Atıf notlar:
-İman etmek için Tagut’un inkârı gerektir. bak: 3631.p.sonu
-Günahı serbest işlemek imandan hissesiz olmaya delalet eder, bak: 231.p.
-Günah işlenirken imanın mağlubiyeti, bak: l171.p.
-Günahtan küfre giden yol, bak: 1074, 1075.p.lar
-Hadiste imanın kısa tarifi, bak: 242.p.sonu
-İman kalb işidir, bak: 179, l120.p.lar
-Allah’ın mü’mine imanı sevdirmesi, Kur’an (49:7)
-Takva, imanın halavetine vesiledir, bak: 2822.p.
1631- Allah’a iman mevzuunda, usul mahiyetinde birkaç esas:
Birinci esas: İmana ait meseleler, herkesin kabul etmesi zaruri olacak kadar bedihi olmaz. Çünki, imtihan sırrı bozulur. Evet” iman ve teklif ihtiyar dairesinde bir imtihan, bir tecrübe, bir müsabaka olduğundan, perdeli ve derin ve tedkik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî mes’eleleri elbette bedihî olmaz. Ve herkes ister istemez tasdik edecek derecede zaruri olmaz. Ta ki Ebu Bekirler âla-yı illiyyine çıksınlar ve Ebu Cehiller esfel-i safiline düşsünler. İhtiyar kalmazsa teklif olamaz. Ve bu sır ve hikmet içindir ki, mu’cizeler seyrek ve nadir verilir.
Hem dar-ı teklifte gözle görünecek olan alâmet-i kıyamet ve eşrat-ı saat, bir kısım müteşabihat-ı Kur’aniye gibi kapalı ve te’villi oluyor. Yalnız, Güneşin mağribden çıkması bedahet derecesinde herkesi tasdika mecbur ettiğinden, tevbe kapısı kapanır; daha tevbe ve iman makbul olmaz. Çünki, Ebu Bekirler, Ebu Cehiller ile tasdikte beraber olurlar. Hatta Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzulü dahi ve kendisi İsa Aleyhisselâm olduğu, nur-u imanın dikkatiyle bilinir; herkes bilemez.” (Ş. 579) (Mu’cizeler icbar için değil ikna içindir, bak: 2494, 2495.p.lar)
1632- Bununla beraber, imansızlığa karşı, iman tarafını iltizam ve kabul etmek, mantık mecburiyetidir. Çünkü: İman etmekte, bu hayatta ve bu hayattan sonra hiçbir zarar ihtimali yok; menfaatı olursa sonsuzdur. İmansızlıktka ise, hiçbir fayda ihtimali yok; zararı olursa, nihayetsizdir. O halde iman cihetini iltizam etmek, aklen ve mantıkan zaruridir. Kur’an (40: 12, 42) gibi âyetlerinde beyan edildiği gibi, ilmî ve mantıkî delillere dayanan imana davet edilince hemen inkâr eden, fakat delilsiz olan şirke gelince hemen onu kabul ve iltizam eden, mantıksız, peşin hükümül ve süfeha takımı, bir kısım insanlar da vardır.
Bir mukayese ve mantık zarureti olarak küfre karşı imanı tercih etmek gereğine dikkati çeken âyetler de vardır. Ezcümle (ll: 28, 63, 88) (26: 69 ilâ 75) (41: 52) (46: 10) (96: ll, 12) âyetleri şayan-ı teemmüldür.
Bu dünyada imanın getirdiği bazı mükellefiyetler varsa da, mü’mini dünyada küfrün manevi cehenneminden kurtarmak gibi büyük nimeti, dünyaya değer kıymettedir. (Bak: 187, 504, 1652, 2154.p.lar)
1633- İkinci esas: imanın delilleri, istidlalidir. Yani, eserden, eseri yapanı; san’attan, san’at sahibini bil-intikal anlamaktır. Yoksa, mahsusat âleminin, yani beş duygu ile idrak edilen maddi hâdiselerin ve varlıkların bilgisi gibi bedihiyattan değildir. (Bak. 658.p.)
“Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlale “bürhan-ı limmî” denildiği gibi, dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlale de “bürhan-ü innî” denir. Bürhan-ı innî, şüphelerden daha sâlimdir.” (İ.İ. 86)
“Kur’an-ı Kerim’in kâinattan yaptığı bahis, tebeîdir; kasdî değildir. Yani ligayrihidir, lizatihi değildir. Yani Kur’an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk’ın vücud, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa, kâinatın bizzat keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim; coğrafya, kozmoğrafya gibi kasden kâinatın keyfiyetinden mana-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitab değildir.
Ancak, kâinat sahifesinde yazılan san’at-ı İlahiyenin nakışları ve Kudretin hilkat mu’cizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sani ve nizam-ı hakikîye istidlal keyfiyetini öğretmek için nazil olan bir kitabdır. Binaenaleyh san’at, kasd, nizam; kâinatın her zerresinde bulunur, matlub hasıl olur; teşekkülü nasıl olursa olsun bizim matlubumuza taalluku yoktur.” (İ.İ. l18)
1634- Bu ikinci esasta beyan edilen istidlal keyfiyetine misal olarak denir ki: Nasıl insanın aklı, ilmi, muhabbeti, san’at mehareti ve diğer bazı meziyetleri gibi manevi hususiyetleri, -hemcinsimiz olduğu halde- o şahsa baktığımızda zahiren görülemiyor. Ancak o meharet ve hususiyetler, amelî tezahürlerinden yani eserlerinden anlaşılır. Meselâ gayet beliğ ve edib bir zatın sahib olduğu belagat meziyetini ancak hitabetinden ve eserlerinden anladığımız gibi. Demek zahir nazarda görülmeyip eser ve te’sirleriyle bilinen çok şeyler vardır. İşte bunun gibi, Allah’ın varlığını ve sıfatlarını-Kur’anın talim ve terbiyesiyle olmak şartiyla-âlemdeki eserlerinden istidlal yoluyla anlarız.
Bunun için Kur’an, Allah’ın eserlerini tekrar be_tekrar nazarlara arzetmektedir. (Failin eserlerinden tanınması, bak: 224,225.p.lar)
1635- Üçüncü esas:” Umumi mes’elelerde isbata karşı nefyin kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır. Meselâ: Ramazan-ı Şerif’in başında hilali görmek hususunda, iki adi şahid hilali isbat etseler ve binlerle eşraf ve âlimler “görmedik” deyip nefyetseler, onların nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Çünki, isbatta birbirine kuvvet verir. Birbirinde tesanüd ve icma’ var. Nefie’de ise; bir olsa bin olsa farkları yoktur. Herkes kendi başına kalır, infiradî olur. Çünki, isbat eden harice bakar ve nefs-ül emre göre hükmeder. Meselâ: Misalimizde olduğu gibi, biri dese “Gökte Ay vardır.” Diğer arkadaşı parmağını oraya basar, ikisi birleşip kuvvetleşirler.
Nefy ve inkârda ise, nefs-ül emre bakmaz ve bakamaz. Çünki “hususi olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefy isbat edilmez” meşhur bir düsturun. Meselâ, bir şey’i dünyada var diye ben isbat etsem; sen de “dünyada yok” desen... benim bir işaretimle kolayca isbat edilebilen o şey’in, sen nefyini yani ademini isbat etmek için, bütün dünyayı aramak ve taramak ve göstermek, belki geçmiş zamanların her tarafını dahi görmek lâzım geliyor. Sonra “yoktur, vuku bulmamıştır.” diyebilirsin.
Madem nefy ve inkâr edenler nefs-ül emre bakmazlar; belki kendinefislerine ve akıllarına ve gözlerine bakıp hükmediyorlar. Elbette birbirine kuvvet veremezler ve zahîr olamazlar. Çünki, görmeye ve bilmeye mani’ olan perdeler, sebebler ayrı ayrıdırlar. Herkes “Ben görmüyorum, benim yanımda ve itikadımda yoktur” diyebilir. Yoksa “Vaki’de yoktur” diyemez. Eğer dese;- hususan, umum kâinata bakan iman mes’elelerinde-dünya kadar büyük bir yalan olur ki, doğru diyemez ve doğrultulmaz.” (Ş.100) (Bak: 663.p.)
1636- Evet nefyin isbatı zordur. Ancak butlan-ı mana ile bizatihi müntefi olur. Fakat insî ve cinnî müvesvis şeytanlar aldatıcı yollara başvururlar. Ezcümle:
“Şeytanın en büyük bir desisesi: Hakaik-ı imaniyenin azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kasır fikirli insanları aldatır, der ki: “Bir tek zat, umum zerrat ve seyyarat ve nücumu ve sair mevcudatı bütün ahvaliyle tedbir-i rububiyetinde çeviriyor, idare edeyor deniliyor. Böyle hadsiz acib büyük mes’eleye nasıl inanılabilir? Nasıl kalbe yerleşir? Nasıl fikir kabul edebilir?” der. Acz-i insanî noktasında bir hiss-i inkarî uyandırıyor.
Elcevab: Şeytanın bu desisesini susturan sır: “Allahu Ekber”dir. Ve cevab-ı hakikisi de: “Allahu ekber”dir. Evet “Allahu Ekber”in ziyade kesretle şeair-i İslâmiyede tekrarı, bu desiseyi mahvetmek içindir.
Çünki: insanın âciz kuvveti ve zaif kudreti ve dar fikri, böyle hadsiz büyük hakikatları “Allahu Ekber” nuruyla görüp tasdik ediyor ve “Allahu Ekber” kuvvetiyle o hakikatları taşıyor ve “Allahu Ekber” dairesinde yerleştiriyor ve vesveseye düşen kalbine diyor ki: Bu kâinatın gayet muntazamca tedbir ve tedviri bilmüşahede görünüyor. Bunda iki yol var:
Birinci Yol: Mümkindir. Fakat gayet azîmdir ve hârikadır. Zaten böyle hârika bir eser, bir hârika san’at ile, çok acib bir yol ile olur. O yol ise: Mevcudat, belki zerrat adedince vücudunun şahidleri bulunan bir Zat-ı Ehad ve Samed’in rububiyetiyle ve irade ve kudretiyle olmasıdır.
İkinci Yol: Hiçbir cihet-i imkânı olmıyan ve imtina derecesinde müşkilatlı ve hiçbir cihette makul olmıyan şirk ve küfür yoludur. Çünki Yirminci Mektub ve Yirmiikinci Söz gibi çok risalelerde gayet kat’i isbat edildiği üzere; O vakit kâinatın herbir mevcudunda ve hatta herbir zerresinde bir uluhiyet-i mutlaka ve bir ilm-i muhit ve hadsiz bir kudret bulunmak lâzım geliyor. Ta ki, mevcudatta bilmüşahede görünen nihayet derecede nizam ve intizam ve gayet hassas nizam ve imtiyaz ile mükemmel ve müzeyyen olan nukuş-u san’at vücud bulabilsin.
Elhasıl: Eğer tam lâyık ve tam yerinde olan azametli ve kibriyalı rububiyet olmazsa, o vakit her cihetçe gayr-ı makul ve mümteni bir yol takib etmek lâzım gelecek. Lâyik ve lâzım olan azametten kaçmakla, muhal ve imtinaa girmeyi, şeytan dahi teklif edemez.” (L. 87)
Yukarıda görüldüğü gibi tevhid yolu mümkün, şirk yolu ise müşkildir. Mümkün ile müşkil müsavi olmadığından, müşkil yola karşı mümkün yolu tercih etmek gerektir.
Bir mes’ele hakkında “var ve yok” şeklindeki birbirine tam zıd olan iki davadan tercihi gereken “mümkün” tarafın imkâniyeti, vacibiyet derecesini kazanır ve “müşkil” tarafı dahi muhal olur. Zira iki zıd iddia, bir mes’elede birleşse, ikisinin de doğru olması mantıkan imkânsız olduğundan birisinin doğruluğu zaruri olur. O halde mezkûr “birinci yol” zaruridir, vacibdir.
1636/1- Keza “azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya masiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli mes’eleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. Evet o manen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve maneviyetta ölmüş olan kalblerine, çok geniş ve derin ve ihatalı olan imanî mes’eleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalalete atarlar, boğulurlar.
Eğer dikkatle kendi küfürlerinin iç yüzüne ve dalaletlerinin mahiyetine bakabilseler, görecekler ki; imanda bulunan makul ve lâyık ve lâzım olan azamete karşı yüz derece muhal ve imkânsızlık ve imtina o küfrün altında ve içindedir.
Risale-i Nur yüzer mizan ve müvazenelerle, bu hakikatı “iki kere iki dört eder” derecesinde kat’i isbat etmiş. Meselâ: Cenab-ı Hakk’ın vücub-u vücudunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere, o vücub-u vücudu ve ezeliyetini ve uluhiyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikad edebilir.Veyahut ahmak sofestailer gibi, hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr ve nefyetmekle akıldan istifa etmelidir. İşte bunun gibi bütün hakaik-ı imaniye ve İslâmiye, kendilerinin şe’nlerini, muktezaları olan azamete istinad ederek, karşılarındaki küfrün dehşetli muhalatından ve vahşetli hurafatından ve zulmetli cehalatından kurtarıp kemal-i iz’an ve teslimiyetle selim kalblerde ve müstakim akıllarda yerleştirirler.
Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeair-i İslâmiyede kesretle * ²h«A²6«~ yÁV7«~
²h«A²6«~ yÁV7«~*²h«A²6«~ yÁV7«~ *²h«A²6«~ yÁV7«~ azamet-i kibriyasını her vakit ilanı, hem ¬¶z~…‡ š_«<¬h²A¬U²7~«— >¬‡~«ˆ¬~ }«W«P«Q²7«~ (165) hadis-i kudsînin fermanı, hem “Cevşen-ül Kebir” münacatının seksenaltıncı ukdesinde:
* y«¶<_«X«$ …_«A¬Q²7~|¬M²E< « ²w«8 _«< * y«U²V8 Ŭ~ «t²V8 « ²w«8 «_<
* y«Z²X6 •_«;²—«²~ Ä_«X«< « ²w«8 _«< * y«7«Ÿ«% s¬¶<«Ÿ«F²7~ r¬M«# « ²w«8 _«<
* y«#_«S¬. •_«Z²4«²~ qV²A«< « ²w«8_«< * y«7_«W«6 ‡_«M²"«ž²~ ¾¬‡²f< «ž ²w«8 _«<
* y«#YQ9–_«K²9¬ž²~w¬K²E<«ž ²w«8_«< * y«¶<_«<¬h²A¬6 ‡_«U²4«ž²~ Ä_«X«< «ž ²w«8 _«<
* y#_«<³~ ¯š²|«- ¬±u6|¬4 «h«Z«1 ²w«8 _«< * y«¶<_«N«5 …_«A¬Q²7~Ç…h«<«ž²w«8_«<
¬‡_ÅX7~ «w¬8 _«X¬±D«9 –_«8«ž²~ –_«8«ž²~ «a²9«~ Åž¬~ «y«7¬~ «ž _«< «–_«E²A,
diye olan gayet arifane münacat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) beyanı gösteriyor ki; azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir.” (Ş. 103) (Bak: 3715.p.)
1637- Dördüncü esas: Cenab-ı Hakk’a mümkinat ve insan mikyasiyle bakmamalı. “İnsan; bir şeyin ahvalini muhakeme ettiği zaman, o şeyin rabıtalarını, esbabını, esasların evvela kendi nefsinde, sonra ebna-yı cinsinde, sonra etraftaki mümkinatta taharri eder. Hatta hiçbir suretle mümkinata müşabeheti olmayan Cenab-ı Hakk’ı düşünecek olursa, kuvve-i vahimesi ile bir insanın mekayisini, esasatını, ahvalini mikyas yaparak Cenab-ı Hakk’ı düşünmeye başlar. Halbuki Cenab-ı Hakk’a bu gibi mikyaslar ile bakılmaz. Zira sıfatı inhisar altında değildir.” (İ.İ.75)
“Beşerin zihni ve fikri, Cenab-ı Hakk’ın azametine bir mikyas, kemalatına bir mizan, evsafının muhakemesine bir vasıta bulmak vüs’atinde değildir; ancak cemi’ masnuatından ve mecmu-u âsarından ve bütün ef’alinden tahassül ve tecelli eden bir vecihle bakılabilir. Evet zerre, mir’at olur, fakat mikyas olamaz. Bu mes’elelerden tebarüz ettiği vecihle, Cenab-ı Hakk’ın mümkinata kıyas edilmesi ve mümkinatın onun şuunatına mikyas yapılması, en büyük cehalet ve hamakattır. Çünki aralarındaki fark, yerden göğe kadardır. Evet vacibi mümkine kıyas etmekten, pek garib ve gülünç şeyler çıkar. Meselâ: Ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile tesir’i- hakikiyi esbaba; ehl-i i’tizal, halk-ı ef’aili abde; mecusiler, şerri ikinci bir hâlika isnadetmeye mecbur olmuşlardır. Güya zuumlarınca Cenab-ı Hak, azameti kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez. Demek akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar.” (İ.İ.76)
1638- “Vacib-ül Vücud zatında, mahiyetinde mümkine benzemedeği gibi, ef’alinde de benzemiyor. Çünki Vacib-ül Vücud’un kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, ferd-nev’, cüz’-küll aralarında fark yoktur. Ve keza onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vacib-ül Vücudun ef’alini, fiillerine benzetemiyor. Hakikatını fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili failsiz zannediyor.” (M:N. 186) (Cenab-ı Hakk’ın marifeti neden enaniyete bağlıdır, bak: 821.p.)
1638/1- Keza “Cenab-ı “Hakk’a ma’lum ve ma’ruf ünvanıyla bakacak olursan, mechul ve menkûr olur. Çünki bu ma’lumiyet, örfi bir ülfet, taklidî bir sema’dır. Hakikatı i’lam edecek bir ifade de değildir.Maahaza, o ünvan ile fehme gelen mana, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak Zat-ı Akdes’i mülahaza için bir nevi ünvandır.
Amma Cenab-ı Hakk’a mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, ma’rufiyet şuaları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecelli eden sıfat-ı mutlaka-i muhita ile, bu mevsufun o ünvandan tulu etmesi ağır gelmez.” (M.N. 131)
“Cenab-ı Hakk’ın kudret, ilim, iradesi; şemsin ziyası gibi bütün mevcudata âmm ve şamil olup, hiçbir şeyle müvazene edilemez; Arş-ı Azama taalluk ettikleri gibi, zerrelere de taaluk ederler. Cenab-ı Hak, şems ve kameri halkettiği gibi, sineğin gözünü de o halketmiştir. Cenab-ı Hak kâinatta vaz’ettiği yüksek nizam gibi, hurdebinî hayvanların bağırsaklarında da pek ince ve latif bir nizam vaz’ etmiştir. Semadaki ecramı birbiriyle rabteden cazibe-i umumî kanunu gibi, cevahir-i ferdi de, yani zerratı da o kanunun bir misliyle nazmetmiştir. Sanki bu zerrat âlemi, o semavî âleme küçük bir misaldir. Hülasa, aczin müdahalesi ile kudret mertebeleri ayrılır. Aczi mümteni’ olan kudretçe; büyük, küçük birdir.” (İ.İ.75) (Bak: Müşebbihe)
1639- Beşinci esas: İhtisas sahiblerinin sözü mu’teber olmasıdır, yani “bir fennin veya bir san’atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes’elesinde, o fennin ve san’atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san’atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz. O fennin icma-i ülemasına dahil sayılmazlar. Meselâ: Büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabib kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan tebaud eden ve nura karşı gabileşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.
Acaba yerde iken arş-ı azamı temaşa eden, hârika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-ı imaniyeyi ilmelyakîn, aynelykakîn hatta Hakkalyakîn suretinde keşfeden Şeyh Geylanî (K.S.) gibi yüzbinler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri tevhidî ve kudsî ve manevî mes’elelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz’î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök görültüsüne karşı, sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı? (Ş. 102)
Evet beşer dünyasında başta, mu’cizelere istinad eden yüzyirmidört bin enbiya ve manevî keşfiyat ve kemalat sahibi olan yüzyirmidört milyon evliya ve ilim ve isbata dayanan ve hadd-ü hesaba gelmeyen asfiya ve muhakkikîn olarak dinde en yüksek ihtisas sahibi olan mezkûr üç muazzam cemaat, beşer hayatı boyunca esasat-ı diniyede kemal-i ciddiyetle ittifak etmişlerdir. Zaman ve mekânca müstevli ve müstemir böyle bir ittifak ve ihtisasa karşı çıkmak; ilim, medeniyet ve insaf düsturlarına zıd ve ilmî değerden uzak bir hareket olur.
1640- Altıncı esas: İmanın altı esası arasında telazum vardır. Yani imanın herbir esası, delilleriyle birbirini isbat eder ve biribirisiz olmaz.
Bu bahis uzun olduğundan izahını Şualar mecmuasında, 9. Şua’nın 2. Noktasına ve ll. Şua’nın 9. Mes’elesine havale ederiz.
İşte imanî mes’elelerde isabetli hükme varabilmek için mezkûr esaslar gibi noktaların nazara alınması icab eder. Zira her şeyin kendine has isbat usulü vardır. Yanlış usul, yanlış hükme götürür. Bir kısım felsefecilerde olduğu gibi...
1641- İman, taklidî ve tahkikî olarak iki kısımdır. Taklidî iman, imanın ilmi isbat ve delillerini bilmemekle beraber imana ait hükümleri dendiği gibi aynen kabul etmektir. Tahkikî iman ise, imanın ilmî delillerini öğrenip taklidî imanı tahkikî imana çevirmektir. Tahkikî imanın pek çok dereceleri vardır. (Bak: Tevhid)
1642- Asrımızın dehşetli dinsizlik cereyanlarının aşıladığı inkârcılık ve imanî mes’elelerde şüpheler intişar ettiğinden bu zamanda taklidî imanı tahkikî imana yükseltmek ve imanı kurtarmaya çalışmak en mübrem bir mes’ele olmuştur.
Dostları ilə paylaş: |