İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə112/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   108   109   110   111   112   113   114   115   ...   169

2696- qqMÜFESSİR h±KS8 : Tefsir eden, izah eden. Anlayabildiği manayı söyleyen ve yazan. *Kur’an-ı Kerim’i tefsir edebilmek salahiyetini haiz olan âlim fâ­zıl ve kuvve-i kudsiye sahibi zat. (Bak: Tefsir)

2697- qqMÜMÂŞÂT ?_-_W8 : Birlikte hoş geçinmek. *Bir maslahat yo­lunu takib etmek. *Meslek işlerinde tevsiye, tervic ve idare etmek. *Karışmamak. *Başkalarının zarar vermeyen fikirlerine uyarcasına hareket etmek ve sulh u salah üzere durmak. Uygunluk. (Bak: Müdara)

2698- qqMÜNÂCÂT ?_%_X8 : Allah’a yalvarmak. Dua. Allah’tan necat için dua. *Yalvarmak için yazılan dua veya manzume. (Bak: Dua)

Her şey her halinde Allah’a muhtaç olup O’ndan istiane ve istimdad edip mü­nacat eder.”Evet bütün mevcudat, güya lisan-ı hal ile, Veys-el Karanî gibi şöyle münacat ederler... Derler ki:

“Ya İlahena! Rabbimiz sensin!... Çünki biz abdiz. Nefsimizin terbiyesin­den âci­ziz. Demek bizi terbiye eden sensin!... Hem sensin Hâlık? Çünki biz mahlûkuz, ya­pılıyoruz. Hem Rezzak sensin!... Çünki biz rızka muhtacız. Elimiz yetişmiyor. De­mek bizi yapan ve rızkımızı veren sensin!... Hem sen­sin Malik!..Çünki biz memlûküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. De­mek Malikimiz sensin!... Hem sen azizsin! İzzet ve azamet sahibisin! Biz zil­letimize bakıyoruz, üstümüzde bir iz­zet cilveleri var. Demek senin izzetinin ayinesiyiz. Hem sensin Ganiyy-i Mutlak! Çünki biz fakiriz. Fakrımızın eline yetişmediği bir gına veriliyor. Demek gani sen­sin, veren sensin!..Hem sen Hayy-ı Baki’sin! Çünki biz ölüyoruz. Ölmemizde ve di­rilmemizde, bir daimî hayat verici cilvesini görüyoruz. Hem sen bakisin! Çünki biz, fena ve zeva­limizde, senin devam ve bekanı görüyoruz. Hem cevab veren atiyye ve­ren sensin! Çünki biz umum mevcudat kalî ve halî dillerimizle daimî bağırıp isti­yo­ruz, niyaz edip yalvarıyoruz. Arzularımız yerlerine geliyor, maksudlarımız veriliyor. Demek bize cevab veren sensin!” Ve hakeza...

Bütün mevcudatın küllî ve cüz’î herbirisi birer Veys-el Karanî gibi, bir müna­cat-ı maneviye suretinde bir ayinedarlıkları var. Acz ve fakr ve kusurla­rıyla, kudret ve kemal-i İlahîyi ilan ediyorlar.” (M.241)



2699- MÜNÂFIK s4_X8 : İki yüzlü, araya nifak sokan. Fitnekâr. *Ahdini bozan, yalan söyleyen, hıyanet eden. *Görünüşte müslüman olup hakikatte kâfir ve düşman olan. (Bak: Hannas, Hizbüşşaytan,Masonluk, Mescid-i Dırar, Nâfıka)

2700- “Münafık, Sure-i Bakara’nın başında tafsil olunduğu üzere, dışı müslüman, içi kâfir olan iki yüzlü müzebziblerdir ki, piyasaya göre tahavvül eder. Her münafık müraîdir. Fakat her müraînin münafık olması lâzım gel­mez. Riya imana muhalif olmayarak yalnız bazı amelde de olabilir.

Asıl münafıklık ise, akidenin hilafına imanda müraîliktir. Bununla bera­ber sırf amelî olan nifak da vardır. Bu cihetle nifak ile riya mütekaribdir.” (E.T. 4997)

Münafıkların en dikkat edilecek tarafları; biz de müslümanız deyip dinî hakikatları ve ahkâmı kendi gayelerine göre tağyir ve te’vil ederek saf müslümanları aldatmalarıdır.

2701- Münafıklar, cemiyetlerin halet-i içtimaiyesini tahrik ve istismar yoluyla ifsadat yaparlar. Yani cemiyette garaz ve tarafgirlik, hayatperestlik gibi hisleri sinsice tahrik ederler. Sonra da o karışık zemini, menfi maksadlarına âlet ederler. Bu hal, tarih boyunca ta kıyamete kadar münafık­ların kullandıkları fesad planlarıdır. Saha­beler devrinde çıkan hâdiselere dair sorulan bir suale verilen aşağıdaki cevab, bu mes’eleyi tenvir için güzel bir örnektir:

2702- “Sual: Sahabeler nazar-ı velayetle müfsidleri neden keşfedemedi­ler? Ta Hulefa-i Raşidîn’in üçünün şehadetini netice verdi. Halbuki küçük sahabelere, bü­yük velilerden daha büyük deniliyor?

Elcevab: O hâdisata sebebiyet veren ve fesadı çeviren bir kaç yahudiden ibaret değildir ki, onları keşfetmekle fesadın önü alınsın. Çünki pek çok muhtelif milletle­rin İslâmiyete girmeleriyle birbirine zıd ve muhalif çok cere­yanlar ve efkâr karıştı. Bahusus bazıların gurur-u millîleri, Hazret-i Ömer’in (R.A.) darbeleriyle dehşetli ya­ralandığından,seciyetten intikama fırsat bek­lerlerdi. Çünki onların hem eski dini ibtal edilmiş, hem medar-ı şerefi olan eski hükümeti ve saltanatı tahrib edilmiş. İn­tikamını, bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i İslâmiyeden almağa hissen taraftar bir suret almış, Onun için, yahudi gibi zeki ve dessas bir kısım münafıklar, o halet-i içtimaiyeden isti­fade ettiler denilmiş. Demek o hâdisatın önünü almak, o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkârı ıslahla olurdu. Yoksa bir-iki müfsidin keşfe­dilmesiyle olmazdı.” (M.50)



2703- “Sual: Hizbullah olan ehl-i hidayet, başta Enbiya ve onların ba­şında Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselâm, o kadar inayet ve rahmet-i İlahiye ve imdad-ı Sübhaniyeye mazhar oldukları halde, neden çok defa hizb-üş şeytan olan ehl-i da­lalete mağlub olmuşlar? Hem Hatem-ül Enbiya’nın Gü­neş gibi parlak nübüvvet ve risaleti ve iksir-i azam gibi te’sirli i’caz-ı Kur’anî vasıtasiyle irşadı ve cazibe-i umu­miye-i kâinattan daha cazibedar hakaik-i Kur’aniyenin komşuluğunda ve yakınında olan Medine münafıklarının dala­lette ısrarları ve hidayete girmemeleri ne içindir ve hikmeti nedir?

2704- Elcevab: bu iki şık müdhiş sualin halli için, derince bir esas beyan etmek lâzım gelir. Şöyle ki:

Şu kâinat Hâlik-ı Zülcelalinin hem cemalî, hem celalî iki kısım esması bulundu­ğundan ve o cemalî ve celalî isimler, hükümlerini ayrı ayrı cilvelerle göstermek ik­tiza ettiklerinden, Hâlik-ı Zülcelal kâinatta ezdadı birbirine mezcedip birbirine mu­kabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi bir va­ziyet verip hikmetli ve menfaatdar bir nevi mübareze suretine getirip, ondan zıdları birbirinin hududuna geçirip, ihtilafat ve tagayyürat meydana getir­mekle kâinatı kanun-u tagayyür ve ta­havvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi kıldığı için; o şecere-i hilkatin cami bir semeresi olan insan nev’inde o kanun-u mübarezeyi daha acib bir şekle getirip bü­tün terakkiyat-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, Hizbullah’a karşı meydana çıkabilmek için hizb-üş şeytana bazı cihazat vermiş.



2705- İşte bu sırr-ı dakik içindir ki, Enbiyalar çok defa ehl-i dalalete karşı mağlub oluyor. Ve gayet zaaf ve acizde olan dalalet ehli, manen gayet kuv­vetli olan ehl-i hakka muvakkaten galip oluyorlar ve mukavemet ediyorlar. Bu acib mukave­metin sırr-ı hikmeti şudur ki:

Dalalette ve küfürde hem adem ve terk var ki, pek kolaydır, hareket is­temez. Hem tahrib var ki, çok sehildir ve âsândır; az bir hareket yeter. Hem tecavüz var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihafe noktasında ve fir’avniyet cihetinden on­lara bir makam kazandırır. Hem akıbeti görmiyen ve hazır zevke mübtela olan in­sandaki nebatî ve hayvanî kuvvelerin tatmini, telezzüzü, hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letaif-i insaniyeyi insaniyetkârane ve akıbet-endişane olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar. Ehl-i hidayet ve başta Ehl-i Nübüvvet ve başta Habib-i Rabb-i Âlemîn olan Re­sul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın meslek-i kudsisi, hem vücudî, hem sübutî, hem tamir, hem hareket, hem hududda istikamet, hem akıbeti dü­şünmek, hem ubudiyet, hem nefs-i emmarenin fir’avniyetini, serbestliğini kırmak gibi esasat-ı mühimme bulunduğundandır ki, Medine-i Münev­vere’de bulunan o zamanın münafıkları, o parlak Güneşe karşı yarasa kuşu gibi gözlerini yumup, o ca­zibe-i azimeye karşı şeytanî bir kuvve-i dafiaya ka­pılıp, dalalette kalmışlar.” (L.80) (Mübareze ve tekâmül kanunu için 1292, 3385,3540.p.lara bakınız.)



2706- Kâfirler hakkında Bakara Suresi’nde (6 ve 7) iki âyetiyle iktifa edi­lirken; münafıklar hakkında, 8. ilâ 20.âyete kadar olan 12 âyetle yapılan tahşidata dair bir “sual: Kâfirlerin zemmi hakkında yalnız iki âyetle iktifa edilmiştir. Oniki âyetin hü­lasası ile münafıklar hakkında yapılan itnab neye binaendir?

Elcevab: Münafıklar hakkında itnabı, yani tatvili icab ettiren bir kaç nükte var­dır:



2707- Birincisi: Düşman Meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandı­rıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa, fesadı daha şedid olur. Dahilî olursa, zararı daha azîm olur. Çünki dahilî düşman, kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Haricî düş­man ise; bilakis asabiyeti şiddetlendirir, salabeti arttırır. Ni­fakın cinayeti, İslâm üze­rine pek büyüktür. Âlem-i İslâmı zelzeleye maruz bı­rakan nifaktır. Bunun içindirki, Kur’an-ı Azimüşşan ehl-i nifaka fazlaca teşniat ve takbihatta bulunmuştur.

2708- İkincisi: Münafık olan, mü’minlerle ihtilat ede ede, yavaş yavaş ünsiyet kesbeder. İman ile ülfet peyda eder. Gerek Kur’andan, gerek mü’minlerden nifakın kötülüğü hakkındaki sözleri işite işite, pis haletten nef­ret eder. En nihayet lisanın­dan kelime-i tevhidin kalbine damlamasına zemin hazırlamak için itnab yapılmıştır.

2709- Üçüncüsü: İstihza, hud’a, ikiyüzlülük, hile, kizb, riya gibi kötü ah­lâklar münafıkta var, kâfirde o derece yoktur. Bu cihetten münafıklar hak­kında itnab ya­pılmıştır.

2710- Dördüncüsü: Alelekser münafıklar, ehl-i kitaptan oldukları için şeytanî bir zekâ sahipleri olup, daha hilekâr, daha desiseci olurlar. İşte bu du­rumdaki mü­nafıklar hakkında itnab, yani tatvil-i kelâm, ayn-ı belagattır.” (O.İ.İ.)

271l- “Münafıklar ancak ve yalnız kendilerini aldatırlar” mealinde olan (2:9) ²v­Z«K­S²9«~ ެ~ «–Y­2«f²F«< _«8«— âyeti münasebetiyle sorulan bir “Sual: Bu cümledeki hasrdan anlaşılır ki, onların hud’a ve nifakları İslâmiyete ve âlem-i İslâma zarar vermemiştir. Halbuki âlem-i İslâmın unsurları, onların öldürücü zehir gibi intişar eden nifak şubelerinden gördüğü zararları hiçbir şeyden görmemiştir?

Elcevab:Âlem-i İslâmda görülen zararlar, ancak onların bozulmuş tabi­atların­dan, tefessüh etmiş fıtratlarından, taaffün etmiş vicdanlarından neş’et ve intişar et­miştir. Yoksa onların arzu ve ihtiyarlarıyla yaptıkları hud’a ve hi­lelerin neticesi de­ğildir. Çünki onların hileleri Cenab-ı Hakk’a, Peygamber-i Zişan’a (A.S.M.) cemaat-ı müslimîne yapılan bir muameledir. Allah o mua­meleye âlimdir. Peygamber-i Zişan da vahiy ile vâkıftır. Cemaat-ı müslimînce de imanî bir şiddet-i zekâ sayesinde o gibi hileler tesettür edip gizli kalamaz. Demek onların âlem-i İslâma vurdukları balta, dönüp kendi başlarını parça­lamıştır. Çünki aldanan cemaat-ı müslimîn değildir. An­cak aldanan, aldatan­dır.” (O.İ.İ.)



2712- “İmanın üç hassası vardır:

Birincisi: Nokta-i istinadından neş’et eden izzet-i nefistir. İzzet-i nefsi olan, başkalara kendisini zelil göstermeğe tenezzül etmez.

İkincisi: Şefkattir. Şefkati olan, kimseyi tahkir ve tezlil etmez.

Üçüncüsü: Hakikatlara ihtiram etmek ve yüksek şeylerin kıymetini bil­mekle is­tihfaf etmemektir.

Kezalik, imanın zıddı olan nifakın da üç hassası vardır:

Birincisi: Zillettir.

İkincisi: İfsadata meyletmektir.

Üçüncüsü: Başkalarını tahkir etmekle, gururlanıp zevk almaktır.” (O.İ.İ.)



2713- Kur’an, umum zaman ve mekânlara birden hitab ettiği için, muay­yen zaman ve mekânlarda vukua gelen cüz’î hâdiseleri bildiren âyetlerin ma­naları, aynı hâdiselerin kıyamete kadar gelecek emsallerine de şamildir. Me­selâ: Kur’anda zikre­dilen Nemrud, Firavun, Ebu Leheb ve emsali şahıslarla: Nemrudluk, Firavunluk ve Ebu Leheblik olan muannid ve mütecaviz din düşmanlığı ve kıyamete kadar gele­cek olan azgın din düşmanları da bildiril­miş ve onlara karşı beşeriyeti ikaz etmiş oluyor. Binaenaleyh, Asr-ı Saa­det’teki münafıklar hakkındaki âyetlerde de onların menfi hallerini beyan ile kıyamete kadar gelen ve gelecek bütün münafıklardan ve münafıklıktan mü’minler ikaz edilmiştir.

Münafıklar hakkındaki bu kadar şiddet ve tahşidattan anlaşılıyor ki, Kur’an na­zarında münafıklık çok çirkin ve menfurdur. Ve kıyamete kadar da ehl-i nifak bulu­nacaktır. Bu sebeble münafıklar hakkındaki âyetlerden bir kısmının meal ve tefsir­leri ibret ve ikaz makamında olarak burada dercedilmiştir. Şöyle ki:



2714- “(63:1) ~Y­7_«5 «w[¬T¬4_«X­W²7~ «¾«š_«% ~«†¬~ Münafıklar sana geldikleri vakit de­diler:

¬yÁV7~ ­ÄY­,«h«7 «tÅ9«~ ­f«Z²L«9 Şehadet ederiz ki, hakikaten sen şüphesiz Resulüllahsın...

... ­y­7Y­,«h«7 «tÅ9¬~ ­v«V²Q«< ­yÁV7~«— Allah da biliyor ki, hakikaten sen onun şüphe­siz Resulüsün ...

­f«Z²L«< ­yÁV7~«— Bununla beraber Allah şehadet ediyor ki;

«–Y­"¬†_«U«7 «w[¬T¬4_«X­W²7~ Å–¬~ doğrusu münafıklar, içi dışına uygun olmıyanlar

«–Y­"¬†_«U«7 elbette yalancıdırlar...

Bunların yalancılıkları ve sebebi şu suretle izah da ediliyor:

®}ÅX­% ²v­Z«9_«W²<«~ ~—­g«FÅ#~ Onlar yeminlerini bir kalkan, bir siper ittihaz ettiler. Yani şehadet getirmek ve yemin etmekle zahiren mü’min görünüp onu ken­dilerine bir sedd edinerek dünyada mallarını, canlarını korumak istediler...

¬yÁV7~ ¬u[¬A«, ²w«2 ~—Çf«M«4 de bu suretle Allah yolundan i’raz ettiler, kaçındı­lar, yan çizdiler. Yahud bir takım zaif halkı gizli gizli şaşırtıp din-i haktan ve Peygam­ber’e ittiba’dan men’ettiler...

«–Y­V«W²Q«< ~Y­9_«6 _«8 «š_«, ki ne fena yapıyorlardı.. «t«7† o yaptıkları fena amel.. ²v­ZÅ9«_¬" şu suretledir ki, bunlar ~Y­X«8³~ imana gelmişler... ~—­h«S«6 Åv­$ sonra da küfre gitmişlerdir.

²v¬Z¬"Y­V­5 |«V«2 «p¬A­O«4 onun üzerine o küfür huyu olan fena ahlâk kalblerine tab’olunmuştur.

«–Y­Z«T²S«< «ž ²v­Z«4 Artık anlamaz olmuşlardır. İyiyi kötüyü, hakkı batılı seçe­cek, hak dininin, ahlâkının ulviyetini anlıyacak, ne yaptıklarını, nereye gittik­lerini inceden inceye sezip bilecek fıkıh kabiliyeti kalmamış, kabiliyetsiz, anlamamazlık huy olup kalmıştır. Çünki i’tiyad, tabiat-ı saniye olur. Kalb alıştığı o huyun gayrisine hassasi­yetini zayi’ eder.

²v­Z«8_«K²%«~ «t­A¬D²Q­# ²v­B²<«~«‡ ~«†¬~«— Ve onları gördüğün vakit cisimleri tuhafına gi­der. Zahiren bakınca giyimleri, kuşamları, şıklıkları, irilikleri, sabahatleri ile bedenle­rinin süsü ve manzarası hoşuna gider. İmreneceğin tutar.

²v¬Z¬7 ²Y«T¬7 ²p«W²K«# ~Y­7Y­T«< ²–¬~«— Ve lakırdı ederlerse lakırdılarına kulak verirsin, dil­lerinin fesahatı ve söyleyişlerinin selaset ve halaveti ve natıkapervazlık san’atına me­rak ve mümareseleri hasebiyle tatlı laf ederler... (Bak: 3932.p.) öyle ki, °`²L­' ²v­ZÅ9«_«6

°?«fÅX«K­8 sanki onlar huşüb-ü müsenned, dayanmış keresteler, oturdukları yerde da­yanmış ahşab keresteler gibi dışları düzgün, endamları süzgün... öyle cansız, yürek­sizdirler ki, ²v¬Z²[«V«2 ¯}«E²[«. Åu­6 «–Y­A«K²E«< her sayhayı aleyhlerinde zanneder­ler... Yalan söylemeğe de alışkın olduklarından lehlerinde söyleneni bile yalan te­lakki ederek hep aleyhlerinde mana çıkarırlar Ç—­f«Q²7~ ­v­; Onlar halis hak düşmanı­dırlar. ²v­;²‡«g²&_«4 Onun için onlardan sakın.” (E.T. 4997-5002)

2715- “(59:14) _®Q[¬W«% ²v­Z­A«K²E«# Sen onları toplu sanırsın, |ÅB«- ²v­Z­" Y­V­5«— hal­buki kalbleri dağınıktır. Her biri başka hevada, başka emelde, kendi zevk ve hissi­yatına göre ayrı fikir ve mezhebde perişandırlar.... Böyle bir ordu ise zahirde ne ka­dar toplu ve kuvvetli görünse, hakikatte bir ordu ve bir cemiyet değil, eczası ara­sında iltiyam ve irtibat bulunmayan bir kül yığını gibi bir rüz­garla savrulacak bir kuru kalabalıktan ibaret demektir. “Şetta” dağınık ve pe­rakende demek olan “şetit”in cem’idir. Meriz, merza gibi. «t¬7† Bu dağınıklık «–Y­V¬T²Q«< «ž °•²Y«5 ²v­ZÅ9«_¬" onla­rın akletmez bir kavim olmaları sebebiyledir. Sırf dünya muhabbetiyle nefisleri­nin şehevatı ve heva ve hissiyatları arkasında gittiklerinden akılları kalmaz.” (E.T. 4859)

2716- “Şu da muhakkak ki,

(4:137) ~®h²S­6 ~—­…~«…²ˆ~ Åv­$ ~—­h«S«6 Åv­$ ~Y­X«8³~ Åv­$ ~—­h«S«6 Åv­$ ~Y­X«8³~ «w<¬gÅ7~ Å–¬~

Evvela iman etmiş sonra küfr etmiş sonra iman etmiş, sonra yine küfr etmiş ve tamamen küfre dalmış olanlar, böyle imandan küfre, küfürden imana dönerek niha­yet küfürde karar kılmış ve bu suretle küfrü tezyid etmiş olanlar yok mu?

®Ÿ[¬A«, ²v­Z«<¬f²Z«[¬7 «ž«— ²v­Z«7 «h¬S²R«[¬7 ­yÁV7~ ¬w­U«< ²v«7 Hiç bir vech ile Allah’ın bun­ları mağfiret etmesine ve doğru yola sevk eylemesine ihtimal yoktur. Yani iman eder­lerse kabul etmez değil, fakat ekseriyetle bunlar matbu ul’kulûb ol­duklarından halet-i nez’a gelmedikçe iman etmezler ve belki o zaman bile etmezler. Ve iman etme­yince de (4:48) «¾«h²L­< ²–«~ ­h¬S²R«< «ž medlûlünce asla mağfiret yüzü görmezler. Tevbenin makbul olabileceği bir zamanda tevbe edip ihlas ile iman etseler, gelecek olan (4: 146) ~Y­E«V².«~«— ~Y­"_«# «w<¬gÅ7~ Å–¬~ is­tisnası mucebince kabul edilir ve mağfur olabilirlerdi, amma etmezler ki...

Bunun için _®W[¬7«~ _®"~«g«2 ²v­Z«7 Å–«_¬" «w[¬T¬4_«X­W²7~ ¬h¬±L«"

Münafıklara müjde et ki, onlara elîm bir azab muhakkaktır. Bu fıkra, bu âyetin doğrudan doğru veya dolayısiyle münafıklara taallukunu ifade eder. Filvaki müna­fıklar zahiren iman ederler, sonra gizli gizli küfürler yaparlar, sonra mü’minleri gö­rünce yine “âmenna” derler. Nifak u fesadda ısrar eder­ler. Maamafih âyetin zahiri, açıktan açığa imandan küfre, küfürden imana mükerreren tahavvül gösteren ve ni­hayet küfürde karar kılan ferdler ve ce­maatler hakkındadır ki, münafıklarda bunlara mülhaktır. Ve rivayet olundu­ğuna göre, bunun asıl sebeb-i nüzulü Yahudilerdir. Zira Yahudiler evvela Hazret-i Musa’ya iman ettiler, sonra icle taptıkları zaman küf­rettiler. Sonra Hazret-i Musa avdet edince yine iman ettiler, sonra Hazret-i İsa’ya küfretti­ler, sonra da Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a küfr ile küfürlerini arttır­dılar ki, âyet bunların bu hallerini tasvir ve böyle olanları da bunlara ilhak eylemiş, münafıklar da bunlara benzediği ve bunlara dost oldukları için, «w[¬T¬4_«X­W²7~¬h¬±L«" diye inzar mevkiinde tebşir ve tehekküme tabi’ tutulmuşlardır. Demek oluyorki bu gibi televvünat sade efrad hakkında değil, cemaatlar hakkındada sebeb-i felakettir. Zira Yahudilerin âyette tasvir olunan bu halleri ferdlerinin değil, cemaat ve milletlerinin halidir. Çünki Hazret-i İsa’ya ve Hazret-i Muhammed’e küfreden ferdler, icle pe­restiş eden ve ondan evvel iman eyleyen ferdlerin aynı olmadığı malumdur. Lakin bu tahavvül ve televvün o milletin bir haslet-i umumiyyesi olmuştur. Binaenaleyh burada bir zamanlar din-i İslâma hizmet etmiş olup da bil’ahare kâh küfür ve kâh iman, şuraya buraya bocalayarak sonunda küffara istihale etmiş olanların halas ve selâmet bulmalarına asla ihtimal olmadığı da anlatılmış oluyor.

Nitekim Endülüs’te irtidad edenlerin hiç biri dünyalarını kurtaramamış­lar, hepsi muzmahil olmuşlardır.

Yani «w[¬X¬8ÌY­W²7~ ¬–—­… ²w¬8 «š_«[¬7²—«~ «w<¬h¬4_«U²7~ «–—­g¬FÅB«< «w<¬gÅ7«~ onlar ki, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost ittihaz ederler ve onların arkalarından gi­derler. Münafıklar Mü’minlere karşı Yahudilerle müvalât ediyorlardı, bunlar «?Åi¬Q²7~ ­v­;«f²X¬2 «–Y­R«B²A«<«~ o kâfirlerin yanında izzet ve kuvvet mi arıyorlar? On­lara dost ol­makla izzet ve şeref bulacaklarını, galebe edeceklerini mi zanne­diyorlar? Ne kadar yanılıyorlar!

_®Q[¬W«% ¬yÅV¬7 «?Åi¬Q²7~ Å–¬_«4 Çünki bütün izzet Allah’ındar.” (E.T. 1497)

2717- Bu gibi âyetlerin ders ve izahlarından anlıyoruz ki, mesleklerinin aslı zillet iken zahiren medenî ve şerefli zannedilen bir kısım asrın münafık­ları vardır. Ez­cümle bu hakikatı “Mesnevi-i Nuriye” eseri güzel tasvir eder ve der ki:

“Bil ey müslüman! Kâfirlerin medeniyeti ve mü’minlerin medeniyeti ara­sında fark budur ki:

Kafirlerin medeniyeti dış içe, iç dışa çevrilmiş bir vahşet-i mahzadır. Za­hirîsi süslü püslü, batınîsi çirkin ve pistir. Sureti me’nus, sireti muvahhiştir.

Amma mü’minlerin medeniyeti ise batını zahirinden daha âlâ ve ahsendir. Ma­nası suretinden daha tam ve kâmildir. İçinde bir ünsiyet, bir sevgi, bir muavenet saklıdır.

Bunun sırrı budurki: Mü’min sırr-ı iman ve tevhid ile bütün kâinatın mevcudatı arasında bir uhuvvet ve eczaları mabeyninde-hususan benî Âdem arasında ve bil­hassa müslümanlar ortasında-bir ünsiyet ve mütekabil bir sevgi görüyor. Hem asıl mebde’ ve mazi i’tibariyle yine her şeyle bir uhuvvet ve sonunda bir mülâkat ve ka­vuşmak ve müstakbelde neticenin varlığını bili­yor ve görüyor.

Fakat kâfir ise, küfrün hükmüyle her şeye karşı bir yabanilik ve ayrılık, belki bir nevi düşmanlık görür ki adeta hiç bir şeyde hatta kardeşinde de kendisi için her­hangi bir menfaati yok görür. Çünki kâfir; uzanıp giden ezelî bir ayrılış ve sonsuz ebedî bir ayrılık ortasında yalnız nokta kadar bir bu­luşma anındaki bir uhuvvetten başka bir uhuvveti görmüyor. Yalnız bir nevi hamiyet-i milliye yahut gayret-i cinsiye cihetiyle o az zamandaki kardeşliği şiddet peyda eder. Halbuki o kâfir, zahiren sev­diği kimseyi de samimi ve kardeşane bir muhabbet ile değil, belki ancak nefsinin ondaki menfaatini se­ver.

Amma kâfirlerin medeniyeti içinde görülen bazı insanî güzellikler ve ruhî yüce­likler ise, yine İslâm medeniyetinin sızıntılarındandır. Ve Kur’anın sayha ve irşadatının in’ikaslarındandır. Veya semavi dinlerin bakiye kalan parıltıla­rındandır.

2718- Eğer bu mezkûr hakikata müşahhas bir misal istersen, hayalin ile Nurşin Karyesi’ndeki Seyda (K.S.) hazretlerinin meclisine git. Ve o zatın sohbet-i kudsiyesi ile orada izhar edilen İslâm medeniyetine bir bak! O zat-ı kerimin irşadıyla, fukara elbisesine bürünmüş sultanları ve insan libasını giymiş melaikeleri gör.

Sonra bu hakikatı müvazen etmek üzere Paris’e de git. Ve onların bü­yüklerinin localarına gir, bak! Göreceksin ki, onlar insan elbisesine bürün­müş birer akrep veya benî Âdem suretine girmiş birer ifrittirler.” (M:Nu. 179)



2719- Hem dahilde hem hariçte bulunan ve dinsizliklerini en çok gizle­yebilen en dehşetli münafıklar, Kur’anda şöyle tavsif ediliyor:

“(9:101) ¬~«h²2«ž²~ «w¬8 ²v­U«7²Y«& ²wÅW¬8«— Havalinizdeki Arablardan da, yani şehri­niz civarında bulunan Arabilerden de... «–Y­T¬4_«X­8 münafıklar vardır. ¬}«X<¬f«W²7~ ²u¬V²;«~ ²w¬8«— Medine ahalisinden de, bunlar ¬»_«S¬±X7~|«V«2~—­…«h«8 münafık­lıkta temerrüd et­miş.. Öyle ki, ²v­Z­W«V²Q«# «ž sen bile onları bilemezsin; şahısla­rını, isimlerini, neseblerini bilmez değil, münafık olduklarını gizlemeğe, takıyye yapmaya, töhmet mevkilerin­den kaçınıp yağ gibi suyun yüzüne çık­mağa öyle alışmışlardır ki, hallerini senden, senin o yüksek dirayet ve ferase­tinden bile gizleyebilirler de vahiy nazil ol­mayınca münafıklıklarını kat’iyyen bilemezsin.

²v­Z­W«V²Q«9 ­w²E«9 Onları biz biliriz. ¬w²[«#Åh«8 ²v­Z­"¬±g«Q­X«, Biz onları muhakkak iki kerre ta’zib edeceğiz..

¬v[¬P«2 ¬~«g«2 |«7¬~ «–—Ç…«h­< Åv­$ sonra da azîm bir azaba reddolunacaklardır. Ki bu da kıyamette müebbeden azab-ı nardadır...” (E.T.2610-261l)

Bu menfaatperest ve hayatperest münafıklar, Almanya’da dehşetli bir azaba uğ­radılar. İkincisi de 3980.p sonunda kaydedildiği gibi âhirzamanda olması düşünüle­bilir.

2720- Münafıkların dünya hayatı cihetinde aldatıcı ve parlak sözlerle in­sanları iğfal ederek maksadlarına âlet etmek planlarına Kur’an dikkati çekip ikaz ediyor. Ezcümle, (2:204,205) âyetlerinde şöyle buyuruluyor:

2721- _«[²9 Çf7~ ¬?Y[«E7²~|¬4 ­y­7 ²Y«5 «t­A¬D²Q­< ²w«8 ¬‰_ÅX7~ «w¬8«—

İnsanlardan bazısı vardır ki, hayat-ı dünya zımnındaki lakırdısı senin ta­accü­bünü celbeder ve pek beğenecek olursun.

¬y¬A²V«5 |¬4 _«8 |«V«2 «yÁV7~ ­f¬Z²L­<«— O kalbindekine Allah’ı şahid de tutar. Kal­bime, vicdanıma Allah şahiddir ki bu böyle, şu şöyle gibi yeminler ederek, tatlı tatlı diller dökerek, seni kandırmak için parlak parlak sözler söyler.

¬•_«M¬F²7~ Çf«7«~ «Y­;«— Halbuki hakikatte onun düşmanlığı kıyaktır. Ve zaten habis olan kimselerin düşmanlığı pek kıyat, pek gaddar olur. |Å7«Y«#~«†¬~«— Senden ayrı­lınca veya bir iş başına geçince «u²KÅX7~«— «²h«E²7~ «t¬V²Z­<«— _«Z[¬4 «f¬K²S­[¬7 ¬Œ²‡«ž²~|¬4|«Q«,

yeryüzünde fesad çıkarmak ve ekinleri, zürriyetleri mahvetmek için koşar do­laşır.

«…_«K«S²7~ Ç`¬E­< «ž ­yÅV7~«— Allah da fesadı sevmez, fesada razı olmaz. Buna binaen

«yÁV7~ ¬sÅ#~ ­y«7 «u[¬5 ~«†¬~«— o müfside Allah’dan kork denilince de ¬v²$¬ž_¬" ­? Åi¬Q²7~ ­y²#«g«'«~ onu iz­zet-i nefsi tutar, daha ziyade günaha sokar.

«vÅX«Z«% ­y­A²K«E«4 Buna da Cehennem yetişir. «…_«Z¬W²7~ «j²\¬A«7«— Bu Cehennem de ne fena yataktır..” (E.T. 731)



2722- Hem yine münafıkların bazı haberleri menfi maksadlarına göre tahrif ederek veya uydurma ve yalan haberlerle efkâr-ı ammeyi şaşırtan ve yanlış yollara tahrik eden neşriyatlarından da Kur’an mü’minleri ikaz ediyor.

Meselâ: “ (4:83) ¬y¬" ~Y­2 ~«†«~ ¬¿²Y«F²7~¬—«~ ¬w²8«ž²~ «w¬8 °h²8«~ ²v­; «š_«% ~«†¬~«—

Bir de kendilerine emniyet veya havfe müteallik tatlı veya acı bir emir, bir ha­ber, bir şey geldi mi, hemen neşr ü ifşa ediveriyorlar; doğru mu değil mi, menafi-i umumiyet nokta-i nazarından neşri caiz mi düşünmeden, da­nışmadan işaa ediyor­lar. Burada gazetecilerin de hallerine temas eden bir ih­tar vardır.

¬h²8«ž²~ |¬7—­~ |«7¬~ ¬ÄY­,Åh7~ |«7¬~ ­˜—Ç…«‡ ²Y«7«— Bunlar da işittikleri haberi Peygam­ber’e ve ulü-l emre yani o işe salahiyyet ve ihtisası bulunan zevata veya ümeraya redd ü irca’ etseler, danışsalar veya havale eyleseler,

²v­Z²X¬8 ­y«9Y­O¬A²X«B²K«< «w<¬gÅ7~ ­v­Z«W¬V«Q«7 onu içlerinden malumat ve tecrübeleri, hüsn-ü nazar ve basiretleri sayesinde istinbat u istihrac edebilecek olanlar her halde bilirler, ne yapılacağını anlar anlatırlardı.” (E.T. 1402)

2723- Mezkûr âyetten anlaşılıyor ki bir ülema heyeti., yani şûra-i İslâm mercii bulunmalı ve neşriyat vasıtalarını sansür etmeli veya mühim haberle­rin neşrinde na­şirler, bu şûraya müracaat edip neşir izni almalıdırlar. Zira ef­kâr-ı ammeyi teşviş eden ve maslahat-ı umumiyeye zarar veren fikir ve ha­berler neşretmek, hukuk-u ümmete tecavüz mahiyetindedir.

Bu türlü neşriyatla ifsadat yapan müfsidlere Bediüzzaman şöyle hitab ediyor:



2724- “İ’lem ey hitabet-i umumiye sıfatı ile gazete lisanıyla konferans ve­ren muharrir! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusur­larını ilan etmiye hakkın var. Fakat şeair-i İslâmiyeye zıd ve muhalif olan herzeler ile İslâmiyeti lekelendirmeğe kat’iyyen hakkın yoktur. Seni kim tev­kil etmiştir? Fetvayı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslâmi­yet hakkında hezayanları savurarak dalaletini neşr ve ilan ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme. Dalaletini kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketi­dir. Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü’minînin kabul etmediği bir şeyin ga­zete ile ilanı, milleti dala­lete davettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hu­kukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin belki âlem-i İslâmın huku­kuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!..” (M.N. 89) (Bak: 3487.p.)

2725- “Ey müslümanlar, (4:83) ­y­B«W²&«‡«— ²v­U²[«V«2 ¬yÁV7~ ­u²N«4 «ž ²Y7«— sizin üzeri­nizdeki Allah’ın bu fazl ü rahmeti yani böyle peygamber ve istinbata muktedir ehl-i ilm ulü-l emr ile tarîk-ı hakka irşad ve hidayeti olmasa,

®Ÿ[¬V«5 ެ~ «–_«O²[ÅL7~ ­v­B²Q«AÅ# «ž muhakkak ki siz ekseriyetle şeytana, şeytan gibi mü­nafıklara uyardınız, onların aldatıcı re’y ü fikirlerine tabi olur, fena yollara sürükle­nirdiniz, uymadığınız husus veya uymayan rical pek az olurdu.” (E.T. 1405)

İşte bu hakikat gösterir ki, hakiki mü’min hidayete ermek için sadakatla dinî düsturlara bağlı kalır, dinde beşerî anlayışlara iltifat etmez.

2726- “Emnn ü asayişi, ahlâk ve huzuru ihlal ve ifsad edenlere karşı celal ve azametle buyuruluyor ki:

(33:60) «–Y­T¬4_«X­W²7~ ¬y«B²X«< ²v«7 ²w¬\«7 celalim hakkı için söylerim ki: Eğer vazgeç­mezlerse o münafıklar münafıklıktan °Œ«h«8 ²v¬Z¬"Y­V­5 |¬4 «w<¬gÅ7~«— ve o kalblerinde maraz bulunanlar ¬}«X<¬f«W7²~|¬4 «–Y­S¬%²h­W²7~«— ve şehirde eracif neşre­denler..



2727- İrcaf: Aslında zelzele manasına olan “recfe”den me’huz olarak ortalığı sarsacak tahrikât yapmak demektir ki, fiilî de olur, kavlî de. Bundan dolayı yalan yanlış uydurma havadisler neşretmeğe ircaf denildiği gibi o yol­daki yalanlara da eracif denilir. Bunu yapanlar içinde münafıklar dahi varsa da ayrıca zikrolunması daha başkalarını da göstermiş oluyor ki, Medine ve civarındaki Yahudilerdir. Bütün bunlar akıllarını başlarına alıp bu fena huy­lardan tevbekâr olarak bu yaptıklarından vazgeçmezlerse ²v¬Z¬" «tÅX«<¬h²R­X«7 aza­met-i şanımla mutlak ve muhakkak seni onlara iğra ederim-musallat kılar, saldırtırım...” (E.T. 3929)

O halde mü’minler, münafıkların beyan edilen planlarından müteyakkız olup, neşriyatlarına aldanmamalıdırlar.



2728- Münafığın cenaze namazının kılınmaması, (8:84) âyetinde bildirili­yor. Ancak bir kimse hakkında münafıklık hükmünü vermekte dikkat gerek­tiği gibi, şartlarını da bilmek gerekir. Bu hususta Bediüzzaman’a sorulan bir suale, kısaca şu cevabı veriyor:

““Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz” mealindeki âyet o zaman­daki ih­bar-ı İlahî ile bilinen kat’i münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şüphe ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem ­yÁV7~ ެ~ «y´7¬~ «ž der, ehl-i kıbledir. Sarih kü­für söylemese veyahut tevbe etse, namazı kılınabilir..

Münafık itikadsızdır, kalbsizdir ve vicdansızdır, Peygamber( A.S.M.) aleyhinde­dir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.) Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise; de­ğil Peygamber (A.S.M.) aleyhinde, belki âl-i beytin muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besli­yorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i Şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil, ehl-i bid’a oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar. Hazret-i Ali Radıyallahü Anhü, yirmi sene hürmet ettiği ve onlara Şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği Ebu Bekir, Ömer, Osman (Radıyallahü Anhüm)a ilişmeseler, Hazreti Ali Radıyallahü Anhü o üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etse­ler, farz namazını kılsalar yeter.” (E.L.1 78)

Hadislerde de münafıklar hakkında bahisler vardır. Ezcümle, S.M.l.cild.25. bab shf: l18 ve 50. kitab shf: 296 münafıklar hakkındadır.



Atıf notları:

-Münafıkların, hidayeti dalaletle değiştirmeleri, bak: 1301.p.

-Münafkılar lehinde yapılan istiğfar fayda vermez, bak: 1801.p.da bir âyet notu.

-Münafıklara karşı cihad, izhar-ı hüccet ile olur, bak: 571.p.

-Münafığın konuşmasından tanınması, bak: 2216.p.

-Ahkâm-ı diniyeye sadakat göstermemenin nifak alâmeti olduğu, bak: 1526.p.

-Bu da iyi eserdir deyip münafıkların nazarları harice çekip dağıtma planı, bak: 3098.p.

2729- qqMÜNAKAŞA yL5_X8 : Münazaa. Mücadele. Karşılıklı sözle çe­kişme. Bazı asar-ı cedide-i fenniyede münakaşa tedkik ve mübahese mana­sında kullanıl­maktadır. (Kamus-u Türkî) Birinin muhasebesinde gereği gibi tedkik ve istiksa et­mek. (İncelemek) Mübahese. Bu manada yeni kullanılan kelimelerdendir. Fakat manasında bir şeyi iki taraftan uzun uzadıya çekiştir­mek mülahaza olur. c. münakaşattır. (Lûgat-ı Nâcî) Kamus-u Okyanus, Müslim’den 2876.hadîsini misal verir. (Bak: Bitaraf, Hecr-i Cemil, Menfi, Müna­zara)

2730- Dinî meselelerin münakaşasında çok dikkat edilmelidir.

“Evvela: Bu çeşit mesaili münakaşa etmenin birinci şartı; insaf ile, hakkı bul­mak niyetiyle, inadsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, su-i telakkiye sebeb olmadan müzakeresi caiz olabilir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zahir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun; çünki bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zahir olsa, fazla birşey öğrenmedi, belki gurura düşmek ihtimali var.

Saniyen: Sebeb-i münakaşa eğer hadis ise: Hadisin meratibini ve vahy-i zımnî­nin derecatını ve tekellümat-ı Nebeviyenin aksamını bilmek lâzım. Avam içinde müşkilat-ı hadisiyeyi münakaşa etmek, izhar-ı fazl suretinde avukat gibi kendi sö­zünü doğru göstermek ve enaniyetini, hakka ve insafa tercih etmek suretinde delil­ler aramak caiz değildir.” (M.351) Çünki “dakik mesail-i imaniyeyi, mizansız müca­dele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız mücadele olduğun­dan, tiryak iken zehir olur. Diyen­lere, dinliyenlere zarardır. Belki böyle mesail-i imaniyenin itidal-i demle, in­safla, bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi caizdir.” (M.45)

İslam uhuvvetine ve güzel ahlak kazanmaya büyük zarar veren münaka­şayı terk etmeyi teşvik eden bir rivayette mealen şöyle buyuruluyor: “Batıl ve haksız yolda iken yalan ve çekiştirmeyi bırakana cennetin kenarında bir köşk bina edilir. Hakkı olduğu halde münakaşa ve çekiştirmeyi bırakana, cennetin ortasında bir köşk bina edilir. Kim de ahlakını güzelleştirirse, ona cennetin en alâ mevkiinde bir köşk yapı­lır” (İ.M. mukaddime hadis no: 51)



Bir atıf notu:

-Münakaşa kişinin itibarını giderir, bak: 1610.p

2730/1- Kur’an (8:48) âyetinde, Allah’a ve Resulüne itaat edin (şer’î usule ve düsturlara uyun, meselelerinizi ona irca’ edin), münakaşalarla çe­kişmeyin ve sabırlı olun nasihatı veriliyor. (Bak İhtilaf)

Münakaşaya alışmış olanlar, ekseriyetle sual sorup münakaşa kapısını açarlar. Bir rivayette; suali münakaşa etmek için değil, bilmediğiniz lüzumlu bir şeyi öğren­mek için sorunuz (R.E. 58) şeklinde ders verilir. Kur’an (5:101,102) âyetlerinde de, hoşa gitmeyen şeyleri sormamak tavsiye edilir. S.B.M. 323,1078,1699, 1700, 2173. hadislerinde ve S.M. 30. kitab 10 ilâ 14. hadisleri ile İ.M. Mukaddime’nin 2. hadi­sinde, çok ve lüzumsuz suallerin so­rulmaması beyan ediliyor.

Bununla beraber Kur’anda sual kökünden türemiş ve müsbet manada bazı şeyleri ehlinden sorup öğrenmek manasında olan ifadeler çok âyetlerde zikredilir. Ezcümle (4:83) (16:43) (21:7) âyetleri örnek verilebilir. Bir riva­yette de “Sual, ilmin yarısıdır” denilir. (K.H. hadis: 1492) Diğer bir rivayette de “Sual, ilim hazinelerinin anahtarıdır” buyurulur. (K.H. hadis: 1754)

İki rivayet de mealen şöyledir:

“Musa (A.S.) altı şeyden sual eyledi. Zannederdi ki o hasletler kendisi içindi. Yedinci bir suali ise, kendisini düşünerek sormamıştı.

Demek ki: “Ya Rabbi, kullarının hangisi daha müttakidir?” Allah bu­yurdu ki: “Allah’ı zikreden ve onu unutmayan”. Dedi ki: “Hangi kulun daha hidayettedir?” Buyurdu ki: “Hangi kulum hüdaya (inzal olunan vahye) tabi ise o.” Dedi ki: “Hangi kulun daha ahkemdir?” Buyurdu ki: “İnsanlara hük­mederken kendine hükmettiği gibi olan.” Dedi ki: “Hangi kulun daha ilim sahibidir?” Buyurdu ki: “İlimden doymıyan ve nâsın ilmini de kendi ilmi üzerine toplıyan âlimdir.” Dedi ki: “Hangi kulun daha azizdir?” Buyurdu ki: “Kudreti var iken affeden.” Dedi ki: “Hangi ku­lun daha âbiddir?” Buyurdu ki: “Kısmetine razı olan.” Dedi ki: “Kullarının hangisi en fakirdir?” Buyurdu ki: “Sahib-i sefer olan.” Resulüllah buyurdu ki: Zenginlik, mal zenginliği de­ğil, kalb zenginliğidir. Allah bir kulu için hayır murad ettiğinde onun gön­lünü zengin eder ve kalbine kanaat verir. Allah bir kul hakkında da şer murad ettiğinde, onun ihtiyacını iki gözü arasına kor.” (R.E.294/6)

“Musa (A.S:)dan Yahudiler sordular, gene sordular. Suali çoğalttılar, ar­tırdılar, eksilttiler, ta ki küfre düştüler. Hristiyanlar da İsa (A.S.)dan sordular da sordular. Suali çoğalttılar, artırdılar, eksilttiler ve neticede onlar da küfre düştüler. Muhakkak ki benden size hadisler söylenecektir. Size benim hadis­lerim geldiğinde, Allah’ın kitabını okuyun. Onunla karşılaştırın. Allah’ın ki­tabına uygunsa, onu ben söylemi­şimdir. Allah’ın kitabına uymuyor ise, onu ben söylememişimdir.” (R:E. 294/8)

Kur’an (18:70) âyetinde geçen Hızır (A.S.) Musa’yı sormaktan men et­mesinde şöyle bir işaret de var ki: ilm-i ledüne ait hususları anlamak sual-ce­vaptan daha çok, o ilimde zamanla terakki etmek iledir.



2731- MÜNAZARA ˜h1_X8 : Karşılıklı konuşmak. İlmî ve kaideye uygun olarak yapılan mübahese. (Bak: Münakaşa, Müsabaka, Tenkid)

Münazara: Nazariye, görüş ve düşüncelerini birbirine arz etme mana­sında bir tabirdir.

Herhangi bir meseleyi mevzu edip konuşanlar, eğer meselenin daha et­raflıca anlaşılması niyetiyle konuşuyorlarsa ve birbirinden faydalanma isteği de varsa, biribirini dikkatle dinlerler ve könuşma yarışına girmezler ve mü­nakaşa yapmazlar.

Eğer bu kişiler benim sözüm dinlensin, kabul edilsin ve üstün çıksın is­teğiyle veya konuşma zevki gibi sebeplerin saikiyle konuşuyorlarsa, biribirilerini sıra ile dinlemeye tahammülleri olmaz ve konuşma yarışına gi­rerler ki bu hal adâba aykırı olup ilmin unutulmasına sebeptir. Hem neticesi de zararlı bir münakaşaya döner. Bu tarz konuşmalara katılmamak ve (23:3, 28:56) ayetleri gereğince uzak durulmalı­dır. Hem de diyaneten ve izzet-i il­miyeyi korumak için gereklidir.

Usulüne uygun olmak şartıyla yapılan münazaralar, fikren gelişmeye sebebdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında, İstanbul’a gelen Bediüzzaman, medreselerin durumunu anlatırken şöyle der:

“İstanbul’a geldim, gördüm ki sair şuubata nisbeten medaris terakki et­memiştir. Bunun da sebebi, kitaba nazarla istinbat-ı mes’ele etmek olan isti­dadı, meleke-i ilim yerinde ikame olunmuş ve talebelerde adem-i münazara ve sual ve cevab sebebiyle şevksizlik ve melekesizlik ve atalet gibi bazı hali intac etmiş.” (A.B.326)

Fakat münazarada ölçülü ve âdabına uygun hareket etmemek de zarar­lara se­bebiyet verir. Münazarada esas gaye, hakikatın ortaya çıkması ve daha etraflıca anla­şılmasıdır. yoksa benim fikrim üstün gelsin ve muarızımı yene­yim düşüncesi, enaniyet ve riyadan geldiği gibi, bu hal aynı zamanda enaniyet ve riyakârlığı da artı­rır. Hakiki ilmin hedefi olan ihlas, kemalât ve fazilete ters düşer. Asrımızda çok gö­rülen bu mahiyetteki münazaralarda dikkat ve itina gösterilmelidir. Yapılan bir mü­nazarada eğer karşı tarafın fikrinde hakikat payı varsa, bu hakikat itiraf ve teslim edilmelidir. Aksi halde, ketm-i hak et­mek mes’uliyetine düşülür.

2732- Evet “fenn-i âdab ve ilm-i münazaranın üleması mabeynindeki hakpe­restlik ve insaf düsturu olan şu: Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı va­kit, o münazarada bilmediği bir şey öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebi­lir. Eğer hak, hasmının elinde çıksa; zarar­sız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfa­attar olur. Nefsin gururundan kur­tulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse; yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur.” (L.158)

2733- qqMÜRŞİD f-h8 : (Rüşd’den) İrşad eden, doğru yolu gösteren, gaf­letten uyandıran. *Peygamber vârisi olan, kılavuz. *Tarikat piri, şeyhi. (Bak: İrşad, Tarikat)

2734- Üstad ve mürşide feyiz cihetinde vesilelikten fazla makam veril­memeli­dir.”Nasılki bir cemaatın malı bir adama verilse, zulüm olur. Veya cemaate ait va­kıfları bir adam zabtetse zulmeder. Öyle de: Cemaatın sa’yleriyle hasıl olan bir neti­ceyi veya cemaatın haseneleriyle terettüb eden bir şerefi, bir fazileti, o cemaatin rei­sine veya üstadına vermek; hem cemaate, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünkü enaniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken, padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulme­der. Belki bir nevi şirk-i hafiye yol açar. Evet bir kalayı fetheden bir taburun ganimetini ve muzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz.

Evet üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma’kes olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ: Hararet ve ziya, sana bir ayine vasıtasıyla gelir. Senden güneşe karşı minnettar olmaya bedel, ayineyi masdar telakki edip, güneşi unutup,ona minettar olmak, divaneliktir. Evet ayine muhafaza edilmeli, çünki mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir ayinedir. Cenab-ı Hak’tan gelen feyze ma’kes olur. Müridine aksedilme­sine de vesile olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır.

Hatta bazı olur ki, masdar telakki edilen bir üstad, ne mazhardır ne masdardır. Belki müridinin safvet-i ihlasıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazar ile o mirid başka yolda aldığı füyüzatı, üstadının mir’at-ı ruhun­dan gelmiş görüyor. Nasılki bazı adam, manyetizma vasıtasıyla bir cama dik­kat ede ede, âlem-i misale karşı hayalinde bir pencere açılır. O ayinede çok garaibi müşahede eder. Halbuki ayinede değil, belki ayineye olan dikkat-ı na­zar vasıtasıyla ayinenin haricinde haya­line bir pencere açılmış görüyor. Onun içindir ki, bazan nâkıs bir şeyhin halis mü­ridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir ve döner şeyhini irşad eder ve şeyhinin şeyhi olur.” (L.134)

Hülasa, İslâm büyüklerine gösterilen hürmet mana-yı harfiyle olmalıdır. (Bak: 216 ve 3262.p.lar)



2735- Müslümanların evliyaya bakışları ile Hristiyanların azizlerine ba­kışları farklıdır. “İslâmiyet der: «Y­; ެ~ «s¬7_«' «ž Hem vesait ve esbabı, mües­sir-i hakiki olarak kabul etmez. Vasıtaya mana-yı harfi nazarıyla bakar. Akide-i tevhid ve va­zife-i teslim ve tefviz öyle ister. Tahrif sebebiyle şimdiki Hristiyanlık esbab ve vesa­iti müessir bilir, mana-yı ismî nazarıyla bakar. Akide-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle ister, öyle sevk eder. Onlar azizle­rine mana-yı ismiyle birer menba-ı feyz ve -güneşin ziyasından bir fikre göre istihale etmiş lambanın nuru gibi-birer maden-i nur nazarıyla bakıyorlar. Biz ise evliyaya mana-yı harfiyle, yani ayine güneşin ziya­sını neşrettiği gibi birer ma’kes-i tecelli nazarıyla bakıyoruz.” (H.Ş.137)

2736- Hem mürşid-i hakikat İslâmiyeti kendi şahsında yaşamalı. Evet

“Hazmolmayan ilim, telkin edilmemeli:

Hakiki mürşid-i âlim; koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini,

Koyun verir kuzusuna hazmolmuş müsaffa sütünü.

Kuş veriyor ferhine lüab-âlud kay’ını.” (S.706) (Bak: 242.p.)

2737- Hem bir mü’minin muhabbetini mürşidin şahsî makamına değil, hizmet-i diniyesine bina etmesi gerektiğini söyleyen Bediüzzaman, bir hatıra­sını şöyle anlatı­yor:

“Bundan kırk elli sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (Rahmetullahi Aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum:

O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin (Kuddise Sırruhu)nun has müridi idi. Ehl-i tarikatça, mürşidin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o mer­hum kardeşim dedi ki: “Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u azam gibi her şeye ıttılaı var.” Beni, onunla rabtetmek için çok hârika makamlarını beyan etti.

Ben de o kardeşime dedim ki: “Sen mübalağa ediyorsun. Ben onu gör­sem, çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen, benim kadar onu hakiki sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u azam suretinde ta­hayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin; yani o ünvan ile bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa ve hakikat görünse, senin muhabbetin ya zail olur veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zat-ı mübareki, senin gibi pek ciddi severim, takdir ederim. Çünki sünnet-i saniyye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana halis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakiki makamı görünse,değil geri çekilmek, vaz­geçmek, muhab­bette noksan olmak; bil’akis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağla­nacağım. Demek ben hakiki bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.” (*)

Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik bir âlim olduğu için, benim nokta-i na­zarımı kabul edip takdir etti.” (K.L: 88) (Bak: Hürmet)

Bir atıf notu:

-Mürşidlerin ekserisi Âl-i Beyt’ten gelmiştir, bak: 198.p.

2738- qqMÜRTECİ’ pD#h8 : (Rücu’dan) Geri dönen, geri dönmek iste­yen. *Her cihetle en yüksek saadet ve selâmete sevkeden İslâmiyete muhale­fetle İslâmdan önceki cahiliyet ve ahlâksızlığa dönmek isteyenlerin vasfı. *İslâmiyete muhalif olanların; hakikat, İslâmiyet ve iman fedakârlarına, İslâmiyetin Asr-ı Saa­det’teki halisiyetini yaşamak istiyenlere gizli din düş­manları irtica ithamını yaparlar ki, büyük bir iftira ve haksızlıktır. Halkı al­datmak için nifak perdesi altında dine hü­cum eden bu muarızlara gereken cevaplar verilmiştir. (Bak: İrtica)

2739- qqMÜRTED f#h8 : İrtidad eden. İslâm dininden dönen.

“İrtidad, din-i celil-i İslâmı kabul ettikten sonra dönmektir. Yani, esasen müslüman olan veya bilahare İslâm dinini kabul etmiş bulunan bir şahsın, bilahare dönüp başka bir dine intisab etmesi veya hiçbir din ile mukayyed bulunmayıp inkâr-ı mahza sapması demektir. Bu hale “riddet” de denir. Böyle bir şahsa da “mürted” denir.” (H.İ. ci:3, shf: 363)



Bir atıf notu:

-İslâm cemiyetlerinde irtidad ve anarşi, İslâmiyetten uzaklaşma ve dinde lâkaydlıktan do­ğar, bak: 248-252 ve 906.p.lar)

2740- Sual: “Neden bir rükün ve hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden mürted olur, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki sair erkân-ı imaniyeye imanı,varsa, onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geli­yor?

Elcevab: iman altı rüknünden çıkan öyle bir vahdanî hakikattır ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzi kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki kabil-i inkı­sam olmazlar. Çünki herbir rükn-ü imanî, kendini isbat eden hüc­cetleriyle sair er­kân-ı imaniyeyi isbat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i azam olur Öyle ise bütün erkânı, bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikatı iptal edip inkâr edemez. Belki adem-i kabul perdesi altında gözünü kapamakla, bir küfr-ü inadî yapabilir. Gitgide küfr-ü mutlaka düşer; insaniyeti mahvolur. Hem maddi, hem manevi Cehennem’e gider.” (Ş.237)



2741- “Bizde biri fâsık olsa galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zira ar­zuyu masiyet, vicdandaki imanın sadasını susturmakla inkişaf edebilir. De­mek vicdanını ve maneviyatını sarsmadan, istihfaf etmeden tam ihtiyar ile şerri işlemez. Onun için İslâmiyet; fâsıkı hain bilir, şehadetini reddeder. Mürtedi zehir bilir, idam eder. Hristiyan bir zimmîyi ve kâfir muahidi ibka eder. Hanefi Mezhebi zimmînin şehadetini kabul eder.” (H:Ş.144)

2742- “İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir müslüman, İslâmiyetten çıksa ve dinini terketse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenab-ı Hakk’ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki ken­dinde kemalâta me­dar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder. Onun için İslâmiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa müsalaha etse, dahilde olsa cizye verse; İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünki vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir ze­hir hükmüne geçer. Halbuki Hristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nafi’ bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesatı kabul eder ve bazı Peygam­berlere inanabilir ve Cenab-ı Hakk’ı bir cihette tasdik edebilir.” (M.438)

Bir atıf notu:

-İslâmiyetten çıkan, gayr-ı müslim gibi de olamaz, bak: 1050,3313.p.

2743- “Beşeriyetin hakiki bir din dairesinde umumi bir uhuvvet teşkil ederek mesudane yaşaması, müslümanlıkta bir gayedir. Umum beşeriyetin menfaatleri de bunu muktazidir. Binaenaleyh hakiki bir din olan İslâmiyetin mehasin ve maalisini anlamış olması iktiza eden müslimin bilahare bu gayeye muhalif hareket etmesi; hem kendisinin, hem de ammenin menfaatlerine münafi aheng-i umumîyi ihlale bâdi olacağından, hakkında böyle bir cezayı (yani idamını) müstelzim olur. Umu­mun selâmeti için böyle bir cezanın vü­cuduna ihtiyaç vardır.” (H.İ. ci: 3shf: 484)

Elhasıl: İslâm dini, maddi ve manevi; ferdî ve içtimaî bütün iyilikleri kendinde topladığından, İslâmiyeti terketmek, bütün iyilikleri terketmek de­mek olur. Bu iti­barla mürtedde hiçbir hayır ve salah ihtimali kalmaz, canavar bir hayvana inkılab eder ve idam edilir.

Evet nasılki hür rejimin 1405/2. parağrafta kaydedilen temel prensiblerine mu­halefet, devletin inkârını (anarzşimi), yani kavinin zaifi ezme vahşetini doğuracağı cihetiyle, böyle bir muhalefet şiddetle karşılanır. Öyle de İslâmiyet, hakiki hürriyet rejiminin bütün esaslarını ve iyiliklerini ta­zammun ettikten başka, insanlık dünyası­nın en büyük ihtiyaç ve mes’elesi olan ruhî, manevî ve ebedî hayatın teminatı ve müjdesini vermek cihetinden de en üstün emsalsiz bir hidayet yoludur. Binaenaleyh İslâm dinine girdikten sonra, bu dini inkâr ve terk eden mürtedin de hakk-ı hayatı olamayacağı ev­leviyetle anlaşılır. Hem hürriyet-i vicdana zahiren aykırı görülen bu irtidad cezası, hürriyet-i vicdana aykırı değil, belki hürriyet-i vicdanla beraber, her türlü meşru hürriyetlerin varlığı için zaruridir. Zira mürtedlerin (anarşistle­rin)istila ettiği yerde hiç bir hürriyetin varlığı düşünülemez. O halde hayatta ya hürriyet ve ehl-i hürriyet hâkim olacak veya irtidad ve anarşi vahşeti istila edecek. Demek bu iki zıd kutub, birbirini ifna eder. İşte anarşi, hürriyetleri ilga ettiğinden, hürriyet niza­mında anarşiye hakk-ı hayat tanınmaz.

2743/1- Atıf notları:

-Mürtedlerin amelleri ibtal olur, bak: 1085.p.da âyet notu.

-Mürtedlerin perişaniyeti, bak: 2716.p.

-Mürtedlerin cezası, ahidlerini nakzetmelerindendir, bak: 1420.p.

-İrtidaddan sonra tövbe, bak: 3827.p.da âyet notu.

-İrtidad-ı mutlakı rejim altına almak, bak: 3243.p.

-Mürtedlerden azab-ı Cehennem tahfif olunmaz, bak: 510/1.p. da bir âyet notu.

2744- İrtidad hakkında Kur’andan birkaç not:

-Kâfirlerin güçleri yetse, müslümanları dinden döndürmek isterler: (2:217)

-Ehl-i kitab olan gayr-ı müslimlerin (Avrupalıların) yaşayışlarına uyan müslümanların, irtidada düşmek tehlikesinden ikazı: (3:100,149) (4:l15) (5:52)

-İmandan sonra küfre dönenlerin kıyametteki azabları: (3:106)

-Allah, irtidad edenlere bedel, mücahid bir kavim getirir: (5:54)

-Şehevî arzuları tahrik ve tûl-ü emele teşvik ile şeytan, müslümanları irtidada iter: (47:25)

-T.T. cild:3 shf: 36, mürtedlere dairdir.

2745- qqMÜSABAKA yT"_K8 : Karşılıklı yarışma. Hangisinin ileride oldu­ğunu anlamak için yapılan tecrübe, imtihan. Bir şeyde derece anlama için iki veya daha çok şahıslar arasında bazı şartlarla yapılan tecrübe. (Bak: Münazara, Rekabet)

2746- Müsabaka; kemalât ve fazilet gibi her iyi şeyde ileride olanlara gıpta edip, o mertebelere erişmek gayretine sahip olmaktır. Cemiyet haya­tında böylesine iyi şeylere, teşviklerle millî rağbeti uyandırmak, terakki yolu­dur. Müsabakayı kıskançlık ve hased şekline çevirmek ise, menfidir. İhtilafa ve tedenniye götürür.

“Hatta şeytanın dahi; manevi terakkiyat-ı beşeriyenin zenbereği olan mü­saba­kaya ve mücahedeye sebeb olduğundan, o nev’in icadı dahi hayırdır. O cihette gü­zeldir. Hem-hatta-kâfir, küfür ile, bütün kâinatın hukukuna bir te­cavüz ve şerefini tahkir ettiğinden, ona Cehennem azabı vermek güzeldir.” (Ş.31)



2747- Kur’anda (4:32) (83:26) âyetleri ve S.B.M. ci: ll, 1774.hadisi müsa­baka ve gıbta meselesiyle alâkalıdır. (Caiz olan müsabakalar, bak: 2405.p.)

2748- qqMÜSBET HAREKET }6h& aAC8 : Doğruluğu aşikâr olan ve isbat edilebilen ve meşru kanun ve nizama uygun hareket. Allah (C.C.) em­rine uy­gun, tahribkâr ve tecavüzkâr olmayan, yapıcı ve tamir edici tarzda olan hareket. (Bak: Hecr-i Cemil)

Birkaç atıf notu:

-Particilik tarafgirliğinden doğan zulümler, bak: 277,278.p.lar.

-Bediüzzaman Hz.leri, Şarktaki ihtilal hareketine katılmadı, bak: 388.p.

-Kılınç kullanmamış mücahid, bak: 570.p.

-Menfi hareketlerden men eden ehadis, bak: 584,585.p.lar.

-Âhirzaman fitnesinde terk-i imarete dair ehadis, bak: 989,993.p.lar.

-Zalim veya kâfir ümeraya itaat ve adem-i itaat mes’elesi, bak: 3890/1,3891.p.lar.

-Asayişi muhafaza için Bediüzzaman Hz.nin sabrı, bak: 3898.p.

-Müsbet harekete dair Bediüzzaman Hz.nin son vasiyeti, bak: 1513.3267-3270.plar.

-Fitne zamanında delil ve hüccetle cihad-ı manevi yapmak, bak: 524.p.sonu.

-İslâm dünyasının mevcud dünya şartları karşısında müsbet hareketle kuvvetlenme­sinin lü­zumu, bak: 1975/1 ilâ 1975/3.p.)

2749- “Bir şeyin vücudu, bütün eczasının vücuduna vabestedir. Ademi ise, bir cüz’ünün ademiyle olduğundan; zaif adam, iktidarını göstermek için tahrib tarafdarı oluyor, müsbet yerine menfice hareket ediyor.” (M.471)

2750- Kur’an (6:108) âyeti”müşriklerin putlarına sövmeyin ki, onlar da size te­cavüz etmesinler.” diye müsbet hareketi emreder.

Müsbet hareketle alâkalı iki hadis meali: “Yakında fitne, fesad ve ihtilaf olacak. “Ne yapalım?” dediler. Buyurdu ki: (Hz.Osman’ı (R.A.) göstererek) Günün emîri olan bu zata ve ashabına tabi olun.”

“Benden sonra yakında muzlim gecelerin karanlık dalgaları gibi bir takım fit­neler olacak. O fitnelerde adam sabah mümin, akşam kâfir; akşam mümin, sabah kâfir olacak. Denildi ki: “O zaman ne yapalım?” Buyurdu ki: Evleri­nize girin, ken­dinizi unutturun, Denildi ki: “Bizden birimizin evine girilirse ne dersin?” Buyurdu ki: Elinize sahib olun. Allah’ın katil kulu olmaktansa, mazlum kulu olun. Zira öyle zamanda İslâm adamın ağzında olur. Kardeşi­nin malını yer, kanını akıtır. Rabbine asi olur, Hâlikına küfr eder. Neticede de kendisine Cehennem vacib olur.” (R.E.299)

Bir atıf notu:

-Müsbet ve menfi ihtilaflar, bak: 1832.p.

2751- qqMÜSEYLEMET-ÜL KEZZAB ~±gU7~ }WV[K8 : Benî Ha­nife’ye mensub olup Peygamberimiz Muhammed (A.S.M.) zamanında Yemame’de ortaya çıkmıştı. Önce müslüman olmuş iken sonra irtidad etmiş ve yalancı peygamberlik iddiasında bulunup bazı taraftarlar bulmuştu. Hicri onbirinci yılda katledilen Müseyleme, Resulüllah’ın nübüvvetini zahiren ka­bul ettiği anlaşılan mektubunda Resulüllah’a şöyle yazmıştı:

«t«7 _«Z­S²M¬9«— |¬7 _«Z­S²M¬9 «Œ²‡«ž²~ Å–¬_«4

“Arzın nısfı benim, nısfı senin.” Aleyhissalatü Vesselâm da şöyle cevab ver­mişti: “Muhammed Resulüllah’dan Müseylemet-ül Kezzab’a:

¬˜¬…_«A¬2 ²w¬8 ­š_«L«< ²w«8 _«Z­$¬h«< ¬yÁV¬7 «Œ²‡«ž²~ Å–¬_«4 ­f²Q«" _Å8«~

Sonra Hazret-i Ebu Bekir hilafetinde Müseylemet-ül Kezzab üzerine as­ker gönderip harbetti ve Hazret-i Hamza’nın katili Vahşi eliyle katlolundu. Vahşi: “Ben cahiliyetimde hayr-ün nâs’ı, İslâmımda da şerr-ün nâs’ı katlet­tim.” der idi.

S.B.M. 1585,1648. hadislerinde ve bazı hadis kitaplarında Müseyleme’nin bahsi geçer.



Bir atıf notu:

-Müseylime-i Kezzab’ın fitnesi, bak: 3944.p.

2752- qqMÜSTEHAB `EBK8 : Sevilmiş şey. Yapılması sevablı olan. *Fık: Peygamber Efendimiz’in (A.S.M.) bazan yapıp bazan terkeylediği şey­lerdir. Farz ve vacibin dışındaki sevablı iş. Nafile mendub, fazilet, tatavvu, edeb namları da verilir. (Bak: Nafile)

2753- qqMÜŞÂHEDÂT €~f;_L8 : Gözle görülen şeyler. *Görüşler. *Keşifle seyredilenler. *Man: Mücerret his ile kat’iyyetle hüküm ve tasdik olunan kaziyeler. Maneviyatta kemalât sahibi olan büyük velilerin manevi âlemlerdeki bazı varlıkları ve hakikatları görmeleri.

Atıf notları:

-Manevi müşahedatta âlem-i maddî ile âlem-i manevîyi iltibas etmemek, bak: 209.p.

-Şükr-ü örfi ile kazanılan ruhî inkişaf ve onsekizbin âleme karşı açılan pencereler, bak: 1159.p.

2754- qqMÜŞEBBİHE yZ±AL8 : Fls: İnsan biçiminde ilah tasavvur edip suretlendiren batıl bir inanış. (Mücessime) de denir. (Bak: Antropomorfizm)

“İnsanın zihni ve lisanı ve sem’i; cüz’î ve teakubî oldukları gibi, fikri ve him­meti dahi cüz’îdir. Ve teakub tarikiyle yalnız bir şeye taalluk eder ve meşgul kalır. Hem de insanın kıymet ve mahiyeti, himmeti nisbetindedir. Himmetin derecesi ise: Maksad ve iştigal ettiği şeyin nisbetindedir. Hem de insan teveccüh ve kasdettiği şeyde, güya “fena fi’l-maksat” oluyor. İşte şu noktaya binaen hasis bir emir veya pek cüz’î bir şey, büyük bir adama isnad olunmaz. Zira tenezzül etmez. Ve himme­tini o küçük şeye sığıştıramaz. Himmeti ağır, o şey gayet hafif olduğundan güya müvazenet bozulur. Hem de insan hangi şeye temaşa ederse, elbette mekayisini ve esaslarını kendi nef­sinde arayacaktır. Eğer bulmazsa, etrafında ve ebna-yı cinsinde arayacaktır. Hatta hiçbir cihetten mümkinata benzemeyen Vacib-ül Vücud’u tefek­kür etse; yine kuvve-i vahimesi şu vehm-i seyyii düstur ve dürbin yapmak istiyor. Halbuki Sani-i Zülcelal, şu nokta-i nazarda temaşa edilmez. Kudretine inhi­sar yok­tur. Ziya-yı şems gibi, kudret ve ilim ve iradesi şâmile ve ammedir, münhasır olmaz, müvazeneye gelmez. En büyük şeye taalluk ettiği gibi, en küçük ve en hasis şeye dahi taalluk eder. Mikyas-ı azameti ve mizan-ı kemali mecmu-u âsârıdır. Herbir cüz’ü mikyas olamaz. İşte Vacib-ül Vücud’u mümkinata kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır. Mezbur vehm-i batıl ile muha­keme etmek hata-yı mahzdır. İşte şu hata-i bîedebane ve şu vehm-i batılın netice-i seyyiesidir ki: Tabiiyyun, esbabı mü­essir-i hakiki olduklarına; ve Mu’tezile hayvanları ef’al-i ihtiyariyelerine hâlık olduk­larına; ve hükema, cüz’iyatta ilm-i İlahînin nefyine; ve Mecusiler, halk-ı şer başka­sının eseri ol­duğuna itikad ettiler. Güya onlarca Sani’ o kadar azametiyle beraber, nasıl şöyle umûr-u hasiseye ve cüz’iyeye tenezzül edip iştigal etsin. Yuf onların akıllarına ki, şöyle bir vehm-i batılın hükmüne esir oldular.

Ey birader! Şu vehim itikad tarikıyla olmazsa da, vesvese cihetiyle bazan mü’minlere musallat oluyor.” (Mu.l14)

2755- Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının hakiki mahiyetlerini, beşer idrak edemiyeceğinden bazı âyetlerde teşbih ve temsil yolu ihtiyar edilmiştir. Bu gibi âyetlerden, İlahî sıfatların beşerî sıfatlara benzediği anlaşılmamalıdır.

Zira Kur’an (42:l) °š²|«- ¬y¬V²C¬W«6 «j²[«7 gibi âyetlerde, böyle yanlış anlayış­lara sa­rahaten imkân bırakmamıştır. Kâinat hakikatları dahi, böyle teveh­hüm-ü batılı red­deder.



2756- Kur’an’da ¬v[¬&Åh7~ ¬w´W²&Åh7«~ kelimeleriyle bildirilen iki sıfat-ı İlahiye hak­kında bir sual ve cevabı:

“Sual: Mebde ve me’haz itibariyle rikkat-ül kalb manasını ifade eden bu iki sı­fatın Cenab-ı Hak hakkında kullanılması caiz değildir. Eğer mana-yı hakikatlarının lâzım ve neticesi olan in’am ve ihsan kasdedilirse, mecazda ne hikmet vardır?

Cevab: Bu iki sıfat, “yed” gibi mana-yı hakikileriyle, Cenab-ı Hak hak­kında kullanılması muhal olan müteşabihattandır. Müteşabihatta, mana-yı mecazinin mana-yı hakikinin lafzıyla, üslubuyla gösterilmesindeki hikmet, insanların me’luf ve malumları olmayan manaları ve hakikatları zihinlerine yakınlaştırıp kabul ettirmek­ten ibarettir. Meselâ “yed”in mana-yı mecazisi in­sanlara me’nus olmadığından, mana-yı hakikinin şekliyle, lafzıyla gösterilmesi zarureti vardır.” (İ.İ.16) (Bak: 2765,3744,3746.p.lar)

2757- “Kur’an-ı Azimüşşan’da ferman ettiği gibi, (42:ll) °š²|«- ¬y¬V²C¬W«6 «j²[«7 dür. Yani; ne zatında ne sıfatında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz, şehibi yoktur, şeriki olmaz. Evet, bütün kâinatı bütün şuunatıyla ve keyfiyatıyla kabza-i rububiyetinde tutup, bir hane ve bir saray hükmünde kemal-i intizam ile tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zat-ı akdes’e, misil ve mesil ve şerik ve şebih olmaz, mu­haldir.” (L.341)

2758- Hem “Vacib-ül Vücud’un mahiyet-i kudsiyesi, mahiyat-ı mümkinat cin­sinden değildir. Belki bütün hakaik-i kâinat, o mahiyetin Esma-i Hüsnasından olan Hak isminin şualarıdır. Madem mahiyet-i mukaddesesi hem vacib-ül Vücud’dur, hem maddeden mücerreddir, hem bütün mahiyata muhaliftir; misli, misali, mesili yoktur.

Elbette o Zat-ı Zülcelal’in, o kudret-i ezeliyesine nisbeten bütün kâinatın ida­resi ve terbiyesi; bir bahar, belki bir ağaç kadar kolaydır. Haşr-ı Azam ve Dar-ı Âhiret, Cennet ve Cehennem’in icadı, bir güz mevsiminde ölmüş ağaçların yeniden bir baharda ihyaları kadar kolaydır.” (M.250)



İki atıf notu:

-Allah’ın ademden icad etmek fiiline, mümkinin kudreti canibinden bakılmamalı, bak: 1476.p.

-Allah’a mümkinat mikyasıyla bakılmamalı, bak: 1637,1638.p.lar.

2759- Hem “bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin envaı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cema­lin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasılki Vacib-ül Vücud’un Zat-ı Akdes’i, başkalara hiçbir cihette ben­zemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de onun kudsi cemali, mümkinatın ve mahlukatın hüsünlerine benzemez, had­siz derecede daha âlîdir.

Evet koca Cennet bütün hüsün ve cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat mü­şahedesi ehl-i Cennet’e, Cennet’i unutturan bir cemal-i sermedî, el­bette nihayeti ve şebihi ve naziri ve misli olamaz.” (Ş. 76)



Atıf notları:

-Sani-i Kâinat, kâinat cinsinden değildir, mütealdir, bak: 227.p.

-Kâinatı tağyir eden, mütegayyir olur iddiasına cevab, bak: 230.p.

2760- İnsanın Allah’a evsaf-ı beşeriye mikyasiyle bakıp düşünmesi, marifetullah içindir. Yoksa Cenab-ı Hakk’ın zat ve mahiyetini bilmek için değildir. Nitekim “in­san, cüz’î iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudre­tiyle ve zahirî malikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasının malikiyetini ve san’atını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatın büyük­lüğü nisbetinde anlar, ayinedarlık eder.

Her insan hayatında bulunan ve inkişaf etmiyen ve his ve hassasiyet su­retinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, manalar ve hisler vasıtasıyla, Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un şuunat-ı kudsiyesine ayinedarlık eder. Meselâ: O hassasiyet içinde; sevmek, iftihar etmek, mem­nun olmak, mesrur olmak, müferrah olmak gibi manalar ile, Zat-ı Akdes’in kudsiyetine ve gınayı mutlakına münasib ve lâyık olmak şartıyla, o neviden olan şuunatına ayinedarlık eder.” (L. 354)



Birkaç atıf notu:

-İnsanın suret-i Rahman üzere yaratıldığı rivayetinin izahı, bak: 1688.p.

-Cenab-ı Hakk’ın sıfat ve esmasının marifeti neden enaniyete bağlıdır, bak: 820,821.p.lar.

-Allah’ın zatını düşünmek, iktidar-ı beşerin üstünde olduğunu bildiren rivayet, bak: 3918.p.sonu.

2761- Demek Cenab-ı Hakk’ın evsaf ve şuunatı hakkındaki bazı teşbih ve tem­siller, mirsad-ı tefekkür, vesile-i tefhim ve teshildir. Hakikat-ı halin künhünü ifade etmek için değildir. Hatta bir nevi müşebbihe anlayışında olanlar, Hâlikı mahluka benzetmek tahayyülüyle, mahlukatın umumunda vasf-ı müştereke ve zaruriye olan yaratılmayı, Vacib’e de teşmil edeceklerini, Peygamberimiz (A.S.M) bir hadis-i şe­riflerinde şöyle haber vermişlerdir:

­‰_ÅX7~ «ƒ«h²A«< ²w«7 «yÁV7~ «s«V«' ²w«W«4 ¯š²|«- ¬±u­6 ­s¬7_«' ­yÁV7«~

~«g«; ~Y­7Y­T«< |ÅB«& «–Y­V«=_«K«B«<

Yani: İnsanlar birbirlerine birtakım sualler sormaktan vazgeçmiyecekler. Hatta: Herşeyi yaratan Allah’tır, fakat Allah’ı kim yaratmıştır? diyecekler­dir.” (252)

Halbuki böyle bir sual, ilme ve mantığa aykırıdır. Çünki Allah ezelî ol­mazsa, (Bak: Ezeliyat) sonradan yaratılmış olsa; ilm-i Kelâm’da muhaliyeti isbatlanan tesel­sül, yani zincirleme sonsuz yaratıcılar tahayyül edilecek. Çünkü aynı sual, o mev­hum hâlıklar içinde sorulacak. Bu ise aklen muhal, ilmen de tamamen delilsiz bir safsatadır. Kur’anın (16:17) âyeti, “yaratan, yaratamıyana benzer mi” (E.T. 3092) mealindedir.

2762- qqMÜTEAHHİRÎN w: Son zamanlarda gelenler ve yeti­şenler. (Büyük allameler hakkında söylenir.) (Bak: Selef-i Salihîn)

Bir atıf notu:

-Müteahhirîn ülemasının başlangıcı, bak: 61l/1.p. ve 1599.p.sonu.

2763- qqMÜTEKADDİMİN w[8±fTB8 : Evvelkiler, eskiden gelmiş İslâm al­lameleri. (Bak: Selef-i Salihîn)

qqMÜTEKELLİMÎN w[W±VUB8 : İlm-i Kelâm âlimleri. (Bak: İlm-i Kelâm)

2764- qqMÜTEŞABİHAT €_Z"_LB8 : Birbirine benzeyenler. *Fık: Ma­nası açık olmayan âyet ve hadis. Kur’an-ı Kerim’in ve hadislerin mecazî ma­nalara gelen ifadeleri. *Zahirî manası kastedilmeyen ve teşbih ve temsil yo­luyla hakikatların be­yanında kullanılan ifade.

Müteşabih âyet ve hadisleri, ilimde rüsuh sahibi olan büyük dinî şahsi­yetler, inayet-i Hak ile ancak bir derece te’vil ederler, yoksa herkesin böyle te’villere kal­kışması caiz olmaz. (Bak: Muhkemat, Teşbih, Temsil, Te’vil)



2765- Bazı mu’terizlerin “Kur’an-ı Kerim’de müteşabihat vardır dedik­leri bi­rinci şüphelerine cevab:

Evet Kur’an-ı Kerim, umumi bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i der­sinde oturan, nev’-i beşerdir. Nev’-i beşerin ekserisi avamdır. Mürşidin naza­rında ekall, eksere tabidir. Yani umumi irşadını ekallin hatırı için tahsis ede­mez. Maahaza avama yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar. Aksi halde avam, yüksek ko­nuşmaları anlayamadığından mahrum kalır.

Ve keza avam-ı nas, ülfet ettikleri üslublardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maani ve ibarelerden fikirlerini ayıra­madıkların­dan, çıplak hakikatları ve akliyyatı fehmedemezler. Ancak o yük­sek hakaikın, onla­rın ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. Fakat Kur’anın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki; cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zahib olmasınlar. Ancak o gibi ifa­delere, hakaika geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır. Meselâ Cenab-ı Hakk’ın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı salta­natında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki; >«Y«B²,~ ¬Š²h«Q²7~ |«V«2 «yÁV7~ Å–¬~ da kinaye tarikı ihtiyar edilmiştir.

Hissiyatı bu merkezde olan avam-ı nâsa yapılan irşadlarda, belagat ve ir­şadın iktizasınca, avamın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasılki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve ço­cuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avam-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur’an-ı Kerim’in ince hakikatları,

¬h«L«A²7~ ¬ÄY­T­2 |«7¬~ ­}Å[¬Z´7~ ¬ž²~ ­€«¶žÇi«XÅB7«~ ile anılmaktadır. Yani, insanların fehim­lerine göre Cenab-ı Hakk’ın hitabatında yaptığı tenezzülat-ı İlahiye, insanla­rın zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlahî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur’an-ı Kerim’in üslubları, hakikatlara geçmek için en derin incelikleri görmek için, avam-ı nâsın gözüne bir dürbin veya numaralı birer göz­lüktür. Bu sırra binaendir ki; bülega, büyük bir ölçüde ince hakikatları tasavvur ve dağınık manaları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar. Müteşabihat dahi ince müşkil istia­relerin bir kısmıdır. Zira müteşabihat, ince hakikatlara suretlerdir.” (İ.İ.l15)

Bir atıf notu:

-Mevlid-i Nebeviyenin Mi’raciye kısmındaki müteşabih ifadeler, bak: 2466.p.

2766- Kur’andaki bir kısım âyetlerin müteşabih olduğunu yine Kur’an bildiri­yor. Şöyle ki:

“(3:7) «_«B¬U²7~ «t²[«V«2 «Ä«i²9«~ >¬gÅ7~ «Y­; Ya Muhammed! O şerik ü nazirden mü­nezzeh, aziz ve hakîm olan Allah-ü Zülcelal’dir ki, sana bu Kitab-ı Ekmel’i inzal etti.. °€_«W«U²E­8 °€_«<³~ ­y²X¬8 Bunun âyetlerinin bir kısmı muhkemattır; mana-i mu­rada delaletleri kat’i, ibareleri ihtimal ü iştibahtan mahfuz ve muhkemdir. ¬_«B¬U²7~ Ç•­~ Åw­; Bunlar ümm-ül kitabdırlar; kitabın anası, fehimde asl ü esastırlar. Tefrik-i hakk u batıl, tasdik-i hakaik asıl bun­lardadır. İlm ü amelde ittiba’ edilmesi lâzım ge­len edille-i esasiye, bürhan-ı hidayet bunlardır.

Her âyet-i muhkeme, diğer âyat-ı muhkeme ile mukayese edilmek şar­tıyla ma­naları, hükümleri yakînen tayin olunur. Herbiri nefsinde muhkem olmakla beraber yekdiğerine nazaran ıtlak u takyid, umum u husus, takrir ü tefsir, istisna veya tahsis veya nesih gibi nisbet-i muayyene ile bir alâka-i muhkemeleri vardır. Bunlar zahir, nass, müfesser, mana-yı hassiyle muhkem olmak üzere dört mertebe üzeredirler. Muhkematın bu nizam-ı vahdetle mukayeseleri de, ilm-i Kur’anın usul-i muhkemesindendir..

Diğer bir kısmı da müteşabihattır. Yani herbiri murad olunabilecek gibi gö­rünmekle, birbirine benzer müteaddid manaları muhtemildir.” (E.T. 1035-1036)



2767- “Müteşabihat denildiği zaman manasız bir ibham-ı küllî iddia edil­diğini zannetmek büyük bir hata teşkil eder. Müteşabihat manasız ve müh­mel değil, kes­ret-i maaniden dolayı muayyen bir murad tayini mümkün görünmiyen ve daha doğ­rusu ifade ettiği hakaik-i muhita zihn-i beşerle ka­bil-i istiab olmadığından dolayı, mübhem görünen bir ifadedir. Bu öyle bir beyandır ki; hakikat, mecaz, sarih, ki­naye, temsil, tahkik, zahir, hafi gibi vücuh-u beyanın mecmuunu havidir... Zaten kelâmda ibham, mevkiine göre en büyük vücuh-u belagattan birini teşkil eder. Her şahıs her manaya muhatab olamıyacağı gibi, bütün ilm-i İlahînin ifham ve tebliğine alel’umum beşeriyetin kudreti dahi mütehammil değildir.” (E.T. 159)

Bir atıf notu:

-Âhirzamana ait hadislerin müteşabihatı, bak: 1631,2023.p.lar.

2768- qqMÜTEŞEYYİH e±[LB8 : Şeyhlik taslayan, kendini şeyh gibi göste­ren. *İhtiyarlaşan.

“Sual: Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?

Cevab: Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad ve mesleği muhabbet.. ve şiarı, terk-i iltizam-ı nefs.. ve meşrebi, mah­viyet.. ve tarikatı, hamiyet-i İslâmiye olsa kabildirki:

Bir mürşid ve hakiki şeyh olsun. Lakin eğer mesleği tenkîs-i gayr ile me­ziyetini izhar.. ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin.. ve inşikak-ı asayı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intaç eden kendine mu­habbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o, bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi’b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye su-i zan yolunu açmıştır.!” (Mün.70)



qqMÜZAKERE ˜h6~g8 : (Bak: Münazara, Tenkir)

2769- qqMÜZEKKİR h±6g8 : Andıran, hatıra getiren, yad ettiren, zikretti­ren, hatırda tutturan. *Zikreden, ibadet eden. *Resul-i Ekrem (A.S.M.) mü’minleri ve bütün beşeriyeti tehlikeli şeylerden halas edip iki cihan saade­tine nail olma yolunu talim ettiğinden, Kur’an-ı Kerim’de “müzekkir” diye isimlendirilmiştir. (Bak: Tezkir)




Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   108   109   110   111   112   113   114   115   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin