1823- qqİ’TİZAL Ä~iB2É~ : Ehl-i sünnet olan hak mezhebden ayrılıp hakka aykırı başka yola sapmak. *Mu’tezile olmak (Bak: Mutezile)
1824- qqİTTİFAK »_S±#É~ : Beraber hareket için sözleşmek. İttihad ve muvafakat etmek. Söz birliği etmek. Anlaşmak.
İttifak kelimesini mana muhtevası ve fiilî tezahürleri, çeşitli şekilleriyle ele alınır. Meselâ mütecaviz bir kuvvetin ve cereyanın tecavüz ettiği farklı din ve milletten olan toplulukların bu mütecavize karşı ittifakları, tecavüzden korunmak içindir. Bu ittifakta müttefikler, dinlerini veya milliyetlerini birleştirmiş olmazlar. Keza bir dine bağlı olan cemaatlar, bağlı oldukları dinin esasatında ittifak ederler.Cemaatların teferruat sayılan meslekî hususiyetlerin de birleştirmelerine mecburiyet yoktur. Keza dinî bir cemaatın mensubları da, kendi mesleklerinin esaslarında ittifak eder. Ferdler arasında teferruata ait bazı anlayış ve meşreb farklarının bulunması, ittifaklarına zarar vermez ve vermemeli. Keza dünyevî ve siyasî cemiyetler de, aralarında anlaşabildikleri sistem ve prensipler etrafında ittifak ederler ve hakeza..
Bazan da bir taraf diğer tarafa, bütün hususiyetini benimseyerek ve kendi farklı hususiyetlerini tamamen terkederek katılırlar. Bu ise ittifak etmekten daha çok ittiba ve iltihak demektir. Bir tarafı tamamen tercih ve kabuldür. İslâmiyette hakiki manada ittiba, hakka ve hak kanunlarına edilir. (Bak. 3893/1, 3893/2.p.lar)
İslâmiyet, bütün müslümanların asgari olarak gayede ve esasat-ı diniyede müttefik olmalarını ister. Aksi halde izzet-i İslâmiyeyi muhafaza edemeyip zillete düşerler. Kur’an (3:103) âyetinde hablullaha sarılmak ve onda ittifak etmek emredilir. (Bak: Hablullah)
İslâm dünyasındaki ittifakta, bütün müslümanların dinin en küçük teferruatına kadar bütün meselelerde ve anlayışlarda birleşip aralarında hiçbir farklılığın bulunmaması, yani meşru’ mezheb, meslek ve meşreblerin kaldırılması lâzımdır, şeklinde düşünmek gerekmemektedir. Zira “Cemaat”, “Mezheb” ve “Ehl-i Sünnet” maddelerinde de bahsedildiği gibi, meşru’ dinî meslekler vardır. Pek çok akval-i müfessirîn ve müctehidîn, Kur’an ve sünnetin her asra ve her tabaka-i nâsa hitab eden maani ve hakaik-i mütenevviasını izhar etmesiyle; ümmetteki müsbet ihtilafın güzelliği gözlere de görünür olmuştur. (Bak: Adem-i Merkeziyet, İhtilaf, İttihad-ı İslâm)
1824/1- Dinî cemaatlar arasında, dinin esasat ve zaruriyatından bir kısmına; dinî bir cemaat efradı arasında da bağlı oldukları mesleklerinin esasatından bir kısmına bil’ihtayr uymayanlarla ittifak ve hizmet beraberliği caiz olmaz. Ancak büyük bir mütecaviz düşmana karşı ve yalnız o düşmanı def’etmek işinde ittifak caiz olur. O halde bir cemaat mensupları, ihtilafın olmamasını ve ittifakın devamını ciddi olarak istiyorlarsa; herşeyden evvel, uyulması zaruri olan esasatın usûlüne uygun tesbitiyle, o esaslarda ittifakat davet etmelidirler veya böyle bir davete uymalıdırlar. Aksi halde, mücerred ittifak davası; ciddiyetsiz ve gayr-ı ilmî olur. Bu durumda hakka bağlı olanlar, Kur’anda “Hecran Cemilâ” âyetiyle bildirilen (Bak: Hecran Cemilâ) kaideye uyarak ve ihtilaf etmiyerek uzaklaşırlar. Kur’an (49:9) âyeti, bu hükme de bakar.
1825- Mevzumuzla alâkalı olarak Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bazı sualler ve verdiği cevap ve izahları:
“Sual: Âlem-i İslâmdaki ihtilafı tadil edecek çare nedir?
Cevab: Evvela; müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar etmektir. Çünkü Allahımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’anımız bir, zaruriyat-ı diniyede umumumuz müttefik, zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telakki veya tarik-i tefehhümdeki tefavüt bu ittihad u vahdeti sarsamaz, racih de gelemez.
¬yÁV7~ |¬4 Ç`E²7«~ düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekâtımızda hâkim olsa-ki; zaman dahi pek çok yardım ediyor- ihtilafat sahih bir mecraya sevkedilebilir.” (S.T.İ. 83) (İhtilafı terk ile esasat-ı diniyede ittifak etmek, bak: 629.p.)
1826- “Hakta ittifak, ehakta ihtilaf olduğundan; bazan hak, ehaktan ehaktır. Hasen, ahsenden ahsendir. Herkes kendi mesleğine “Hüve hak” demeli, “Hüve-l hak” dememeli. Veyahut “Hüve hasen” demeli. “Hüve-l hasen” dememeli... (M.475)
“Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit mesleğim haktır veya daha güzeldir demeye hakkın var. Fakat yalnız hak benim mesleğimdir, demeye hakkın yoktur.
_«<¬—_«K«W²7~ >¬f²A# ¬n²FÇK7~ «w²[«2 Åw¬U«7«— °}«V[¬V«6 ¯`²[«2¬±u6 ²w«2_«/¬±h7~ w²[«2«— sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz. Başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez. “ (M. 265)
1827- “Sual. Âlem-i İslâm ülemasının ortalarındaki müthiş ihtilafata ne dersin? Re’yin nedir?
Cevab: Ben âlem-i İslâmiyete gayr-ı muntazam veya intizamı bozumuş bir meclis-i meb’usan ve bir encümen-i şura nazarıyla bakıyorum. Şeriattan işitiyoruz ki: Re’y-i cumhur budur, fetva bunun üzerinedir. işte şu, bu meclisteki re’y, ekseriyetin naziresidir. Re’y-i cumhurdan maada olan akval, eğer hakikat ve mağzdan hâlî ve boş olmazsa istidadatın reylerine bırakılır. Ta herbir istidad, terbiyesine münasib gördüğünü intihab etsin. Lâkin burada iki nokta-i mühimme vardır.
Birincisi: Şu istidadın meyelanı ile intihab olunan ve bir derece hakikatı tazammun eden ve ekalliyette kalan kavl, nefs-ül emirde mukayyed ve o istidad ile mahsus olduğu halde,. sahibi ihmal edip mutlak bıraktı. Etbaı iltizam edip tamim etti. Mukallidi taassub edip, o kavlin hıfzı için muhaliflerin hedmine çalıştılar. Şu noktadan müsademe, müşagabe, cerh ve red, o derece meydan aldı ki; ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından feveran eden duman ve lisanlarından püsküren berkler, şimşekli ve bazan rahmetli bir bulut, şems-i İslâmiyet’in tecellisine bir hicab teşkil etmiştir. Lâkin ziya-i şemsden tefeyyüz etmesine istidad bahşeden rahmetli bulut derecesinde kalmadı. Yağmuru vermediği gibi, ziyayı dahi men’etmetektir.
İkincisi: Ekalliyette kalan kavl. eğer içindeki hakikat ve mağz, onu intihab eden istidadlardaki heves ve heva ve muris ayineye ve mizacına galebe çalmazsa, o kavl bir hatar-ı azîmde kalır. Zira istidad onunla insibağ edip onun muktezasına inkılab etmek lâzım iken; o, onu kendine çevirir ve telkih eder, kendi emrine müsahhar eder. İşte şu noktada hüda hevaya tahavvül ve mezheb dahi mizacdan teşerrüb eder. Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir döker.” (S.T.İ. 71/73)
1828- “...Yüz defa söylemişim, yine söyleyeceğim: Ehl-i medrese, ehl-i mekteb, ehl-i tekkenin müsalahalarıdır. Ta, temayül ve tebadül-ü efkâriyle lâakal maksadda ittihad eylesinler. Teessüf ile görülüyor ki: Onların tebayün-ü efkârı, ittihadı, tefrik ettiği gibi; tehalüf-ü meşaribi de terakkiyi tevkif etmiştir. Zira herbiri mesleğine taassub, başkasının mesleğine sathiyeti itibariyle tefrit ve ifrat ederek; biri diğerini tadlil, öteki de berikini techil eyliyor. Elhasıl: İslâmiyet hariçte temessül etse; bir menzili mekteb, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecma-ül küll.. biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûra olarak, bir kasr-ı meşid-i nurani timsalinde arz-ı didar edecektir.” (Mün. 82)
1829- “Sual: Acaba kâinatta, şu meclis-i âlî-i İslâm, şu sergerden küre şehrinde bir intizamı daha bulamıyacak mıdır?
Cevab: İman ederim ki: Umum Âlem-i İslâm; millet-i insaniyede ve Âdem kavminde bir meclis-i meb’usan-ı mukaddese hükmüne geçecektir. Selef ve halef asırlar üzerine birbirine bakıp mabeynlerinde bir encümen-i şûra teşkil edeceklerdir. Fakat birinci kısım olan ihtiyar babalar, sâkitane ve sitayişkârane dinleyeceklerdir. “ (Mün:73)
1830- Sual: “İttihad-ı İslâm cemaati, sair cemiyet-i diniye ile şakk-ül asadır. Rekabet ve münaferatı intac eder.
Elcevab: Evvela umur-u uhreviyede hased ve müzahamet ve münakaşa olmadığından bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak etmiş gibidir.
Saniyen: Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki şart ile umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.
Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve asayişi muhafaza etmektir.
İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeğe çalışmamak. Birinde hata bulunsa, müfti- i ümmet cemiyet-i ulemaya havale etmektir.
Salisen: İ’la-yı kelimetullahı hedef-i maksad eden cemaat, hiçbir garaza vasıta olamaz. isterse muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir şeye feda olunmaz. Nasıl süreyya yıldızları süpürge olur veya üzüm salkımı gibi yenilir? Şems-i hakikata “püf -üf” eden divaneliğini ilan eder.
Ey dinî cerideler! Maksadımız: Dinî cemaatlar maksadda ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklid yolunu açar ve “neme lâzım başkası düşünsün” sözünü de söylettirir.” (H.Ş. 98)
1831- “Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, hey’et-i içtimaiye-i İslâmiyeyi, çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur.
Onun için ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir. “ (H.Ş. 58)
“Bizim cemaatımızın meşrebi: Muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani beyn-el İslâm muhabbete imdad ve husumet askerini bozmaktır.
Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ile tahalluk ve Sünnet-i Peygamberîyi ihya etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garra ve kılıncımız da berahin-i katıa ve maksadımız i’lâ-yı Kelimetullahtır. Cemaatimize herbir mü’min manen müntesibdir. Sûreten intisab ise, Sünnet-i Nebeviyeyi kendi âleminde ihyaya azm-i kat’î iledir. En evvel mürşid-i umumî olan ülema ve meşayih ve talebeyi, şeriat namına ittihada davet ederiz.” (H.Ş. 86)
“Ehl-i hidayet ve diyanet ve ehl-i ilim ve tarikat, hak ve hakikata istinad ettikleri için ve herbiri bizzat tarik-i hakta yalnız Rabbisini düşünüp, tevfikına itimad ederek gittiklerinden, manen o meslekten gelen izzetleri var. Zaaf hissettiği vakit; insanların yerine Rabbisine müracaat eder, meded ondan ister. Meşreblerin ihtilafıyla, zâhir meşrebine muhalif olana karşı muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor, ittiifaka ihtiyacını göremiyor. Belki hodgâmlık ve enaniyet varsa, kendini haklı ve muhalifini haksız tevehhüm ederek; ittifak ve muhabbet yerine, ihtilaf ve rekabet ortaya girer.İhlası kaçırır, vazifesi zir ü zeber olur.
İşte bu müdhiş sebebin verdiği vahim neticeleri görmemenin yegane çaresi “dokuz emir”dir.
l- Müsbet hareket etmektir ki; yani: Kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin; onlarla meşgul olmasın.
2- Belki daire-i İslâmiyet içinde hangi meşrebde olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğun u düşünüp ittifak ederek.
3-Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise: Mesleğim haktır, yahut daha güzeldir diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek.
4-Ve ehl-i hakla ittifak tevfik-i İlahînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle,
5- Hem ehl-i dalalet ve haksızlık-tesannüd sebebiyle-cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehasıyla hücumu zamanında; o şahs-ı manevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlub düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı manevî çıkarıp o müthiş şahs-ı manevi-i dalalete karşı, hakkaniyeti muhafaza ettirmek.
6- Ve hakkı, batılın savletinden kurtarmak..için
7- Nefsini ve enaniyetini..
8- Ve yanlış düşündüğü izzetini..
9- ,Ve ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terketmekle ihlası kazanır, vazifesini hakkıyla ifa eder. (*) “ (L.150)
1832- “Eğer denilse: Hadisde °}«W²&«‡ |¬BÅ8~ ¬¿«Ÿ¬B²'¬~ (178) denilmiştir. İhtilaf ise, tarafgirliği iktiza ediyor. Hem tarafgirlik marazı; mazlum avamı, zalim havvassın şerrinden kurtarıyor. Çünki bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avamı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder. kendisini kurtarır. Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehalüf-ü ukulden hakikat tamamıyla tezahür eder?
Elcevab: Birinci suale deriz ki: Hadisteki ihtilaf ise, müsbet ihtilaftır. Yani: Herbiri kendi mesleğinin tamir ve revacına sa’yeder. Başkasının tahrib ve ibtaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfi ihtilaf ise ki, garazkârane, adavetkârane birbirinin tahribine çalışmaktır. Hadisin nazarında merduddur. Çünki birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler..
İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce’ olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârane, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melce’dir ki; onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünki garazkârane tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip tarafdarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona haşa lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.
Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise; maksatta ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan barika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünki maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telakisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.” (M.268)
1833- “Sebeb-i ihtilaf-ı muzır: Bu haktır düsturu yerine; yalnız hak budur ve en güzeli budur hükmü yerine, güzeli budur hükmü ikamet edilmiştir. (Elhubbu lillah) esas-ı merhametkârı yerine (velbuğzu fillah) ikame edilmiştir. Kendi mesleğinin muhabbeti yerine, başka meslekten nefret, harekâtında hâkim kılınmıştır. Hakikata muhabbet yerine “ene” tarafgirliği müdahale etmiştir. Vesail ve delail, makasıd ve gayat yerine ikame edilmiştir.
Halbuki: Fasid bir delil ile, hak bir netice zihinde ikame edilir. Ve batıl bir vesile ile hak bir gaye, fikirde tesbit edilir. Madem gayat ve makasıd haktır; delil ve vesilelerdeki fesad, böyle inşikak-ı kuluba sebebiyet vermemeli. “ (S.T.İ. 74)
1834- “Ehl-i hidayetin ihtilafı ve adem-i ittifakı zaaflarından olmadığı gibi; ehl-i dalaletin kuvvetli ittifakı da kuvvetlerinden değildir. Belki ehl-i hidayetin ittifaksızlığı, iman-ı kâmilden gelen nokta-i istinad ve nokta-i istinaddan neş’et eden kuvvetten ileri geldiği gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin ittifakları kalben nokta-i istinad bulmadıkları itibariyle zaaf ve aczlerinden ileri gelmiştir. Çünki zaifler ittifaka muhtaç oldukları için, kuvvetli ittifak ederler. Kaviler ihtiyacı tam hissetmediklerinden, ittifakları zaiftir. Arslanlar, tilkiler gibi ittifaka muhtaç olmadıkları için ferdi yaşıyorlar. Yabani keçiler, kurtlardan muhafaza için, bir sürü teşkil ederler. Demek zaiflerin cemiyeti ve şahs-ı manevisi kavi olduğu gibi, (*) kavilerin cemiyeti ve şahs-ı manevisi ise zaiftir. Bu sırra bir işaret-i latife ve zarif bir nükte-i Kur’aniyedir ki ferman etmiş:
(12:30) ¬}«X<¬f«W²7~|¬4 °?«Y²K¬9 «Ä_«5«— Müenneslerin cemaatine iki katlı müennes olduğu halde, müzekker fiili olan «Ä_«5 buyurması.. hem ~«h²2«²~ ¬a«7_«5«— (49:14) buyurmakla müzekkerlerin cemaatına müennes fiili olan ²a«7_«5 tabiriyle latifane işaret ediyor ki: Zaif ve halim ve yumuşak kadınların cemiyeti kuvvetleşir, sertlik ve şiddet kesbedip bir nevi reculiyet kazanır. Müzekker fiilini iktiza ettiğinden °?«Y²K¬9 «Ä_«5«— tabiriyle gayet güzel düşmüş. Kavi erkekler ise hususan bedevi a’rab olsa kuvvetlerine güvendikleri için cemiyetleri zaif olup hem ihtiyatkârlık hem yumuşaklık vaziyetini aldığından, bir nevi kadınlık hasiyeti takındıkları için müennes fiilini iktiza ettiğinden ~«h²2«²~ ¬a«7_«5 müennes fiiliyle tabiri tam yerindedir. Evet ehl-i hak gayet kuvvetli bir nokta-i istinad olan iman-ı billahtan gelen tevekkül ve teslim ile başkalara arz-ı ihtiyaç edip muavenet ve yardımlarını istemez. istese de gayet fedakârane yapışmaz. Ehl-i dünya dünya işlerinde hakiki nokta-i istinadlarından gaflet ettiklerinden zaaf ve acze düşüp şiddetli bir surette yardımcılara ihtiyacını hisseder; samimane, belki fedakârane ittifak ederler.
İşte ehl-i hak, ittifaktaki hak kuvvetini düşünmediklerinden ve aramadıklarından, haksız ve muzır bir netice olan ihtilafa düşerler. Haksız ehl-i dalalet, ise ittifaktaki kuvveti, aczleri vasıtasıyla hissettiklerinden, gayet mühim bir vesilse-i makasıd olan ittifakı elde etmişler.
İşte ehl-i hakkın bu haksız ihtilaf marazının merhemi ve ilacı
(8:46) ²vUE<¬‡ «`«;²g«#«— ~YV«L²S«B«4 ~Y2«ˆ_«X«# ««— âyetindeki şiddetli nehy-i İlahî;
(5:2) >«Y²TÅB7~«— ¬±h¬A²7~|«V«2 –«—_«Q«#«— âyetinde hayat-ı içtimaiyece gayet hikmetli emr-i İlahîyi düstur-u hareket etmek. Ve ihtilafın İslâmiyet’e ne derece zararlı olduğunu ve ehl-i dalaletin ehl-i hakka galebesini ne derece teshil ettiğini düşünüp, kemal-i zaaf ve acz ile, o ehl-i hakkın kafilesini fadakârane, samimane iltihak etmektir; şahsiyetini unutmakla riya ve tasannudan kurtulup, ihlası elde etmektir.” (L. 153)
Elhasıl: Dinî sahada vuku bulan ihtilâfın bir sebebi, re’y farklılığıdır. Yani şer’i me’hazların farklı manaları anlamaya yolu açık olan ifadelerinden bir kanaat-ı ilmîyyeye sahip olunur. Ehl-i sünnet imamları arasında olduğu gibi. Bu ihtilaf müsbettir. (Bu ihtilaf müsbettir. Silinecek) Tarafgirliğe ve tefrikaya sebeb olmaz. İhtilafın diğer bir sebebi ise temayülat-ı hissiyedendir. O da, enaniyet ve menfaata dayanır ve tefrikaya sebeb olur.
1834/1- Bediüzzaman Hazretleri ehl-i imandan gelecek tenkide karşı, ihtilafa meydan vermeyip sulhkârane karşılamayı tavsiye eden ehemmiyetli bir mektubunda şöyle diyor:
“Gayet ciddi bir ihtar ile bir hakikatı beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki:
yÁV7~ Ŭ~ «`²[«R²7~ v«V²Q«< « sırrıyla ehl-i velayet, gaybî olan şeyleri bildirilmezse bilmezler. En büyük bir veli dahi, hasmının hakiki halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşere’nin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zahir-i şeriata muhalif ve hatası zâhir bir içtihad ile hareket edilmiş ola.
Bu sırra binaen (3:134) ¬‰_ÅX7~ ¬w«2 «w[¬4_«Q²7~«— «o²[«R²7~ «w[¬W¬1_«U²7~«— deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avam-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur’un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silahıyla, itirazlarıyla ötekini cerhedip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yer vurmak ve çürütmekten istinaben,. Risale-i Nur şakirdleri, bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için müsalahakârane, medar-i itiraz noktaları izah etmek ve cevab vermek gerektir.
Çünki bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip, bozmuyor; kendini mazur biliyor, ondan niza çıkıyor. Ehl-i hak zarar eder, ehl-i dalalet istifade ediyor.
İstanbul’da malum itiraz hâdisesi ima ediyor ki; ileride meşrebini çok beğenen bazı zatlar ve hodgâm bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmiyen ve hubb-u cah vartasından kurtulmıyan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur’a ve şakirdlerine karşı kendi meşreblerini ve mesleklerinin revacını ve etba’larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.
Faş etmek hatırıma gelmiyen bir sırrı, faş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:
Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi ve o şahs-ı maneviyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı manevisi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususi bir memleketin kutbu, belki-ekseriyet-i mutlaka ile-Hicaz’da bulunan kutb-u azamın tasarrufundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımağa mecbur olmuyor. Ben eskide Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki; Gavs-ı Azam’da, kutbiyet ve gavsiyetle beraber “ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhirzamanda şakirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır.
Bu gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azîme binaen, Mekke-i Mükerreme’de, dahi -farz-ı muhal olarak-Risale-i Nur’un aleyhinde bir itiraz kutb-u azamdan dahi gelse; Risale-i Nur şakirdleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u azamın itirazını iltifat ve selâm suretinde telakki edip, teveccühünü de kazanmak için, medar-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir.
Evet kardeşlerim; bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hâdiseler içinde, hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir.
(14:3) ¬?«h¬'«²~ |«V«2 _«[²9Çf7~ «?_«[«E²7~ «–YÇA¬E«B²K«< âyetinin sırr-ı işarîsiyle, âhireti bildikleri ve iman ettikleri halde, dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şiyeyi baki bir elmasa, bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek; ve akıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman safi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla, hakiki mü’minler dahi bazan ehl-i dalalete tarafdar olmak gibi dehşetli hatada bulunuyorlar. Cenab-ı Hak, ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirdlerini bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin, amin!” (K.L. 195)
Dostları ilə paylaş: |