimizin menbaı olan Avrupa muhabbetine bedel, husumetini esas tu­tuyorlar. Niyetleri ne olursa olsun, bu maksadların hakikatını tağyir edemez

376- Beşinci Hatvesi: Der: İrade-i hilafet, siyasetimin lehinde çıktı.

Şu veseveseye karşı deriz: Bir şahsın arzu-yu zatîsi ve emr-i hususîsi baş­ka­dır, ümmet namına emin olarak deruhde ettiği emanet-i hilafetten hasıl olan şah­siyet-i maneviyenin iradesi bambaşkadır. Bu irade bir akıldan çıkıp, bir kuvvete istinad ederek, âlem-i İslâm’ın maslahatını takib eder. Aklı ise, şûra-yı ümmet­tir; senin ves­vesen değil. Kuvveti, müsellah ordusu, hür mille­tidir; senin sün­gülerin değildir. Maslahatta muhitten merkeze nazar edip, İs­lâm için faide-i uzmayı tercih etmektir. Yoksa aksine olarak merkezden mu­hite bakmakla âlem-i İslâm’ı bu devlete, bu devleti de Anadolu’ya, Ana­dolu’yu da İstanbul’a, İstan­bul’u da hanedan-ı saltanata taarruz vaktinde feda eder gibi hod-endişane fikir ve irade, değil Vahdeddin gibi mütedeyyin bir zat, hatta en fâcir bir adam da yalnız ism-i hilafeti taşıdığı için ihti­yarıyla et­mez. Demek mükrehtir. O halde ona itaat, adem-i itaattır.



377- Altıncısı Hatvesi. Der ki: Bana karşı mukavemetiniz beyhudedir. Müttefi­kiniz beraberken yapamadığınız şeyi, şimdi nasıl yapacaksınız?

Şu vesveseye karşı deriz: en ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta duran aza­metli kuvvetin bizi ye’se düşürmüyor. Evvela hile ve fitne perde altında kal­dıkça te­sir eder. Zahire çıkmakla iflas eder, kuvveti söner. Perde öyle yır­tılmış ki, senin ya­lanın, hilen, fitnen hezeyana, maskaralığa inkılab edip akîm kalıyor. Bu defaki Ana­dolu’ya karşı ..... gibi.

Saniyen: O kof kuvvetin yüzde doksanı, sana karşı itilaf kabul etmez muhasım bir cereyan atalete mahkum ediyor. Fazla kalan kuvvetinle, dert ve dermanda müş­terek olan âlem-i İslâm’ı susturacak, depretmiyecek derecede es­kisi gibi bir istibdad altında tutmak; ihtimal versen, şeytan iken eşeğin eşeği olursun. Hey ekpek-ül küpeka...! Köpekten tekeppük etmiş köpek!..

Salisen: Madem ki öldürüyorsun, ölmek iki suretledir: Birinci suret: Se­nin aya­ğına düşmek, teslim olmak suretinde ruhumuzu, vicdanımızı elleri­mizle öl­dürmek; cesedi de güya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir. İkinci suret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla. Ruh ve kalbi­miz sağ kalır, cesed de şehid olur. Akide-i faziletimiz tahkir edilmez, İslâmi­yet’in izzetiyle istihza edilmez. Elhasıl: İs­lâmiyet muhabbeti, senin husume­tini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.

Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki; (İ.G.Z.) milletinin ihtiras ve menfaatını, İslâmiyet’in menfaat ve izzetiyle kabil-i tevfik görüyor. Burada en sefil ve en ahmak kalb öylelerin kalbidir ki; hayatı onun himayeti altında kabul eder. Hayatımızı onun himayeti altında kabul görü­yor. Çünki öyle bir şarta hayatımızı ta’lik ediyor ki, muhal ender muhaldir.

378- Der: Yaşayınız, fakat bir tek adam bana hıyanet etse yakarım, yıka­rım!... Şayet bir adam hakka sadakat namına onun kâfirane zulmüne karşı hı­ya­net etse Ayasofya’ya iltica etse, milyarlara değer o mukaddes binayı harab eder. Veyahut bir köyde ona bir hain bulunsa, çoluk çocuğuyla mahvetmek veya bir cemaatta ona muzır biri varsa cemaatı ifna etmek, her vakit ken­dinde salâhiyet görüyor. Lânet o medeniyete ki, ona o salâhiyeti vermiş.

Acaba bütün millet bir kalbde, hem münafık hançer zulmünden müte­lezziz olacak ahmak bir kalbde ittifakından daha muhal ne var? Şeytan gibi hasis iş­leri, fena ahlâkları teşci’ ve himaye eder, iyi hisleri söndürür. Hem in­sanî, İslâmî hayatı men’etmekle beraber muvakkat hayvanî bir hayatı, iki genc-i mü­cehhez, pençeli, ekseriyeti kazanmak için imhayı esas proğram yapmış iki kelbi iki ciğerimize mu­sallat ederek bizi silahdan tecrid ediyor. İşte onun himayeti, işte hayatımız..

O hasım, gösterdiği kin ve husumet harbden neş’et etme değildir. Harbden ol­saydı tabii mağlubiyetimizle sairlerin husumeti gibi sükûnet bu­lurdu. Hem hasmın uzakta çirkin yüzündeki riyakârane çizgileri güzel zan­nedilirdi. Yakında görenler inşaallah daha aldanmaz...!

¬€«Ÿ¬U²L­W²7~ ­u¬±Z«K­# «t¬7«g«6 ¬€~«‡Y­P²E­W²7~ ­d[¬A­# ¬€~«‡—­hÅN7 ~Å–«~ _«W«6



379- Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiye sebebiyle camusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret.

Hem darb-ı mesel olmuş “keçinin kurttan havfı” ızdırar vaktinde muka­ve­mete inkılab eder. Boynuzuyla kurdun karnını deldiği vakidir. İşte hârika bir şe­caat. Fıtrî meyelan, mukavemetsûzdur. Bir avuç su kalın bir demir gülle içinde atılsa, kışta so­ğuğa maruz bırakılsa meyl-i inbisat demiri parçalar. Evet şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ızdırarî şecaatı gibi... Fıtrî bir heyecan demir gül­lede su gibi, zulmün bürudetli husumet-i kâfiranesine maruz kal­dıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahiddir.

Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâ­miyet’in tabiatındaki âlem-pesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit muci­zeleri gösterebilir.» (A.B.l14-l19) diyerek İngiliz emperyaliz­mine karşı idamı da göze alarak mukabele etmiştir.

Hem yine İngilizlere karşı başka bir beyanatında şöyle diyor:

«Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı’nın toplarını tahrib ve İstan­bul’u istila ettiği hengamda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Angli­kan Kilisesinin başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiye’den dinî altı sual so­ruldu. Ben de o zaman, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye’nin azası idim. Bana de­diler: “Bir cevab ver. Onlar, altı suallerine altıyüz kelime ile cevab istiyorlar.” Ben dedim: “Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime ile değil, belki bir tükürük ile cevab veriyorum. Çünki o devlet, işte görüyorsu­nuz ayağını bo­ğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor.. Tükü­rün o ehl-i zul­mün o merhametsiz yüzüne!... demiştim.» (T.H.138)

380- Evet 1921 senesinde İngiltere’nin en büyük dinî dairesi olan Angli­kan Kili­sesi başpapazının Meşihat-ı İslâmiye’den sorduğu mezkûr suale, o zaman Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azası olan Bediüzzaman Said Nursî Haz­retlerinin verdiği nim-manzum cevabı şöyledir:

381- «Bir zaman bî-aman İslâm’ın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte ken­dini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle, hem inkâr sure­tinde, hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde, pek şematetkârane bir istifhamiyle dört şey sordu bizden. Altıyüz kelime istedi. Şematetine karşı, yü­züne “tuh!” de­mek; desisesine karşı küsmekle sükût et­mek; inkârına karşı da, tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatab etmem. Bir hak-perest adama böyle cevabımız var. O dedi birin­cide:

Muhammed (Aleyhissalatü Vesselâm) dini nedir?”

Dedim: İşte Kur’andır. Erkân-ı sitte-i iman, erkân-ı hamse-i İslâm, esas maksad-ı Kur’an.


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   122   123   124   125   126   127   128   129   ...   1221




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin