İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə231/1221
tarix05.01.2022
ölçüsü13,72 Mb.
#76819
1   ...   227   228   229   230   231   232   233   234   ...   1221
İki atıf notu:

-İrşad, maneviyatla beraber delillere de istinad etmelidir, bak: 1706.p.

-Mütekellimînden biri gelip hakaik-i imaniyeyi isbat edeceğinin ihbarı, bak: 3067/1.p.

661- Hakka isabet için, önce inayet ve hikmet-i İlahiye nazarıyla bakmak esastır. Ezcümle, Kur’an (22:73) gibi bazı âyetlerde sinek ve hakir şeylerden getirilen mi­sallerin hikmet ve hakikatını anlamak için bu esastan hareket et­mek gerektiği şöyle ifade ediliyor:

«(2:26) ²v¬Z¬±"«‡ ²w¬8 Çs«E²7~ ­yÅ9«~ «–Y­W«V²Q«[«4 ~Y­X«8³~ «w<¬gÅ7~ Å•«_«4 Her kim inayet-i eze­liye ile rububiyet-i İlahiyeyi göz önüne getirip Allah canibinden, kudretin azameti al­tında bakarsa, }«/Y­Q«" ve emsaliyle getirilen temsillerin, belâgat ka­nunlarına mu­va­fık ve Cenab-ı Hak’tan hak olduğunu tasdik eder. Fakat her kim nefsinin emri al­tında mümkinatı nazara alarak bakarsa, şüphesiz vehim­ler onu havalandırır, dalâle­tin bataklığına atar.

Bu iki taife insanların meseli, şöyle iki şahsın meseline benzer ki: Onlar­dan bi­risi yukarıya, diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını gö­rürler. Yuka­rıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip da­ğılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesa­düf ederse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüd etmez. İşte bu itibarla, kendi­sine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise; arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup ol­madığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan do­layı vehimlere maruz kalır. Edna bir vehim, o kafasızı yoldan çıkarır.

Yahud o iki taifenin misali, ellerinde bir âyine bulunan iki şahsın misa­line ben­zer ki; birisi âyinenin şeffaf yüzüne bakar, içinde kendisini gördüğü gibi çok şeyleri de görebilir. Öteki adam ise, âyinenin renkli yüzüne bakar, birşey anlayamaz.

Hülasa: Allah’ın sun’una, ef’aline, kelâmına, temsilatına, üslublarına; ina­yet ve rububiyetini mülahaza etmekle beraber, Allah’ın cânibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da, ancak nur-u îmanla olur. Bu itibarla vehimler olsa bile, ancak örümcek ağının kıymet ve kuvvetinde olur. Eğer mümkinat cihetin­den cüz’î fikriyle, müşteri nazarıyla bakarsa, zaif bir vehim bile onun naza­rında bir dağ gibi olur. Cûdi Dağı’nı gözün rü’yetinden meneden sineğin ka­nadı gibi; zaif, küçük bir vehim de, hakikatı onun gözünün görmesinden setreder.» (İ.İ.161.) (Bak: Nokta-i Nazar)

662- «Kaide-i mukarreredir ki: “Bir isbat edici, çok nefyedicilere tereccuh edi­yor.” Bir davaya müsbit bir şâhidin hükmü, yüz nâfilere râcih olur. Bu hakikata bir temsil ile bak. Şöyle ki: Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla, o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemiyeceği söyle­nemez.

İşte hakaik-ı imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor, kapıyı açıyor. Birtek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazge­çilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya ce­halet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; isbat edici bütün delil­leri nazardan iskat ediyor. İşte bu saraya girilmez, belki saray değildir, içinde birşey yoktur der, kandırır.» (L.89)

Hem «bir bürhan ile elde edilen netice-i tevhidi bazı insanlar isti’zam ile dar zi­hinlerine sıkıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hale karşı o kat’i, sahih bürhanı reddetmek üzere: “Bu neticeyi, bu kadar azametiyle şu bürhan (onu) intac edemez.” diye bahaneler ile kabul etmez. O miskin bilmez mi ki, neti­cenin kayyumu imandır. Bürhan, ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahaza bürhan bir değildir, bin değildir. Zerrat-ı âlem adedince bürhanlar vardır.» (M.N.198)

Evet «imanî mes’elelerde şüphe; bir delili, hatta yüz delili atsa da, med­lûle îras-ı zarar edemez. Çünki binler delil var.» (H.Ş.124) (Bak: Hads)



663- «Hakaik-ı imaniyeyi isbat için îrad edilen bürhanlar ve delilleri tedkik ederken, şu kocaman neticeyi bu zaîf, nahif delil intac edemez diye tenkidatta bu­lunma. Zira za’fiyetiyle ittiham ettiğin o delilin sağında ve so­lunda bulunan takviye kuvvetleri ve kıt’aları pek çoktur. Evet İslâmiyet’in sıdkına delâlet eden şâhidlerden, şehidlerden, bürhanlardan, delillerden, emarelerden her birisi, o müdafaa meyda­nında arkadaşını himaye etmekle sıhhat raporunu imzalıyarak sağlam olduğunu tas­dik eder. O da, onun ilim ve haberine ehl-i vukuf olur. Çünki hakaik-ı imaniyede hedef sübuttur, nefy değildir. Sabit olan bir şeyi gösterenlerin biri, bin gibidir. Zira sübutta göste­renlerin gösterme tarzları birbirine uygun ve muvafık olduğundan, her birisi ötekileri tezkiye ve tasdik etmiş olur. Nefy cihetinde, nefy edenlerin şehadetlerinde tevafuk yoktur. Nefylerine mütehalif esbab gösterirler. Bu­nun için, şehadetleri birbirinin sıhhatine delil olamaz. Çünki tevafuk yok.» (M.N.102)

«Evet sübutî bir emri ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefyetmenin gayet müşkil olduğu, bu temsilden görünür. Şöyle ki; biri dese: Süt konser­veleri olan ga­yet hârika bir bahçe, Küre-i Arz üzerinde vardır. Diğeri dese: Yoktur. İsbat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle kolayca davasını isbat eder.

İnkâr eden adam, nefyini isbat etmek için Küre-i Arzı bütün görmek ve gös­termekle davasını isbat edebilir. Aynen öyle de: Cennet’i ihbar edenler yüzbinler tereşşuhatını, meyvelerini, âsârını gösterdiklerinden kat-ı nazar, iki şâhid-i sâdıkın sübutuna şehadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden, hadsiz bir kâinatı ve hadsiz ebedî zamanı temaşa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını isbat edebilir, ademini gösterebilir.» (S.118) (Bak: 1635.p.)

664- «Maahâza bürhanların hey’et-i mecmuasına terettüb eden matlubun kuv­vet ve vuzuhunu her ferdden istemek ve her ferdde aramak, aklın hasta­lığına, zih­nin cüz’iyetine işaret olup, matlubu red ve inkâr için bir zemin teş­kil ediyor. Binae­naleyh bir bürhana bakıldığı zaman za’fiyetten dolayı ve­himler başgösterirse, öteki bürhanlardan süzülen kuvvet ile ortada za’fiyet kalmaz, vehimler de dağılır. Maahâza bazı bürhanlar suya benziyor, bir kısmı da havaya benziyor, bir kısmı da ziya gibidir. Binaenaleyh, bu gibi bürhanları gayet latif ve dikkatli ince bir fikir ile arayıp tutmalıdır ki; dökülmesin, sön­mesin, uçmasın!...» (M.N.63)

665- Hem «Cenab-ı Hakk’ın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyat ve şâhidlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berahin ve deliller me­samatıyla temaşa etmek iktiza ediyor ki; senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen her bir nuru tenkid parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkid etme! Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma! Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müte­veccih ol, dur. Çünki ben müşa­hede ettim ki, marifetullahın şâhidleri, bürhanları üç çeşittir:

Bir kısmı: Su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kı­sımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkid parmakla­rıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı me­kân ittihaz et­mez.

İkinci kısım: Hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesimine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut; tenkid elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et! Tereddüd ile baksan, tenkid ile el atsan o yürür gider. Senin elini mesken it­tihaz etmez, ona râzı olmaz.

Üçüncü kısım ise: Nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutu­lur. Öyle ise sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünki nur; el ile tutulmaz, parmaklar ile avlanmaz; belki o nur ancak basiret nuruyla avla­nır. Eğer haris ve maddi elini uzat­san ve maddi mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünki öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda da gi­remez. Kesifi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.» (L.128)



666- «Mesail-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri, bürhan-ı kat’î istese, di­ğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder. Başkası, yalnız bir kabul-ü teslimî ve red­detmemek ister. Öyle ise, esasat-ı imaniyyeden olmayan mesail-i fer’iye veya vukuat-ı zamaniyenin herbirinde bir iz’an-ı yakîn ile bir bürhan-ı kat’î iste­nilmez. Belki yalnız reddetme­mek ve teslimiyetle ilişmemektir.» (S.341)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   227   228   229   230   231   232   233   234   ...   1221




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin