İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə109/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   105   106   107   108   109   110   111   112   ...   169

2618- “Eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekât ile hasıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tabidir. Evet bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irade ve evamir-i tekviniyenin ünvanı olan “Kitab-ı Mübin”den haber veren ve işaret eden hem nazarî olarak emir ve ilm-i İla­hînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübin”den haber veren ve remzeden iki ka­der tecellisi var. Bedihî kader ise, o çe­kirdeğin tazammun ettiği ağacın, maddi keyfiyat ve vaziyetleri ve hey’etleridir ki, sonra göz ile görünecek. Na­zarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müd­det-i hayatındaki geçi­receği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki tarihçe-i hayat namıyla tabir edilen vakit be-vakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekil­ler, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır. Ma­dem en adi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücu­dundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır.

Şimdi, vücudundan sonra herşeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise; âlemde “Kitab-ı Mübin” ve “İmam-ı Mübin”den haber veren bütün mey­veler ve “Levh-i Mahfuz”dan haber veren işaret eden insandaki bütün kuvve-i hafızalar bi­rer şahittir, birer emaredir. Evet herbir meyve, bütün ağacın mukadderat-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılı­yor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla be­raber kısmen âlemin hâdisat-ı maziyesi kuvve-i hafızasında öyle bir surette yazılıyor ki, güya hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a’malinden küçük bir senet istinsah ederek, insanın eline verip, dimağının cebine koy­muş, ta, muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem, ta mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü mercinde beka için pek çok ayineler var ki, Kadîr-i Ha­kîm zaillerin hüviyetlereni onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem beka için pek çok levhalar var ki, Hafiz-i Alîm, fanilerin manalarını onlarda yazıyor.” (S.469) (Bak: İmam-ı Mübin)



2619- qqMUKARREBÛN –Y"±hT8 : (Mukarrebîn) Büyük meleklerden bir zümre. *Takva ve ubudiyet ile evliya derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk’ın in­dinde çok kıymetli ve mübarek büyük zatlar. *Yakınlaşmış olanlar. (Bak Hamele-i Arş)

2620- qqMUKATTAAT-I HURUF ¿—h& ¬€_Q±OT8 : (Edb: Matlasız şiir parçaları. Muhtelif olarak alınmış şiir parçaları. *Kısaltmalar. Tamamlanma­mış cümleler. (Bak: Huruf-u Mukattaa)

2621- qqMUKÎM v[T8 : İkamet eden. *Ayakta duran. *Okuyan. *Bir memle­kette devamlı duran. *Esma-i İlahiyeden olup “Her şeyi ayakta tutan, devam ettiren ve kayyumiyet sırrıyla bir an bile hiçbir şeydan alâkasız olma­yan” mealindedir. *Fık: Vatanında veya vatanı sayılan bir yerde onbeş gün­den fazla kalan kimse. (18 saatlik uzağa gidene “Misafir” denir.) (Bak: Misa­fir)

2622- qqMÛSÂ (A.S.) |,Y8 : Benî İsrâîl peygamberlerinden Hz. Musa’nın (A.S.) ismi. Dört büyük kitabdan birisi olan Tevrat, vahiy yoluyla kendisine gelmiş­tir. Yahudilerin en büyük peygamberidir. Şeriatı, Hz. İsa’ya (A.S.) kadar devam etti. Hz. Yusuf’un (A.S.) soyundan Yuşa namındaki Pey­gamberi yerine tayin ederek ve­fat etmiştir. Mısır Firavununa karşı mücadele etti. Harun (A.S.), kardeşi ve kendi veziri hükmünde idi. (Bak: Bakarperestlik, Fir’avun, Harun (A.S.), Tevrat)

İki atıf notu:

-Hz. Hızır ve Musa (A.S.) kıssası, bak: 2202.p.

-Firavunun, Musa’ya (A.S.) “meshür”demesi, bak: 341l.p.da bir âyet notu.

2623- “Hazret-i Musa, Benî İsrail’den “İmran” adındaki bir zatın oğlu­dur. Mı­sır’da doğmuştur. İsrail Oğulları, Mısır’da artarak oniki kabileye ay­rılmıştı. Bunlara “Benî israil Esbatı” denirdi. Bunların böyle artmaları, Mı­sır’ın eski ahalisi olan Kıp­tîlerin hoşuna gitmiyordu. Bunlara zahmet veri­yorlar, dedelerinin yurdu olan Ken’an iline çıkıp gitmelerine de mani oluyorlardı.

2624- Bir gün Mısır kâhinlerinden biri, Benî İsrail’den gelecek bir çocuk, Mısır Devleti’nin batmasına sebeb olacak” diye Fir’avuna yani Kabur ibn-i Mus’ab adın­daki Mısır hükümdarına haber vermiş, Fir’avun da Benî İsrail’in yeni doğan çocuk­larını öldürmeye başlamıştı. İşte bu sırada Hazret-i Musa doğdu Validesi onu cellat eline vermekten ise bir sandık içine koyarak Nil ırmağına atmayı muvafık gördü. Nil’in sahiline attığı bu sandığı, Fir’avunun zevcesi Asiye elde edip açtı. İçinden mücessem bir güzellik, bir letafet nuru halinde çıkan ma’sum çocuğu pek sevip kendisine evlat edindi. Hazret-i Musa’nın validesi de bir yolunu bularak kendisini bu güzide yavrusuna süt anne tayin ettirdi.

Hazret-i Musa, kendi düşmanı tarafından sarayında besleniyor. Bu garip ve ib­ret alınacak, ilahî bir cilve idi.



2625- Hazret-i Musa büyüdü. Birgün sokakta, Benî israil’den biriyle kavga eden bir Kıptîye bir tokat attı. Kiptînin son günleri imiş, kazara canı çıktı. Hazret-i Musa yaptığına pişman oldu. Fir’avundan korkarak Mısır’dan çıkıp Medyen şehrine gitti. Orada Şuayb Aleyhisselâm’ın kızı “Safura” ile evlendi. Bir müddet sonra Mısır’a dönmek üzere refikasıyla beraber yola çıktı, giderken Tur Dağı’na uğradı. Orada Allah’ın tecellisine mazhar oldu, kendisine Peygamberlik verildi. Büyük kardeşi Hâ­run Aleyhisselâm ile bera­ber Fir’avun’u dine davete me’mur oldular.

Hazret-i Musa’nın eli ay gibi parladı; elindeki asâ da, Allah’dan dilediği vakit büyük bir ejderha kesilirdi. Bunlar kendisine verilen birer mu’cize idi. O zaman Mı­sır tarafında sihir, büyücülük pek ilerlemişti. Fir’avun, Musa (A.S.)’ın gösterdiği bu mu’cizeleri sihir sandı. Sahirleri topladı; bunlar Haz­ret-i Musa’ya meydan okudular. Fakat Hazret-i Musa’nın asa mu’cizesini gö­rünce, sahirlerin hepsi de iman ettiler. Bunun bir sihir olmadığını derhal an­ladılar. Çünkü bu asa, bir ejder kesilerek büyü­cülerin meydanda birer yılan, çıyan gibi gösterdikleri ipleri, değnekleri yuttu. Silip süpürdü. Eğer Hazret-i Musa’nın gösterdiği şey, bir gözbağcılık olsa idi böyle imha hârikası vücuda gelemezdi. (Bak: 3400.p.)



2626- Sıkılmadan rububiyet iddiasında bulunan Fir’avun ile Mısır kadîm ahalisi olan Kıptîler, Hazret-i Musa’nın bu mu’cizelerini gördükleri halde ne yazık ki yine iman etmediler. Nihayet Musa Aleyhisselâm, bir gece Benî İs­rail’i alıp Mısır’dan çıktı, Süveyş’e geldiklerinde deniz bir mu’cize olarak ya­rıldı, oniki yola ayrıldı. Benî İsrail’in oniki kabilesi bu yollardan karşı yakaya geçtiler. Bunları takip eden Fir’avun ile ordusu ise suların tekrar kapanması üzerine boğulup gittiler. Yalnız Fir’avun’un cesedi suların çarpmasıyla sahile atılmış idi. Kendi fani varlığına güvenerek yaradanını unutan, tanrılık dava­sında bulunmaktan utanmayan gafil, mugfil bir şah­siyetin şu elîm akibeti bü­yük bir ibret levhası teşkil ediyordu.

2627- Musa Aleyhisselâm Fir’avundan kurtulmuş, Benî İsrail ile beraber denizi selâmetle geçerek Tiyh Sahrası’na gelmişti. Onları burada bırakarak “Turisina” de­nilen Tur Dağı’na gitti; orada kırk gün kadar Hak Teala’ya iba­dette, münacâtta bu­lundu. Mekândan ve zamandan münezzeh olan Allah Teala ile tekellüm şerefine nail oldu, kendisine Tevrat Kitabı verildi.

2628- Hazret-i Musa, Turisina’dan Tiyh Sahrası’na dönünce, kavminin bir kıs­mını Samiri namında birinin altundan yapmış olduğu bir buzağıya ta­par bir halde bulmuş, bundan pek müteessir olmuş idi. Bunlar, Harun Aleyhisselâm’ın nasihatlarını dinlemiyerek böyle bir cehalette bulunmuşlardı. Tevbe edip yaptıkla­rına pişman oldular.

2629- Musa Aleyhisselâm, Ken’an topraklarını, Arz-ı Mukaddes’i almak için Amalika ile harb etmek istiyordu. Benî israil ise savaştan kaçındılar; o mübarek pey­gamberin bedduasına uğrayarak kırk sene Tiyh Sahrası’nda kal­dılar. Aradan bir hayli zaman geçti; Benî israil arasında da çölde büyümüş yi­ğitler yetişti. Hazret-i Musa, bunları alıp Lut Denizi’nin cenub taraflarına götürdü. Daha ileriye giderek Amalika’dan “Avc ibn Unk” adındaki hüküm­dar ile harb etti. Şeria Nehri’nin şark taraflarındaki beldeleri elde etti.

2630- Hazret-i Musa, bir aralık gidip İbrahim Aleyhisselâm’ın zamanın­dan beri berhayat olan veya Hazret-i İbrahim ile beraber hicret eden zatların zürriyetinden bulunan Hızır Aleyhisselâm ile görüşmüş, onun mazhar ol­duğu ledünnî ilmine şahit bulunmuştur. (Bak: 3148.p.)

Musa Aleyhisselâm, rivayete nazaran Ken’an hududuna yakın bir ma­halde yüz yirmi yaşında olduğu halde vefat etmiştir ki, Hazret-i Âdem devri­nin üçbin sekizyüz altmış sekizinci yılına ve Mısır’dan çıkmalarının kırkıncı senesine müsadiftir.” (B.İ.İ.484)



2631- Benî İsrail’e verilen ni’metleri ihtar ile Arz-ı Mukaddes’e girmek için fe­dakârlık gerektiğini tebliğ eden Hz. Musa’nın (A.S.) kıssası âyette şöyle ifade edilir:

“(5:20) ¬y¬8²Y«T¬7|«,Y­8 «Ä_«5 ²†¬~«— Hani bir vakit Musa kavmine şöyle demişti. ²v­U²[«V«2 ¬yÁV7~ «}«W²Q¬9~—­h­6²†~ ¬•²Y«5_«< Ey benim kavmim! Allah’ın size olan nimetini zikr ü yad ediniz.

«w[¬W«7_«Q²7~«w¬8 ~®f«&«~ ¬€ÌY­< ²v«7_«8 ²v­U[´#´~«— _®6Y­V­8 ²v­U«V«Q«%«— «š_«[¬A²9«~ ²v­U[¬4 «u«Q«% ²†¬~

o vakit ki, ni’metini ki içinizden enbiya yarattı ve sizi mülûk kıldı. Ve size âlemînden hiç birine vermediği şeyler verdi.”

Âlemde hiç bir kavimde Benî İsrail’deki kadar çok peygamber ba’sedilmemiş bulunduğu malumdur. Mukaddema evlad-ı Yakub Esbat, sonra Musa, Harun, Yuşa’ ve ezcümle Hazret-i Musa’nın kavminden ihtiyar edip beraber Tur’a gittikleri yetmiş zat ve daha sonra nice enbiya-i Benî İs­rail gelmiştir. Ancak âyetin ilerisinden suret-i kat’iyyede anlaşılıyor ki, Haz­ret-i Musa bu ihtarı yaptığı zaman Benî İsrail henüz Arz-ı Mukaddes’e gir­memiş ve daha bir vatan tutmamış ve henüz mülûk devrine ermemişti. O sı­rada da Musa, Harun ve yetmiş zat ile «š_«[¬A²9«~ ²v­U[¬4 «u«Q«% mütehakkık ise de, “sizi mülûk kıldı” demek nasıl mümkün olabilir? Gerçi bunun tahakkuku, vukuuna binaen istikbalden mazi ile tabir olarak “kılacaktır, kılacağı muhak­kaktır veya ezelde de böyle takdir edilmiştir”manasında olması ve binaena­leyh enbiyadan bütün enbiya-i Benî İsrail, mülûktan da bütün mülûk-u Benî israil kasdedilmesi muhtemeldir.

Bu surette hasılı meal: “Ey benim kavmim! Muhakkak ki, Allah sizin içi­nizde daha bir çok peygamberler yapacak ve sizi mülûk kılacak, saltanatlara nail edecek ve size diğerlerine vermediği şeyler verecek; şimdi Allah’ın bun­ları yaptığı veya takdir ettiği vakit size olan ni’metlerini yad ve tefekkür edi­niz de ona göre hareket eyleyi­niz” demek olur.” (E.T. 1639)



2632- “(5:21) ²v­U«7 ­yÁV7~ «`«B«6 |¬BÅ7~ «}«,Åf«T­W²7~ «Œ²‡«ž²~ ~Y­V­'²…~ ¬•²Y«5 _«< Ey benim kavmim! Arz-ı Mukaddes’e giriniz ki Allah onu sizin için yazdı. Yani size vatan ve mesken olmak üzere takdir ve kısmet etti. Levh-i Mahfuz’a yazdı.” (E.T. 1641)

“Hz. Musa’nın bu teklifine karşı kavmi ne dediler bilir misiniz?

(5:22) «w<¬‡_ÅA«% _®8²Y«5 _«Z[¬4 Å–¬~ |«,Y­8_«< ~Y­7_«5 Ya Musa ! O dediğin yerde öyle bir kavim var ki, hepsi cebbar. Yani: Mukavemet edilmez istediğini zorla cebren ve kahren yaptırır, yahut boylarına yetişilmez, iri, güçlü kuv­vetli, dev gibi adamlar. (5:22) _«Z²X¬8 ~Y­%­h²F«< |ÅB«& _«Z«V­'²f«9 ²w«7 _Å9¬~«— Onlar ora­dan çıkmadıkça biz asla oraya girmeyiz... Onlar şayet oradan çıkarlarsa biz de muhakkak gireriz” dediler... Ancak içlerinden fetâ-yı Mûsâ Yuşa’ İbn-i Nun ile damad-ı Musa Kaleb İbn-i Yufanna işi teshile çalışmışlar; çok güzel, çok hoş ni’meti bol bir memleket; ahalisi­nin gövdeleri iri, bedenleri kuvvetli ise de kalbleri zaif demişler. “ (E.T. 1643)

2633- “Hasılı, Benî İsrail Hazret-i Musa’ya karşı “Biz Arz-ı Mukaddes’e girme­yiz” diye dayattılar. Ancak (5:23) «–Y­4_«F«< «w<¬gÅ7~ «w¬8 ¬–«Ÿ­%«‡ «Ä_«5 kor­kanlardan yani Allah’tan ve Allah’ın emrine muhalefetten korkanlardan iki er, ekser rivayete göre Yuşa’ ve Kaleb ki _«W¬Z²[«V«2 ­yÁV7~ «v«Q²9«~ Allah ikisini de in’amiyle mes’ud eyle­mişti, bunlar dedilerki: (5:23) «_«A²7~ ­v¬Z²[«V«2 ~Y­V­'²…­~ “Üzerlerine kapıyı tutunuz, gi­riniz.” «–Y­A¬7_«3 ²v­UÅ9¬_«4 ­˜Y­W­B²V«'«… ~«†¬_«4 Çünkü onu tutup girdiniz mi, siz muhakkak galibsiniz. Binaenaleyh böyle yapınız. ~Y­VÅ6«Y«B«4 ¬yÁV7~ |«V«2«— ve ancak Allah’a dayanı­nız. «w[¬X¬8ÌY­8 ²v­B²X­6 ²–¬~ Eğer Allah’a ve nübüvvet-i Musa’ya mü’min iseniz böyle ya­pınız. Allah’dan korkan ve mes’ud olan bu iki er Hz. Musanın mübüvvetine ve vadü ihbarındaki sıtkına bihakkın iman etmekte bulunmuş olduklarından gördükleri kuvvet ü şevkete rağmen lütf-i Hak ile misaklarında sebat ederek bu suretle itimad ve emni­yetlerini beyan ve kavimlerini itaate teşvik u tergib eylemişler ve bunlar bidayeten bu sebatta mazhar-ı in’am-ı İlahî oldukları gibi bilahare Arz-ı Mukad­des’e girmek ni’metine de nail olmuşlardı.” (E.T. 1647)

2634- Hz.Musa’ya (A.S.) Allah tarafından kitap verildiğini ve Tevrat’ın uzun bir devre hükmettiğini bildiren bir âyet de şöyledir:

“(2:87) «_«B¬U²7~ |«,Y­8 _«X²[«#³~ ²f«T«7«— Yani nam-ı uluhiyete kasem olsun ki, mu­hakkak biz Azimüşşan, Musa’ya o kitabı, Beni İsrail’in berveçh-i bâlâ ak­samını nakz edegeldikleri Tevrat’ı verdik.

¬u­,Çh7_«" ¬˜¬f²Q«" ²w¬8 _«X²[ÅS«5«— Ve arkasından onun izinde ve aynı şeriatla me’mur nice peygamberler daha gönderdik; ki bunlar “Yuşa’, İşmuil, Şem’un, Davud, Sü­leyman, Şa’ya, Armiya, Uzeyr, Hazkıl, İlyas, El’yesa, Yu­nus, Zekeriyya, Yahya Aleyhimüsselâm ve sair enbiyadır.” (E.T. 404)

2635- “Kur’anda çok tekrar edilen kıssa-i Musa Aleyhisselâm’ın cümle­leri ve cüz’leridir ki, herbir cümlesi, hatta herbir cüz’ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor.” (S.401) (Bak Bakarperestlik)

2636- “Hem Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın bir mu’cizesini beyan eden:

_®X²[«2 «?«h²L«2 _«B«X²$~ ­y²X¬8 ²€«h«D«S²9_«4 «h«D«E²7~ «¾_«M«Q¬" ²¬h²/~_«X²V­T«4 (2:60) ilâ âhir... Bu âyet işaret ediyor ki: Zemin tahtında gizli olan rahmet hazinelerinden, basit âletlerle istifade edilebilir. Hatta taş gibi bir sert yerde, bir asa ile ab-ı hayat celbedilebilir. İşte şu âyet, bu mana ile beşere der ki: “Rahmetin en la­tif feyzi olan ab-ı hayatı, bir asa ile bulabilirsiniz; öyle ise haydi çalış bul!” Cenab-ı Hak şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey insan! Madem bana itimad eden bir abdimin eline öyle bir asa veriyorum ki; her istediği yerde ab-ı hayatı onunla çeker. Sen de benin kavanin-i rahmetime istinad et­sen; şöyle ona benzer veyahut ona yakın bir âleti elde edebilir­sin. Haydi et!” İşte beşer terakkiyatının mühimlerinden birisi; bir âletin icadıdır ki: Ekser yerlerde vurulduğu vakit suyu fışkırtıyor. Şu âyet, ondan daha ileri, nihayet ve gayat-ı hududunu çizmiştir.” (S.255)



2637- “Kur’andan tavr-ı kalbe ilham edilen Asa-yı Musa gibi, manevi bir asa ih­san edilmiştir. Bu asa ile, kitab-ı kâinatın herhangi bir zerresine vuru­lursa, derhal ma-i hayat çıkar. Çünki müessir ancak eserde görülebilir. Ma­nevi asansör hük­münde olan murakabeler ile ma-i hayatı bulmak pek müş­küldür. Vesaite lüzum gösteren ehl-i nazar ise, etraf-ı âlemi arşa kadar gez­meleri lâzımdır. Ve o uzun me­safede hücum eden vesveselere, vehimlere, şeytanlara mağlub olup caddeden çık­mamak için, pekçok bürhanlar, alâmet­ler, nişanlar lâzımdır ki yolu şaşırtmasınlar.” (M.N. 81)

2638- Musa (A.S.) hakkında Kur’andan birkaç not:

-Firavun’un Hz. Musa’yı (A.S.), ya dinimizi (hayat tarzımızı) değiştirecek veya fesad çı­karacak (asayişi bozar) ithamıyla öldürmek istemesi kıssası, Bediüzzaman’a yapılan iki ana ithamı hatırlatmaktadır. (Bak: (40:62)

-Hz. Musa’nın (A.S.) bakarı kesmesi: (2:67)

-İcl hâdisesi: (2:51,54)

-Asasıyla taştan su çıkarması mu’cizesi: (2:60) (7:160) (Bak: 523.p.)

-Şecere-i Musa (A.S.) (20:9,ll) (27:8) (28,29,30)

-Musa’nın (A.S.) Kelâm-ı ilahîye mazhariyeti: (4:164) (7:143) (19:52) (Bak: 465.p.)

-Musa’ya (A.S.) denizin teshiri: (2:50)

-Fir’avunun sarayında beslenmesi: (20:38,39,40) (28:3 ilâ 46)

-Yed-i beyza ve değneğin yılan olması mu’cizeleri: (7:107,l17 ve 20:18 ilâ 22,57 ilâ 73) (26:29 ilâ 50)

-Taleb-i rü’yet: (7:142, 143) (Bak: 3170/1.p)

-Emr-i İlahî ile Musa (A.S.)’ın şehirde evler ittihaz etmesi: (10:87)

-Musa’ya (A.S.) Allah’tan dokuz ayat-ı beyyinat gelmesi: (7:101)

-Musa (A.S.) muhlas bir resul ve nebi idi: (19:51)

Atıf notları:

-Musa (A.S.)ın azrail (A.S.)ın gözüne tokat vurması rivayetinin izahı, bak: 331.p.

-Musa (A.S.) ın 9 mucize ile Firavun’a gönderilmesi, bak: 3436.p.

-Musa (A.S.) ın mihnetleri içinde imtihanı, bak: 1000.p.

-Musa’ya (A.S.) verilen iki mu’cize, bak: 481.p.

2639- qqMUSAFAHA yE4_M8 : El sıkışmak. Tokalaşmak. *Muhabbetini, ar­kadaşlığını, sevgisini izhar etmek.

Muharrematından olmayan kadın ile erkeğin musafaha etmesi, dinimizce memnu’dur.

“İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel, Nesei, İbn-i Mace Tirmizi sahih diyerek Ümeyye bint-i Rukayya Radıyallahu Anha’dan şöyle rivayet etmişlerdir: Müşarünileyha demiştir ki; ben Resulullah’a biat edelim. diye vardığımda... Ya Resulallah! Bizi musafaha etmez misin? dedik. Ben kadınlara musafaha etmem, an­cak yüz kadına sözüm bir kadına sözüm gibidir buyurdu.

Bazı rivayetlerde Resulullah kadınlara biatı zamanında mübarek eline bir sevb koyardı, bazılarında bir bardağa su koyup mübarek elini daldırır, sonra da kadınlar ellerini daldırırlardı diye varid olmuştur. Meşhur ve mu’temed olan budur ki, ka­dınlarla musafaha etmemiştir.” (E.T. 4916) (Bak: 441.p.sonu)

İbn-i Mace 33. Kitab-ül Edeb, 15. babında erkekler arasında musafaha (toka­laşma) ve muanaka (birbirine sarılma) nın meşruiyetini, takbilin (öpme-öpüşmenin) -aile ve evlad müstesna- memnuiyetini kaydeder. Aynı kitabın devamındaki 16. babı ise, el öpme hakkındadır. S.B.M. 6. cild. 985. hadisin izahında mezkûr meseleler taf­sil edilir. Sahih-i Buhari 79. Kitab-ül İsti’zan, 27. babı musafaha hakkındadır. (Bak: Nazar-ı Haram)

Bazı âlimler şâbb-i emred ile muanakanın da memnuiyetine kaildirler. Livatanın takbihi makamında zikredilen bir rivayette (nefsanî his ile olan) konuşma, bakma ve muanaka dahi kötülenir. Enes (R.a.) dan Deylemî’nin naklettiği hadisin meali şöyle­dir: “Âhirzamanda Lutî denilen bir taife çıkar ve üç sınıf olurlar. Bir sınıfı konuş­mak ve yüze bakmakla, diğeri musafaha ve kucaklaşmakla yetinirler. Bir sınıfı da bu işi bilfiil yaparlar. Allah’ın laneti bunların üstüne olsun, meğer ki tövbe ederler. Tövbe edenin tövbesini Allah kabul eder.” (R.E.303 sonu)



2640- MUSİBET }A[M8 : Âfet. Belâ. Felaket. Hastalık. Dert. (Bak: Âd, Bela, Hastalık, Hayvan, İmtihan, Sabır, Zelzele ve Karun maddesinde 1945, 1946.p.lar)

2641- Sual: “Kaderin herşey’i güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de ha­yırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki şu dar-ı dünyadaki musibetler, beliyyeler o hükmü cerhediyor?

Elcevab: Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arka­daşım! Vücud hayr-ı mahz, adem şerr-i mahz olduğuna; bütün mehasin ve kemalatın vü­cuda rücuu ve bütün maasi ve mesaib ve nekaisin esası, adem olduğu delildir. Ma­dem adem eşrr-i mahzdır. Ademe müncer olan veya ademi işmam eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için vücudun en parlak nuru olan hayat, ahval-i muhte­life içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor. Mütebayin vaziyetlere girip tasaffi ediyor ve müteaddit keyfiyatı alıp, matlub semeratı veriyor ve müteaddit tavırlara girip, Vâhib-i Hayat’ın nukuş-u es­masını güzelce gösterir. İşte şu hakikattandır ki, ziha­yatlara âlâm ve mesaib ve meşakkat ve beliyyat suretinde, bazı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatla­rına envar-ı vücud teceddüd edip zulümat-ı adem tebaud ederek ha­yatları tasaaffi ediyor. Zira tevakkuf, sükûnet, sükût, atalet, istirahat, yeknesaklık; keyfiyatta ve ahvalde birer ademdir. Hatta en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.



2642- Elhasıl: Madem hayat, esma-i Hüsnanın nukuşunu gösterir. Haya­tın ba­şına gelen herşey hasendir. Meselâ: Gayet zengin, nihayet derecede san’atkâr ve çok san’atlarda mâhir bir zat; âsâr-ı san’atını, hem kıymetdar servetini göstermek için adi bir miskin adamı modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil bir sa­atte murassa musanna yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler ve­rir, tebdil eder. Hem her nevi san’atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kı­saltır. Acaba şu ücretli miskin adam o zata dese: “Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla gü­zelliğimi bozuyorsun.” demeğe hak kazanabilir mi” “Merhametsizlik, insafsızlık et­tin” diyebilir mi? İşte onun gibi Sâni-i Zülcelal, Fâtır-ı Bimisal zihayata göz, kulak, akıl, kalb gibi havas ve letaif ile murassa olarak giydirdiği vücud gömleğini Esma-i Hüsnanın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir. Çokvaziyetlerde değiş­tirir. Elemler, musibetler nev’inde olan keyfiyat, bazı Esmasının ahkâ­mını göster­mek için lemaat-ı hikmet içinde bazı şuaat-ı Rahmet ve o şuaat-ı Rahmet içinde latif güzellikler vardır.” (S.472)

2642/1- Bir kısım musibetleri intac eden yeksenak kanunların tazyikin­den müteellim olan masumlar, imdadat-ı hususiye ile merhamet-i İlahiyeye mazhar olurlar. Evet “ne kadar iyilik ve güzellik ve ni’met varsa, doğrudan doğruya o Cemil ve Rahim-i Mutlak’ın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir. Ve musibet ve şerler ise, saltanat-ı rububiyetin âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek-tük cüz’î ne­ticeleri olmasından, o ka­nunlar cereyanının cüz’î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için o şerli, cüz’î neticeleri dahi halkeder. Fakat o cüz’î ve elîm neticelere karşı, imdadat-ı hassa-i Rah­maniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbaniye ile musibete düşen efradın feryatla­rına ve beliyyelere giriftar olan eşhasın istigaselerine yetişir. Ve fâil-i muhtar oldu­ğunu ve her bir şey’in her bir işi, onun meşietine bağlı bulunduğunu ve umum ka­nunları dahi, daima irade ve ihtiyarına tabi bulunmalarını ve o ka­nunların tazyikin­den feryad eden ferdleri, bir Rabb-ı Rahim dinlediğini ve imdadlarına ihsanıyla ye­tiştiğini göstermekle; esma-i hüsnanın kayıtsız ve hadsiz cilvelerine, hadsiz ve kayıt­sız bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarının ve o umumî kanunların şüzuzatıyla ve hem şerli cüz’î neticele­riyle, hususu ihsanat ve hususi teveddüdat, yani sevdirmekle hususi tecelliyat kapılarını açmıştır. “(Ş.31)

2642/2- “Herbir unsurun, maddi ve manevi kış ve zelzele gibi hâdisele­rin yü­zer hayırlı neticeleri ve gayeleri varken; şerli ve zararlı bir tek neticesi için onu vazi­fesinden durdurmak, o yüzer hayırlı neticeleri terketmekle yüzer şer yapmak, ta bir tek şer gelmesin gibi hikmete, hakikata, rububiyete münafi olur.

Fakat küllî kanunların tazyikinden feryad eden ferdlere, inayat-ı hassa ve imdadat-ı hususiye ile ve ihsanat-ı mahsusa ile Rahmanürrahim, her biçare­nin im­dadına yetişebilir. Dertlerine derman yetiştirir. Fakat o ferdin heve­siyle değil, hakiki menfaatiyle yardım eder. Bazan dünyada istediği bir cama mukabil, âhirette bir el­mas verir.” (K.L. 220) (Bak: 4075.p.)



Birkaç atıf notu:

-Musibetzedelere şefkatten gelen elemin teskini, bak: 3507/1.p.

-Harb gibi musibetlerde, mazlum ve masumlara gelen meşakkatlerdeki merhamet-i İlahiye, bak: 2162-2167.p.lar.

-Umur-u hayriye ve şerriyede mümessil ve perdelerin bulunması, bak: 3538.p.

-Her şey en güzel şekilde yaratılmıştır mealindeki âyetin izahı, bak: 1438.p.

-Şeytan ve şerlerin yaratılmasındaki hikmet, bak: 3540.p.

2643- “Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergah-ı ilahiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. Fakat dinî olmıyan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rah­manîdir. Nasılki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki; zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler. Öyle de: Çok zahirî musibetler var ki, İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaret-üz zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za’fını bildi­rerek bir nevi huzur vermektir.

Musibetin hastalık olan nev’i, sabıkan geçtiği gibi o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbanîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki:

“Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesin­den gü­nahlar öyle dökülüyor.” (L.ll) (Bak: 1213. p. sonu)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   105   106   107   108   109   110   111   112   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin