İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə157/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   153   154   155   156   157   158   159   160   ...   169

Z


4022- qqZAHİRÎ MEZHEB `;g8 zh;_1 : Huk: «Hanefi İmamla­rın­dan İmam-ı Muhammed’in (El-Mebsut, El Cami-üs Sagir, El Cami-ül Kebir, Ez- Ziyadat, Es-Siyer-üs Sagir, Es-Siyer-ül Kebir) namlarıyla maruf olan altı kitabında münderic bulunan mes’elelere denir. Buna “Zahir-ür-rivayat me­saili” denir.

İmam bu eserlerde kendi fıkhî görüşlerini değil, Üstadları İmam-ı Azam ve Ebu Yusuf’un akval-i fıkhiyesini zikretmiştir.» (H.İ. ci:1, sh: 345)



4023- qqZAHİRİYYUN «–—­h¬;«_1 : Görünüşe göre hükmedenler. İç yü­zünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zahir olanlar. *İlm-i Kelâm’da: Nassların zahir manalarına göre hüküm çıkaran ve te’vil ve tevcihten geri duranlar ve tarafdarları manasında kullanılır.

«Bunlar i’mal-i fikri kabul etmedikleri gibi icmaı da kabul etmediklerin­den Asr-ı Saadet’ten beri gelen an’ane-i İslâmiye, eimme-i dinin ve bütün fukaha-i müçtehidînin icma’larına muhalefet etmişlerdir.» (E.T. 1290)

Batıniye ile Zahiriyyun birbirine zıd düşen mesleklerdir. (Bak: Batıniye)

4024- qqZAMAN –_8ˆ : (Zeman) Vakit, çağ, devir. *Mühlet, mehil. *Mevsim. (Bak: Asr, Dehr, Eyyam-ı Kur’aniye, Ezeliyet, Karn)

«Zaman, ma’duma benzer bir varlık, varlığa benzer bir yokluk gibidir. Razî der ki: Akıl ona yok diye hükmedemez. Çünkü devirler, seneler, aylar, günler saatlarla cüzlere taksim olunur. Ziyade ve noksan ve mutabakatla mazi ve müstakbel olmakla hükmolunurken nasıl madum olur.

Bununla beraber mevcud diye de hükmolunamaz, çünkü halihazır, gayr-ı münkasım bir andır.

Onun için felasife ve mütekellimîn, zaman mevcud mudur, mevhum mudur? diye bahisler etmişler durmuşlardır.» (E.T. 6070)



4025- Hakikat nokta-i nazarında zamanın bir hakikatı vardır:

«Levh-i Mahv-İsbat” ise, sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u Azam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur.

Evet herşey’in bir hakikatı olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cere­yan eden bir nehr-i azîmin hakikatı dahi “Levh-i Mahv İsbat”taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.» (S.548)

4026- Kemalât-ı ruhiyenin yüksek derecesine varan zatlar, harekât, tagayyürat ve devr ü deveran-ı âlemin işlediği zaman kaydından azade kala­bilirler.

4027- «Nasılki dün geceki Leyle-i Kadre ulaşmak için iki yol var:

Biri: Bir sene gezip dolaşıp, ta o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazan­mak için bir sene mesafeyi tayyetmek lâzım gelir. Şu ise, ehl-i sülûkun mes­leğidir ki, ehl-i tarikatın çoğu bununla gider.

İkincisi: Zamanla mukayyed olan cism-i maddî gılafından sıyrılıp, tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadr’i öbür gün leyle-i îd ile beraber bugünkü gibi hazır görmektir. Çünki ruh zamanla mukayyed değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişler. Baş­kalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hük­mündedir.» (M.50) (Bak: 2143.p.)

4028- «Şu dünyada zamanın, fena ve zeval-i eşyadaki te’siratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise, mütedahil daireler gibi birbiri içinde iken hü­kümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor.

Nasılki saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zahiren birbirine benzer, fakat sür’atte birbirine muhaliftir. Öyle de: İnsandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir.

Meselâ: Cismin bekası, hayatı, vücudu; bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli madum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dahildir.» (L.16)

Evet «denizlerde vukua gelen med ve cezir gibi, evliya arasında da bast-ı zaman (*) tayy-ı mekân mes’elesi şöhret bulmuştur. Ezcümle Kitab-ı Yevakit’in rivayetine göre, İmam-ı Şa’ranî bir günde iki buçuk defa koca­man Fütuhat-ı Mekkiyye namındaki büyük mecmuayı mütalaa etmiştir. Bu gibi vukuat, istiğrab ile inkâr edilmesin. Zira bu gibi garip mes’eleleri tasdike yaklaştıran misaller pek çoktur. Meselâ rü’yada bir saat zarfında bir senenin geçtiğini ve pek çok işler görüldüğünü görüyorsun. Eğer o saatte o işlere be­del Kur’an okumuş olsa idin, bir kaç hatim okumuş olurdun. Bu halet evliya için halet-i yakazada inkişaf eder. Zaman inbisat eder. Mes’ele ruhun daire­sine yaklaşır. Ruh zaten zaman ile mukayyed değildir. Ruhu cismaniyetine galip olan evliyanın işleri, fiilleri sür’at-ı ruh mizaniyle cereyan eder.» (M.N. 197) (Bak: 3911.p.)



4029- Kur’an (10:45) (22:47) (23:112 ilâ 114) ve benzer âyetlerinde, uh­revi âlemlerdeki zaman hakikatıyla alâkalı işaretler vardır.

4030- qqZANN ±w1 : Şüphe. Zannetmek, sanmak, sezme. *Bir fikrin doğruluk veya yanlışlık ihtimalinin kuvvetli olan taraf için hasıl olan kanaat. (Bak: Su-i Zan)

4031- Zann; Kamus-u Okyanus’ta şöyle tarif edilir: « İtikad-ı gayr-ı cazimenin vücud ve ademi beyninde racih olan tereddüde denir.»

4032- Zann kelimesi, müsbet ve menfi manada kullanılır. Yani kişinin kendi arzusundan doğan bir meyil ve bilhassa inad ve tarafgirliğe dayanan delilsiz iddialar, zann-ı fasiddir ve menfidir. Müsbet zann ise kat’iyyet ifade etmemekle beraber, hariçte bazı delil ve emarelere ve insaflı nazara dayanır.

4033- Kur’anda zann kelimesi çokça geçmektedir. Ezcümle, bir âyette şöyle geçer: «(24:12) ­˜Y­W­B²Q¬W«, ²†¬~ «ž ²Y«7 Ne vardı onu -o yalanı- işittiğiniz vakit ®h²[«' ²v¬Z¬K­S²9«_«" ¬€_«X¬8ÌY­W²7~«— «–Y­X¬8ÌY­W²7~ Åw«1 mü’minler ve mü’mineler kendi nefislerine hayır zannetseler -kendilerine ve kendileri mesabesinde ta­nımaları lâzım gelen hemcinslerine hüsn-ü zann besleseler °w[¬A­8 °t²4¬~ ~«g«; ~Y­7_«5«— de bu açık bir ifktir deselerdi ya. Zannın menşei nefiste bir kıyastır. Bir kimse nefsinde kendi hakkında tecviz edebildiği nisbettedir ki, kendine benzettiği kimseler hakkında kıyas-ı nefs ile bir zanda bulunur. Halbuki mü’minler, mü’mineler kendi nefislerine fena şeylere cevaz vermemek, nezih olmak lâzım gelir. Binaenaleyh kötü bir söz işittikleri zaman kendilerinden şübheleri olmamak lâzım geldiği kadar, kendileri gibi saymaları iktiza eden mü’minîn ve mü’minat hakkında da hüsn-ü zannetmek, beraet-i zimmet asl olduğunu bilmek, zahir-i halin hilafına olan beyyinesiz lakırdılara açık bir if­tira demek iktiza eder.» (E.T. 3490)

4034- Zan hakkında diğer bir âyet de şöyledir:

«(49:12) ~Y­X«8³~ «w<¬gÅ7~ _«ZÇ<«~_«< Ey o bütün iman edenler!

¬±wÅP7~ «w¬8 ~®h[¬C«6 ~Y­A¬X«B²%¬~ Zannın bir çoğundan ictinab edin, uzak bulunun, beslemekten, yahud onunla amel etmekten sakının. °v²$¬~ ¬±w«P7~ «m²Q«" Å–¬~ çünkü zannın bazısı büyük günahtır.

İsm, sonunda üzerine ukubet terettüb eden günahtır. Çünkü zann, ihti­mal üzere bir hüküm olduğundan bir kısmı hakka hiç isabet etmez, etme­yince de gayrın hakkı taalluk eden hususta o suretle aleyhine hüküm bühtan ve iftira ve binaenaleyh bir vebal olur...



4035- Gerçi zannın hepsi ism ve günah değildir. Allah’a ve mü’minlere hüsn-ü zann gibi vacib olan zann da vardır. Nitekim Sure-i Nur’da

~®h²[«'²v¬Z¬K­S²9«_¬" ¬€_«X¬8ÌY­W²7~«— «–Y­X¬8ÌY­W²7~Åw«1 ­˜Y­W­B²Q¬W«, ²†¬~«ž²Y«7 buyurulmuş ve ha­dis-i kudside: |¬" >¬f²A«2 ¬±w«1 «f²X¬2 _«9«~ (338) “Ben, kulumun bana zannı ya­nında­yımdır.” diye varid olmuştur.

Hazret-i Peygamber (Sallalahü Aleyhi Vesellem) buyurmuştur ki:

(339) ¬yÁV7_¬" ÅwÅP7~ ­w¬K²E­< «Y­;«— ެ~ ²v­6­f«&«~ Åw­#Y­W«< «ž “Herbiriniz Allah’a hüsn-ü zann ederek ölsün.” Ve buyurmuştur ki: ¬–_«W<¬ž²~ «w¬8 ¬±wÅP7~ ­w²K­& (340) “Hüsn-ü zann imandandır.” Ameliyatta kat’i bulunmayan hususatta zannî delil ve amelin vacib olduğu mevaki’ de vardır. Sonra maişete müteallik hususatta olduğu gibi mübah olan zanlar da vardır. Lakin zannın bir kısmı da haramdır. Lakin vacib olan İlahiyyatta ve nübüvvâtta zann haram olduğu gibi Allah’a ve ehl-i salaha su-i zann da haramdır. Nebi-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi Vesselem) buyurmuştur:

¬šYÅK7~Åw«1 ¬y¬" Åw­P«< ²–«~«— ­y«/²h¬2«— ­y«8«… ¬v¬V²K­W²7~«w¬8 «•Åh«& «yÁV7~ Å–¬~

(341) “Allah Teala müslimden kanını ve ırzını, kendisine su-i zann edil­mesini haram kılmıştır.” İşte bu âyet de bu siyakda varid olmuştur. Ve hepsinin değil, bazı zannın ism olduğu tasrih buyurulmuştur...



4036- İctinabı vacib olan zannı diğerlerinden ayıracak olan mümeyyize gelince; zahirde bir sebebi ve açık emaresi bulunmayan zann haramdır, ictinab lâzımdır. Binaenaleyh mestur bir adama hüsn-i zann vacib olmasa bile su-i zann da caiz olmaz. Lâkin fısk u fücur ile tanınan kimselere su-i zann haram olmaz. Bununla beraber (49:12) ~Y­KÅK«D«# «ž«— tecessüs de et­meyin -yani mü’minlerin eksikliklerini bulacağız, açık delil ve emareler elde ederek zan veya yakîn husule getireceğiz diye casus gibi inceden inceye yoklayıp araştırmayın da zahir olanı tutun, Allah’ın örttüğünü örtün.

Tecessüs, cessten tefe’uldür. Cess aslında hastalığı sağlığı anlamak için nabz yoklamaktır ki, el ile yoklamak ve haber araştırmak manalarına gelir. Tecessüs de bundan tekellüftür ki dikkat ve gayretle araştırmak demektir. Nitekim casus da bu maddedendir. Bir hadis-i şerifte şöyle varid olmuştur: “Müslimîn eksiklerini, ayıblarını tetebbu’ etmeyin. Zira her kim müslimînin ayıblarını tetebbu’ ederse Allah Teala da onun ayıbını ta’kib eder, nihayet evinin içinde bile onu rezil ü rüsvay eder.» (E.T. 4471-4473)



4037- Ve (41:22, 23) (33:10) (48:6, 12) âyetleri de aynı mana ile alâkalıdır. İlm-i hakikata ve hikmet-i Kur’aniyeye dayanmayıp şahsın nefsî temayülün­den doğan zanların da hak ifade etmediklerini (10:36, 66) (53:28) âyetleri bil­diriyor.

4038- Zann hakkında Kur’andan birkaç not:

-İnsanı helâkete götüren Allah hakkındaki zann: (41:22, 23)

-Dinî ölçülere bedel, kendi şahsî anlayış ve zannına tabi olan halk ekseriyetine uyulamayacağı: (6:116) Ve bu tarz zann yoluyla hakkın bulunamayacağı: (10:35,36) (Bak: 525, 3192.p. lar)

4039- qqZARURET ?‡—h/ : Çaresizlik. Muhtaçlık. Sıkıntı. Yoksulluk. (Bak: İkrah-ı Mülci)

4040- Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:

«(5:3) ¯}«M«W²F«8|¬4 Åh­B²/~¬w«W«4 Ancak her kim bir mahmasada yani karın kaşığa geçmiş, ölümden veya ölüm mukaddimatından korkulur bir açlık ha­linde muztarr olur da ¬v²$¬ž¬ ¯r¬9_«D«B­8 «h²[«3 bir günaha meyletmeyerek yani za­ruret miktarını tecavüz eylemeyerek veya diğer bir muztarrın elinden al­maya­rak bunlardan yerse °v[¬&«‡ °‡Y­S«3 «yÁV7~ Å–¬_«4 Allah gafur, rahimdir, mu­aheze etmez. -Zaruretler, haram olan şeyleri mübah kılar. Fakat ıztırar, gay­rın hakkını ibtal etmez, nitekim bu mana Sure-i Bakara’da (2:173) ¯…_«2 «ž«— ¯ _«" «h²[«3 diye ifade olunmuştur.» (E.T. 1570)

Kur’an (6:119) (16:115) âyetleri de aynı mes’ele ile alâkalıdır.

4041- Hukuk-u İslâmiye Kamusu, zaruretler hakkında şunları kaydeder:

«Zaruretler, memnu’ olan şeyleri mübah kılar. Yani: İşlenmesi men ve nehy edilmiş bazı şeyler vardır ki, bunları yapmak, zaruret halinde mübah hükmünde olur, bundan dolayı yapan muahaze edilmez. Muteber bir ikraha mebni başkasının malını itlaf veya açlıktan helak havfından dolayı başkasının taamını rızası olmaksızın yemek gibi.

Maamafih haram ve memnu’ olan şeyler, üç nevidir. Birincisi: Memnui­yete asla sakıt olmayan muharremattır. Başkasını zulmen öldürmek veya başkasının haksız yere bir uzvunu kesmek gibi. İkincisi: Asla sakıt olmayıp zaruret vaktinde ruhsata mahal olan muharremattır. Başkasının malını itlaf gibi. Üçüncüsü: Zaruret halinde memnuiyeti sakıt olan muharremattır. Meyte gibi temiz olmayan bir şeyi yemek gibi.

Bu kaide, Eşbah’da ¬€~«‡Y­P²E«W²7~­d¬[A­# ¬€~«‡—­hÅN7«~ diye münderictir ve arz olunduğu üzere her memnua şamil değildir.» (H.İ. ci:1, sh:279)

«Zaruret ile hacet, bazı fukahaya göre birdir. Bazılarına göre ise bir de­ğildir, aralarında fark vardır. Şöyle ki: Zaruret, bir haldir ki bertaraf edil­mezse helake müeddi olur. Meselâ; memnu’ olan bir şey tenavül edilmediği takdirde helaki müstelzim olacak bir hal, bir açlık, bir zarurettir. Bu zaruret haram ve memnu’ olan bir şeyi mübah kılar. Hacet ise bir haldir ki, cehd ve meşakkate müeddi olur. Meselâ; bir hasta, bir şey yemeyip oruç tuttuğu tak­dirde helak olmayacaksa da cehd ve meşakkate düşüp hastalığı uzayacak ise bu, bir hacet hali olmuş olur. Böyle bir hal, haramı mübah kılmaz ise de oruçluya iftar etmesini mübah kılar. Bu kaide, Eşbah’da:

®}«._«' ²—«~ ²a«9_«6 ®}Å8_«2 ?‡—­hÅN7~ ¬}7iX«8 ÄiX# ­}«%_«E²7~ kaidesinden müter­cem­dir.» (H.İ. 284)



4042- Zaruretin meydana geliş şekli, bu meselede en mühim bir cihettir. Şöyle ki:

« ¬€~«‡Y­P²E«W²7~ ­d¬[A­# €~‡—­h±N7~ Å–¬~ kaidesi, yani: “Zaruret, haramı helal derecesine getirir.” İşte şu kaide ise, küllî değil. Zaruret, eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helal etmeye sebebiyet verir. Yoksa su-i ihtiya­riyle, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmuş ise, haramı helal edemez, ruhsatlı ahkâm­lara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir adam su-i ihtiya­riyle, ha­ram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı, ülema-i Şeriatça aley­hinde ca­ridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talakı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza gö­rür. Fakat su-i ihtiyariyle olmazsa, talak vaki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelası, zaruret derecesinde mübtela olsa da diye­mez ki: “Zarurettir, bana helaldır.» (S.482) (Bak: 126, 720, 3041.p. lar)

Meselâ «Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise mut­lak zaruret olmadığı ve su-i ihtiyardan geldiği için, haramı helal et­meye sebeb olamaz.» (E.L.II. 242)

4043- ZEBUR ‡Y"ˆ : Kitab. Mektub. *Peygamber Hz. Davud’a (A.S.) vahiy ile gelen mukaddes kitabın adı. (Bak: Davud (A.S.)

Kur’an (4:163) âyetinde Davud’a (A.S.) verildiği bildirilen «Zebur, Hamza kıraatında ~ˆ nın zammıyla okunur ki, zübürün cem’idir. Zübür, ke­zalik feth ile zebur, mezbur manasına kitab demektir. Tefsir-i Kurtubî’de der ki: Zebur yüzelli suredir ve içinde hiçbir ahkâm yoktur. Hepsi hikmetler, mev’ızalar ve Allah Teala’ya tahmid temcid, senadan ibarettir.» (E.T. 1528)



4044- Zebur’un Davud’a (A.S.) verildiğini bildiren diğer bir âyet de şöy­ledir: «(17:55) ~®‡Y­"«ˆ «…­—~«… _«X²[«# ³~«— Burada bilhassa Davud ve Zebur’un zik­redilmesinin vechi:

1- Kureyş, Peygamber’e karşı mücadele için Yahudilere müracaat edi­yorlar, Yahudiler de “Musa’dan sonra peygamber yoktur. Tevrat’tan sonra kitab yoktur” diyorlar. Binaenaleyh bununla onların bu iddiaları nakzedil­miştir.

2- Bununla tafdilin haysiyetine tenbih olunmuştur. Zira Davud büyük bir melik idi. Böyle iken burada onun mülkü kale alınmayıp da Zebur’un tahsis edilmesi, zikr olunan tafdilden murad mal ve mülk ile değil ilim ve din ile tafdil demek olduğunu gösterir.

3- Zebur’da Hatem-ül Enbiya ve onun ümmetinin hayr-ül ümem olduğu yazılmıştı. Nitekim;

«–Y­E¬7_ÅM7~ «>¬…_«A¬2 _«Z­$¬h«< «Œ²‡«ž²~ Å–«~¬h²6¬±g7~¬f²Q«" ²w¬8¬‡Y­" Åi7~|¬4 _«X²A«B«6 ²f«T«7«—

(21:105) buyurulmuştur.» (E.T. 3182) (Zebur’da Peygamberimiz (A.S.M.) ın tavsifatı, bak: 2601.p.)



4045- qqZEKAT ?_6ˆ : «Lügatta: Taharet, bereket, nema, zikr-i cemil manasınadır. Istılahta: Bir malın muayyen bir miktarını muayyen bir zaman sonra müstahik olan bir kısım müslümanlara Allah Teala’nın rızası için ta­mamen temlik etmekten ibarettir. (Bak: Sadaka)

Zekat kulların kulluktaki sadakatlarına delalet eder. Bu cihetle zekata “sadaka” denilmiştir. Maahaza sadaka tabiri zekattan eamdır, vaciblere, na­filelere de şamildir.» (B.İ.İ. 311)

«Zekatın müstahik olanlara kat’i surette temlik edilmesi şarttır. Binaena­leyh bir malı ibahe suretiyle bir kimsenin pîş-i istifadesine vaz’etmek, meselâ “sofrada yemek yedirmek” zekat yerine geçmez.

Kezalik: Temellüke kabiliyeti olmayan yerlere sarf edilen bir para, zekata mahsub edilemez. Meselâ mescid, çeşme binasına, ölünün kefenine veya borcuna, cihada, hacca ve bu gibi sair vücuh-i birre sarf edilen bir para zekat sayılamaz. Fakat berhayat kimsenin borcunu onun emriyle zekat malından ödemek caizdir. Zira hayatta bulunan bir kimse, temlik ve temellüke ehildir. Redd-i Muhtar, Hindiyye.» (H.İ. ci:3 sh:590)

Elmalılı Hamdi Yazır’ın İstanbu İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Sıdkı Gülle Tarafından yeniden tertiplenen ve beş cilt halinde neşredilen “İslam Hukuku ve Fıkhı” eserin 5. Cild, 479. Sahifesinde “Temlik” Hakkında şu hüküm var:

“Zekâta sayılmak üzere bir fakîri bir evde oturup kirâ almamak zekât ye­rine geçmez. Çünkü tam bir temlîk yoktur. Bu gibi durumlarda şu yola baş vurulur: Evde oturtulan fakîre normal piyasa şartlarına göre aylık yâhûd yıllık kirâ bedeli verilir. Kirâcı da bu bedeli alıp kabûl ettikten sonra kirâ borçla­rına mahsûben tekrar ev sâhibine verilir.



4046- «Zekat bir farizadır. Hicret-i Nebeviyyenin ikinci senesinde oruç­tan evvel farz kılınmıştır.» (B.İ.İ. 312)

«Zekat verecek kimse; müslüman, hür âkıl ve bâliğ olmalıdır. Binaena­leyh gayr-ı müslimlere, köle ve cariyeler, mecnunlara, çocuklara zekat farz değildir...

Zekat verecek kimse, havaic-i asliyesinden ve borcundan başka nisab miktarı veya daha ziyade bir mala malik bulunmalıdır. Binaenaleyh bu kadar malı olmayan kimseye zekat farz olmaz.

Havaic-i asliye’den maksad da, mesken ile haneye lüzumlu eşyadan ve kışlık, yazlık elbise ile lüzumlu silahtan, âletten, kitabdan ve binek hayvanı ile hizmetçi, köle veya cariyeden ve bir aylık -sahih görülen diğer bir kavle göre bir senelik- nafakaya mahsus erzaktan ibarettir. Borca mukabil elde bulunan nükud da bu hükümdedir.» (B.İ.İ. 313)



4047- «Verilen bir zekatın sahih olması için zekat niyetine mukarin ol­ması şarttır...

Zekatı fakire verirken veya zekat için bir mal ayırırken, bunun zekat ol­duğuna kalben niyet edilmesi lâzımdır. Dil ile söylenmesi lâzım değildir. Hatta bir malı fakire zekat niyetiyle verirken bunun bir hibe veya bir borç olarak verildiğini söylemek bile zekat olmasına mani değildir.

Bir kimse zekatını vermek için birini vekil tayin etse, zekat olarak vere­ceği malı teslim ettiği zaman veya o malı vekilin fakire vereceği zaman ze­kata niyet etmesi icab eder. Vekilin niyeti kifayet etmez...

Zekat vermek niyetinde olan bir kimse, bunun için bir mal ayırmaksızın fakirlere vakit vakit birşeyler verdiği halde hatırına niyet getirmese, bunlar zekatına mahsub edilemez. Fakat fakire böyle bir mal verirken “Bunu niçin veriyorsun?” diye bir suale düşünmeksizin hemen “Zekat olarak veriyorum” diyebilecek bir halde bulunursa, bu niyet mesabesinde olur...



4048- Bir malın zekatı vacib-ül eda olduktan sonra zimmete lâhık olacak bir borç, bu zekatın sukutuna sebeb olmaz.» (B.İ.İ. 316)

«Nisab miktarındaki bir malın birkaç senelik zekatı birden verilebilir. Sene nihayetinde bu miktar mevcud bulundukça zekatları verilmiş bulunur. Bu miktar azalmış olunca da verilmiş olan zekat bir nafile sadaka yerine ge­çer. Bir kimsenin meselâ bin lirası olduğu halde iki bin lira zannederek ona göre zekat verecek olsa, bu fazla verdiği zekatı ertesi senenin zekatına mahsub edebilir...



4049- Zekatın masrafı yani, verileceği kimseler; müslüman fakirler, mis­kinler (Bak: Miskin), borçlular, yolcular, mücahidler ve âmillerden ibaret ol­mak üzere yedi kısımdır.» (B.İ.İ. 338-339)

Kur’an (9:60) âyetinde bildirilen bu zekat verme yerlerinden başka yine aynı âyette müellefet-ül kulûb tabiriyle ifade edilen bir sınıf daha var ise de, bu sekizinci sınıf hakkında imamların reyleri farklıdır. Bazısı bu hükmün kalkmış olduğunu, bazıları da şartlarını bulması halinde hükmü cari olacağını söylemişlerdir.

Zamanımızda zekat müessesesi devlet eliyle yürütülmediğinden âmil de­nen zekat tahsildarları da bulunmamaktadır. Zekat daha çok, din yolunda çalışanlara, dindar fakirlere verilir.

4050- Zekat verme yerlerinin en önemlisi olan fisebilillah çalışanlar hak­kında Kur’an (2:273) âyetinin tefsirinde şu izahat veriliyor:

«Sadakalar kimlerin hakkıdır, bu cihete gelince; emr ü teşvik olunduğu­nuz infak u sadakat (2:273) ¬yÁV7~¬u[¬A«, |¬4 ~—­h¬M²&­~ «w<¬gÅ7~ ¬š~«h«T­S²V¬7

Allah yolunda tutulmuş, din uğruna ilme, cihada vakf-ı nefs etmiş;

¬Œ²‡«ž²~ |¬4 ®_"²h«/ «–Y­Q[¬O«B²K«< «ž Yeryüzünde şuraya buraya gidemiyen, yani Allah yolunda meşguliyetlerinden veya maraz ve acz gibi bir maniadan do­layı nafakalarını kazanmağa iktidarları olmayan o fakirler içindir ki,

­u¬;_«D²7~ ­v­Z­A«K²E«< hallerini tecrübe etmiyen cahil, onları ¬rÇS«QÅB7~ «w¬8 «š_«[¬X²3«~ taaffüflerinden, yani istemeğe tenezzül etmeyip tahammül ve tecemmül ile iffetlerini muhafaza ve ibraz eylediklerinden dolayı, zengin zanneder ki;

²v­Z[«W[¬K¬" ²v­Z­4¬h²Q«# sen onları simalarıyla, dikkat edildiği zaman hallerinde gö­rülecek edeb ü nezahet, yüzlerinde müşahede olunacak âsâr-ı fakr ü zaru­ret gibi alâmetleriyle tanırsın.

«‰_ÅX7~ «–Y­V«¶[²K«< «ž İnsanlardan dilenmez, hele _®4_«E²7¬~ ilhah u israr ile hiç dilenmezler, olsa olsa pek muztar kaldıkları zaman ehline ifham-ı hal eder­ler...

4051- Bu âyet, Ashab-ı Suffa tesmiye olunan fukara-yı muhacirîn hak­kında nazil olmuştur ki; dörtyüz kişi kadar vardılar. Medine’de ne bir mes­kenleri, ne aşiret ve akrabaları hiçbir şeyleri yoktur. Daima Mescid-i Nebeviyeye mülazemet ederler, mescidin sofasında ikamet eylerler, ilm-i Kur’an tahsil ederler, mevaiz ve tedrisat-ı Peygamberîyi istima’ ile müstefid olurlar, hep oruçlu bulunurlar. Hasılı; ilm ü ibadete hasr-ı evkat ederler ve her ne zaman bir gaza olursa giderlerdi. Bunlar Medrese-i Risaletin Allah yoluna vakf-ı nefs etmiş talebesiydiler.

4052- İbn-i Abbas Hazretlerinden vaki olan rivyate göre bir gün Resulullah (A.S.M.) Ashab-ı Suffa’nın başlarına durmuş, hallerini nazar-ı tedkikten geçirmiştir. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri gördü ve kalblerini tatyib edip buyurdular ki: “Ey Ashab-ı Suffa! Size müj­deler olsun ki, her kim şu sizin bulunduğunuz hal ü sıfatta ve bulunduğu halden razı olarak bana mülaki olursa o benim refiklerimdendir.”

İşte bu âyet de bunlar dolayısıyla nazil olmuştur. Ve fakat hükmü âmmdır. Allah rızası için düşmana karşı nöbet bekleyen veya Allah rızası için medreselerde dirsek çürüten veya Allah rızası için hidemat-ı âmmeye vakf-ı nefs eden ve bu ahval içinde malı mülkü yok, muhtaç olmakla beraber nafa­kasını kesbe vakit bulamayan veya kudreti yetişmiyen fukara-i mü’minîn, bu âyetin hükmünde dahildirler. Bunlar infakat ü sadakatın en güzel masrafını teşkil ederler.» (E.T. 939) (Bak: Miskin)



4053- Zekatın masrafını yani verileceği yerleri bildiren (9:60) âyetindeki (Fisebilillah) cümlesinin tefsirinden bazı kısımlar:

«Saniyen, fisebilillah kaydı eamm bir mana ile mülahaza edildiği surette sadakatın hepsinde vardır. Bâlâda işaret edildiği üzere fisebilillah olmak sa­dakanın mahiyetinde dahildir. Fukara ve mesakîne, rikab ve garimîne verilen de fisebilillahtır. Hatta müellefet-ü kulûbe verilende de bir fisebilillah manası vardır. Yoksa verilemezdi. Bunun böyle olduğu malum iken bir de bunlara mukabil (fisebilillah) buyurması bunun alel’umum fisebilillah dahilinde bil­hassa bir fisebilillah demek olduğunu yani mana-yı eamm ile mülahaza edilemiyeceği derhal anlatılır...

Binaenaleyh burada (fisebilillah)dan murad bir ma’na-yı hass olduğu za­hirdir. Ve bu mana evvela cihad, saniyen hacc, salisen Allah için tahsil-i ilim mülahaza olunabilir...

Ehl-i Suffa gibi ilim-i din tahsiline vakf-ı nefs edenler de,

(2:273) ¬yÁV7~ ¬u[¬A«, |¬4 ~—­h¬M²&­~ «w<¬gÅ7~ ¬š~«h«T­S²V¬7 âyetinde nakledilmiştir... Fisebilillah sadaka bir masrıf-i mahsusa verilen sadakadır ki, bilhassa i’la-i kelimetullah yolundakilere verilen sadakadır.» (E.T. 2578)

4053/1- «Mezkûr âyette geçen fisebilillah’dan maksad Malikî Mezhebine göre: Hür ve müslim olan mücahiddir. Bunlara zengin de olsa zekat verilir. Zekattan cihad malzemesi de alınır.» (Kitab-ül Fıkıh Ala Mezahib-i Erbaa Tercemesi, 2.cild sh: 129)

İmam-ı Şaranî, Mizan-ül Kübra’sında aynı mes’ele ile alâkalı olarak şu bilgiyi veriyor:

«İmam-ı Malik demiştir ki: Âlim olan bir kimse, zengin de olsa zekat alabilir. Şafiî Mezhebinde ise: Bu hususta kifayet mu’teberdir. Onun için ki­fayet miktarı mala sahib olmayan (yani, ömr-ü galibi müddetince kendisine kifayet edecek mala sahib olmayan) bir fakirin her ne kadar kırk dirhem veya daha fazla malı olsa dahi zekat alabilir. Fakat kifayet miktarı mala sahib olan bir kimsenin beraberindeki mal az dahi olsa zekat alamaz. Eğer ilm-i şer’îden birisiyle meşgul ise ve çalışmak da onun tahsil-i ilimden alıkoyarsa, bu kimsenin zekat alması helaldir. Velev zengin de olsa. Şafiî Mezhebinin bazı fukahaları demişler ki: Eğer bu şer’î ilimle meşgul olan kimseden, in­sanların faydalanması ümid edilirse zekat alması caizdir. Şayet o şahıstan faydalanma ümidi yoksa zekat alması caiz değildir. Amma nafile ibadetle meşgul olup, kesben çalışması onu nafile ifadetten alıkoyarsa dahi ona zekat almak helal değildir. Çünkü bizzat çalışıp el emeğinden yemek ve insanlar­dan tama’ını kesmek (yani başkalara bar olmamak), nafile ibadetle meşgul olup, başkalarına bar olmaktan daha efdaldir. Amma ulûm-u şer’iyenin tah­sili böyle değildir. Çünkü bu ilimlerin tahsili farz-ı kifayedir.

Bütün hak ulûm-u şer’iyeye muhtaçtır.» (Mizan-ül Kübra cild:1, sh:110)

Nimet-ül İslâm eserinde: «İlim taliblerinden olmayıp aslî havaicinden fazla, nisab miktarı mala sahib olan kimseye zekat almak caiz olmaz.» (N.İ. Kitab-üz Zekat sh:28) Demek dinî ilim öğrenme yolunda zamanını hasre­den kişi zekat alabiliyor.

Hanefî Mezhebinde meşhur fakih İbn-i Abidin diyor ki:«Cami-ül Fetava’da ve onun nassında ve Mebsut adlı kitabda şöyle gördüm ki; nisab miktarı mala sahib olana zekat verilemez. Ancak ilmi tahsil edene, gaziye ve hacca azimet edip de yolda hayvanın helâkinden veya nafakasının bitmesin­den dolayı yolda kalmış olan hacıya verilir. Çünkü Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm şöyle buyurmuştur: “İlmi tahsil edenin kırk sene­lik nafakası olsa bile, ona zekat vermek caizdir.” “İlmi tahsil eden” cümlesinden musannifin kasdettiği, şer’î ilimler demektir. (Eğer nefsini fariğ kılmışsa) yani bütün vaktini ilim tahsiline hasrettiğinden çalışmaktan âcizdir. Binaenaleyh böyle bir ehl-i ilme zekat verilir.» (İbn-i Abidin, ci:2, sh:339)

Kimlere Zekât Verilir, Kimlere Verilmez?

Bir kimse, kendi zekâtını fakir bulunan zevcesine, usulüna (babasına, de­desine, anasına ninesine...) ve füruuna (çocuklarına, çocuklarının çocukla­rına...) veremez. İddet beklemekte olan boşanmış zevcesine de veremez. Çünkü buna vereceği zekâtın yararı kısmen de olsa kendisine ait bulunmuş olur. Oysa bu yarar, tamamen kendisinden kesilmiş bulunmalıdır.

İmam Azam’a göre, bir kadın da zekâtını, fakir bulunan kocasına vere­mez. Çünkü âdete göre, aralarında bir menfaat ortaklığıvardır. İki İmama göre, kadın fakir olan kocasına zekâtınıverebilir.

Temel ihtiyaçlarından başka nisab mikdarıbir mala sahib olana da zekât verilemez; çünkü bu kimse zengin sayılır. İhtiyaçtan fazla olarak elde bulu­nan malın ticaret eşyası, nakid para gibi artan bir mal yahut ev ve ev eşyası gibi artmayan bir mal olmasıfark etmez.

Fakat zengin bir kimseye, nafile şekliıide olan bir sadakanın verilmesi caizdir. Bu yönü iledir ki, vakıfların sadaka kısmından sayılan gelirlerini vak­fiye senedi gereğince, zengin kimselerin almalarıda helâl bulunmuştur. Bu bir bağış ve ikram yerindedir.

Haşim Oğulları ile bunların azadlılarına zekât verilemeyeceği gibi, öşür, adak, keffaret benzeri diğer sadakalar da verilemez. Zekât ve bunun cinsin­den sayılan şeyler, insanların yıkantısı sayılır. Haşim oğullarının şeref ve kıy­meti böyle bir şeyi kabulden beridir. Bunlara ancak bir ikram ve hediye şekli ile sadaka verilebilir.

Haşim Oğullarından maksad, Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimizin amcaları Hazret-i Abbas ile Haris’in evlad ve torunlarından ve Hazreti Ali ile kardeşleri Akıl ve Cafer’in neslinden gelenlerdir. Bu şahısların, ihtiyaçlarına göre, Hazinenin ganimetler kısmından payları vardır. Bu payla­rını almadıkları takdirde, ihtiyaçtan kurtulmalan için, kendilerine zekât veri­lebileceğini söyleyen fıkıh alimleri de vardır.

Kendisine zekât verilecek kimse, zekâtı alma zamanında zekât almaya ehil bulunmalıdır. Bu ehliyetin sonradan kaybolması, peşin verilen zekâtın sıhhatına engel olmaz.

Buna göre, bir malın zekâtı daha sene dolmadan bir fakire verildikten sonra, sene henüz sona ermeden o fakir zengin olsa veya ölse, o malın zekâ­tını yeniden vermek gerekmez ve böyle verilen zekât da geri alınamaz. Çünkü verilmesinden beklenen sevab kazanılmıştır.

Bir kimse zekâtını, zengin bir erkeğin (büluğa ermemiş) küçük çocuğuna veremez. Çünkü bu çocuk, babasının malı ile zengin sayılır. Fakat zengin bir kadının fakir ve yetim olan ve babası müslüman olan çocuğuna zekât verile­bilir. Çünkü bu çocuğun nesebi, baba tarafından sabittir; anasının serveti ile zengin sayılmaz.

Yine, bir kimse zekâtını, zengin bir adamın fakir ve müslüman olan ba­basına veya zengin bir adamın fakir ve müslüman olan (büluğa ermiş) büyük çocuğuna veya o şahsın fakir ve müslüman bulunan zevcesine verebilir. Çünkü bunlar birer şahıs olarak tasarrufa ehildirler, birbirlerinin serveti ile zengin sayılmazlar.

Zekât, müslüman olmayanlara verilemez. Çünkü zekât müslim olan fa­kirlerin hakkıdır. Bir hadis-i şerifde: “Zekâtı, müslümanların zenginlerinden alıp fakirlerine veriniz,” buyurulmuştur. Bunun için müslümanolmayanlar zekât vermekle yükümlü değillerdir. Bu ibadet, müslümanlara aitdinî ve ictimaî (sosyal) bir görevdir. Bu göreve ortaklık etmeyenlerin bundan fayda­lanma haklarıolamaz.

Yalnız İmam Züfer, zekâtın zimmîlere (İslâm idaresi altındaki gayri müslimlere) de verilmesini caiz görmüştür. Çünkü zekâttan maksad, bir iba­det yolu ile muhtaç kimseleri ihtiyaçtan kurtarmaktır. Bu maksad da, fakir zimmîlere zekâtıvermekle elde edilir. Bununla beraber nafile sayılan sadaka­ların zimmîlere verilebileceğinde ittifak vardir.

Zekâtı akrabaya vermek daha faziletlidir. Şöyle ki: Önce muhtaç olan er­kek veya kız kardeşlere, sonra bunların çocuklarına, sonra amcalara, halalara, sonra bunların çocuklarına, sonra dayılara, teyzelere ve bunların çocuklarına, daha sonra akraba sayılan diğer yakınlara vermek daha faziletlidir. Bunlardan sonra da fakir komşulara ve meslek arkadaşlarına vermekte fazilet vardır.

Zekâtı, malın bulunduğu yerdeki fakirlere vermelidir. Yıl sonunda başka memleketlerdeki fakirlere gönderilmesi mekruhtur. Ancak kendilerine zekât gönderilecek kimseler, akraba iseler veya malın bulunduğu yerdeki fakirler­den daha muhtaç iseler, o zaman uzakta olan bu gibilere gönderilmesinde kerahet olmaz.

Bununla beraber zekâtı, daha senesi dolmadan başka bir memlekete göndermekte bir sakınca yoktur.

Bayramlarda ve diğer günlerde muhtaç olan hizmetçilere veya çocuklara veya müjde getiren fakir kimselere verilecek bahşişlerin zekât niyeti ile ve­rilmesi caizdir.

Verilen bir zekât, fakir tarafından veya fakir olan çocuğun ve mecnunun velisi veya vasisi tarafından alınmadıkça tamam olmaz.

Fakir olan bir bunağın veya büluğa yaklaşmışın veya paranın kıymetini bilip aldanmayacak bir yaşta bulunan çocuğun zekâtı alması yeterlidir.

Bir kimse zekâtını vermek için araştırma yapıp zekâta ehil olduğunu an­ladığı bir adama zekâtını verir de, gerçekten o adamın zekâta ehil olduğu meydana çıkarsa, ittifakla bu zekât caiz olur. Aksine durumu anlaşılamaz veya zengin olduğu sonradan meydana çıkarsa, İmam Azam ile İmam Mu­hammed’e göre, yine zekât geçerli olur.

Fakat araştırma yapmaksızın ve zekâta ehil olup olmadığını hiç düşün­meden zekât verilecek olsa, geçerli olursa da, zekâta ehil olmadığı sonradan meydana çıkarsa, yeniden zekâtı vermek gerekir. Çünkü araştırma işinde noksanlık yapılmıştır.

Zekâta ehil olup olmadığında şübhe edilen bir kimseye araştırma yap­maksızın verilen zekât, geçerli olmamak tehlikesindedir. Eğer sonradan o kimsenin fakir olduğu meydana çıkmış olursa, zekât yerini bulmuş olur, de­ğilse olmaz. (Bİl.364)

Bediüzzaman Hazretleri, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında devlet tarafından inşa edilmesini istediği darülfünunun, yani bir İslâm üniversitesi­nin vereceği faidelerin görünmesi neticesinde zekata da hak kazanacağını bahsederken şöyle der:

«Biz hem Hanefî hem Şafiîyiz. Bir zaman sonra o Medresetüzzehra İslâmiyete ve insaniyete göstereceği hizmetle, şüphesiz bir kısım zekatı bil’istihkak kendine münhasır edecektir. Bahusus zekatın zekatı da olsa kâfi­dir.» (Mün. 80)

Demek cami, medrese gibi temlik edilemiyen şeylere bizzat zekat veri­lemiyor fakat dini tahsil ve dine hizmet yolunda hasr-ı hayat edenler, zekat alabiliyor.

E.T. 4847-4852. sahifelerinde, İslâm Devleti’nin tasarrufunda bulunan Beyt-ül Mal’dan İslâm Milletinin ve herkesin muhtaç olduğu dinî ve fennî tahsili yapan veya o sahada vazifedar olanların istifade edebilecekleri husu­sunda izahat verilir.



4054- Zekat hakkında diğer bir âyette de şöyle buyurulur:

«(2:3) «–Y­T¬S²X­< ²v­;_«X²5«ˆ«‡ _ÅW¬8«— Bu kelâmın makabliye nazmını icab etti­ren münasebet ise: Namaz ¬w<Åf7~ ­…_«W¬2 yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekat da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlar­dır.

Zekat ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır:

1- Sadakayı vermekte israf olmaması.

2- Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.

3- Minnetle in’amın bozulmaması.

4- Fakir olmak korkusuyla sadakanın terkedilmemesi.

5- Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylere de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.

6- Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hacat-ı zaruriyesinde sarfetmesi lâzımdır.

Kur’an-ı Kerim bu şartları, bu nükteleri insanlara sadaka olarak ihsan ve ihsas etmek için «–YÇ6«i­< veya «–Y­5Åf«M«B«< veyahut «?Y«6Åi7~ «–Y­# ÌY­< gibi îcazlı bir ifadeyi terkedip, «–Y­T¬S²X­< ²v­;_«X²5«ˆ«‡_ÅW¬8«— gibi itnablı bir cümleyi ihtiyar etmiştir.

1- Teb’izi ifade eden ²w¬8 israfın reddine.

2- _ÈW¬8 nın takdimi, sadakanın kendi malından olduğuna.

3- _«X²5«ˆ«‡ minnetin olmamasına. Çünkü veren Allah’tır, kul ise bir vası­ta­dır.

4- Rızkın _«9 ya olan isnadı, fakirlikten korkulmamasına.

5- Rızkın âmm ve mutlak olarak zikredilmesi, sadakanın ilim ve fikir gibi şeylere de şamil olmasına.

6- Nafaka maddesi; alanın, sefahete değil, hacat-ı zaruriyesine sarfetmesine işaretlerdir.» (İ.İ. 43-44)



4055- «Zekat; lügatta nema ve ziyade manasınadır. Arablar ­²‡Åi7~_«6«ˆ derler ki, ekin arttı demektir. Bu malî ibadete zekat denilmesi, zekatı verilen malın, halefi ile çoğalıp artmasından ve âhirette sevaba vesile olmasından dolayıdır. Hakikaten malının zekatını veren ve fukaraya muavenetten geri durmayan ehl-i hayır ve ihlasın malının günden güne umulmadık sebeblerle arttığı, herkesin gördüğü ve bildiği bir hakikattır...

Bu artış; “Fakir için ne harcarsanız muhakkak Allah onun ivazını verir” (34:39) ­y­S¬V²F­< «Y­Z«4 ¯š²|«- ²w¬8 ²v­B²T«S²9«~ _«8«— va’d-i kerimi ile müemmendir... (Bak: Kur’an 2:261 30:39)



4056- Zenginlerin mallarında isteyen fakirin de, iffetinden dolayı isteyemiyen fakirin de hakkı vardır. ¬•—­h²E«W²7~«— ¬u¬¶<_ÅK¬7 Ês«& ²v¬Z¬7~«Y²8«~ |¬4«— (51:19) mealindeki âyet-i kerimede tasrih buyurulan bu hak, zekat hakkıdır. Hiç bir din, hiç bir hayırperver teşekkül yoktur ki, kendi müntesiblerine te­avün ve tenasurla emretmesin! Esasen bu müesseselerin istihdaf ettikleri bü­yük gayelerden birisi de budur. Fakat bu teavünü, bu yardımı bir hak olarak kabul eden ve ona mütehattim vazife halinde yüksek bir mevki bahşeden ye­gane din, İslâm Dinidir.

4057- Kur’an-ı Kerim’de zekat hakkı, namaz gibi ve Kur’an-ı Kerim’in her yerinde namaza mukarin olarak zikredilmiş ve «?Y«6Åi7~ ~Y­# ³~«— «?Y«VÅM7~ ~Y­W[¬5«~ Namaz kılınız ve zekat veriniz! buyurulmuştur. Mücmel olan bu fer­man-ı İlahînin izah ve beyanı, miktar ve derecatı, tatbik şekilleri tama­mıyla taraf-ı İlahîden Nebiyy-i Zişan’ına havale buyurulmuştur.

4058- Ebu Bekir Radıyallahü Anh’ın ibtida-i hilafetinde taraf taraf irtidad edenler arasında “Namazı kabul ediyoruz, fakat zekatı istemeyiz” di­yenler vardı. Halife hazretleri bunların şer’î vaziyetlerini derhal ve bilâtereddüd tesbit etmiş ve “Namaz ile zekat arasında bir fark kabul eden­lere mukatele ederim” buyurmuşlar ve Halife’nin bu ını bütün Sahabe kabul etmişlerdi...

4059- Sadr-ı İslâm’da idarî, diyanî ve kazaî işlerin kâffesi valiler tarafın­dan idare ve ifa edilirdi. Malî işlerin de Muaz’ın cümle-i vezaifinden bulun­duğunu hadis-i şeriften öğreniyoruz. Resul-i Ekrem Efendimiz, Yemen’in malî işlerini beş mıntıkaya taksim etmiş ve her mıntıkaya ashabdan bir zatı memur etmişti: “San’a”ya Halid ibn-i Said, “Kinde”ye Muhacir ibn-i Ebi Ümeyye, “Hazremut”a Ziyad ibn-i Lebid, “Cendel”e Muaz, Zebid ile Aden sahil kısmına Ebu Musel Eş’arî memur edilmişti. Bu zekat âmillerinin topla­dıkları emval-i zekatı Hazret-i Muaz kabza memur idi.» (S.B.M. ci:5, sh:4-9)

4060- «Bir kimse, zekatını araştırıp zekata mahal olduğunu zannettiği bir şahsa verir de o şahsın zekata hakikaten mahal olduğu anlaşılırsa zekatı, bil’ittifak muteber olur. Bilakis hali anlaşılmaz veya zengin olduğu bilahare tebeyyün ederse, İmam-ı Azam ile İmam-ı Muhammed’e göre yine muteber olur. Fakat araştırmaksızın zekata ehil veya mahal olup olmadığını düşün­meksizin verecek olsa, zekatı yine muteber olursa da; zekata mahal olmadığı muahheren anlaşılırsa zekatı yeniden vermesi icabeder. Çünkü araştırmak hususunda kusur etmiştir.» (B.İ.İ. 342)

«Haram maldan verilen şeyler hakikatte sadaka olamaz, ya diğer bir hakk-ı hassın kısmen iadesi veya bir haksızlıktan diğer bir haksızlığa intikal olur.» (E.T. 2574)



4061- Toprak mahsullerinden verilen ve öşür denilen zekat hakkında da hadislerde hayli yer verilmiştir.

«Muhakkikîn-i ülemadan Ebu Bekir İbn-ül Arabî (468-543)

(6:141) ¬˜¬…_«M«& «•²Y«< ­yÅT«& ~­Y#³~«— “Hasad zamanı onun hakkını verin” âyet-i kerimesini tefsir ederken şöyle diyor: “Filhakika bu âyet-i kerime Allah’ın zikrettiği şeylerde zekatın vacib olduğunu ifade etmektedir.”

Ebu Hanife: “Yerden biten ve azık; yemiş, sebze olarak yenilen her şeyde zekat vardır.” demiştir ki, yalnız meyvalar hakkında Abdülmelik İbn-ül Macişun’un mezhebi de budur. İmam-ı Ahmed’in müteaddit kavilleri vardır. Bunların içinde en zahir olanı ölçülen şeylerde Ebu Hanife’nin kavli gibidir.» (B.M. ci:2, sh:365)



4062- Zekatın hikmet-i teşriiyesi ise, pek çok mesahil-i umumiyeyi cami’dir. Ezcümle: «Bütün muavenet ve yardım nevilerini havi olan zekat hakkında sahih olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan ¬•«Ÿ², ¬ž²~ ­?«h«O²X«5 ­?Y«6Åi7~ (342) hadis-i şerifi mervidir. Yani müslümanların birbirine yar­dımları, ancak zekat köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vası­tası, zekattır. İnsanların hey’et-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü zekattır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten do­ğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilallerden, ihtilaflardan meydana gelen felaketlerin tiryaki, ilacı muavenettir.

Evet zekatın vücubu ile ribanın hürmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır. Evet eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sahifeyi lekelendiren beşerin mesavisine, hatala­rına dikkat edersen, hey’et-i içtimaiyede görünen ihtilaller, fesadlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.

Birisi: “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün bana ne.”

İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki, ben ni’metler ve lezzetler içinde rahat edeyim.”

Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmağa yaklaştıran bi­rinci kelimeyi sildiren ancak zekattır.

Nev-i beşeri umumi felaketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevkedip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.



4063- Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en bü­yük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengn kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzak­laşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı te’min eden, zekat ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekat ile hurmet-i ribaya müraat etmedikle­rinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, mu­habbet yerine , ihtilal sadaları hased bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yük­selir. Kezalik yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef tabaka-i havasdaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebeb iken, tekebbür ve gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucib iken, esaret ve sefaleti intac ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahid istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahidler mevcuttur.

Hülasa: Tabakalar arasında müsalahanın te’mini ve münasebetin te’sisi, ancak ve ancak erkân-ı İslâmiyeden olan zekat ve zekatın yavruları olan sa­daka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.» (İ.İ. 45)



Atıf notu:

-Zengin fakir sınıfları bulunmasındaki hikmet, (bak:3049.p.)

4064- «Ey ehl-i kerem ve vicdan!.. Ve ey ehl-i sehavet ve ihsan!

İhsanlar, zekat namına olmazsa, üç zararı var. Bazan da faidesiz gider. Çünki Allah namına vermediğin için, manen minnet ediyorsun; biçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenab-ı Hakk’ın malını ibadına vermek için bir tevziat me’muru olduğun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfran-ı nimet ediyorsun. Eğer zekat namına versen, Cenab-ı Hak namına verdiğin için bir sevab kazanıyorsun, bir şükran-ı ni’met gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeğe mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur. Evet zekat kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan yahut sair suretlerde verip riya ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede? Zekat namına o iyilikleri yapıp, hem farzı eda etmek, hem sevabı, hem ihlası, hem makbul bir duayı kazanmak ne­rede?» (M.274)



4065- Zekat hakkında âyetlerden birkaç not:

- Zekatın verilmesinin lüzumu: (2:43, 83, 110, 277) (33:33)

- Malî yardımda bulunulması gereken kimseler ve zekat vermek: (2:177)

- Benî İsrail’e zekat emri: (5:12)

- Zekatın, rahmet-i İlahiyeye nailiyet sebebi olduğu: (7:156)

- Allah tarafından İsa’ya (A.S.) zekat tavsiyesi: (19:31)

- İsmail’in (A.S.) kavmine zekatı emretmesi: (19:55)

-Zekatta riya. (bak:1086.p.sonu)

-Hz. İbrahim, İshak ve Ya’kuba (A.S.) Allah’ın zekat emri: (21:73)

-Zekâtta riya: bak: 1085.p.

Hadis kitabları zekat mevzuuna hayli yer vermiştir. Ezcümle, Buhari 24. Kitab, S.M. 12. Kitab, İ.M. 8. Kitab, T.T. cild:2, sh:5’de 1. Kitab, zekat hak­kındadır.



4066- qqZEKERİYYA (A.S.) _
Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   153   154   155   156   157   158   159   160   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin