İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə102/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   98   99   100   101   102   103   104   105   ...   169

2450- Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm Kureyş’e demiş ki: “Yolda giderken sizin bir kafilenizi gördüm; kafileniz yarın filan vakitte gele­cek. Sonra o vakit kafileye muntazır kaldılar. Kafile bir saat teehhür etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tah­kikin tasdikiyle, Güneş bir saat tevakkuf etmiş. Yani Arz, onun sözünü doğru çıkarmak için; vazifesini, seyahatını bir saat tatil etmiştir ve o tatili, Güneş’in sükûnetiyle göstermiştir. İşte Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm’ın bir tek sözünün tasdiki için, koca Arz vazifesini terkeder; koca Güneş şahid olur. Böyle bir zatı tasdik etmiyen ve em­rini tutmıyanın ne de­rece bedbaht olduğunu ve onu tasdik edip emrine

_«X²Q«0«~ «— _«X²Q¬W«, diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla.” (M.180)



2451- “İhtar: Mirac mes’elesi, erkân-ı imaniyenin usûlünden sonra terettüb eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından meded alan bir nurdur. Er­kân-ı imaniyeyi kabul etmiyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat isbat edilmez. Çünki Allah’ı bilmiyen, Peygamber’i tanımıyan ve me­laikeyi kabul etmiyen veya semavatın vücudunu inkâr eden adamlara Mi’racdan bahsedilmez. Evvela o erkânı isbat etmek lâzım geliyor. Öyle ise biz, Mi’racda istib’ad ile vesveseye düşen bir mü’mini muhatab ittihaz ederek ona karşı beyan edeceğiz. Ara-sıra makam-ı istima’da olan mülhidi nazara alıp serd-i kelâm edeceğiz. Bazı Sözlerde hakikat-ı Mi’racın bir kısım lem’aları zikredilmişti. İhvanlarımın ısrarı ile ayrı ayrı o lem’aları hakikatın aslıyla birleştirmek ve kemalat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) cemaline birden bir ayine yapmak için, inayeti Allah’dan istedik.

¬v[¬&Åh7~ ¬w«W²&Åh7~ ¬yÁV7~ ¬v²K¬"

¬f¬D²K«W²7~ |«7¬~ ¬•~«h«E²7~ ¬f¬D²K«W²7~ «w¬8 ®Ÿ²[«7 ˜¬f²A«Q¬" >«h²,«~ >¬gÅ7~ «–_«E²A­,

(17:l) ­h[¬M«A²7~­p[¬WÅK7~ «Y­; ­yÅ9¬~ _«X¬#_«< ³~ ²w¬8 ­y«<¬h­X¬7 ­y«7²Y«& _«X²6«‡_«" >¬gÅ7~ _[«M²5«ž²~

 >«Y«B²,_«4 ¯?Åh¬8 —­†  >«Y­T²7~ ­f<¬f«- ­y«WÅV«2 |«&Y­< °|²&«— ެ~ «Y­; ²–¬~

 |«9²…«~²—«~¬w²[«,²Y«5 «_«5 «–_«U«4  |Å7«f«B«4 _«9«… Åv­$  |«V²2«ž²~ ¬s­4­ž²_«" «Y­;«—

 >«~«‡ _«8 ­…~«¶Y­S7²~ ««g«6 _«8  |«&²—«~ _«8 ¬˜¬f²A«2|«7¬~ |«&²—«_«4

 >«h²'­~ ®}«7²i«9 ­˜«~«‡ ²f«T«7«—  >«h«< _«8 |«V«2 ­y«9—­‡_«W­B«4«~

 >«—²_«W²7~ ­}ÅX«% _«;«f²X¬2  |«Z«B²X­W²7~ ¬?«‡²f¬, «f²X¬2

 |«R«# _«8«— ­h«M«A²7~ «~«ˆ _«8  |«L²R«< _«8 «?«‡²f¬±K7~ |«L²R«< ²†¬~

(53:4-18)  >«h²A­U²7~ ¬y¬±"«‡ ¬€_«<³~ ²w¬8 >«~«‡ ²f«T«7 (S.559)

Mirac hakkındaki mezkûr âyetleri tefsir eden Sözler mecmuasının Otuzbirinci Söz’ünden bazı kısımları nakletmekle, tafsilatını aynı Söz’e ha­vale ederiz:



2452- “ Hakikat-ı Mi’rac nedir?

Elcevab: Zat-ı Ahmediyyenin (A.S.M.) meratib-i kemalatta seyr ü sülûkünden ibarettir. Yani, Cenab-ı Hakk’ın tertib-i mahlukatta tecelli ettir­diği ayrı ayrı isim ve ünvanlarla ve saltanat-ı rububiyetinde teşkil ettiği devair-i tedbir ve icadda ve o dai­relerde birer arş-ı rububiyet ve birer mer­kez-i tasarrufa medar olan bir sema tabaka­sında gösterdiği âsâr-ı rububiyeti, birer birer o abd-i mahsusa göstermekle, o abdi, hem bütün kemalat-ı insaniyeyi cami’, hem bütün tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar, hem bütün tabakat-ı kâinata nazır ve saltanat-ı rububiyetin dellalı ve Marziyat-ı İlahiyenin mübelliği ve tılsım-ı kâinatın keşşafı yapmak için Burak’a bindirip, berk gibi semavatı seyrettirip, kat’-ı meratib ettirerek, kamer-vari menzilden menzile, daireden daireye rububiyet-i İlahiyeyi temaşa ettirip, o dairelerin semavatında ma­kamları bulunan ve ihvanı olan enbiyayı birer birer göstere­rek, ta Kab-ı Kavseyn makamına çıkarmış. Ehadiyet ile kelâmına ve rü’yetine mazhar kılmıştır.” (S.567) (Bak: 3170.p.)



2453- Evet bu “saray-ı âlemi, kendi kemalat ve cemal-i manevîsini gör­mek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celil-i Zülcemal, Cemil-i Zülcelal, Sani-i Zülkemal’in hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlem-i arzdaki zişuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin ma­nasını birisine bildirsin. O saraydaki acaibin menba’larını ve netaicinin mah­zenleri olan avalim-i ulviyede birisini gezdir­sin. Ve bütün onların fevkine çı­karsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibadına bir muallim ve saltanat-ı rububiyetine bir dellal ve Marziyat-ı İlahiyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekviniyesine bir müfes­sir gibi çok vazifeler ile tavzif etsin. Mu’cizat nişanlarıyla imtiyazını göster­sin. Kur’an gibi bir ferman ile o şahsı, Zat-ı Zülcelal’in has ve sâdık bir ter­cümanı olduğunu bildirsin.” (S.574)

2454- “Hâkim-i Arz ve Semavat, emr-i Kün Feyekün’e malik Âmir-i Mutlak olan Sultan-ı Ezelî ve Ebedî, tabakat-ı mahlukatında cereyan eden ve kemal-i itaat ve intizam ile imtisal olunan evamir ve kumandanlığının şuunatı ve zerrattan seyyarata ve sinekten semavata kadar olan tabakat-ı mahlukat ve tavaif-i mevcu­datta küçük-büyük cüz’î-küllî tabakatı ve taifeleri ayrı ayrı, fa­kat birbirine bakar bir tarzda birer daire-i rububiyet, birer tabaka-i hâkimiyet görünüyor.

Şimdi bütün kâinattaki makasıd-ı ulya ve netaic-i uzmayı anlıyacak ve bütün tabakatın ayrı ayrı vezaif-i ubudiyetlerini görmekle, Zat-ı Kibriya’nın saltanat-ı rububiyetini, haşmet-i hâkimiyetini müşahede ederek, o zatın marziyatı ne oldu­ğunu anlamak ve onun saltanatına dellal olmak için, alâ-külli-hal, o tabakat ve dai­relere bir seyr ü sülûk olacaktır. Ta daire-i azamiyesinin ünvanı olan Arş-ı Azam’ına girecek, ta Kab-ı Kavseyn’e yani imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makama girecek ve Zat-ı Celil-i Zülcemal ile görüşecektir ki: Şu seyr ü sülûk ise, Mi’racın hakikatıdır. Herbir insan, aklıyla hayal sür’atinde seyeranı, herbir veli kalbiyle berk sür’atinde cevelanı ve cism-i nuranî olan herbir melek ruh sür’atinde Arş’tan Ferş’e Ferş’ten Arş’a deveranı, ehl-i Cennet’in insanları Burak sür’atinde haşirden beşyüz sene fazla mesafeden Cennet’e çıkmaları olduğu gibi; nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalblerinden daha latif ve emvatın ruhlarından ve melaike ci­simlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misalîden daha zarif olan Ruh-u Muhammediye’nin (A.S.M.) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan Cism-i Muhammedî (A.S.M.) elbette onun ruh-u âlîsiyle Arş’a kadar beraber gide­cektir.” (S.565)



2455- “Elhasıl: Madem şu azîm kâinatı mezkûr maksatlar gibi ço azîm makasıd ve çok büyük gayeler için şu surette teşkil, tertib ve tezyin etmiştir. Hem madem şu mevcudat içinde şu umumi rububiyeti bütün dekaikı ile, şu azîm saltanat-ı uluhiyeti bütün hakaikı ile görecek insan nev’i vardır. Elbette o Hâkim-i Mutlak, o insan ile konuşacaktır, makasıdını bildirecektir. Madem her insan cüz’iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip, en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor, o hâkimin küllî hitabına bizzat muhatab olamıyor. Elbette o insanlar içinde bazı efrad-ı mahsusa, o vazife ile muvazzaf olacaklar; ta iki cihetle münasebeti bulunsun. Hem insan olmalı, ta in­sanlara muallim olsun. Hem ruhen gayet ulvi olmalı ki; ta doğrudan doğruya hitaba mazhar olsun. Şimdi madem şu insanlar içinde, şu kâinat Saniinin makasıdını en mükem­mel tarzda dellallık eden Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’dır. Elbette bütün efrad-ı insaniye içinde öyle bir manevi seyr ü sülûkü olacaktır ki; cis­manî âlemde seyr ü seyahat suretinde bir Mi’racı olacaktır. Yetmişbin perde tabir olunan berzah-ı sema ve tecelli-i sıfat ve ef’al ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar kat’-ı meratib edecektir. İşte Mi’rac budur.

2456- Yine hatıra geliyor ki: Ey müstemi’! Sen kalbinden diyorsun ki: “Nasıl inanayım, her şeyden daha yakın bir Rabb’a binler sene mesafeyi kat’edip yetmişbin perdeyi geçtikten sonra onunla görüşmek ne demektir?”

Biz de riz ki: Cenab-ı Hak herşeye, herşeyden daha yakındır. Fakat herşey, on­dan nihayetsiz uzaktır. Nasılki Güneşin şuuru ve konuşması olsa, senin elindeki ayine vasıtası ile seninle konuşabilir, istediği gibi sende tasar­ruf eder. Belki ayine-misal senin göz bebeğinden sana daha yakın olduğu halde, sen dörtbin sene kadar ondan uzaksın, hiçbir cihette ona yanaşamaz­sın. Eğer terakki etsen, kamer maka­mına gelip, doğrudan doğruya bir muka­bele noktasına çıksan, ona yalnız bir nevi ayinedarlık edebilirsin. Öyle de, Şems-i Ezel ve Ebed olan Zat-ı Zülcelal herşeye herşeyden daha yakın ol­duğu halde, herşey ondan nihayetsiz uzaktır. Yalnız bütün mevcudatı kat’edip, cüz’iyyetten çıkıp, külliyetin meratibinde gitgide binler hicablardan geçip, ta bütün mevcudata muhit bir ismine yanaşır, ondan daha ileride çok meratibi kat’eder. Sonra bir nevi kurbiyete müşerref olur.” (S.567)



2457- “Yine hatıra gelir ki: Dersin: “Birkaç dakikada binler sene mesa­feyi kat’etmek, aklen muhaldir?”

Biz de deriz ki: Sani-i Zülcelal’in san’atında, harekât, nihayet derecede muhte­liftir. Meselâ: Savtın sür’atiyle ziya, elektrik, ruh, hayal sür’atleri ne ka­dar mütefavit olduğu malum. Seyyaratın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayret­tedir. Acaba latif cismi, urûcda sür’atli olan ulvi ru­huna tabi olmuş; ruh sür’atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür? Hem on dakika yatsan, bazı olur ki bir sene kadar hâlâta maruz olursun. Hatta bir da­kikada insan gördüğü rü’yayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimatı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki; bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, biri­sine bir gün birisine de bir sene hükmüne geçer.



2458- Şu manaya bir temsil ile bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin ha­reke­tinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sür’at-i hare­kâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farzediyoruz ki: O saatta on iğne var. Bi­risi, saatleri gösterir. Biri de ondan altmış def’a daha geniş bir dairede dakikayı sa­yar. Birisi, altmış def’a daha geniş bir daire içinde saniyeleri; diğeri, yine altmış def’a daha geniş bir dairede saliseleri ve hakeza... rabiaları, hamiseleri, sadise, sabia, samine, tasia ta aşireleri sayacak gayet muntazam azîm bir dairede birer ibre farzediyoruz. Faraza saati sayan ibrenin dairesi, küçük saatimiz kadar olsa; herhalde aşireleri sayan ibrenin dairesi, arzın medar-ı sanevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir. Şimdi iki şahıs farzediyoruz: Biri saatı sayan ibreye binmiş gibi o ibrenin ha­rekâtına göre temaşa ediyor. Diğeri, aşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şah­sın bir zaman-ı vâhidde müşahede ettikleri eşya; saatimizle arzın medar-ı se­nevîsi nisbeti gibi, meşhudatça pekçok farkları vardır. İşte zaman, (çünki) harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, hare­kâtta cari olan bir hü­küm, zamanda dahi caridir. İşte bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibre­sine binen zişuur şahsın meşhudatı kadar olduğu ve hakikat-ı ömrü de o kadar ol­duğu halde; aşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda, o muayyen saatte Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Ves­selâm, burak-ı tevfik-i İlahîye biner; berk gibi bütün daire-i mümkinatı kat’edip, acaib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yet-i cemal-i İlahîye mazhar olarak, fermanı alıp vazife­sine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.” (S:571)

2459- “İnsanın camiiyeti; ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi ol­duğun­dan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden ayine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle, Cenab-ı Hak tecelli-i zatiyle ve esma-i hüsnanın azamî mertebede, nev’-i insanın manen en azam bir fer­dine, tecelli-i azam tezahür eder ki; bu tezahür ve tecelli, Mi’rac-ı Ahmedî (A.S.M.) sırrıdır ki; onun velayeti, risaletine mebde’olur... Mi’racın batını ve­layettir, halktan Hakk’a gitmiş. Zahir-i Mi’rac risalettir, Hak’tan halka geli­yor. Velayet, kurbiyet meratibinde sülûktür; çok meratibin tayyına ve bir de­rece zamana muhtaçtır. Nur-u azam olan risalet ise, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafı sırrına bakar ki; bir an-ı seyyale kâfidir. Onun için ha­diste denilmiş: “Bir anda dönmüş gelmiş” (217)” (S.562)

2460- “Mi’racın semeratı ve faydası nedir?

Elcevab: Şu şecere-i tuba-i maneviye olan Mi’racın beşyüzden fazla meyvele­rinden nümune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz

Birinci Meyve: Erkân-ı imaniyenin hakaikını göz ile görüp, melaikeyi, Cenneti, âhireti, hatta Zat-ı Zülcelal’i göz ile müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir ha­zine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu kâinatı, perişan ve fani ve karmakarışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsi mektubat-ı Samedaniye, güzel ayine-i ce­mal-i Zat-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatını göstermiş. Kâinatı ve bütün zişuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem o nur ve o meyve ile beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a’dası nihayetsiz ve fani, bekasız bir vazi­yet-i dalaletkâraneden o insanı o nur, o meyve-i kudsiye ile ahsen-i takvimde bir mu’cize-i kudret-i Samedaniyesi ve mektubat-ı Samedaniyenin bir nüsha-i camiası ve Sultan-ı Ezel ve Ebed’in bir muhatabı, bir abd-i hassı, kemalâtının istihsancısı, halili ve cemalinin hayretkârı, habibi ve Cennet-i bakiyesine namzet bir misafir-i azizi suret-i hakikisinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir şevk vermiştir.

2461- İkinci Meyve: Sani-i Mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabb-ül Âle­mîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebed’in marziyat-ı Rabbaniyesi olan İslâmiyet’in -başta namaz ola­rak-esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki: O marziyatı anlamak, o kadar merak-aver ve saadet-averdir ki, tarif edilmez. Çünki: Her­kes, büyükçe bir veliyy-i ni’met, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzu­larını anlamağa ne kadar arzukeş ve an­lasa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki: “Keşki bir vasıta-i muhabere olsa idi doğrudan doğruya o zat ile ko­nuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim.” der. Acaba bütün mevcudat kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcu­dattaki cemal ve kemalat, onun cemal ve kemaline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına maz­har olan beşer, ne derece onun marziyatını ve arzularını anlamak hususunda hâhişger ve merak-aver olması lâzım olduğunu anlarsın.

İşte Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı Ezel ve Ebed’in marziyatını doğrudan doğruya Mi’rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.



2462- Evet beşer, Kamer’deki hali anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki Kamer, öyle bir Malik-ül Mülk’ün memleketinde geziyor ki: Kamer, bir sinek gibi Küre-i Arz’ın etrafında per­vaz eder. Küre-i Arz, Pervane gibi Şems’in etrafında uçar. Şems, binler lam­balar içinde bir lambadır ki; o Malik-ül Mülk-ü Zülcelal’in bir misafirhane­sinde mumdarlık eder. İşte Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) öyle bir Zat-ı Zülce­lal’in şuunatını ve acaib-i san’atını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini gör­müş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zatı ke­mal-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini an­larsın.

2463- Üçüncü Meyve: Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp ge­tirmiş; cin ve inse hediye etmiştir. Evet Mi’rac vasıtasıyla ve kendi gö­züyle Cennet’i görmüş ve Rahman-ı Zülcelal’in rahmetinin baki cilvelerini müşahede etmiş ve saa­det-i ebediyeyi kat’iyen hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjde­sini cin ve inse hediye etmiştir ki: Biçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zeval ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşanede oldukları hen­gâmda; şöyle bir müjde, ne kadar kıymetdar olduğu ve idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fani cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar saadet-aver olduğu tarif edilmez. Bir adama, idam edileceği anda, onun afvıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebebdir. Bütün cin ve ins adedince böyle sü­rurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.

2464- Dördüncü Meyve: Rü’yet-i cemalullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getir­miştir ki, o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bu­nunla kıyas edebilir­sin. Yani: Her kalb sahibi bir insan; zicemal, zikemal, ziihsan bir zatı sever. Ve o sevmek dahi, cemal ve kemal ve ihsanın derecatına nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız birdefa görme­sine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Halbuki bütün mevcudattaki cemal ve kemal ve ihsan, onun cemal ve kemal ve ihsanına nisbeten küçük birkaç lemaatın, güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü’yete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zat-ı Zülcelali Velkemal’in saadet-i ebediyede rü’yetine muvaffak olması, ne kadar saadet âver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.

2465- Beşinci Meyve: İnsan kâinatın kıymetdar bir meyvesi ve Sani-i Kâinat’ın nazdar sevgilisi olduğu, Mi’rac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahluk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zişuur olan insanı, o meyve ile o ka­dar yüksek bir makama çıkarır ki: Kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes’udiyetkârane veriyor ki, tasvir edil­mez. Çünki adi bir nefere denilse: “Sen müşir oldun.” Ne kadar memnun olur. Halbuki fani âciz bir hayvan-ı natık, zeval ve firak sillesini daima yiyen biçare in­sana, birden ebedî, baki bir Cennet’te, Rahim ve Kerim bir Rahman’ı rahmetinde ve hayal sür’atinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelanında, kalbin bütün arzularında, mülk ve me­lekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelana muvaffak olduğun gibi, saa­det-i ebediyede rü’yet-i cemaline de muvaffak olursun denildiği vakit, insaniyeti su­kut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddi bir sevinç ve süruru kal­binde hisse­deceğini tahayyül edebilirsin.” (S.581-583)

2466- Süleyman Çelebi’nin yazdığı Mevlid’in Mi’raciye bahsinde zikre­dilen ma­ceralar, ulvi hakikatlara işaret eden birer ihtar ve kinaye ifadelerdir. Evet “Mi’raciyedeki maceralar, malumumuz olan manalarla, o kudsi ve ne­zih hakikatları ifade edemiyor. Belki o muhavereler; birer ünvan-ı mülahaza­dır, birer mirsad-ı te­fekkürdür ve ulvi ve derin hakaika birer işarettir ve ima­nın bir kısım hakaikına birer ihtardır ve kabil-i tabir olmıyan bazı manalara, birer kinayedir. Yoksa malumumuz olan manalar ile bir macera değil. Biz, hayalimiz ile o muhaverelerden o hakikatları alamayız; belki kalbimizle heye­canlı bir zevk-i imanî ve nuranî bir neş’e-i ruhanî alabiliriz. Çünki nasıl Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatında nazir ve şebih ve misli yok­tur; öyle de: şuunat-ı rububiyetinde misli yoktur. Sıfatı nasıl mahlukat sıfatına ben­zemi­yor; muhabbeti dahi benzemez. Öyle ise şu tabiratı, müteşabihat nev’inden tutup deriz ki: Zat-ı Vacib-ül Vücud’un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine münasib bir tarzda ve istiğna-i zatîsine ve kemal-i mutlakına muvafık bir su­rette muhabbeti gibi bazı şuunatı var ki, mi’raciye mecarasıyla onu ihtar edi­yor.” (M.305) (Bak: Müteşabihat)

2467- Sual: “Yetmiş bin perde arkasında Cenab-ı Hakk’ı görmüş” tabiri, bu’diyet-i mekânı ifade ediyor. Halbuki Vacib-ül Vücud, mekândan münez­zehtir; herşeye, herşeyden daha yakındır. Bu ne demektir?

Elcevab: Otuzbirinci Söz’de mufassalan, bürhanlar ile o hakikat beyan edilmiş­tir. Burada yalnız şu kadar deriz ki:

Cenab-ı Hak bize gayet karibdir, biz ondan gayet derecede uzağız. Nasılki gü­neş; elimizdeki ayine vasıtasıyla bize gayet yakındır ve yerde herbir şeffaf şey, ken­dine bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. Eğer güneşin şuuru olsaydı, bizimle ayinemiz vasıtasıyla muhabere ederdi. Fakat biz ondan dörtbin sene uzağız. Bilâ teşbih velâ temsil; Şems-i Ezelî, her şeye herşeyden daha yakındır. Çünki Vacib-ül Vücud’dur, mekândan münezzehtir. Hiçbir şey ona perde olamaz. Fakat herşey ni­hayet derecede ondan uzaktır.

İşte Mi’racın uzun mesafesiyle, (50:16) ¬f<¬‡«Y²7~¬u²A«& ²w¬8 ¬y²[«7¬~ ­«h²5«~ ­w²E«9«— in ifade ettiği mesafesizliğin sırrıyla; hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Ves­selâm’ın gitmesinde, çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve an-ı vahidde yerine gelmesi sırrı, bundan ileri geliyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın Mi’racı, onun seyr ü sülûküdür, onun ünvan-ı velayetidir. Ehl-i velayet, nasılki seyr ü sülûk-ü ruhanî ile kırk günden, ta kırk seneye kadar bir terakki ile derecat-ı imaniyenin hakkalyakîn derecesine çıkıyor.

Öyle de: Bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Ves­selâm; değil yalnız kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem havassiyle, hem letaifiyle, kırk seneye mukabil kırk dakikada, velayetinin keramet-i kübrası olan mi’racı ile bir cadde-i kübra açarak, hakaik-ı imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, mi’rac merdiveniyle Arş’a çıkmış, “Kab-ı Kavseyn” makamında, hakaik-ı imaniyenin en büyüğü olan iman-ı billah ve iman-ı bil’âhireti aynel yakin gözüyle müşahede etmiş. Cennete girmiş Saadet-i ebediyeyi görmüş. O mi’racın kapısıyla açtığı cadde-i kübrayı açık bırakmış, bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o mi’racın gölgesi içinde gidiyorlar.” (M.306)

2467/1- Mirac hâdisesinde ehemmiyetle zikri geçen “Sidret-ül Münteha” hak­kında, Buhari’deki müteşabih vasfındaki iki hadisin son kısmında izahat veriliyor ve Peygamberimiz (A.S.M.)ın Enbiya ile görüşmesinden sonraki ahvali teşbihen şöyle anlatılıyor:

“...Sonra (Cibril) ta Sidret-ül Münteha’ya (*) birlikte varıncaya kadar beni gö­türdü. Sidre’yi öyle (acib ve garib) elvan kaplamıştı ki, onlar nedir, bil­mem...” (S.B.M. ci:2, 227. hadis mealinden)

“....Bütün bu menazil ve menazırdan sonra karşıma Sidre-i Münteha sa­hası açıldı. Bir de gördüm ki, Sidr ağacının yemişleri (Yemen’in) Hecir (ka­sabası) testileri benzeri (büyüklüğünde)dir. Yaprakları da fillerin kulakları gi­bidir. Cibril bana: “İşte bu Sidre-i Münteha’dır.” dedi. (**) Bu ağacın aslından dört nehir nebean ediyordu. İki nehir zâhir, iki nehir de bâtın idi.” (S.B.M.10. ci:1551.hadis mealinden)

S.B.M.227, 1464, 1550. hadisler de Mi’rac hakkındadır. S.M.Kitab-ül İman’da 74. babı, Mi’raca dair Bab-ül İsra’dır.



Atıf notları:

-Mi’racdaki mükâleme olan “tahiyyat”ın teşehhüdde okunmasının hikmeti, bak: 3639-3641.p.lar

-Mi’racın birkaç dakika müddetinin uzunluğu, bak: 4028.p.da haşiye.

qqMİ’RAC GECESİ |K% ‚~hQ8 : (Leyle-i Mi’rac) (Bak: Şühur-u Selase)

2468- qqMİRAS ~h[8 : Ölen kimseden akrabalarına ve yakınlarına kalmış olan mal, mülk. Buna dair hukuk kaidelerine İslâm Fıkhında “Feraiz” denilir. Bu ilim, çok teferruatlı ve mühim bir miras hukukudur. Kur’anda ve ehadiste miras hukukuna hayli yer verilmiş ve buna istinaden fıkıh imamları, miras hukukunu et­raflıca tesbit etmişlerdir.

Miras hukuku ve onunla alâkalı olarak Kur’anda çok âyetler vardır. Me­selâ: (2:77,180,181,182,233) (4:7 ilâ 12 ve 19,33,176) (5:106,107,108) (8:72,75) (33:6) âyetleri zikredilebilir.



2469- Mirasta erkek, kız hissesinin iki mislini alacağına ait bir âyet hük­münün hikmet cihetindeki tefsirinden bir nümune ve medeniyet hesabına edilen itiraza bir cevabdır. Şöyle ki: “ (4:176) ¬w²[«[«C²9 ­ž²~ ¬±o«&­u²C¬8¬h«6 Åg¬V«4 olan hükm-ü Kur’anî, mahz-ı adalet olduğu gibi, ayn-ı merhamettir. Evet adalet­tir, çünki ekseriyet-i mut­laka itibariyle bir erkek, bir kadın alır, nafakasını taahhüd eder. Bir kadın ise, bir ko­caya gider, nafakasını ona yükler; irsiyet­teki noksanını telafi eder. Hem merhamet­tir, çünki o zaife kız, pederinden şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Hükm-ü Kur’ana göre o kız pederinden endişesiz bir şefkat görür. Pederi ona, “Benim servetimin ya­rısını, ellerin ve yabanilerin ellerine geçmesine sebeb olacak zararlı bir ço­cuk” nazarıyla endişe edip bakmaz. O şefkate, endişe ve hiddet karış­maz. Hem kardeşinden rekabetsiz, hasedsiz bir merhamet ve himayet görür. Kar­deşi ona, “Hanedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını ellerin eline verecek bir rakib” nazarıyla bakmaz; o merhamete ve himayete bir kin, bir iğ­birar katmaz. Şu halde o fıtraten nâzik, nazenin ve hilkaten zaife ve nahife kız, sureten az bir şey kaybeder fakat ona bedel akaribin şef­katinden, merhametinden tükenmez bir servet kazanır. Yoksa rahmet-i Hak’tan ziyade ona merhamet edece­ğiz diye hakkından fazla ona hak ver­mek, ona merhamet değil, şedid bir zulümdür. Belki zaman-ı cahiliyette, gay­ret-i vahşiyaneye binaen kızlarını sağ olarak defnetmek gibi gaddarane bir zulmü andıracak şu zamanın hırs-ı vahşiyanesi, merhametsiz bir şenaate yol açmak ihtimali vardır.” (M.40)

H.İ.4. ci.14. kitab shf: 471, veraset hukukuna dairdir.



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   98   99   100   101   102   103   104   105   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin