İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə153/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   149   150   151   152   153   154   155   156   ...   169

U


qqUBUDİYET }<…YA2 : (Bak: İbadet)

3875- qqUCB `D2 : (Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ame­line, yaptıkları iyiliklere güvenmek.

«Arkadaş! Ye’se düşen adam, azabdan kurtulmak için, istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenat ve kemalatı var, hemen o kemalatına bel bağlar. Güvenerek der ki: “Bu kemalat beni kurtarır, yeter” diye bir derece rahat eder. Halbuki a’male güvenmek ucubdur. İnsanı dala­lete atar. Çünkü insanın yaptığı kemalat ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez. Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değil­dir. Çünkü kendisinin eser-i san’atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakita olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan almış değildir. Ancak o vücud havi olduğu garib san’at, acib nakışların şehadetiyle, bir Sani-i Hakîm’in dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur. O vücudda yapı­lan binlerce tasarrufattan ancak bir tane insana aittir.» (M.N. 65)



3876- qqUHUD MUHAREBESİ |K"‡_E8 f&~ : Uhud, Medine-i Mü­nevvere’nin bir mil kuzeyinde kırmızı bir dağ olup. Hz. Peygamberimiz’in (A.S.M.) ashabıyla Mekke’deki Kureyş müşrikleri arasında vuku bulmuş olan Uhud Gazasıyla meşhurdur.

Uhud gazası, hicretten 2 sene 6 ay 7 gün sonra olmuştur. Bunun zahirî sebebi: Daha evvel yapılmış olan Bedir Gazasında Kureyşliler mağlup ol­duklarından, Kureyşlilerden Bedir Gazasında akrabaları öldürülmüş olan bazı kişiler Ebu Süfyan’a giderek harp teklifinde bulunmuşlardı. Ebu Süfyan, kendi kumandası altında Kureyş müşriklerinden ve Kenane ve Tehame’den üçbin ikiyüz kişi kadar alarak karısı Hind ve diğer bazı kadınlarla birlikte Medine’ye doğru hareket edip Uhud Dağı’na gelmişlerdi.

Hz. Resulullah (A.S.M.) Efendimiz, bunların önüne çıkmak fikrinde bulunmayıp, şehre girdiklerinde müdafaa yapmayı teklif etmişse de, bazı as­habın israrı üzerine muharebeye çıkmağa karar vermişlerdi. Hz. Peygamber (A.S.M.), sahabeden 700 kişiyle küffara karşı çıktı. Muharebede müslümanlar bazan galip, bazan mağlup olarak Peygamberimiz’in amcası Hz. Hamza ile birlikte 70 sahabede şehid olmuştu. Hatta Peygamberimiz’in de dişi kırılmış, yüzü ve dudağı yaralanmıştı.

3877- «Mühim bir sual: Fahr-ül Âlemîn ve Habib-i Rabb-ül Âlemin Hazret-i Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın Sahabelerinin, müşrikîne karşı Uhud’un nihayetinde ve Huneyn’in bidayetinde mağlubiyetinin hikmeti nedir?

Elcevab: Müşrikler içinde o zamanda saff-ı Sahabede bulunan ekâbir-i Sahabeye istikbalde mukabil gelecek Hazret-i Halid gibi çok zatlar bulundu­ğundan, şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün iz­zetlerini kırmamak için, hikmet-i İlahiye, hasenat-ı istikbaliyelerinin bir mükâ­fat-ı muaccelesi olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kır­mamış. Demek mazideki Sahabeler, müstakbeldeki Sahabelere karşı mağlub olmuşlar. Ta o müstakbel Sahabeler, berk-i süyuf korkusuyla değil, belki barika-i hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve o şehamet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin.» (L.29) (Bak: Huneyn)



3878- Kur’an (3:121, 122 ve 139 ilâ 144 ve 152 ilâ 155 ve 165 ilâ 168) âyetlerinde Uhud muharebesine manaca atıflar vardır.

3878/1- qqUHUVVET ?±Y'~ : Kardeşlik. Nesebî veya imanî kardeşlik. Nesebî kardeşliğin ciddiyeti dahi iman kardeşliğine dayanır.

Din kardeşliğinin temelinde birbirini sevme, koruma, üzülmelerde ve sü­rurlarda müştereklik vardır. Yani mü’min bir kimseye iyilik gelmesiyle diğer bir mü’minin de sevinmesi; gam ve kederlenmesinden de üzülmesi gibi fiilî tezahürlerle varlığı anlaşılan hiss-i rikkat, hiss-i muhabbet ve hiss-i şefkat, uhuvvetin hakikatı ve temelidir. Bu husus mü’minler arasında (sıla-i rahm) tabirleriyle de ifade edilir. (Bak: Sıla-i Rahm) Mü’minler arasında mezkûr hu­susiyetler ve fıtrî, hissî, fiilî alâkalar bulunmazsa, hamiyet ve gayret-i milliyeden dem vurmak manasız ve hakikatsızdır. Bilhassa mü’minler ara­sında adavet olamaz. (Bak:Adavet)



3878/2- Bediüzzaman Hazretlerinin hizmet-i Kur’aniyede çalışan şakirdlerine hitaben uhuvvet-i hakikiyenin azami mertebesini, yani hiss-i uhuvvet-i hakikiye ile mü’minlerin birbirine karşı afv ve müsamaha ile bak­malarını ders veren mektublarından bir kaç parça:

«Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şereflerine şakirane iftihar etmektir.

Ehl-i tasavvufun mabeyninde “fena fişşeyh, fena firresul” ıstılahatı var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte “fena fil’ihvan” suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna “tefani” denilir. Yani, bir­birinde fani olmaktır. Yani kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşle­ri­nin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir.

Peder ile evlad, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakiki kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz “Haliliye” olduğu için, meşrebimiz “hıllet”tir. Hillet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş ol­mak iktiza eder. Bu hılletin üss-ül esası, samimi ihlastır. Samimi ihlası kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var. Ortada tutunacak yer bulamaz.

Evet yol iki görünüyor. Cadde-i Kübra-yı Kur’aniye olan şu mesleğimiz­den şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmiyerek yardım etmek ihtimali var. İnşaallah Risale-i Nur yoluyla Kur’an-ı Mu’ciz-ül Be­yan’ın daire-i kudsiyesine girenler; daima nura, ihlasa, imana kuvvet vere­cekler ve öyle çukurlara sukut etmiyeceklerdir.» (L.162)

3878/3- «Aziz, sıddık, muhlis kardeşlerim!

Bizler imkân dairesinde bütün kuvvetimizle Lem’a-i İhlasın düsturlarını ve hakiki ihlasın sırrını mabeynimizde ve birbirimize karşı istimal etmek, vücub derecesine gelmiş... Mabeyninizdeki fedakârane uhuvvet ve samimane muhabbet sarsılmasın. Bir zerre kadar olsa bile, bize büyük zarar olur...

Bizler birbirimize -lüzum olsa- ruhumuzu feda etmeğe, hizmet-i Kur’aniye ve imaniyemiz iktiza ettiği halde, sıkıntıdan veya başka şeylerden gelen titizlikle hakiki fedakârlar birbirine karşı küsmeğe değil, belki kemal-i mahviyet ve tevazu ve teslimiyetle kusuru kendine alır, muhabbetini, sami­miyetini ziyadeleştirmeğe çalışır. Yoksa habbe kubbe olup tamir edilmeyecek bir zarar verebilir. Sizin ferasetinize havale edip kısa kesiyorum.» (Ş.500)

3878/4- «Uhuvvet için bir düsturu beyan edeceğim ki; o düsturu cidden nazara almalısınız. Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizackârane ittihad gittiği vakit, manevi hayat ta gider.

(8:46) ²v­U­E<¬‡ «`«;²g«#«— ~Y­V«L²S«B«4 ~Y­2«ˆ_«X«# «ž«— işaret ettiği gibi, tenasüd bozulsa cemaatın tadı kaçar. Bilirsiniz ki; üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedî ile içtima etse, yüzonbir kıymetinde olduğu gibi.. sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve taksim-ül a’mal olmamak cihetiyle hareket etse kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakiki bir uhuvvetle, birbinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefani sırrıyla hareket etseler, o dört adam, dörtyüz adam kuvvetinin kıyme­tindedirler. Sizler koca Isparta’yı değil, belki büyük bir memleketi tenvir ede­cek elektriklerin makinistleri hükmündesiniz. Makinenin çarkları birbirine muavenete mecburdur. Hem birbirini kıskanmak değil, belki bilakis birbiri­nin fazla kuvvetinden memnun olurlar. Şuurlu farzettiğimiz bir çark, daha kuvvetli bir çarkı görse memnun olur. Çünki vazifesini tahfif ediyor. Hak ve hakikatın, Kur’an ve imanın hizmeti olan büyük bir hazine-i âliyeyi omuzla­rında taşıyan zatlar, kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnettar olur, şükreder. Sakın birbiri­nize tenkid kapısını açmayınız. Tenkid edilecek şeyler, kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyet­lerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğun­dan memnun oluyorum, kendimindir telakki ediyorum. Siz de üstadınızın nazarıyla birbirinize bak­malısınız. Adeta her biriniz ötekinin faziletlerine na­şir olunuz. Kardeşleri­mizden İslâm Köylü Hâfız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir karde­şimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum:

O zat yanıma geldi, ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. O daha çok hizmet eder, dedim. Baktım ki; Hâfız Ali kemali sa­mimiyet ve ihlas ile, onun tefevvuku ile iftihar etti, telezzüz eyledi. Hem üs­tadının nazar-ı muhabbetini celbettiği için memnun oldu. Onun kalbine dik­kat ettim; gösteriş değil, samimi olduğunu hissettim. Cenab-ı Allah’a şükret­tim ki, kardeşlerim içinde bu âlî hissi taşıyanlar var. İnşaallah bu his büyük hizmet görecek. Elhamdülillah yavaş yavaş o his bu civarımızdaki kardeşlere sirayet ediyor.» (B.L. 124)

3878/5- «Bizi mahva çalışan gizli münafıklara büyük bir yardım olan birbirinden küsmekten ve baruta ateş atmak hükmündeki gücenmekten vaz­geçiniz ve geçiriniz. Yoksa bir dirhem şahsî hak yüzünden, bizlere ve hiz­met-i Kur’aniyeye ve imaniyeye yüz batman zarar gelmesi -şimdilik- ihtimali pek kavidir. Sizi kasemle te’min ederim ki; biriniz bana en büyük bir hakaret yapsa ve şahsımın haysiyetini bütün bütün kırsa, fakat hizmet-i Kur’aniye ve imaniye ve Nuraniyeden vazgeçmezse ben onu helal ederim, barışırım, gü­cenmemeğe çalışırım. Madem cüz’î bir yabanilikten düşmanlarımız istifadeye çalıştıklarını biliyorsunuz, çabuk barışınız. Manasız, çok zararlı nazlanmak­tan vazgeçiniz.» (Ş.512)

«Sizdeki ihlas ve sadakat ve metanet, şimdiki ağır sıkıntılarda birbirinizin kusuruna bakmamaya ve setretmeye kâfi bir sebebdir ve Risale-i Nur zinci­riyle kuvvetli uhuvvet öyle bir hasenedir ki, bin seyyieyi affettirir. Haşirde adalet-i İlahiye hasenelerin seyyielere racih gelmesiyle affettiğine binaen, siz de hasenelerin rüchanına göre muhabbet ve afv muamelesini yapmak lâzım­dır. Yoksa bir seyyie ile hiddet etmek, sıkıntıdan gelen bir titizlik, bir asabilik ile zararlı bir hiddet, iki cihetle zulüm olur. İnşaallah birbirinize sürurda ve tesellide yardım edip, sıkıntıyı hiçe indirirsiniz.» (Ş. 330)

«Siz, birbirinize en fedakâr nesebî kardeşten daha ziyade kardeşsiniz. Kardeş ise, kardeşinin kusurunu örter, unutur ve affeder. Ben burada hilaf-ı me’mul ihtilafınızı ve enaniyetinizi nefs-i emmareye vermiyorum ve Risale-i Nur şakirtlerine yakıştıramıyorum; belki nefs-i emmaresini terkeden evliya­larda dahi bulunan bir nevi muvakkat enaniyet telakki ediyorum. Siz benim bu hüsn-ü zannımı inad ile kırmayınız, barışınız.» (Ş.345)

«Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat’i buldukları bir hakikata dayanmağa pek çok muhtaç bulunan avam-ı ehl-i iman için dalalet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki; bir hakikat var, hiç bir şeye feda edilmez, ehl-i dalalete başını eğmez, mağlub olmaz diye kuvve-i maneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.» (Ş.320)



3878/6- «Kardeşlerim! Sizin zekavetiniz ve tedbiriniz, benim tesanüdünüz hakkında nasihatıma ihtiyaç bırakmıyor. Fakat bu âhirde his­settim ki, Risale-i Nur şakirdlerinin tesanüdlerine zarar vermek için birbiri­nin hakkında su-i zan verdiriyorlar, ta birbirini ittiham etsin. Belki filan ta­lebe bize casusluk ediyor, der; ta bir inşikak düşsün. Dikkat ediniz; gözü­nüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız. Fenalığa karşı iyilikle mukabele edi­niz.» (E.L.I.108)

«Aziz, sıddık kardeşlerim!

Bu dünyada hususan bu zamanda, hususan musibete düşenlere ve bil­hassa Nur şakirdlerindeki dehşetli sıkıntılara ve me’yusiyetlere karşı en te’sirli çare, birbirine teselli ve ferah vermek ve kuvve-i maneviyesini takviye etmek ve fedakâr hakiki kardeş gibi birbirinin gam ve hüzün ve sıkıntılarına merhem sürmek ve tam şefkatle kederli kalbini okşamaktır. Mabeynimizdeki hakiki ve uhrevi uhuvvet, gücenmek ve tarafgirlik kaldırmaz. Madem ben size bütün kuvvetimle itimad edip bel bağlamışım ve sizin için, değil yalnız istirahatımı ve haysiyetimi ve şerefimi, belki sevinçle ruhumu da feda etmeğe karar verdiğimi bilirsiniz.» (Ş.498)

«Sakın! Çok dikkat ediniz, içinize bir mübayenet düşmesin. İnsan hata­dan halî olamaz; fakat tevbe kapısı açıktır. Nefis ve şeytan, sizi kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevkettiği vakit deyiniz ki: “Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu; belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saa­detimizi Risale-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mü­kellefiz. O bize kazandırdığı netice itibariyle dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazifemizdir” deyip, nefsinizi susturunuz!.. Medar-ı niza bir mes’ele varsa, meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız, herkes bir meşrebde olmaz. Müsamaha ile birbirine bakmak, şimdi elzemdir.» (K.L.234)



3878/7-Atıf notları:

-İçtimaî hayatta uhuvvetkâr ve hamiyetkâr cemaatlerin lüzumu, bak: 530, 531.p.lar.

-İslâm milletinin taife taife ve cemaatler şeklinde olması, teavün ve tearüf içindir, bak: 2433.p.

-Mü’minler beyninde hiss-i uhuvvetin gereği olan afv ve muhabbet, bak: 129.p.

-Beyn-el müslimîn ihtilaf sebebleri, bak: 1509, 1516.p.lar.

-Beyn-el müslimîn ihtilaflara yol açmamak, bak: 629, 630, 1527.p.lar.

3878/8- Uhuvvet hakkında âyetlerden bir kaç not:

- Mü’minler kardeştir (iman kardeşliği) (3:103)

- Dinî kardeşlik şartları: (9:11)

- Mü’minler kardeştir, aralarını sulh edin: (49:10)

- İman kerdeşleri arasında istiğfar: (59:10)

Mü’minler arasında uhuvvet,muavenet ve zulmetmemeye dair hayli ehadis-i şerife de vardır. Ezcümle, Buhari 46. kitab, 3.babı; Müslim 45. kitab, 10.babı örnek verilebilir. Keza İ.M. 33.kitab, 4 ve 5. babları da komşu ve mi­safir haklarına dairdir.



3879- qqULEMA š_WV2 : (Âlim c.) Âlimler. Yüksek ehl-i ilim. Fıkıh âlimleri. İlmiye mensubları. (Bak: İlim)

Bir atıf notu:

-Siyasilerin dinî şahsiyetleri politikalarına âlet etmek istemeleri, bak: 3416.p.

Ulema hakkında birkaç hadis-i şerif meali:

«Ulema, yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleri, benim ve diğer peygam­berlerin varisleridir.» (310)

«Ulema, peygamberlerin varisleridir. Gök ehli onları sever. Öldüklerinde denizler­deki balıklar bile onlara istiğfar ederler.» (311)

«Ulema kılavuz, müttakiler efendilerdir. Bunların meclisinde bulunmak dinin kuv­vetini ziyade eder.» (312)

3880- «Ulema, Allah’ın kulları üzerinde peygamberlerin eminleridir. Siz onlardan (hürmetsizlik gibi cihetlerden) çekinin ve onlara taarruz etmeyin. Onlar, hükümet erkânı ile ihtilat etmedikçe ve dünyaya karışmadıkça. (Deylemî’nin lafzında şu ibare vardır: Sultanla ihtilat eder, dünyaya karışır­larsa o vakit peygamberlere hıyanet etmiş sayılırlar. O zaman bunlardan sa­kının.)» (313) (Bak: 1610.p.)

Bu hadisin beyan ettiği dünyevi ve siyasi hayata girmemek manası üze­rinde çok hassasiyet göstermiş olan Bediüzzaman, bunu dine hizmet haya­tında mühim bir esas yapmıştır. Zira hadiste geçen “Peygamberlerin emir­leri” tabiri çok manidardır. Bunun tahakkuku da, siyaset ve dünyaya girme­mekle mümkündür. Çok kimseler, dünyanın şan ü şerifi, makam ve hâkimi­yeti hırsıyla -te’vilat-ı fasideye girip- bid’alara, fitne ve fesada, dolayı­sıyla peygamberlerin müşterek oldukları esasat-ı diniyeyi tağyire kapı açabil­mek­tedirler, açabilirler. İşte böyle durumların olmaması, olmuşsa ıslah edil­mesi için hakiki ulema, bilhassa Âl-i Beyt’in (Bak: Âl-i Beyt) büyük şahsiyet­leri, emniyet merkezleridir. Eğer böyle sadık fedakârlar ve mücahid-i ekber ümera zatlar ve şahs-ı maneviler olmazsa, din ve diyanet emniyette kalamaz. Bunun için Bediüzzaman, dine hizmet eden fedakâr şahsiyetlerin azami feregat ile dünyevi şan ü şeref, makam ve maaş gibi her şeyden istiğna et­meleri lüzumunu tekrarla beyan etmiştir. Ezcümle bir eserinde şöyle diyor:

«Hakaik-ı imaniye ve esasat-ı Kur’aniye, resmi bir şekilde ve ücret mu­kabilinde, dünya muamelatı suretine sokulmaz; belki bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar, halis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.» (M.70) (Bak: 990, 992, 3223, 3227-3230, 3242, 3374/6, 3415-3418. p.lar.)

3881- Ulema ile alâkalı hadislerden birkaçı da şöyledir:

¬|²E­< «yÁV7~ Å–¬_«4 ²v­U¬A²6­h¬" ²v­;Y­W¬&~«ˆ«— «š_«W«V­Q²7~~Y­K¬7_«%

¬š_«WÅK7~¬u¬"~«Y¬" «Œ²‡«ž²~¬|²E­< _«W«6 ¬}«W²U¬E²7~¬‡Y­X¬" «}«B²[«W²7~ «Y­V­T²7~

«Ulema ile beraber oturunuz. Ve diz dize sıkışınız. Zira Allah, sema yağmuru ile toprağı dirilttiği gibi ulema meclislerindeki hikmet nuru ile kalbleri diriltir.» (314) (Bak: 1320.p.)

«w¬8 ²v­6Y­2²f«< °v¬7_«2 ެ~ ¯v¬7_«2 ¬±u­6 «f²X¬2 ~Y­K¬V²D«# «ž«—

«w¬8«— ¬w[¬T«[²7~ |«7¬~ ¬±tÅL7~ «w¬8 ¬j²W«F²7~ |«7¬~ ¬j²W«F²7~

¬}«E[¬MÅX7~ |«7¬~ ¬?«—~«f«Q²7~ «w¬8«— ¬p­/~«Y±B7~ |«7¬~ ¬h²A¬U²7~

¬f²;Çi7~ |«7¬~ ¬}«A²3Åh7~ «w¬8«— ¬‹«Ÿ²'¬ž~ |«7¬~ ¬š_«<¬±h7~ «w¬8«—



3882- «Her âlimin meclisinde oturmayın. Ancak şu beş şeyden, diğer beş şeye davet eden âlimin yanında oturunuz: (menfî fikirler tasvir etmemekle) Şek ve şüpheden yakîne, kibirden tevazua, adavetten nasihata, riyadan ihlasa, (dünyaya) rağbetten zühde (davet eden âlimin yanında oturunuz.» (315) (Bak: Zühd)

Hadis kitablarından Darimî, Mukaddeme 37’de “tevkir-ül ulema” âlim­lere hürmet babı vardır.



3883- qqULEMA-ÜS SÛ’ šYK7~ š_WV2 : Kötü âlimler. Dünya için âhiretini unutan âlimler. Dünyayı dine tercih edenler. Menfaat için hakikatı örten âlimler.

Ulema-üs su’ hakkında hayli hadis-i şerifler vardır. Ezcümle:

«Ahmed İbn-i Hanbel, Buhari, Müslim, Nesei, İbh-i Mace, İbn-i Ömer’den (R.A.) :

²w¬U«7«— ¬…_«A¬Q²7~«w¬8 ­y­2¬i¬B²X«< _®2~«i¬B²9¬~ «v²V¬Q²7~­m¬A²T«< «ž «yÁV7~ Å–¬~

«g«FÅ#¬~ _®W¬7_«2 ¬s²A­< ²v«7 ~«†¬~|ÅB«& ¬š³_«W«V­Q²7~¬m²A«T¬" «v²V¬Q²7~­m¬A²T«<

(316) YÇV«/«~«—~YÇV«N«4 ¯v²V¬2 ¬h²[«R¬" ²Y«B²4«_«4 ~Y­V¬¶[­K«4 ®ž_ÅZ­% _®,­¶—­‡ ­‰_ÅX7~

“Allah Teala ilmi kullardan nez’ederek soymak suretiyle kabzetmez, ve­lâkin ulemayı kabz ile ilmi kabzeder. Hiç bir âlim bırakmayınca da nâs bir takım cahil başlar edinirler. Onlara sorulur, onlar da ilimsiz fetva verirler; hem doğru yoldan saparlar hem de sapıtırlar.” (Bak: Fetva)

Deylemî, Firdevs’te İbn-i Abbas’tan (R.A.):

°u¬;_«% °f¬Z«B²D­8«— Ö°h¬¶<_«% °•_«8¬~«— Ö°h¬%_«4 °y[¬T«4 Ô °}«$«Ÿ«$ ¬w<±¬f7~ ­}«4´~

(317) “Dinin afeti üçtür:

Fakîh-i fâcir, imam-i câir, müctehid-i câhil.”

Askerî, Hazret-i Ali (R.A.)’den:

Y­Q¬AÅB«<«— _«[²9Çf7~|¬4~Y­V­'²f«< ²v«7 _«8 ¬u­,ÇhV7~­š_«X«8­~ ­š_«Z«T«S²7«~

²v­;—­‡«g²&_«4 «t¬7«† ~Y­V«Q«4 ~«†¬_«4 «–_«O²VÇK7~

“Fukaha, Peygamberlerin eminleridir. Dünyaya dalmadıkları ve saltanat uyuntusu olmadıkları müddetçe... Fakat onu yaptılar mı, o zaman onlardan hazer edin.”» (E.T.4795)

«Ahmed İbn-i Hanbel ve Ebu Nuaym, Hilye’de Hz.Ömer (R.A.)’dan:

(318) «–YÇV¬N­W²7~ ­}ÅW¬¶<«ž²~|¬BÅ8­~ |«V«2 ­¿_«'«~ _«8 ­¿«Y²'«~

Ümmetimin aleyhine korktuğumun en korkuncu, idlal edici imamlardır.” (E.T.4795)

Diğer bir rivayetin meali de şöyledir: «Kıyametin yaklaşmasındandır minberlerin, hatiblerin çoğalması, (*) ulemanın valilere (idarecilere ve devlet adamlarına) meyledip , haramı helal, helalı haram ederek insanların istediği gibi fetva vermeleri (Bak: 3892.p.), altın ve gümüşlerinizi helal saymayı öğütlemeleri (haram-helal demeyip dünya menfaatlarına teşvik etmeleri) ve Kur’anı (dinî hizmet ve vazifeleri) ticaret metaı (geçim vasıtası) edinmeleri.» (R.E. 448) İşte bu sayılanlar kıyamet alâmetlerindendir.

«Dünyaya bağlı din âlimlerinin sohbetleri öldürücü zehir, fesatları da sarî hastalıktır. Eski devirlerde meydana gelen her belâ, bunların şeameti yüzün­den oldu ve iş başındakileri bunlar yoldan çıkardı. Dalalet yoluna sapan yet­miş iki milletin rehberleri, hep bu türlü kötü âlimlerdir... Ve yol, Âlemlerin Fahri’nin tebliğ ettiği şeriata bütün saffet ve asliyetle uymaktan ibarettir.» (Mektubat, İmam-ı Rabbanî, ci:1, 47.mektub) (Bak: 3882.p.)



3884- « «–_«6 ެ~ _®2²Y«0 ¯–_«O²V­, «`¬&_«. |«#«~ ¯v¬7_«2 ¯•_«8

(319) «vÅX«Z«% ¬‡_«9 |¬4 ¬y¬" ­Åg«Q­< ¯–²Y«7 ¬±u­6 |¬4 ­y«U<¬h«-

Hiçbir âlim yoktur ki, kendi isteğiyle sultanın kapısına gitsin de, sultanın âhirette Cehennem ateşinde çekeceği her azaba ortak olmasın.»

®?«‡_«D¬# «v²V¬Q²7~~«g«; «–—­g¬FÅB«<«— ¬šYÇK7~ ¬š_«W«V­2 ²w¬8 |¬BÅ8­ž¬ °u²<«—

²v­Z«#«‡_«D¬# ­yÁV7~ «d«"²‡«~ «ž ²v¬Z¬K­S²9 «ž¬ _®E²"¬‡ ²v¬Z¬9_«8«ˆ ¬š~«h«8­~ ²w¬8 «–Y­R«B²A«< «—

(320) «Ümmetime kötü âlimlerden dolayı yazık. Bunlar ilmi, ticaret vası­tası yaparlar. Zamanlarındaki ümeraya sokulmak suretiyle kendilerine kazanç temin ederler. Allah onların ticaretlerine kesatlık versin.» (Hakiki ulema-i İs­lâm fitne zamanında siyasilerden uzak durmalıdır, bak: 3416-3419.p. lar)

Bir hadis meali de şöyledir: «Allah’tan ilim isteyiniz, faidesiz ilimden de Allah’a sığınınız.» (321)

Bediüzzaman Hazretleri ulemâ-is sû’ hakkında İmam-ı Ali’den (R.A.) şu beyanı nakleder:

« ¬–_«8Åi7~¬h¬'´~ «€~«Y­3 Å–«~  ¬–~«Y²'¬ž²~«h¬-_«Q«8~Y­W«V²2«~ Åv­$

²v­Z«=~«Y²;«~~Y­Q«AÅ#«—~Y­X«C²9~Åv­$  ²v­Z«;~«Y²4~«~Y­5Å—«† ¬š_W«V­2 ²v­;

Yani: o bid’alar ve acemi ve ecnebi hurufunun intişarı zamanı olan o âhirzamanın fena adamları bir kısım ulemâ-i sû’dur ki, hırs sebebiyle batınla­rını haramla doldurmak için bid’alara yardım ve fetva verirler.» (O.L. 310) (Bak: 618.p.)

3884/1- «İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki, onların hepsi Kur’an okur, ibadete çalışırlar ve ehl-i bid’atla da meşgul olurlar. (Bak: 2275.p.) Lâ­kin bilmedikleri cihetten müşrik olurlar ve okumalarına ve ilimlerine bedel rızık alırlar ve dünyayı din karşılığında yerler. İşte bunlar, kör deccalin avanesi olacaklardır.» (322)

Diğer bir rivayet de mealen şöyledir: «İnsanlar üzerine bir zaman gelir ki, adamın imanı soyulur da haberi olmaz. Halbuki o, gömleğinin soyulduğu gibi soyulmuştur.»

­h«C²U­# °}«X²B¬4 _«Z­=_«W«U­&«— °}«X²B¬4 _«Z­¶<_«W«V­2 °–_«8«ˆ ¬‰_ÅX7~ |«V«2 |¬#²_«<

(323) ¬u­%Åh7~ «f²Q«" «u­%Åh7~ ެ~ _®W¬7_«2 «–—­f¬D«< «ž |ÅB«& ­–´~²h­T²7~«— ­f¬%_«K«W²7~

«İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, uleması da hükeması da fitne olacak. Mescidler ve Kur’an çoğalacak, amma hiç âlim bulunmayacak. Tek tük âlim kalacak.» (324) (Ulema-i sû’, bak: 990.p.)

R.E. sh. 480/4. müteşabih hadisinde: Denizden çıkan şeytanların (nifak cereyanının) insanlara Kur’an öğretmesi haberi çok manidardır. Evet, nifak cereyanının dinî faaliyet sahalarına hulûl ederek meslek-i Kur’aniyenin asliyetinden saptırmaya çalışacakların karşı bir ikazdır. (bak: 1456.p.)



3885- qqULÜ-L AZM •iQ7~ Y7—~ : Kur’an (46:35) âyetinde bildirildiği gibi, kat’i azim sahibi, ciddiyet, sabır, sebat sahibi büyük zatlar. Hususan Peygamberler (Aleyhimüsselâm), başta Hz. Muhammed (A.S.M.), İsa, Musa, İbrahim, Nuh (A.S.)

3886- qqULÜ-L EMR h8¶ž~ Y7—~ : Müslümanları şeriat namına ve dinî ahkâm ile idare eden (halife, kadı, İslâm reisi, padişah, sultan, reis-i cumhur, reis, müdür gibi) zatlar. (Bak: Halife) (İslâmiyet nazarında memuriyet hizmetkâr­lıktır, bak: 675/1.p.)

3887- Kur’an ulü-l emre, yani idarecilere itaat etmeyi emrederken, itaatı mutlak bırakmamış, bazı şartlara bağlamıştır. Ezcümle bir âyette:

«(4:59) ~Y­X«8³~ «w<¬gÅ7~ _«ZÇ<«~_«< “Ey ehl-i iman!

«yÅV7~ ­p[¬0«~ Allah’a itaat ²v­U²X¬8¬h²8«ž²~|¬7—­~«— «ÄY­,Åh7~~Y­Q[¬0«~«— ve Resul’e itaat ediniz, sizden olan ulü-l emre de.” Dikkat edilmek lâzım gelir ki, Allah ve Resul’ü hakkında ~Y­Q[¬0«~«— ~Y­Q[¬0«~ diye itaat ıtlakı üzere tasrih edildiği halde, ulü-l emr hakkında ayrıca ¬h²8«ž²~ |¬7—­~ ~Y­Q[¬0«~«— buyurulmayıp, bunlara itaat, Resul’e atfen ve mahza itaat-i Resul’e tebaan emrolunmuş ve bu suretle tabiiyyet tahtında itaatın hem aynı kuvvetle mutlak olduğu gösterilmiş hem de isyan mevki’leri hükümden hariç bırakılmıştır.

¬s¬7_«F²7~ ¬}«[¬M²Q«8 «f²X¬2 ¯»Y­V²F«W¬7 «}«2_«0 «ž (325) Kezalik

¬¿—­h²Q«W²7~ |¬4 ­}«2_ÅO7~ _«WÅ9¬~ (326) hadis-i şerifleri de bunu mübeyyindir.

Şu halde âmirin her emri me’muru mes’uliyetten kurtarmağa kâfi gelmez. Bil’farz bir me’mur, âmirinin emriyle rüşvet alsa veya sirkat yapsa mes’uliyetten kurtulamaz. Bu ma’na “âmirin hilaf-ı kanun emri, me’muru mesuliyetten kurtarmaz” diye de ifade olunur. (Bak: 1537. p. sonu ve 2368.p.)



3888- Şayan-ı dikkat olan kayıdlardan birisi de, mü’minlere hitaben ²v­U²X¬8 kaydıdır ki ma’nası vazıhdır. Mü’minlerden olmayan ulü-l emre itaat dinen vacib kılınmamıştır. Bu hususta itaat değil, varsa bir ahde riayet mevzu-i bahs olacaktır.

Fakat taatin adem-i vücubundan behemehal isyanın vücubunu anlamaya kalkışmamalıdır. İtaatin adem-i vücubu, isyanın vücubunu müstelzim olma­yacağından, itaat mecburiyetinde bulunmamakla isyan mecburiyetinde bu­lunmak arasında fark vardır. Hakk-ı isyan başka, vazife-i isyan yine başka­dır. Binaenaleyh buradan, gayr-ı mü’min bir muhitte bulunan mü’minlerin, şuna buna karşı isyankâr bir ihtilalci vaz’iyetinde telakki edilmemeleri ve belki mü’minlerin, her nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah’a ve Resulüne karşı ma’siyetten içtinab ve aynı zamanda kendilerinden olan ulü-l emre itaat et­meleri ve tağutlara boyun eğmemeleri lüzumunu anlamak lâzım gelir.» (E.T. 1374)



3889- «Abdullah İbn-i Ömer Hazretlerinden rivayet olunduğu üzere Hazret-i Peygamber buyurmuştur ki: “Müslim olan kişinin taat vecibesidir. Hoşlandığında da hoşlanmadığında da. Meğer ki masiyet ile emredilmiş ol­sun. Ma’siyet ile emrolunana itaat yok.” Sure-i Şuara’da

«–Y­E¬V²M­< «ž«— ¬Œ²‡«ž²~ |¬4 «–—­f¬K²S­< «w<¬gÅ7~ «w[¬4¬h²K­W²7~ «h²8«~ ~Y­Q[¬O­# «ž«—

(26:150, 151) âyeti de bu babda sarihtir.

Âyette ¬š~«h«8­ž²~«— buyurulmayıp, ¬h²8«ž²~ |¬7—­~ buyurulması şayan-ı dikkattir. Bu mefhum ümera ve hükkâma şamil olduktan başka, emre bihakkın sahib olmak ve merci-i umur bulunmak mefhumunu da tazammun eder.» (E.T. 1376)



3890- «Fahreddin-i Razî bu esası tedkik ederek Allah ve Resulullah’dan sonra bir hey’et-i içtimaiyye halinde itaat-i kat’iyyeleri vacib kılınan ulü-l emirden murad, erbab-ı hall ü akd denilen ve ittifakları bütün ümmeti temsil ederek Kitab ü Sünnet’ten sonra re’sen bir delil-i şer’î teşkil eden ehl-i icma’ olması lâzım geldiğini, Allah’a ve Peygamber’e itaatten sonra en mutlak taatin ancak bu olabileceğini ve efrad-ı ümera ve hükkâm ve ulemaya itaat de bunlardan birine müteferri’ bulunduğunu, müdellel ve mufassal bir surette beyan etmiştir.» (E.T. 1377) (Bak: İcma-i Ümmet)

3890/1- Bir hadis-i şerif, ulü-l emre itaatin hududun mealen şöyle tarif eder:

«Allah’ın ve Resulünün emirlerini dinleyip onlara -hem neş’eli, hem ke­derli zamanımızda; hem zor, hem kolay halimizde- itaat etmek ve âmirleri­miz kendi arzularını nefislerimiz üzerine tercih etseler dahi onlara itaat et­mek ve niza (kıtal) etmemek, meğer ki emîrin açık bir küfrünü görseniz; ki onun küfrü hakkında yanınızda Allah kitabından kuvvetli deliliniz ola. (Bu surette inkâr edersiniz.)

Bu hadis, bil’intihab devlet nüfuz ve kudretini temsil eden emîre ve devlet reisine itaat etmek ve ona karşı isyan ve kıtale tasaddi etmemek husu­sunda sarih bir nassdır. Ziyade olarak da bu itaatin son hududu bildirilmiştir ki, bu da emîrin sarih bir nassın delalet ettiği açık bir küfrü iltizam ve emr etmiş olmasıdır. Bu surette onun velayetini inkâr etmek caiz oluyor. Aşağıda görüleceği üzere Resul-ü Ekrem: “Masiyette itaat caiz değildir. Ancak itaat marufdadır.” buyurmuştur.

Ümera-i sûe karşı itaat edilmeyip ne olacak? Davudî’nin beyanına göre zalim âmirler hakkında ulemanın içtihadı şöyledir: Bir fitneye, bir cevre, bir zulme sebeb olmadan hal’i ve iskatı mümkin olursa hal’ olunur. Mümkin olmazsa, vacib olan sabır etmektir. Bazıları şu tezi müdafaa etmişlerdir: Fasık kişiye ibtidada amme velayeti akdolunmamalıdır. Adil olarak akd-i bey’at edilip de sonra zulme, cevre başlarsa bir küfrü iltizam etmedikçe ona karşı huruç ve ihtilal sahih değildir.”» (S.B.M. 12.cild, 2113.hadis) (Bak: 2447.p.)



3891- Mevzuumuzla alâkalı olan bir kaç hadisi ibret için mealen veriyo­ruz:

«İstikbalde bir takım âmirler olacak ki, sizler onların işlerinden bazısını ma’ruf ve güzel görecek, bazısını da inkâr edeceksiniz. Artık münkeri münker tanıyan ve o hususta şüpheye düşmeyerek onu düzeltmeye çalışan, onun günahı ve cezasından berî olur. Eli ve dili ile münkeri değiştirmeğe gücü yetmediğinden dolayı ancak kalbi ile onu inkâr eden ve ondan nefret eden kimse de, o münker işe ortak olmak günahından salim olur. Fakat çir­kin iş yapanlara kalbiyle rıza gösteren ve o işi yapmakta olanlara tabi olan ise, hem günahtan berî olamaz, hem de ortaklık suçundan salim kalamaz.” (Bak: Emr-i Bilmaruf)

Sahabiler: Bu gibi emîrlerle mukatele etmiyelim mi, diye sordular.

Peygamber: “Namaz kıldıkları müddetçe hayır!” buyurdu.» (327)

«Allahu Zülcelal Hazretleri havarisi olmayan hiçbir peygamber gönder­medi. Bu yardımcılar, Peygamberlerin arkasında Allah’ın dilediği kadar du­rurlar. Orada Allah’ın kitabı ve Nebisinin sünneti ile amel edilir.

Ondan sonra ümera gelir. Bunlar kürsülerde otururlar. Bildiğiniz şeyleri söylerler. Reddettiğiniz şeyleri yaparlar, münkeri işlerler. Onları gördüğünüz zaman kendileri ile mücahede etmek her mü’mine borçtur. Gücü yeterse fi­ilen, yoksa sözle, buna da gücü yetmezse kalbi ile mücadele eder (amellerini kerih görür). Bunun dışında müslümanlık yoktur.» (328)

«Sizin üzerinizde bazı ümera peyda olur. Namazı vakitlerinden geciktirir ve bid’atler çıkarırlar. İbn-i Mes’ud (R.A.) dedi ki: “Onlara yetişirsem nasıl yapayım?” Buyurdu ki: Ey Ümmü Abd’in oğlu! Benden nasıl yapacağını so­ruyorsun. Allah’a isyan edene itaat yoktur.» (329)

Bir atıf notu:

- Zalime safdil müslümanların taraftarlıkları, musibet-i ammeye sebebiyet verir, bak: 2646.p.

3892- «Allah bir kavme hayır murad ettiğinde, onların başına hilim sahiblerini getirir; aralarında âlimleri hüküm verir. Serveti de en cömert olanlarına ihsan eder. Allah bir kavme de şer murad ederse, akılsızları onla­rın başına âmir olarak geçirir, aralarında cahiller hüküm verir ve serveti de en cimri olanlarına verir.» (330) (Bak: 3883.p.)

«Allah’ın ahdini ve Resulünün ahdini bozan her milletin başına mutlaka Allah kendilerinden olmayan düşmanı musallat eder ve düşman o milletin elindekinin bazısını alır ve imamları (yani devlet adamları) Allah’ın kitabıyla amel etmeyip Allah’ın indirdiği hükümlerden işlerine geleni seçtikçe (yani di­ğer hükümleri uygulamadıkça) Allah onların azabını kendi aralarında kılar (yani iç fitne, fesad ve anarşi gibi azablara tazib eder). (331)



3893- Bir hadiste de şöyle buyuruluyor: « ²v­U²[«V«2 |¬±7«Y­< ~Y­9Y­U«# _«W«6

Yani: Siz nasıl iseniz, öyle bir idareci başınıza getirilir ve öyle idare olu­nursunuz.» (332)

Kur’an (8:53) (13:11) âyetleri de bu hadisin hakikatını te’yid eder.

Kadınların da devlet idaresi vazifelerine geçmeleri caiz olmaz. (Bak: 2874/2.p. sonu ve 2874/4.p.)



3893/1- Kur’an şahsa veya şahs-ı manevîye ittiba etmeyi tavsiye ve em­reder. Fakat bu ittiba, Allah’ın emri olması itibariyle ve meşruiyet dairesinde olmak şartıyladır. Kur’anda pA# kökünden türemiş kelimelerin geçtiği çok âyetlerde vahye, hakka ve hidayete bağlılığın lüzumu ifade edilirken, pey­gamberler istisna edilmez. Halkın tabi’ olduğu peygamberler, metbuiyetle beraber evamir-i İlahiyeye herkesten daha çok tabi ve abdiyete örnektirler. (Bak: Abd)

3893/2- İttiba ile alâkalı âyetlerden birkaç not:

- Salih ve müttaki ecdada (bazılarına göre o vasıftaki mü’minlere) ittiba etmek: (52:21)

- (Ledünn ilmine sahib) Hızır Aleyhisselamın, (ilm-i şeriata sahib) Musa(A.S.) dan kendine ittiba etmesini istemesi: (18:70) (Bak: Ledünn) Bu âyetten anlaşılıyor ki; ilm-i esrar-ı İlahiye ve hikemiyeye mazhar kılınan müceddid ve Mehdi gibi imamlara ittiba etmek gerektir. Hatta ahkâm-ı şer’iyede müçtehid bir zat dahi ma­neviyat, irşad ve hakaik-i imaniye cihetinde imam olan zata ittiba etmesi, güzel bir hareket ve hakşinaslık olur. Çünki Mehdi, müctehidden üstündür. (Bak: 3210.p.) Nitekim Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’un iman cihetindeki vazifedarlığı makamında ehl-i ilme bu hakikatı ihtar eder. (Bak: 3100.p.) Zira Risale-i Nur, lütuf ve mevhibe-i İlahiyeye ve hikemiyat-ı Kur’aniyeye mazhariyetin eseridir. (Bak: 2294/2, 3089, 3091.p.lar)

-Mü’minler Rablerinden gelen hakka ittiba ederler: (47:3)

- Rabbinizden size indirilene ittiba edin, ondan başkasına değil: (7:3)

- Ensar ve Muhacirîne hüsn-ü ittiba edenler, rıza-i İlahîye naildirler. (9:100)

- Delilsiz ve taklidci ittibaın tenkidi: (2:170) (31:21)

- Şeriata ittiba etmek: (45:18)

- Peygamberlere ittiba: (36:20)

- Sizden karşılık istemiyenlere (istiğna ehline) ittiba edin: (36:21)

- İman-ı kâmil sahibi (mürşid) bir zatın, kavminden kendine ittiba etmelerini iste­mesi: (40:38)

- Muhabbet-i İlahiyeye mazhariyet için, Habibullah’a ittiba gerektir: (3:21)

Bir atıf notu:

- Hevaya değil, şeriata uymak, bak: 2187, 2188,p,lar.

3894- Bütün cemiyet ve cemaatlerde itaat eden ve edilenler vardır ve olmalıdır. Ancak bu itaatın mutlak olmayıp bazı şartlara bağlı olduğu da mu­hakkaktır. Ezcümle: Kur’an (68:8 ilâ 15) âyetleri, evvelden Hz. Peygamber’e (A.S.M.) ve dolayısıyla varislerine ve mü’minlere hitaben itaat edilmeyecak olan menfi cereyan ve temsilcilerini manen şöyle tavsif eder:

“(Hidayet-i İlahiye olan Kur’anî hakikatları) tekzib eden; (batıl davala­rına) müdaheneci görmek istiyen; çok yemin eden, (batıl davasını kabul et­tirmek için aldatıcı yollara baş vuran); alçak ve değersiz; gammaz (kendisini yüksek görüp kendine uymayanları geri kafalılıkla suçlayan ve propagandalar yapan ve yaptıran); koğuculuk ve hafiyelikle gezip (her yere sokulup) araştı­ran; (din yolunda) hayır (ve hizmet) yapanları men’ eden (istibdad ve tahak­küm yapan); (hak ve ehl-i hakka) mütecaviz ve zulümkâr; çok günah işleyen; zorba, kaba, gaddar; bütün bu kötü sıfatlardan sonra da zenîm (uydurma nesebli, kulağı kesik, sağır); servet ve evlad (gençlik grubu) sahibi (olduğun­dan biz de istifade ederiz diye ona yaklaşıp itaat etme); (ona) âyetlerimiz (ve hakkı tanıtan kuvvetli bürhanlar) okunduğu zaman, “eskilerin uydurma hi­kâyesi” diye mukabele eder.”

İşte böyle kimselerin cereyanına girmemek ve itaat etmemek emredili­yor. Kur’an (76:24) âyeti ile 96. Sure, mezkûr hakikatı te’yid ederler.

Kur’an çok âyetlerinde birinci derecede Peygamber’e (A.S.M.) dolayısıyla da ümmete hitaben, hak düşmanlarına ve hakka bağlı olmayanlara itaat et­memeyi bildirir. Ezcümle: (25:52) (26:151) (33:1,48) âyetleri örnek verilebi­lir.



Bir atıf notu:

- Bediüzzaman Hz.nin mütecaviz ehl-i bid’aya adem-i itaati, bak: 3243/4, 3243/5.p. lar.

3895- Netice olarak; hakikat nokta-i nazarında ulü-l emr, hak kanunların tatbikçisi olup müstakil bir hâkim değillerdir, hürriyet-i şer’iye esastır. İnsan insana hâkim olamaz. Kuvvet ve hâkimiyet, kanundadır. Hakka bağlı ulü-l emre itaat, hak kanununa itaat demektir. (Bak: Teokrasi, 1139.p, 2195.p. sonu)

3896- Bediüzzaman’a cebren ve zulmen şapka giydirmek için gönderi­len memur: “Ben emir kuluyum demiş.” Bediüzzaman da şu cevabı veriyor:

«Cebr-î keyfi ile kanun ile emir olur mu ki, emir kuluyum desin. Evet Kur’an-ı Hakîm’de, Yahudi ve Nasranilere başta benzememek için ona dair âyet ol­duğu gibi, ²v­U²X¬8 ¬h²8«ž²~|¬7—­~«— «ÄY­,Åh7~~Y­Q[¬0«~«— «yÁV7~~Y­Q[¬0«~~Y­X«8´~«w<¬gÅ7~ _«ZÇ<«~_«<

(4:59) âyeti, ulül emre itaati emreder. Allah ve Resulünün itaatına zıt olma­mak şartıyla, o itaatin emir kuluyum diye hareket edebilir. Halbuki bu mes’elede; an’ane-i İslâmiye kanunları, hastalara şefkatle incitmemek, gariblere şefkat edip incitmemek, Allah için Kur’an ve ilm-i imanîye hizmet edenlere zahmet vermemek ve incitmemek emrettiği halde; hususan mün­zevi, dünyayı terketmiş bir adama ecnebi papazlarının serpuşunu teklif et­mek on vecihle değil, yüz vecihle kanuna muhalif ve İslâmın an’anevî ka­nunlarına karşı bir kanunsuzluktur ve keyfî bir emir hesabına o kudsî ka­nunları kırmaktır.» (E.L.II.166)

3897- Halbuki Bediüzzaman böyle kanunsuzluklara hayatında baş eğ­mediğini şöyle ifade eder:

«Rus’un Başkumandanı kasden önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona baş eğmiyen; İstanbul’u istila eden İngiliz Baş­kumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için, idam tehdine beş para ehemmiyet vermeyen ve “Tükürün zalimlerin o haya­sız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan; ve Mustafa Kemal’in elli meb’us içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip, “Namaz kılmayan hain­dir” diyen; ve Divan-ı Harb-i Örfî’nin dehşetli suallerine karşı, “Şeriatın tek bir mes’elesine ruhumu feda etmeğe hazırım” deyip, dalkavukluk etmeyen ve yirmisekiz sene, gavurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İs­lâm fedaisi ve hakikat-ı Kur’aniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, ka­nunsuz denilse ki; “Sen Yahudi ve Hristiyan papazlarına benzeyeceksin, on­lar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm ulemasının icmaına muhalefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz” denilse, elbette öyle her şeyini hakikat-ı Kur’aniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse, cehenneme de atılsa, kat’iyyen yüz ruhu da olsa, bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek...



3898- Acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının bu eşedd-i zulm-ü nemrudanelerine karşı, manevi pekçok kuvveti bulunan bu fedakârın ta­hammülü ve maddi kuvvetle ve menfi cihette mukabele etmesinin hikmeti nedir?

İşte bunu size ve umum ehl-i vicdana ilan ediyorum ki; yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan masuma zarar gelmemek için, bütün kuvvetiyle dahildeki emniyet ve asayişi muhafaza etmek için, Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakmak için Kur’an-ı Hakîm ona o dersi vermiş. Yoksa bir günde, yirmisekiz senelik zalim düşmanlarımdan intikamımı alabilirim. Onun içindir ki; asayişi masumların hatırı için muhafaza yolunda haysiyetini, şerefini tahkir edenlere karşı müdafaa etmiyor ve diyor ki: Ben değil dünyevî hayatı, lüzum olsa âhiret hayatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edece­ğim.» (E.L.II.166) (Bak:Müsbet Hareket)



3899- qqUMRE ˜hW2 : «Umre, lügatta ziyaret manasınadır. Istılahta: Kâbe-i Muazzama’yı tavaftan ve Safa ile Merve denilen iki mevki arasında sa’y etmekten ibarettir ki, bunun için muayyen bir zaman yoktur. Senenin her mevsiminde yapılabilir. Yalnız arefe günü ile Kurban Bayramının dört gününde yapılması mekruhtur. Ramazan-ı Şerifte yapılması ise mendubdur.

Umre, bir sünnet-i müekkededir. Bunu yapan zata “mu’temir” denilir. Farz olan hacca, hacc-ı ekber denildiği gibi, umreye de hacc-ı asgar denilir. Maamafih arefe günü cumaya tesadüf eden bir hacca da “hacc-ı ekber” de­nilmektedir.

Umre, İmam-ı Malik’e göre de, bir müekked sünnetdir. Fakat İmam-ı Şafii’ye göre bir defaya mahsus olmak üzere fevrî olmayan bir farz-ı ayındır. Hanbelilere göre fevren farz olur.» (B.İ.İ. 347)

Umre, Kur’anda (2:158, 196) âyetlerinde geçer.



3900- qqURVET-ÜL VÜSKA |T$Y7~ ­?«:²I­2 : Sağlam kulp. Metin ve muh­kem olan tutulacak şey. *İslamiyet. Kur’an-ı Kerim.

Kur’anda bu tabir (2:256) ve (3:22) âyetlerinde geçer. (Bak: Hablullah)



qqUSÛL ÄY.~ : (Bak: İlm-i Usûl)

qqUYKU YT<—~) : (Bak: Nevm)

Ü



3901- qqÜLFET }S7~ : Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulun­mak. Ünsiyet. Ahbablık, dostluk. *Âlemdeki İlahî sanat eserlerini devamlı görmek neticesi bunların hârikalık durumlarını düşünemez olmak. (Bak: Âdiyat, Gaflet, Tefekkür)

Bir atıf notu:

- Mürur-u zamanla hakaika karşı ülfet, bak: 3206.p.

3902- «İnsanları fikren dalalete atan sebeblerden biri; ülfeti, ilim telakki etmeleridir. Yani me’lufları olan şeyleri kendilerince malum bilirler. Hatta ül­fet dolayısıyla âdiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki ülfetle­rinden dolayı malum zannettikleri o adi şeyler, birer hârika ve birer mu’cize-i kudret oldukları halde, ülfet saikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyalaye im’an-ı nazar edebilsinler. Bunla­rın meseli deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair ga­rip hâlâtına bakmayarak yalnız rüzgâr ile husule gelen dalgalara ve şemsin şuaatından peyda olan parıltısına dikkat etmekle Malik-ül Bihar olan Allah’ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.

İnsanların arza ait malumat ve müsellemat-ı bedihiyatları ülfete mebni­dir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir. Hakikate bakı­lırsa zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kur’an âyetleriyle in­sanların nazarını me’lufatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ül­fet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin al­tındaki havarik-ul âdât mu’cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir.» (M.N. 196)



3903- «Kur’an-ı Hakîm ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini müvazene etmek istersen; şu gelecek sözlere dikkat et!

İşte Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bütün kâinattaki âdiyat namıyla yadolunan, hârikulade ve birer mu’cize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acibeyi zişuura açıp, nazar-ı ibretlerini celbedip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.

Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu’cizat-ı kudreti, âdet per­desi içinde saklayıp, cahilane ve lâkaydane üstünde geçer. Yalnız hârikulâde­likten düşen ve intizam-ı hilkatten huruc eden ve kemal-i fıtrattan sukut eden nadir fertleri nazar-ı dikkate arzeder, onları birer ibretli hikmet diye zişuura takdim eder. Meselâ: En cami bir mu’cize-i kudret olan insanın hil­katini adi deyip lâkaydlıkla bakar. Fakat insanın kemal-i hilkatinden huruc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ: En latif ve umumi bir mu’cize-i rahmet olan bütün yav­ruların hazine-i gaybdan muntazam iaşelerini adi görüp, küfran perdesini üste çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla ia­şesini görüp ondan tecelli eden lütuf ve keremle hazır balıkçıları ağlatmak ister.(*) İşte Kur’an-ı Kerim’in ilim ve hikmet ve marifet-i İlahiye cihetiyle servet ve gınası; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sani’ cihetindeki fakr ve iflasını gör, ibret al!» (S:137)

3904- «Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur. Hakikatı tanımayan hayalata sapar. Sırat-ı müstakimi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer. Müvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır. Zahirperestleri aldatan bir sebeb: Kıssanın hisse ile münasebeti ve mukaddemenin maksud ile zihinde mukareneti, vücud-u haricîde olan mukarenetle iltibas olunmasıdır. Bu noktaya dikkat et, sonra muhtaç olacaksın. Hem de ihtilâlatı tevlid eden, ihtilâfatı ika’ eden, hurafatı icad eden, mübalağatı intac eden esbabın birisi ve belki en birincisi, hilkatte olan hüsün ve azamet ve ulviyete adem-i kanaattir. Hâşa zevk-i fasidesiyle istihfaf-ı nizam etmektir. Halbuki akıl ve hikmet na­zarlarında herbiri kudretin en bahir mu’cizelerinden olan hakaik-ı âlemde olan hüsn-ü intizam ve kemal ve ulviyet, o derece dest-i hikmet ile nakşol­muş ki: Bütün hayalperestlerin ve mübalağacıların hülyalarından geçmiş olan hârikulâde hüsün ve kemale nisbet olunsa; o hârikulâde hayaller gayet adi ve o âdâtullah gayet hârikulâde bir hüsün ve haşmet gösterecektir. Fakat cehl-i mürekkebin hemşiresi ve nazar-ı sathînin annesi olan ülfet, mübalağacıların gözlerini kapatmıştır. Böyle gözleri açmak içindir:

Me’luf olan âfak ve enfüste dikkat-ı nazara, Kitab-ı Hakîm emreder. Evet gözleri açan yalnız nücum-u Kur’aniyedir. Öyle nücum-u sâkıbedirler ki: Cehlin zulmünü ve nazar-ı sathînin zulümatını def ettikleri gibi; âyat-ı beyyinat,yed-i beyza ile, ülfet ve sathiyenin hicablarını ve zahirperestliğin perdesini parça parça ederek, ukûlü âfak ve enfüsün hakaikına tevcih edip irşad etmişlerdir. Hem de meyl-ül mübalağatı tevlid eden, beşerin kendi meylini kuvveden fiile çıkarmasına meyelan-ı fıtriyesidir. Zira meyillerinden birisi; hayret verecek acib şeyleri görmeye ve göstermeye ve teceddüde ve icada olan meylidir. Buna binaen vakta beşer, nazar-ı sathî ile kâinat kapla­rında ülfet kapağı altında olan gıda-yı ruhanîyi zevk edemediğinden kabı ve kapağı yalamakla usanmak ve kanaatsizlik ve hârikulâdeye meyil ve hayalâta iştihadan başka netice vermediğinden meyl-i hârikulâde ile teceddüd veya tervic için meyl-ül mübalağa tevellüd eder. O mübalağa ise, dağ tepesinde bir kartopu gibi yuvarlanmakla ta hayalin yüksek zirvesinden lisana kadar teker­lense, sonra lisandan lisana yuvarlanıp giderken kendi hakikatının çok par­çalarını dağıtmakla beraber, her lisandan meyl-ül mübalağa ile çok hayalâtı kendine toplar, şape gibi büyür. Hatta kalbe değil, belki sımahta, belki ha­yalde bile yerleşemiyor. Sonra bir nazar-ı hak gelir, onu tecrid etmekle çıplak ederek tevabiini dağıtıp aslına irca’ eder. “Hak gelir, batıl ölür” sırrı da zahir olur.» (Mu. 43)



3904/1- Ülfet , kevnî hakikatlarda olduğu gibi, mürur-u zamanla cemi­yette ulûm-u mütearife hükmüne geçen Kur’anî hakikatların kıymetini derk ve takdirinde de perde olduğunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri, bundan kurtulmanın yolunu şöyle beyan ediyor:

«Kur’anın herbir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi, i’caz ve hidayet nurunu neşr ile küfrün zülumatını nasıl dağıttığını görmek, zevketmek istersen; ken­dini o asr-ı cahiliyette ve o sahra-yı bedeviyette farzet ki, herşey zulmet-i ce­hil ve gaflet altında perde-i cümud u tabiata sarılmış olduğu bir anda birden Kur’anın lisan-ı ulviyesinden

¬v[¬U«E²7~¬i<¬i«Q²7~¬‰—Çf­T²7~ ¬t¬V«W²7~ ¬Œ²‡«ž~ |¬4 _«8«— ¬€~«Y«WÅK7~|¬4_«8 ¬y±V¬7 ­d¬±A«K­<

(62:1) gibi âyetleri işit, bak. O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem ­d±¬A«K­# sadasıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gök yüzünde birer camid ateşpare olan yıldız­lar ve yerdeki perişan mahlukat, ­Œ²‡«ž²~«— ­p²AÅK7~ ­€~«Y«WÅK7~ ­y«7 ­d±¬A«K­# (17:44) sayhasıyla işitenlerin nazarında; gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer ke­lime-i hikmet-nüma, birer nur-u hakikat-eda ve arz bir kafa, berr ve bahr bi­rer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbih-feşan suretinde arz-ı didar eder. Yoksa bu zamandan ta o zamana bakmakla mezkûr zevkin dekaikını göremezsin. Evet o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zaman ile ulûm-ü mütearife hükmüne geçen ve sair neyyirat-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’anın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’caz içinde ne çeşit zülumatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve bir çok enva-ı i’cazı içinde bu nev’-i i’cazını zevk edemezsin.» (S.137)

«Hatta bir adam, (57:1) ¬Œ²‡«ž²~«— ¬€~«Y«WÅK7~ |¬4 _«8 ¬y±V¬7 «dÅA«, âyetini okudu. Dedi ki: “Bu âyetin hâ­rika telakki edilen belagatını göremiyorum.” Ona de­nildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o za­mana git, orada dinle.” O da, kendini Kur’andan evvel orada tahayyül eder­ken gördü ki: Mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, camid ve şuursuz ve vazife­siz olarak halî, hadsiz, hudutsuz bir fe­zada; kararsız, fani bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur’anın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki; bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sı­ralarında dizilen zişuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir cami-i ke­bir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlukatı hayatdarane zi­kir ve tesbihde ve vazife başında cuş u huruşla mes’udane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belagatını zevk ederek, sair âyetleri buna kıyasla, Kur’anın zemzeme-i belagatı arzın nısfını ve nev’-i beşerin humsunu istila ederek, haşmet-i salta­natı kemal-i ihtiramla ondört asır bilâfasıla idame ettiğinin binler hikmetle­rinden bir hikmetini anladı.» (Ş.135) (Bak: 3008.p.)

qqÜMİD f[8~ : Ummak. Emel. Arzu. İntizar. Umut. Rica. (Bak: Reca, Ye’s)

3905- qqÜMMET }±8~ : Cemaat, kavim, taife. *Bir hâkim milletin asha­bından olan hey’et-i içtimaiye. *Bir Peygambere inanıp onun yolundan giden insanların hepsi. Bir Peygamberin hakka davet ettiği cemaat. *Bir dille ko­nuşan millet. *Arkasına düşülecek bir cemaat veya tarikat. Bir imamın tali­matıyla, bir hayat anlayışına ve nizamına bağlı bulunan topluluk.

3906- Ümmet-i İslâmiye hakkında bir âyette şöyle buyuruluyor:

«(2:143) «t¬7~«g«6«— Ve ey ümmet-i Muhammed! İşte böyle bir sırat-ı müs­takime hidayet etmek suretiyle _®O«,«— ®}Å8­~ ²v­6_«X²V«Q«% Biz sizi vasat, merkez ve her tarafı denk mutedil, hayırlı bir ümmet yaptık.

¬‰_ÅX7~ |«V«2 «š~f«Z­- ~Y­9Y­U«B¬7 ki siz diğer nas üzerine kavlen veya fiilen veya halen şahid-i âdil ve nümune-i imtisal olasınız...

Cenab-ı Allah ümmet-i Muhammed’i insanlar arasında böyle hakşinas, hak-gû, âdil ve müstakim, hüsn-ü ahlâkı, ilm ü irfanı ile mümtaz, şayan-ı istişhad ve merkezî bir cazibeyi ve imameti haiz, mukteda-bih bir cemaat yapmak ve tam manasıyla âdil bir ümmet-i hâkime teşkil etmek için saye-i Muhammedî’de yeni bir sırat-ı müstakime hidayet buyurmuştur. Ve akvam-ı saire arasında ümmet-i İslâm bu vazifelerini unutmamak icab edecektir. Müslümanlar şuna buna uyuntu olmayacak, diğer akvama nümune-i imtisal ve merci olmak lâzım gelecektir ki, bunu temin eden sırat-ı müstakim vehbî ol­duğu halde, onun üzerinde bu noktadan yürümek bir emr-i kesbîdir. Ve bunu iktisab eden ümmetin içtimaı da bir delil-i hak, bir şahid-i hakiki olur. Filvaki bu şerait altında yürüyen müslümanlar ve bilhassa ashab-ı kiram, ak­vam-ı cihanın merkez-i teveccühü olarak emr-i hakta haiz-i imamet bir üm­met-i kübra olmuşlardır.» (E.T. 523)

“ÜMMET: İmam maddesinden me’huz bir ismi cemi’dir ki, fırak ı nasâ metbu’ ve muktedabih olan cemaat demektir. Yani bir imam mahiyetinde kavi bir cihet-i vahdetle toplanıp muntazam bir surette icra-yı faaliyet eden ve bu suretle muhtelif sunuf ve firak-ı insaniye üzerine hâkim bulunan he’yet-i içtimaiyedir, tabir-i aherle ümmet, imamet-i kübraya haiz cemaat­tir. Cemaatlere nazaran ümmet, fertlere nazaran imam gibidir. Demek ki, üm­met, bir millet-i hâkime asabından müteşekkil olan he’yet-i içtimaiye­dir.” E.T:2/134. ayetin tefsirinden.

3907- Ümmet kelimesinin geçtiği âyetlerden birkaç not:

- Ümmet-i müslime: (2:128)

- Ümmet-i vahide ve inkısamı: (2:213) (10:19) (11:118)

- Emr-i bilmaruf ümmeti (cemaatı): (3:104)

- Mukteda-bih ve hayra davet eden ümmet (cemaat): (3:110)

- Ehl-i kitabdan müstakim bir ümmet (cemaat): (3:113)

- Allah insanları lihikmetin müteferrik ümmetler (milletler) kıldı: (5:48) (42:8)

- Ümmet-i mukteside-i kalile: (5:66)

- Yerdeki hayvan nevileri ve kuşlar da ümmetlerdir. (Şeriat-ı kübraya bağlı muti cemaatlardır):(6:38)

- Her ümmetin bir eceli vardır: (7:34) (10:49) (15:5) (23:43)

- Mudıll başlara bağlı olan ins ve cin ümmetlerinin Cehennem’deki halleri: (7:38) (46:18)

- Kavm-i Musa (A.S.) içindeki hidayete götüren ümmet ve Benî İsrail’in oniki üm­mete tefriki: (7:159, 160, 168)

- Her ümmet için bir peygamber vardır: (10:47) (13:30) (16:36) (35:24)

- Hz. Nuh’un (A.S.) Tufanda beraberindeki ümmetten çoğalan salih ve asi üm­metler: (11:48)

- Kıyamette her ümmetten bir şahid ba’s edilecek: (16:84) (28:75)

- Her ümmete bir mensek, ibadet usulü verildi : (22:67)

- Her ümmet kendilerine gönderilen Peygambere ihanete kalkıştı: (40:5)

- Haktan uzak ümmete (cemaata) bağlılıkta ısrar edenler: (43:22, 23)

- İslâm ve tevhid esasında toplanmak (ümmet-i vahide) hakikatı: (21:92) (23:52) (Bak: Cemaat, Millet)

3908- qqÜMM-ÜL KİTAB _BU7~ ±•~ : Kitabın anası, esası. Levh-i Mah­fuz ve ilm-i İlahî. (Yani: Kur’an, İlm-i İlahîde, Levh-i Mahfuz’da ezelî ve ebedî olarak mahfuz bulunduğundan Kur’anın aslı ve anası manasına kulla­nılan bir tabirdir.) *Kur’an-ı Kerim’in müteşabih olmayan muhkem âyetle­rine de kitabın anası, esası manasında Ümm-ül Kitab denilir. *Fatiha Suresi.

Diğer bir manada bütün müsbet ve faydalı kitabların anası ve mercii ola­rak Kur’an-ı Kerim’e de denir.

Ümm-ül Kitab tabiri Kur’anda (3:7) (13:39) (43:4) âyetlerinde geçer. (Bak: Levh-i Mahfuz)

3909- qqÜZEYR (A.S.) h: Kur’an-ı Kerim Hz. Üzeyr’e dair malu­mat vermektedir. Fakat Peygamber olup olmadığını sarihan beyan etmemiş olduğundan nübüvveti hakkında ülemanın ittifakları yoktur.

İslâm Ansiklopedisi’nin nakline göre, müfessirler, 2.259 âyetinde geçen şahsın Üzeyr (A.S.) olabileceğini kaydederler. Taberî, bu şahsın Üzeyr (A.S.) olduğunu belirten dokuz rivayet ve Yeremya olduğunu dair de altı rivayet nakleder. (Tefsir-i Taberî, ci:5, sah:439 ve Tefsir-i Kurtubî, ci:2, sh:288 ve Bahr-ı Muhit, ci:2,shfa:290)



3910- Hz. Üzeyr’e atfen bir âyet-i kerime şöyle tefsir ediliyor:

«(2:259) >¬gÅ7_«6 ²—«~ Yahud o şahıs gibisine baksan a!... ¯}«<²h«5|«V«2Åh«8 O şa­hıs bir karyeye, bir şehre uğramıştı. _«Z¬-—­h­2 |«V«2 °}«<¬—_«' «|¬;«— O sırada bu karye damlarının üzerine çökmüş, o mamur binaların tavanları çöküp inmiş, altındaki duvarlar onların üzerlerine yıkılmış alt-üst olmuş veya bağlarına bahçelerine rağmen harab, bomboş, kimsesiz, ağlanacak bir halde idi. -Arş, esasen tavan demek olup, müsakkafata ve her tarafına gölge veren şeylere de ıtlak olunduğundan burada birkaç tasvir, mümkindir. Hazret-i Ali, İbn-i Ab­bas, İkrime, Ebu-l Aliye, Said İbn-i Cübeyr, Katade, Rebi, Dahhak, Suddi, Mukatil, Süleyman İbn-i Büreyde, Naciyet İbn-i Kâ’b, Salim-il Havas de­mişlerdir ki: Bu şahıs, Hazret-i Üzeyr idi. Fakat Vehb, Mücahid, Abdullah İbn-i Ubeyd İbn-i Umeyr, Bekr İbn-i Muzar: Hazret-i Ermiya idi demişler. İbn-i İshak da, Ermiyanın Hızır olduğunu söylemiştir. Bunlardan başka Lut Aleyhisselâm’ın kölesi veya Şa’ya dahi denilmiş, bidayeten bir şahs-i kâfir ve fakat ba’d-el ihya mü’min olduğu da söylenmiştir. Bunların içinde en meş­huru, şahsın Hazret-i Üzeyr İbn-i Şerhiya, karyenin de Benî İsrail devletinin makarrı olan Kudüs şehri olmasıdır ki, Buhtünnassar’ın harbiyle istila ve ta­mamen tahrib edilmiş ve bütün Benî İsrail üç kısma tefrik olunup bir kısmı baştan başa katl-i âmm edilmiş ve bir kısmı Şam’da iskân olunmuş, bir kısmı da esir edilip götürülmüş idi. Üzeyr, bu esirler miyanında olup bilahare kur­tulmuş ve bir gün merkebiyle Kudüs’e uğrayıp bu halde görmüş idi. İbn-i Abbas’dan sebeb-i nüzulün bu olduğu bittafsil mervidir...



3911- Demek olur ki, ismi lâzım değil o şahıs uğradığı karyenin bu acıklı halini görünce (2:259) _«Z¬#²Y«8 «f²Q«" ­yÁV7~ ¬˜¬g«; ¬|²E­< |Å9«~ «Ä_«5 bu müthiş ölü­münden sonra Allah bu memleketi nereden ihya edecek diyordu...

Binaenaleyh ¯•_«2 «}«¶<_¬8 ­yÁV7~ ­y«#_«8«_«4 Allah hemen o şahsa yüz sene süren medid bir ölüm verdi. Bu müddette hayat namına bir şey tattırmadı. -Riva­yete nazaran bir uykuya dalmış, o uykusunda öyle kalmış idi ve henüz genç idi.

­y«C«Q«" Åv­$ sonra da o ölüyü tekrar hayata salıverdi.

Evvelki gibi hayy, âkıl, fehimli, maarif-i İlahiyede nazar ü istidlale müstaid bir ruh ile ba’s ba’delmevte mazhar etti.

Bazı rivayete göre bu yüz senenin yetmişinci senesi (Yuşek) namında bir Fars hükümdarı tarafından külliyetli bir askerle Arz-ı Mukaddes fethedilmiş, Buhtünnassar helâk olmuş, Benî İsrail’in bakayası yine Beytülmakdis ve ci­va­rına yerleştirilmiş. Otuz sene zarfında Kudüs yeniden i’mar olunmuş ve

işte _«Z¬#²Y«8 «f²Q«" ­yÁV7~ ¬˜¬g«; ¬|²E­< |Å9«~ diyen Hazret-i Üzeyr’i de Allah bu sırada o karye gibi ba’sü ba’delmevte mazhar etmiş -edince «a²C¬A«7 ²v«6 «Ä_«5 Ne kadar kaldın diye sordu. O da bir uykudan uyanırcasına ¯•²Y«< «m²Q«" ²—«~_®8²Y«< ­a²C¬A«7 «Ä_«5 bir gün veya bir günün bir kısmı kaldım dedi... Bu müttekiyane itiraf üzerine «Ä_«5 Allah hakikatı anlatıp buyurdu ki: ¯•_«2 «}«=_¬8 «a²C¬A«7 ²u«" Hayır, yüz sene kaldın.

«t¬"~«h«-«— «t¬8_«Q«0 |«7¬~ ²h­P²9_«4 şimdi yiyeceğine ve içeceğine bak, Allah’ın kud­retini seyret ki, ²yÅX«K«B«< ²v«7 hiç biri yıllanmamış yani bozulmamış, hep eskisi gibi tazece duruyor. «¾¬‡_«W¬& |«7¬~ ²h­P²9«~«— Merkebine de bak, onu da öyle bula­caksın. ¬‰_ÅXV¬7 ®}«<´~ «tÅX«V«Q²D«X¬7«— Ve seni ecelin geldiği için değil, mahza bir

ibret için, seni nâsa bir âyet, Hakk’ın meşhud bir bürhan-ı kudreti kılmak için böyle öldürüp ba’settik, bu hârikaları yaptık. Sana bu kadar mevt-i medidden sonra insanî, nebatî, hayvanî, şahsî, nev’î, ruhanî, cismanî hayatla­rın hep­sinde ba’s ü ihyayı bilfiil gösterdik ki, zevk-i yakîne ayanen eresin de insan­lara nübüvvet veya velayetle bir şahid-i Hak olasın.» (E.T. 880-885) (Bak: 287 ve 4028.p. lar)



3911/1- Teşbihen küllî bir hakikatı ifade eden mezkûr kıssanın, her asra bakan vecihleri bulunacağı nazar-ı itibara alınırsa, nev’-i beşerde zaman za­man vuku’ bulan inkılabat ve tahribatlara, müteakiben inayet-i İlahiye ile ge­len manevi ihya ve yeniden ıslahatlara da işareti bulunacağı anlaşılır. Hem her tahribatın bir tahribcisi ve cereyanı olduğu gibi, onun karşısında da bir tamirci, bir müceddid, bir sahib-i zaman ve onun şahs-ı manevisi bulunur.

Buna göre asrımızda halkın ekseriyetle hakaik-ı Kur’aniyeden uzaklaştı­rılması, milletin manevi istinadgahları olan şeair-i İslâmiyenin bozulması ile unutturulması, tamiri belki bir asırda mümkün manevi tahribatların yapıl­ması, asrımızın manen adeta ölümü ve yeniden ihyası için de taraf-ı İlahîden manen vazifeli zatın ve onun şahs-ı manevisinin bir asır kadar müddetle şer cereyanlarca tahakküm altında tutulmaya çalışılması ve bütün bu ümit kırıcı şartlara rağmen netice olarak bir asır sonra İslâm iktidarının kuvvetiyle geniş dairede dinî hayatın yeniden ihyası gibi manaları, mezkûr âyetin küllî mana­sının bu asra bakan bir ferdi olarak anlamak mümkündür.



3912- Üzeyr (A.S.)’ın hüviyetinin Yahudilerce yanlış telakkisine dair bir âyet de şöyledir:

«(9:30) ¬yÁV7~ ­w²"~ °h²<«i­2 ­…Y­Z«[²7~ ¬a«7_«5«— Yehud “Üzeyr, Allah’ın oğlu” dedi­ler -Yehudlardan böyle söyleyenler olmuştu... Bunun sebebi Yehud, Tevrat ile ameli terketmişler, peygamberleri katle başlamışlar, Tevrat’ı bilen kalma­mış, kimi ölmüş, öldürülmüş, kimi de unutmuş, Allah Teala kalblerinden silmiş, nihayet Tevrat ve Tabut ref’ olunmuş, bilahare Üzeyr Aleyhisselâm yüz sene ölümden sonra Allah’a tazarru ve niyaz etmiş Tevrat’ın hıfzı kendi­sine ihsan olunarak genç yaşında Benî İsrail’e gelmiş, Tevrat’ı ezberden imla etmiş ve işte o vakit “Bu başka türlü olmaz, muhakkak bu Allah’ın oğlu” demişler ve Nasara’nın “Mesih İbnullah” sözüne bir kapı açmışlar. Bu âyet nazil olduğu zaman Yahudiler “Biz böyle bir şey söylemeyiz, bunun aslı yoktur” diye hiç bir itiraz ve inkârda bulunamamışlardır. Ve fakat bu mes’elede olsun üzerlerine İslâm’ın harb tehlikesinin büyük bir tesiri olmuş ki, sonraki Yahudilerden bu söz işitilmez olmuştur.» (E.T. 2509)




Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   149   150   151   152   153   154   155   156   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin