3373- qqSEYR h[, : Yürüyüş. Eğlenme ve ibret için bakma. Gezip görme, Görülecek şey ve yer. Uzaktan bakıp karışmama. Yolculuk. (Bak: Seyahat)
Kur’an, yeryüzünde seyrederek geçmişteki âsi kavimlerin helaketli akıbetlerini görüp ibret almayı, ehemmiyetine binaen tekraren ihtar eder. Ezcümle : (3:137) (6:11) (12:109) (16:36) (22:45,46) (27:69) (30:9, 42) (35:44) (40:21, 82) âyetleri örnek verilebilir. (Bak: Âd)
Kur’an, yeryüzünü dolaşıp ilk yaradılışın hârikalığını tahkik ediniz, diyerek ibret almaya teşvik eder: (29:20)
3374- qqSEYYİD f±[, : Efendi. *Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) soyundan olan ve O’nun sünnetine ittiba eden zat. * Temiz ve fazilet sahibi müslüman zat.
Bu kelime Kur’anda (3:39) âyetinde geçer.
Resul-i Ekrem (A.S.M.) herkesin imamı, büyüğü, önderi olduğundan kendisine bu isim de verilmiştir. (Bak: Âl-i Beyt, Hasan (R.A.), Sâdât, Şerif ve 2446. p.)
3374/1- Hakikat nazarında nesebî şerafet, manevî ve ahlâkî fazilete istinad eder ve sünnet-i seniyeye lisan-ı hal ve kaliyle gösterilen muhafızlık gayreti derecesinde değer kazanır. Bu manevî değerleri terkedenler, (199. P.ta da beyan edildiği gibi) hakiki siyadet ve şerafette hak kazanamazlar. Âyet ve ehadiste ümmetin Âl-i Beyt’e meveddet ve ittibaının istenmesindeki en mühim hikmet, Resulullah’ın (A.S.M.) şahsiyet-i maneviyesine rağbet-i umumiyeyi tergib ve tevcih etmekle, insanın varlık âlemine ve dünyaya gelmesindeki gaye-i İlahiyeye uygun bir anlayışa, hissiyata ve yaşayışa sahib olmasını ve onda terakki etmesini temin etmektir. Şerafet, mücerred soya istinad etse, bu hikmetleri makûse kılar. Nitekim 1195, 2446. P.larda kaydedildiği gibi, asıl değer takvadadır. Hem bu hakikatı bilmeyen bir kısım kimseler arasında soy üstünlüğü iddiaları ve rekabeti başlar. Nitekim Bediüzzaman Hz.leri şahsî imtiyaz isteklerine kapı açan neseb, nesil ve para gibi şeylere ehemmiyet vermediğini şöyle ifade eder:
“Lillahilhamd ve lâ fahr.. (*) İhlas niyetini ihlal eden ve anasır-ı garaz olan neseb ve nesil ve tama’ ve havf beni bilmiyorlar. Ben de onları tanımıyorum veya tanımak istemiyorum. Zira meşhur bir nesebim yok ki, mazisini muhafazaya çalışayım... Ben ebulaşey olduğumdan bir neslim de yoktur ki, istikbalini te’min edeyim. Öyle bir cünunum var ki, Divan-ı Harb dehşet ve tahvifiyle tedavisine muktedir olamadı... Öyle bir cehaletim var ki, beni ümmî edip, dinar ve dirhemin nakşını okuyamıyorum...” (Mün.85)
Yine Bediüzzaman Hz.leri kabir ziyareti sünnet olduğu halde, asrımızda istismara uğramasından dolayı ve ihlas için kendi kabrinin gizli kalmasını vasiyet etmiştir. (Bak: 3263.p.)
Demek oluyor ki, bazı zamanlarda su-i istimale uğrayan veya ona kapı açan şeylerden kaçmak veya onu gizlemek gerekiyor.
Hatta Bediüzzaman Hazretleri seyyidliğini bilmesine rağmen fakat herkesin bileceği şekilde zahir delillerle ortaya konmadığından siyadetin setri caiz olabileceği cihetiyle mezkûr hikmeti takib ederek mahkemedeki iddianameye şu cevabı vermiştir:
“Mehdilik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hatta Denizli’deki ehl-i vukuf, “Eğer Said mehdiliğini ortaya atsa bütün şakirdleri kabul edecek” dediklerine mukabil, Said itiraznamesinde demiş ki: “Ben seyyid değilim. Mehdi seyyid olacak.” Diye onları reddetmiş.” (Ş.383)
Diğer bir cevabında da şöyle der:
“Bununla beraber ben de manevî Âl-i Beyt’ten sayılabilirim demekten maksadım; bir kısım müçtehidlerin ¬y¬A²E«.«— ¬y¬7³~ |«V«2«— duasında, “Seyyid olmayan fakat ehl-i takva bulunanlar, o duada dahildirler” dediklerinden, o umumi duada benim de bir hissem bulunması için ricakârane bir te’vildir. Yoksa o hatakârane mana hiç hatırıma gelmemiş.” (Ş.414)
Bediüzzaman Hz.leri eserlerinin çok yerlerinde, bilhassa kendine gösterilen büyük hürmetleri ta’dil etmek makamında yazdığı mektublarında, maddî ve manevî makam ve menfaatlerin istenmeyeceğini ısrarla ders verir. Bu tarz dersleri münasebetiyle kendisine sorulan bir sual:
“Deniliyor ki: Neden Nur şakirdlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları ve kat’i kanaatları, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine medar olan bir makamı ve kemalatı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur’a verip, kendini çok kusurlu bir hâdim gösteriyorsun?”
Bu suale verdiği uzun cevabın bir kısmında şöyle der:
“Bir şey daha kaldı ki; dünya cihetinde hakaik-ı imaniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi te’sir eder denilebilir. Bunda da iki mani var:
Birisi: Faraza velayet olsa da; bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velayetin mahiyetindeki ihlas ve mahviyete münafidir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhar ve dava edemezler, onlara kıyas edilmez.
İkinci mani: Pek çok cihetlerle çürütülebilir ve fani ve cüz’î ve muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahip olsa, Nurlara ve hakaik-i imaniyenin fütuhatına zarar gelir.” (E.L.I. 227)
Demek hürmet istenilmez, verilir. Ancak Kur’anî eserlerin ve ona bağlı olan cemaatin şahs-ı manevisinin yüksek makamı nazara verilebilir. Bunun bir örneğini verelim: Bediüzzaman Hz.leri diyor:
“Faş etmek hatırıma gelmiyen bir sırrı, faş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:
Risale-i Nurun şahs-ı manevisi ve o şahs-ı maneviyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı manevisi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususi bir memleketin kutbu, belki -ekseriyet-i mutlaka ile Hicaz’da bulunan- kutb-u azamın tasarrufundan haric olduğunu.. ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımağa mecbur olmuyor.
Ben eskide Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki; Gavs-ı Azam’da kutbiyet ve gavsiyetle beraber “ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhir zamanda şakirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır.” (K.L.196)
Bediüzzaman Hz.leri, asrımızdaki müceddidin dahi, bir şahs-ı manevî olacağını beyan eder. (Bak:2690/1.p.) Ve ferdî şahsiyetle değil, ancak şahs-ı manevî ile fahredilebileceğini vecizevî bir şekilde şöyle ifade eder:”Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahür edemez; millet namına tefahür eder, hazm-ı nefs edemez.” (M.477)
3374/2- Âl-i Beyt’in yaptığı ve yapacağı dinî hizmetlerinin müessiriyeti ve âlem-i İslâm’ın kemalat-ı maneviyelerinin merkezi olmaları ve ümmete istikamet ve selâmet yolunu göstermeleri gibi büyük hikmetler için Peygamberimiz (A.S.M.) ümmetinin Âl-i Beyt’e meveddetini ve bağlılığını istemiştir. (Bak: Âl-i Beyt ve 1194.p.)
İşte bu büyük maslahat-ı İslâmiyeyi muhafaza niyetiyle Âl-i Beyt silsilesi muan’an senetlerle seyyidler neslinin tesbitine çalışmışlar. Bu tesbitler kısmen kitablarda kaydedildiği gibi, kısmen de ağızdan ağıza intikalen gelmektedir. Bu arada normal veya bazı tarihî hâdiselerin zorlamasıyla vuku bulan muhaceretler ve sair sebeblerle tesbiti yapılamıyanlar da çoktur. (Bak: 2440.p.) Ancak âlem-i misalde cevelan edebilen ve manevî mükâşefelere mazhar ve kaif ilminin inceliğine vakıf olanlar, (Bak:731.p.) izn-i ilahî ile neseb tesbitinde manevî imkâna sahib olabilirler. Ezcümle:
Bediüzzaman Hz.nin bu tarz tesbit yoluyla yaptığını düşündüğümüz seyyidlik hakkında bazı hususi beyanları vardır. “Bediüzzaman Said-i Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, Abdülkadir Badıllı, Timaş Yayınları 1990-İst. sh: 36” da mevzumuzla alâkalı bazı rivayetler kaydedilmiştir.
3374/3- Bu seyyidllik mevzuu, bir derece hassas bir meseledir. Seyyidliği muan’an senedle zahir olanın siyadetini setretmesi, büyük maslahatları hâmil olan bu nesebin unutulmasına yol açar. Eğer olur olmaz herkesin seyyidlik iddia edebilmesi imkânı verilse, siyadet meselesinde teşettütlere ve menfi nesebî rekabetlere, hem ihlas ve tevazu gibi fazilet esaslarında zarara bais olabilir. Demek her şeyin ifrat ve tefritten azade ve müvezeneli bir vasatı vardır. Bu vasatı korumak ve teşettütleri önlemek gibi hikmetler için: “Seyyid olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim diyenler, ikisi de günahkâr ve duhul ile huruc haram oldukları gibi, hadis ve Kur’anda dahi ziyade veya noksan etmek memnu’dur.” (Mu.46) şeklinde bir düstur konulmuştur.
3374/4- Bediüzzaman Hz.leri “Âl” hakkında şöyle der: “Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) iki âl’i var. Biri: Nesebî âl; biri de şahs-ı manevi ve nuranisinin risalet noktasında âl’i var.” (O.L.120)
Demek oluyor ki, ikinci manevî âl’in vazifesi daha ehemmiyetlidir. Çünkü biri nesebe, diğeri risaletin vazifesine bağlıdır.
Risale-i Nur Külliyatının müteferrik yerlerinde, mehdiyetin asıl vazifesi manevi iman hizmetinin birinci derecede olduğu ve bu hizmetin de birinci derecede Nur şakirdlerinin haslar dairesine istinad ettiği beyan edilir. (Bak: 2303, 2899 / 1-2901. p.lar)
Bediüzzaman, iman hizmetinin hâdimleri olan Nur şakirdlerinin, ikinci manevî âl’in devamı olduğunu şöyle izah eder:
“Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyn’in (R.A.) ve Gavs-ı Azam’ın (K.S.) -ihbarat-ı gaybiyeleriyle- şakirdlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü Hazret-i Ali, üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi; Gavs-ı Azam (K.S.) da kuvvetli bir surette Risale-i Nur’dan haber verip tercümanını teşci’ etmiş. Bu mahrem dört risale, Keramet-i Aleviye ve Gavsiyeye ait dört risale inşaallah bir vakit size gönderilebilir. Mahkeme ehl-i vukufu onlara itiraz edememiş, yalnız “Bu yazılmamalı idi” diye küçük bir tenkid etmişler. Ben de cevab verdim, onlar sustular.
Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Azam’dan (K.S.) ve Zeynelabidin (R.A.) ve Hasan Hüseyin (R.A.) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (R.A.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.” (E.L.I. 67)
“Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur’a “Celcelutiye Kasidesi” nde rumuzlu işaratıyla pek çok alâkadarlık gösteren ve benim hakaik-i imaniyede hususi üstadım İmam-ı Ali’dir (R.A.). Ve (42:23)
|«"²hT7²~|¬4 «?Å…«Y«W²7~Ŭ~ ~®h²%«~ ¬y²[«V«2 ²vUV«¶[²,«~ « ²u5 âyetinin nassıyla, Âl-i Beyt’in muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır. Ve Vehhabîlik damarı, hiçbir cihette Nur’un hakiki şakirdlerinde olmamak lâzım geliyor.” (E.L.I. 204)
“Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirdlerin bu itikadlarına göre, bana karşı demişler ki: “Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler.” Ben de onlara demiştim: “Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt’ten olacaktır. Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (R.A.) bir veled-i manevisi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir manada hakiki Nur şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim; fakat bu zaman şahs-ı manevi zamanı olmasından ve Nur’un mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nur’daki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmağa kendimi mecbur biliyorum.” dedim, o ehl-i vukuf sustu.” (E.L.I. 267)
Bediüzzaman Hz.leri bir talebesinin yazdığı mektubunun bir kısmını şu şekilde ta’dil etti:
“Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur’un Cevşen-ül Kebir’den ve Celcelutiye’den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-ı imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh’ın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünki adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidadda bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı manevisi, Hz. Hasan (R.A.) ın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevî veledi hükmündedir.” (E.L.I. 72)
Mezkûr nakillerde Risale-i Nur ve has şakirdlerinin şahs-ı manevisi, en birinci ve âlî hizmet olan hakaik-ı imaniyenin neşrinde vazifedar gösteriliyor. Yine Bediüzzaman şimdi bu asırda âlem-i İslâmda büyük bir yekûn teşkil eden Âl-i Beyt cemaatlerinin ikinci ve üçüncü derecedeki “hayat” ve “şeriat” dairelerinde hizmet edeceklerini ve bu vazifenin tatbikçi mümessili olan Hz. Mehdi’nin en has ordusu olduğunu da beyan eder. (Bak:2296.p.) Bu parağrafta açıkça ifade edildiği gibi an’aneli şecere ile bilinen âl-i Beyt cemaatlerinin tam bir itimad ile bağlanmaları için, başlarına geçecek zatın da şecere ile bilinen seyyid olması, gayet münasib ve maslahatlıdır.
Amma risaletin verasetini hâmil ve mehdiyetin hakikat ve asliyeti olan ikinci âl ise, birinci âl’deki kemmiyete değil, keyfiyete ve a’zamiyet mesleğine istinad ettiği için, siyadet gibi meziyetleri umuma izhar etmez belki tesettür toprağında gizlenir. Bu hakikatı Bediüzzaman Hz.leri nim-manzum bir şekilde şöyle ifade eder:
“Meziyetin varsa hafa türabında kalsın, ta neşvünema bulsun
Ey zîhassa-i meşhure, taayyünle zulmetme, ger perde-i hafanın altında sen kalırsan, ihvanına verirsin ihsan ve bereketi.
Herbir ihvanın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, herbirine celbeder bir nazar-ı hürmeti.
Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükerrem iken altında; üstünde zalim olursun. Güneş iken orada; burada gölge edersin.
İhvanını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus, zalim birer emirdir; sahih doğru böyle ise hem de böyle görürsün.
Nerede kaldı yalancı tasannu’ ve riya ile kesb-i teşahhus, şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlahî, hem o nizam-ı ahsen.
Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev’i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen.
İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cum’ada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.
Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir, Esma-ül Hüsna’dan muzmer iksir-i İsm-i Azam. Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen.
İbhamda izhar eder, ihfada isbat eder. Meselâ: Ecelin ibhamında bir müvazene vardır; her dakikada tutar ve vaziyet alırsan.
Kefeteyn-i havf ü reca hizmet-i ukba, dünya. Tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene mübhem bir ömür olsa ahsen,
Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak dar ağacına gidersin.
Şey’en şey’en üzelmek, vehm de teselli vermez; sen de rahat etmezsin...” (S.720)
Dostları ilə paylaş: |