Bir atıf notu:
-Hakkın tarifi, bak: l133.p.
1305- Evet herhangi bir şeyin değer ve hakikatı hakkında doğru hüküm verilebilmesi, o şeyi yapan kimsenin onda takib ettiği gaye ve hikmetin bilinmesine bağlıdır. Bu hikmet ve gayelerin bilinmesinde en isabetli yol, eser sahibinin bizzat kendi beyanıdır. Başkaların o eser hakkındaki sözleri, nazarî ve tahminî olur. Öyle de, kâinat hakikatlerini ve insanların yaratılış gaye ve hikmetlerini doğru ve isabetli olarak bilmek, ancak Hâlik-i Kâinat’ın bildirmesiyle mümkündür. İşte Kur’an, Hâlik-ı Kâinat’ın gaye ve hikmetlerini bildiren Kelâmullah olduğundan, kâinat hakikatleri ve hilkat-ı beşerin hikmetleri, şaibesiz ve tam isabetli olarak ancak aklın ve kalbin kemalâtı nisbetinde Kur’andan öğrenilebilir. Evet “Kur’an, gösterdiği o hakaik-i İlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukulü “sadakte” deyip o hakaikı kabul eder. Kur’ana “Bârekallah” der... Amma ahval-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-ı beşer kendi başıyla yetişemiyor, göremiyor. Fakat Kur’anın gösterdiği yollar ile onları görmek derecesinde isbat ediyor.” (S.406)
İşte bu gibi sebeblerden akıl, felsefe ve hikmet-i beşeriye, Kur’ana tabi olmak mecburiyetinde olup, kendi dar anlayışını âleme hâkim kılamaz.
1305/1- Hem “(21:23) u«Q²S«< _ÈW«2 u«¶[²K< « t²VW²7~ y«7«— Çs«E²7~y7 ²Y«5 (6:73) Kat’iyyen bil ki, Cenab-ı Fa’al-i Hakîm’in işinden sual olunmaz. Evet hiçbir şeyin, hiçbir ilmin ve hiç bir hikmetin hakkı yoktur ki, ondan sual etsin: Zira o, mülkünde istediği gibi tasarruf eden bir Mâlik-ül Mülk-i Zülcelal’dir. Ve bizim bilmediğimizi bilen bir alîm ve hakîmdir. Öyle ise bir şeyin hikmetine ilmimizin ermemesi, o şeyin hikmetsizliğine delalet etmez. Evet mutlak ekserde görünen hikmet-i amme, burada bize mestur olup, görünmeyen hikmetin vücuduna da şahid-i kat’idir.” (M.Nu. 572) (Bak: Nokta-i Nazar)
Keza “hiç bir insanın Cenab-ı Hakk’a karşı hakk-ı itirazı yoktur ve şekva ve şikayete de haddi yoktur. Çünki, şikayet eden ferdin hilaf-ı hevesini iktiza eden nizam-ı âlemde binlerce hikmet vardır. O ferdi irza etmekte, o bin hikmetin iğdabı vardır. Bir ferdi razı etmek için, bin hikmet feda edilemez.
(23:71) Œ²‡«²~«— ~«Y«WÅK7~ ¬«f«K«S«7 ²vZ«=~«Y²;«~ Çs«E²7~ «p«AÅB²7~ ¬Y«7«— Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider.
Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nıkmet olmasın. Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için, felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin! ...” (M.N. 192)
Kur’an (18:51) âyetinde Allah’ın hilkat-ı âlemde kimseyi şahid tutmadığını yani hikmet ve meşietiyle mahlukatı kendisinin halkettiğini bildirir.
Kur’an (2:216) âyetinde, hayır ve şerrin tesbitinde insan anlayışının nakısiyeti ifade edilir.
1306- Kur’anda (2:32,120) (3:61)) (10:93) 13:37) (19:43) (22:54) (28:80) (29:49) (30:56) (34:6) (42:14) (45:17) (46:23) (58:ll) (67:26) ve emsali âyetlerin küllî manaları içinde; hakiki, ezelî ve ebedî ilim, hak ve hikmet yalnız Allah’ta olup, insanlara ancak Allah tarafından dilediği kadar gönderilir, verilir. İnsan ise, ihtiyarı ile bu i’ta olunan ilm-i hakikatı öğrenip yaşamaya çalışır diye mezkûr âyetlerden müşterek bir mana da anlaşılır ve ders alınır.
1307- Kur’anda hikmet hakkında çok âyetler vardır. Ezcümle, hikmet-i Kur’aniyeyi hayr-ı kesir olarak tavsif eden:
~®h[¬C«6 ~®h²[«‘ «|¬#—~ ²f«T«4 «}«W²U¬E²7~ «ÌY< ²w«8«— (2:269) âyet-i meşhuresinin ve emsali âyetlerin beyan ettiği hakikatı, “dört esas” ile izah eden Sözler namındaki eserden “ üç esası” aynen alıyoruz:
“Birinci Esas: Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak:
Bir zaman hem dindar, hem gayet san’atkâr bir Hâkim-i Namdar istedi ki: Kur’an-ı Hakim’i meanisindeki kudsiyetine ve kelimatındaki i’caza şayeste bir yazı ile yazsın. O mu’ciz-nüma kamete, hârika bir libas giydirilsin. İşte o nakkaş zat, Kur’anı pek acib bir tarzda yazdı Bütün kıymetdar cevherleri, yazısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını lü’lü ve akik ile ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini altın ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki; okumayı bilen ve bilmiyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatın nazarına o suri güzellik, manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işaratı olduğundan, pek kıymetdar bir antika olmuştur...
1308- Sonra o Hâkim, şu musanna ve murassa Kur’anı, bir ecnebi feylesofa ve bir müslüman âlimine gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: “Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.”Evvela o feylesof, sonra o âlim, ona dair birer kitab te’lif ettiler. Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hasiyetlerinden ve tarifatından bahseder. Manasına hiç ilişmez. Çünki o ecnebi adam, arabi hattı okumayı hiç bilmez. Hatta o müzeyyen Kur’anı, bilmiyor ki bir kitabdır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lakin çendan arabi bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, mahir bir kımyagerdir, sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu san’atlara göre eserini yazdı.
Amma Müslüman âlim ise ona baktığı vakit anladı ki: O Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an-ı Hakim’dir. İşte bu hakperest zat, ne tezyinat-ı zahiriyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği mes’elelerinden daha âlî, daha gali, daha latif, daha şerif, daha nâfi, daha câmi’. Çünki nukuşun perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden ve envar-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı. Sonra ikisi, eserlerini götürüp o Hâkim-i Zişan’a takdim ettiler. O Hâkim, evvela feylesofun eserini aldı. Baktı gördü ki: O hodpesent ve tabiatperest adam, çok çalışmış. Fakat hiç hakiki hikmetini yazmamış. Hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünki o menba-ı hakaik olan Kur’anı, manasız nukuş zannederek mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o Hâkim-i Hakîm dahi, onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.
Sonra öteki hak-perest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki. Gayet güzel ve nâfi’ bir tefsir ve gayet hakîmane, mürşidane bir te’liftir. “Aferin, bârekallah” dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san’atkârdır. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden “on altın verilsin” irade etti.
1309- Eğer temsili fehmettin ise, bak, hakikatın yüzünü de gör:
Amma o müzeyyen Kur’an ise, şu musanna kâinattır. O hâkim ise, Hakim-i Ezelî’dir. Ve o iki adam ise, birisi yani ecnebisi, ilm-i felsefe ve hükemasıdır. Diğeri, Kur’an ve şakirdleridir. Evet Kur’an-ı Hakim, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır.
Evet o Fürkandır ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem her biri birer harf-i manidar olan mevcudata “manayı harfi” nazarıyla, yani onlara Sani’ hesabına bakar. “Ne kadar güzel yapılmış ne kadar güzel bir surette Saniinin cemaline delalet ediyor” der. Ve bununla kâinatın hakiki güzelliğini gösteriyor. Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfi” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müşteki eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsız bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir.
1310- İkinci Esas: Kur’an-ı Hakim’in hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkiye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin müvazenesi:
Felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şey’e ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve münanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-ı hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zatında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. Hem o şakird, menfaatperest hod-endiştir ki: Gaye-i himmeti, nefs ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini, bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.
1311- Amma hikmet-i Kur’anın halis tilmizi ise, bir abddir. Fakat azam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez, hem Cennet gibi azam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. Hem hakiki tilmizi mütevazidir, selim halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyariyle tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zaiftir. Fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Malik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavidir. Hem yalnız livechillah, rıza-ı İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır. İşte iki hikmetin verdiği terbiye iki tilmirzin muvananesiyle anlaşılır.
1312- Üçüncü Esas: Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:
Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını, “unsuriyet, menfi milliyet”i tutar. Semeratı ise, “hevasat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid”dir. Halbuki: Kuvvetin şe’ni, “tecavüz”dür. Menfaatın şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde “boğuşmak”tır. Düstur-u cidalin şe’ni, “çarpışmak”tır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, “tecavüz”dür. İşte bu hikmettendir ki; beşerin saadeti selbolmuştur.
Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine, “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî “ kabul eder. Gayatı, hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalat-ı insaniyeye sevkedip insan eder. Hakkın şe’ni, “ittifak”tır. Faziletin şe’ni, “tesanüd”dür. Düstur-u teavünün şe’ni, “birbirinin imdadına yetişmek”tir. Dinin şe’ni, “uhuvvet”tir, “incizab”dır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalata kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, “saadet-i dareyn”dir. “ (S.130-133)
1313- “Hikmet ve akıl ile halledilmiyen bir mes’ele-i mühimme:
(11:107) f<¬h< _«W¬7 °Ä_ÅQ«4 ¯–Ì_«- |¬4 «Y; ¯•²Y«< Åu6 (55;29)
Sual: Kâinattaki mütemadiyen şu hayret-engiz faaliyetin sırrı ve hikmeti nedir? Neden şu durmayanlar durmuyorlar; daima dönüp tazeleniyorlar?
Elcevab: Şu hikmetin izahı bin sahife ister. Öyle ise izahını bırakıp gayet muhtasar bir icmalini iki sahifeye sığıştıracağız.
İşte nasılki bir şahıs, bir vazife-i fıtriyeyi veyahut bir vazife-i içtimaiyeyi yapsa ve o vazife için hararetli bir surette çalışsa; elbette ona dikkat eden anlar ki, o vazifeyi ona gördüren iki şeydir.
Birisi. Vazifeye terettüb eden maslahatlar, semereler, faidelerdir ki; ona “ille-i gaiye” denilir.
İkincisi: Bir muhabbet, bir iştiyak, bir lezzet vardır ki, hararetle o vazifeyi yaptırıyor ki; ona “dai ve muktazi” tabir edilir. Meselâ: Yemek yemek, iştihadan gelen bir lezzet, bir iştiyaktır ki, onu yemeğe sevkeder. Sonra da yemeğin neticesi, vücudu beslemektir. Hayatı idame etmektir.
Öyle de: |«V²2«²~ u«C«W²7~ ¬y±V¬7«— Şu kâinattaki dehşet-engiz ve hayret-nüma hadsiz faaliyet, iki kısım Esma-i İlahiyeye istinad ederek iki hikmet-i vasia içindir ki, herbir hikmeti de nihayetsizdir.
1314- Birincisi: Cenab-ı Hakk’ın esma-i hüsnasının had ve hesaba gelmez enva-i tecelliyatı var. Mahlukatın tenevvüleri, o tecelliyatın tenevvüünden geliyor. O esma ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani, nakışlarını göstermek isterler. Yani, nakışlarının ayinelerinde cilve-i cemallerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen feânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye manidar yazmak ve her bir mektubu, Zat-ı Mukaddes ve Müsemma-yı Akdes ile beraber, bütün zişuurların nazar-ı mütalaasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler.
1315- İkinci sebeb ve hikmet: Nasılki mahlukattaki faaliyet bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten geliyor. Ve hatta herbir faaliyette kat’iyen lezzet vardır; belki herbir faaliyet, bir nevi lezzettir. Öyle de Vacib-ül Vücud’a lâyık bir tarzda ve istiğna-yı zatîsine ve gına-yı mutlakına muvafıık bir surette ve kemal-i mutlakına münasib bir şekilde hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve hadsiz bir muhabbet-i mukaddese var. Ve o şefkat-i mukaddese ve o muhabbet-i mukaddeseden gelen hadsiz bir şekv-i mukaddes var. Ve o şevk-i mukaddesden gelen hadsiz bir sürur-u mükaddes var. Ve osürur-u mukaddesden gelen-tabir caiz ise-hadsiz bir lezzet-i mukaddese var. Hem o lezzet-i mukaddeseden gelen hadsiz terahhumdan, mahlukatın faaliyet-i kudret içinde ve istidadları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş’et eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zat-ı Rahman-ı Rahim’e ait -tabir caiz ise-hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki, hadsiz bir surette hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor.
İşte şu hikmet-i dakikayı felsefe ve fen ve hikmet bilmediği içindir ki, şuursuz tabiatı ve kör tesadüfü ve camid esbabı; şu gayet derecede alîmane, hakîmane, basîrane faaliyete karıştırmışlar, dalalet zulümatına düşüp nur-u hakikatı bulamamışlar...” (M.86-87)
1316- Hem “meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden hikmetü’l-eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celaluhu) İsm-i Hakîm’inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.” (S. 263)
“Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin masnuatın gayelerine dair gösterdiği faideler nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalaletine düşer veya Sofestai olur veya ihtiyar ve ilm-i Sani’i inkâr eder veya Hâlik’a “mucib-i bizzat” der.” (M.286)
“Rububiyet-i ammedeki daire-i esbab-ı zâhiriyede, ehl-i gafletin nazarında hikmeti ve sebebi bilinmiyen işlerde, tesadüf namını vermişler. Ve hikmetleri ihata edilmiyen bazı ef’al-i İlahiyenin kanunlarını- tabiat perdesi altında gizlenmiş-görememişler, tabiata müracaat etmişler.” (M. 379)
Halbuki “müsebbebata takılan neticeler, gayeler, faideler; bilbedahe perde-i esbab arkasında bir Rabb-ı Kerim’in, bir Hakîm-i Rahim’in işleri olduğunu gösterir. Çünki şuursuz esbab, elbette bir gayeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki görüyoruz; Vücuda gelen her mahluk, bir gaye değil, belki çok gayeleri, çok faideleri, çok hikmetleri takib ederek vücuda geliyor. Demek bir Rabb-i Hakîm ve Kerim o şeyleri yapıp gönderiyor. O faideleri onlara gaye-i vücud yapıyor.”(S.680)
1317- Evet “kasd ve iradeden doğan bir nizam-ı ekmel vardır. Hilkat ve yaratılışta tam bir hikmet hükümfermadır. Âlemde abes yok. Fıtratta israf yok. Bu şahidleri tezkiye eden, istikra-i tamdır ki; her fen, mevzuu bulunduğu nev’in nizamına bir şâhid-i âdildir.” (İ.İ. 53)
Evet “herbir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle Saniin kasd ve hikmetini ilan ediyorlar. “ (İ.İ. 87)
“Umum eşyada hususan zihayat masnualarda hikmetli bir kalıptan çıkmış gibi her şey’e bir miktar-ı muntazam ve bir suret hikmetle verildiği ve o suret ve o miktarda maslahatlar ve faideler için eğri büğrü hudutlar bulunması;hem, müddet-i hayatlarında değişitirdikleri suret-i libasları ve miktarları yine hikmetlere, maslahatlara muvafık bir tarzda mukadderat-ı hayatiyeden terkib edilen manevi ve muntazam birer suret, birer miktar bulunması, bilbedahe gösterir ki: Bir Kadir-i Zülcelal’in ve bir Hakîm-i Zülkemal’in kader dairesinde suretleri ve biçimleri tertib edilen ve kudretin destgahında vücudları verilen o hadsiz masnuat, o zatın vücub-u vücuduna delalet ve vahdetine ve kemal-i kudretine hadsiz lisan ile şehadet ederler. Sen kendi cismine ve azalarına ve onlardaki eğri büğrü yerlerin meyvelerine ve faidelerine bak! Kemal-i hikmet içinde kemal-i kudreti gör.” (S. 662)
1318- Hikmet hakkındaki mühim âyetlerden olan: (2:269)
š_«L«< ²w«8 «}«W²U¬E²7~ |¬#ÌY< (2:129) ²v¬Z[¬±6¬i<«— «}«W²U¬E²7~«— «_«B¬U²7~ vZW¬±V«Q<«— (2:151) «}«W²U¬E²7~ «— «_«B¬U²7~ vUW¬±V«Q<«— ²vU[¬±6«i<«— âyetlerinin meal-i icmalîleri der ki: Kur’an hikmet-i kudsiyeyi size bildiriyor. Sizi manevi kirlerden temizlendiriyor.” (Ş. 700)
Mezkûr âyetlerde ifade ve beyan edilen çok mühim ve küllî hakikatı tefsir eden “Risale-i Nur’an müstesna bir hassası, İsm-i Hakem ve Hakîm’in mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın ayinesinde İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı Kur’aniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi, hikmet-i Kur’aniyedir. “ (Ş.700)
1319- Evet “kâinatta mündemiç hikmetlerin bütün enva u efradı adedince hamd ve şükürleri iktiza edenlerden birisi de, Hakîmiyettir. Zira insanın nefsi, Rahmaniyetin cilveleri ile; kalbi de Rahimiyetin tecelliyatı ile nimetlendikleri gibi; insanın aklı da Hakîmiyetin letaifi ile zevk alır, telezzüz eder. İşte bu itibarla ağız dolusu ile “Elhamdülillah” söylemekle hamd ü senaları istilzam eder.” (Ş.758)
1320- Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
“ «š_«W«UE²7~~YO¬7_«'«— «š_«W«VQ²7~ ~YV¬¶<_«,«— «š~«h«AU²7~ ~YK«7_«% Büyükler ile oturunuz, hem-meclis olunuz. Âlimlerden sorunuz, bilmediklerinizi öğreniniz. (Bak: Kur’an 16:43) Hikmet sahiplerinin de aralarına karışınız, kendilerinden istifadeye çalışınız.” (H.G. hadis: 144) (Bak. 1580,3881.p.lar)
Dostları ilə paylaş: |