İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə27/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   169

543- Dünyada fâsıklarla değil, salih kişilerle yapılan dostluk Cennet’te de devam eder. Evet «Dünyada “Elhubbu fillah” hükmünce; sâlih ahbablara muhabbetin ne­ticesi: Cennet’te (15:47) «w[¬V¬"_«T«B­8 ¯‡­h­, |«V«2 ile tabir edilen, karşı karşıya kurulmuş Cennet iskemlelerinde oturup, hoş şirin güzel tatlı bir surette dünya maceralarını ve kadim olan hatıratlarını birbirine nakledip eğ­lendirmeleri suretinde; firaksız, safi bir muhabbet ve sohbet suretinde ahbablarıyla görüştüreceği, Kur’anın nassıyla sabit­tir.» (S.648)

544- Hem dünya hâdisatı ve ahvali âhirette daimî manzaralar olacak, sey­redile­cektir. Evet «Dünya bir destgâh ve bir mezraadır. Âhiret pazarına münasib olan mahsulatı yetiştirir. Çok Sözlerde isbat etmişiz: Nasılki cin ve insin amelleri âhiret pazarına gönderiliyor. Öyle de: Dünyanın sair mevcu­datı dahi, âhiret hesabına çok vazifeler görüyorlar ve çok mahsulat yetiştiri­yorlar. Belki Küre-i Arz, onlar için ge­ziyor; belki denilebilir ki, onun içindir. Bu sefine-i Rabbaniye, yirmidört bin senelik bir mesafeyi bir senede geçip, meydan-ı Haşrin etrafında dönüyor. Meselâ ehl-i Cennet, elbette arzu eder­ler ki, dünya maceralarını tahattur etsinler ve birbirine nakletsinler; belki o maceraların levhalarını ve misallerini görmeyi çok merak eder­ler. Elbette si­nema perdelerinde görmek gibi; o levhaları o vak’aları müşahede et­seler; çok mütelezziz olurlar.

Madem öyledir, herhalde dar-ı lezzet ve menzil-i saadet olan dar-ı Cen­net’te, «w[¬V¬"_«T«B­8 ¯‡­h­, |«V«2 (15:47) işaretiyle; sermedî manzaralarda, dünyevî maceraların muhaveresi ve dünyevî hâdisatın manzaraları Cennet’te buluna­caktır. İşte bu güzel mevcudatın bir an görünmesiyle kaybolması ve birbiri arkasından gelip geçmesi, menazır-ı sermediyeyi teşkil etmek için, bir fabrika destgâhları hükmünde görünü­yor.

Meselâ: Nasılki ehl-i medeniyet, fani vaziyetlere bir nevi beka vermek ve ehl-i istikbale yadigâr bırakmak için; güzel veya garib vaziyetlerin suretlerini alıp, sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor, zaman-ı maziyi zaman-ı halde ve istikbalde gösteriyor ve dercediyorlar... Aynen öyle de: Şu mevcu­dat-ı bahariye ve dünyeviyede kısa bir hayat geçikdikten sonra, onların Sani-i Hakim’i, âlem-i bekaya ait gayelerini o âleme kaydetmekle beraber âlem-i ebedîde, sermedî manzaralarda onların etvar-ı hayatlarında gördükleri vezaif-i hayatiyeyi ve mu’cizat-ı Sübhaniyeyi, menazır-ı sermediyede kaydetmek, muktezayı ism-i Hakim ve Rahim ve Vedud’dur.» (M.293) (Bak: A’raf)

İki atıf notu:

-Âhirette hâdisat-ı âlem ve ahval-i şahsiyenin gösterilmesi, bak: 1123, 1124, 2334.p.lar.

-Ehl-i Cennet ve Cehennem’e önceden makamlarının gösterilmesi, bak: 507.p.

545- Gayet derin bir hakikat olan ehl-i Cennet ve Cehennem ile huri el­biseleri­nin mahiyetleri meselesine gelince:

«Ehl-i Cennet olan bir insan Cennet’in her nev’inden her vakit istifade etmek, elbette arzu eder. Cennet’in gayet muhtelif enva-ı mehasini var. Her vakit, bütün Cennet’in envaiyle mübaşeret eder. Öyle ise Cennet’in mehasininin nümunelerini, küçük bir mikyasta, kendine ve hurilerine giydi­rir, kendisi ve hurileri birer küçük Cennet hükmüne geçer. Nasılki bir insan, bir memlekette münteşir bulunan çiçek­ler enva’ını, nümunegah küçük bir bahçesinde cem’eder ve bir dükkancı, bütün mallarındaki nümuneleri bir listede cem’eder ve bir insan, tasarruf ettiği ve hük­mettiği ve münasebetdar olduğu enva-ı mahlukatın nümunelerini, kendine bir elbise ve bir levazımat-ı beytiye yapıyor.

Öyle de: Ehl-i Cennet olan bir insan, hususan bütün duygularıyla ve cihazat-ı maneviyesiyle ubudiyet etmiş ve Cennet’in lezaizine istihkak kesbetmiş ise; herbir duygusunu memnun edecek, herbir cihazatını okşaya­cak, herbir letaifini zevklendi­recek bir tarzda; Cennet’in herbir nev’inden bi­rer mehasini gösterecek bir tarz-ı li­bası, kendilerine ve hurilerine rahmet-i İlahiye tarafından giydirilecek.

Ve o müteaddid hulleler bir cinsten, bir neviden olmadığına delil, şu me­aldeki hadistir ki: “Huriler yetmiş hulle giydikleri halde, bacaklarındaki ilik­leri görünür, setretmiyor.” Demek en üstündeki hulleden tâ en alttaki hulleye kadar, ayrı ayrı mehasinle, ayrı ayrı tarzda hissiyatı ve duyguları zevklendirecek, memnun edecek mertebeler var. Ehl-i Cehennem ise nasılki dünyada gözüyle, kulağıyla, kalbiyle, eliyle, aklıyla ve hâkeza bütün cihazatıyla günahlar işlemiş; elbette Cehennem’de onlara göre elem verecek, azab çektirecek ve küçük bir Cehennem hükmüne gele­cek muhtelif-ül cins parçalardan yapılmış elbise giydirilmek, hikmete ve adalete münafi görün­müyor.» (M.384) (Bak: Huri)

Kur’anda (22:19) âyetinde geçen “siyabun min nar; ateşten elbise” ifadesiyle ve mezkûr izaha tevfikan, ehl-i Cehennem elbisesine de bir işaret vardır.

Atıf notları:

-Kıyamette Cennet ve Cehennem’in tekmili, bak: 2017-2019.p.lar

-Cennet’te sür’at-i cevelan, bak: 2465.p.

-Cennet nimetleri, bak: 3655.p.da âyet notu ve 549.p.

-Bu dünyada kör olanların gözü, âhirette de kördür mealindeki (17:72) âyeti; dün­yada istidadlarını körletenlerin o halleriyle haşrolacaklarına da işarettir, bak: 1268, 2403.p.lar.

546- Cennet’te bilinmedik hârika şeyler olduğunu bildiren şu rivayet de câlib-i dikkattir:

«w[¬E¬7_ÅM7~ «>¬…_«A¬Q¬7 ­€²…«f²2«~ Ô |«7_«Q«# ­yÁV7~ «Ä_«5

¯h«L«" ¬`²V«5 |«V«2 «h«O«' «ž«— ²a«Q¬W«, °–­)­~ «ž«— ²€¶ ~ «‡ °w²[«2«ž_«8

Yani, “Hak Teâla Hazretleri buyurmuştur ki: Ben sâlih kullarıma, gözle­rin görmemiş, kulakların işitmemiş ve hiç bir insanın kalbine hutur etmemiş olan şeyleri hazırladım.” (51)

Mezkûr hadiste bildirilen ve ezdadın tefrikiyle mahza hayır ve nur olan ve dün­yada idrak etmekten âciz kalınan Cennet hayatının fevkalâdeliğine ör­nek olabilir bir hadis de şudur:

_«8 ²a«=_«/«ž« ¬Œ²‡«ž²~ ¬u²;«~ |«7¬~ ²a«Q¬V²0­~ ¬}ÅX«D²7~ ¬u²;«~ ²w¬8 ®?­~«h²8~ Å–«~ ²Y«7«—

_«Z[¬4 _«8«— _«[²9Çf7~ «w¬8 °h²[«' _«Z¬,²~«‡ |«V«2 _«Z«S[¬M«X«7«— _®E<¬‡ ­y²#«Ÿ«W«7«— _«W­Z«X²[«"

Yani “Cennet ehlinden bir kadın yeryüzündekilere görünse, Cen­net ile dünya arasındaki mesafeyi ışığa boğar, güzel koku ile doldu­rur; onun ba­şındaki örtüsü, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.” (52)

Dünya hayatında vukubulan mü’minler arasındaki kin ve gıll ü gış, Cen­net’te gönüllerden nez’edilir, tamamen çıkarılıp kalbler temizlenir. Bak: Kur’an (15:47)

Cennet’te kaylule yeri mânasında olup “Makîl” tabir edilen istirahatgâh Kur’an (25:24) âyetinde geçer. R.K.K. 596 hadis sıra numarasında Cennette uykunun olmadığı bildirilir. Cennet çocukları için (Vildan) kelimesine ba­kınız. T.T. ci: 5, sh: 724 ve 765, Cennet’in evsafı hakkındadır.



Atıf notu:

-Cennet’te terakki, bak: 326, 327.p.lar

547-qqCENNAT-I ADN –f2 €_±X% : Adn Cennetleri. Hulûd üzere ikamet ve temekküm edilen Cennetler. (Kamus Tercümesinden)

Adn, bir yerde ikamet edip yerleşmek mânasına gelir. Cennât-ı Adn Kur’anda (9:72 (13:23) (16:31) (18:31) (19:61) (20:76) (35:33) (38:50) (40:8) (61:12) (98:8) âyetle­rinde ve ekseriyetle “hulûd” mânasına zikredilir. (9:72) ile (61:12) âyetlerinde de zâ­hir mâna ile, güzel meskenler diye tercüme edilir.



548- qqCENNAT-ÜL ME’VA >—¶_W7~ €_±X% : Me’va Cennetleri. Kur’an (32:19) âyetinde geçen bu tabir, her mü’minin dünyada kazandığı amel-i salih ve füyuzat-ı maneviye derecelerine göre mükâfatlarını görecekleri me’va ve makamları mânasına da gelir (Bak: 327.p.sonu)

«Evet âlem-i süflînin manevi tezgahları ve küllî kanunları, avalim-i ulviyededir.

Ve mahşer-i masnuat olan küre-i arzın hadsiz mahlukatının netayic-i amelleri ve cin ve insin semerat-ı ef’alleri, yine avalim-i ulviyede temessül eder. Hatta hase­nat Cennet’in meyveleri suretine, seyyiat ise Cehennem’in zakkumları şekline gir­dikleri, pek çok emarat ve pekçok rivayatın şehadeti ile ve hikmet-i kâinatın ve ism-i Hakîm’in iktizasıyla beraber, Kur’an-ı Hakîm’in işaratı gösteriyor.

Evet zeminin yüzünde kesret o kadar intişar etmiş ve hilkat o kadar teşaub et­miş ki, bütün kâinatta münteşir umum masnuatın pekçok fevkinde ecnas-ı mahlu­kat ve esnaf-ı masnuat, küre-i zeminde bulunur, değişir daima dolup boşalır. İşte şu cüz’iyat ve kesretin menbaları, madenleri elbette küllî kanunlar ve küllî tecelliyat-ı esmaiyyedirki, o küllî kanunlar o küllî tecelliler ve o muhit esmaların mazharları da bir derece basit ve safi ve herbiri bir âlemin arşı ve sakfı ve bir âlemin merkez-i ta­sarrufu hükmünde olan semavattır ki, o âlemlerin birisi de Sidret-ül Münteha’daki Cennet-ül Me’vadır. Yerdeki tesbihat ve tahmidat, o Cennet’in meyveleri suretinde (Muhbir-i Sadık’ın ihbarı ile) temessül ettiği sabittir. İşte bu üç nokta göste­riyorlar ki; yerde olan netaic ve semeratın mahzenleri, oralardadır ve mah­sulatı o tarafa gi­der.» (S.580)



549- Cennet-ül Me’va Kur’anda (53:15) (79:41) âyetlerinde mezkûrdur.

Kuranda (21:102) (41:31) (42:22) (52:22) (56:21) (77:42) ve emsali âyetle­rinde de âhirette neler iştiha edilip istenirse, iştihaya uygun olarak o nimetle­rin verileceği müjdelenir.

Hem yine Kur’anda (36:55 ilâ 58) (38:51, 52) (52:20 ilâ 24) (55:50 ilâ 71) (56:15 ilâ 37) (76:12 ilâ 22) (77:41,42) (78:31 ilâ 35) (83:22 ilâ 28) âyetleri Cennet nimetle­rini beyan eden âyetlerden birkaç nümune olduğu gibi, (13:23) (52:21) âyetleri de akraba ve aileden salih olanlarla beraber Cennet’e girileceğini müjdeler. Müttakilere Cen­net’in yakınlaştırılacağına (istifade ve telezzüzatlarının dereceleri üstün olaca­ğına) dair (26:90) (50:31) (81:13) âyetleri de vardır.

550- qqCERBEZE ˜i"h% : Aldatıcı sözlerle kurnazlık etme. Fazla söz­lerle al­da­tıcılık, Haklı ve haksız sözlerle hakikatı gizleme. *Beceriklilik, fetanet ile temyiz ve cesaret-i mutedile ve kuvvet-i idareden ibaret olan sıfat-ı zihniye.

Bu kelime Arapçada hilekârlık, kurnazlık gibi aşağılayıcı bir mânada kul­lanıldığı halde, Türkçede beceriklilik ve konuşma kabiliyeti gibi memduh bir mânada da kullanılır.



551- «Sual: Cerbeze nedir?

Cevab: Müteferrik büyük işlerde, yalnız kusurları görmek cerbezeliktir; aldanır ve aldatır. Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galib etmektir..

Meselâ: Bir aşiretin herbir ferdi, bir günde attığı balgamı, cerbeze ile vehmen tayy-ı mekân ederek birden bir şahısta o muhassalı temsil edip başka efradı ona kı­yas ederek, o nazar ile baksa..

Veyahut bir sene zarfında birisinden gelen rayiha-i keriheyi, cerbeze ile tayy-ı zaman ederek, bir dakika-i vahidede, o şahs-ı hazırda sudurunu tasav­vur etse; acaba evvelki adam ne derece müstakzer, ikinci adam ne derece müteaffin... hattâ hayal gözünü kapasa, vehim dahi burnunu tutsa mağarala­rından kaçsalar, akıl onları tev­bih etmeğe hakkı olmayacaktır.

İşte şu cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekanda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile herşeyi temaşa eder. Hakikaten cerbeze, envaiyle garaibin makinesidir.

Görülmüyor mu ki, cerbeze-âlud bir âşıkın nazarında, umum kâinat, bir­birine muhabbet ile müncezib, rakkasane hareket edip gülüşüyor.. Veyahut çocuğunun ve­fatıyla matem tutan bir vâlidenin cerbeze-âlud me’yusiyeti na­zarında, umum kâinat hüzün-engizane ağlaşıyor.» (S.T.İ.75)



Atıf notları.

-Cerbezeli padişah hikâyesi, bak: 86.p.

-Cerbeze-i lisaniye sahibi münafık, bak: 760/1.p.

-Kuvve-i akliyenin ifratla cerbezesi, bak: 3388.p.

552- qqCERCİS (A.S.) i[%h% : (Circis)

Kur’anda ismi geçmeyen Cercis A.S. Taberi tarihine göre: İsa Aleyhisselâm’dan sonra havariler devrinde Filistin’de yaşamış ve İsa (A.S.)’ın şeriatı ile amel etmiş olan bir peygamberdir. Yedi sene tebliğde bulunarak Taberi ve Salebiye Musul hü­kümdarı tarafından çok işkencelere maruz kal­mış, dört defa öldürülmüş ve mu’cize ile dirilerek tekrar tebliğ vazifesine de­vam etmiştir. Hristiyanlarca St. Georges namı ile anılan Cercis’in (A.S.) Ki­lise tarihine göre miladi 3. asrın nihayetlerinde Filistin’in Remle kasabasında doğduğu zannedilir. Buna göre Cercis (A.S.) havariler devrinde yaşamış ola­maz. (Kamus-ül A’lam ve İslâm Ansiklopedisi’nden telhisen alınmıştır.) Kendisine düşmanlık eden kavim, ateşle helâk edilmiştir. En sonunda Cercis Aleyhisselâm yine şehid edilmiştir.



553- qqCESARET ?‡_K% : Cesurluk, yiğitlik, korkusuzluk. (Bak: Cihad)

Cesaretin asıl menbaı imandır. Bazı insanlar fıtraten cesur olsalar bile, hakiki ve istikametli cesareti, imanla elde edebilirler. Bediüzzaman Hazretle­rinin Rumeli se­yahatinde trende sorulan bir suale verdiği cevab, bu hakikatı güzel isbat eder. Şöyle ki:

«Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeliye seyahati münasebetiyle Vilayat-ı Şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin ar­kadaşla bir mübahase oldu. Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye mi, yoksa ha­miyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?” o zaman dedim:

Biz müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehiddir. İtibarî, zahirî, arızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye, avam ve havassa şamil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine -yani me­nafi-i şahsiyesini millete feda edene- has kalır. Öyle ise, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kal’ası olmalı. Hususan biz şarklılar, garblılar gibi değiliz. İçimizde kalblere hakim, hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî ekser en­biyayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki; yalnız hiss-i dinî şarkı uyandırır, terakkiye sevkeder. Asr-ı Saadet ve Tabiîn, bunun bir bürhan-ı kat’isidir.

Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran, bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım! Ve şimdi zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:

554- “Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arab içinde tamamiyle mezcolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranidir. Kırıl­maz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. Tahrib edilmez, mağlub olmaz bir kudsî kal’adır” dediğim vakit o iki mü­nevver mekteb muallimleri bana dedi­ler: “Delilin nedir? Bu büyük dâvaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım. Delil nedir?”

Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencere­den baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:

İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevab veriyor. Benim bede­lime o masum çocuk bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte lisan-ı hali bu gelecek hakikatı der:

Bakınız bu dabbetülarz, dehşetli hücum ve gürültüsünü ve bağırmasıyla ve tü­nel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yolda bir metre ya­kınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetülarz tehdidiyle ve hücumunun tahak­kümü ile bağırarak tehdid ediyor. “Bana rast gelenlerin vay haline” dediği halde o masum yolunda du­ruyor. Mükemmel bir hürriyet ve hârika bir cesa­ret ve kahramanlıkla beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor.

Bu dabbetülarzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: “Ey şimendifer! Sen ra’d ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamaz­sın.”

Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle güya der: “Ey şimendifer! Sen bir ni­zamın esirisin. Senin gem’in, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yolunda git, kumanda­nının izniyle yolundan geç.”



555- İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu masum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-ü Yunanî o acib kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuk ye­rinde burada bulunduk­larını farzediniz. Onların zamanında şimendifer ol­madığı için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdid hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!... O hâ­rika cesaretle­riyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız nasıl bu dabbetülarzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamı­yorlar. Çünki onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için muti bir merkeb zannetmiyorlar. Belki gayet müdhiş, parçalayıcı, vagon cesame­tinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm ederler.

556- Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hür­riyet veren ve çok mertebe onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak ha­letini veren, o masu­mun kalbinde hakikatın bir çekirdeği olan şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan itikadı ve itmi’nanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı ga­yet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların onun kumandanını bilmemek ve intizamına inan­mamak olan cahilâne itikadsızlıklarıdır.

557- Bu temsilde, o masum çocuğun imanından gelen kahramanlık gibi, bin senede İslâm taifelerinin birkaç aşiretinin (Türk ve Türkleşmiş milletin) kalbinde yerleşen iman ve itikad cihetiyle, ruy-i zeminde yüz mislinden zi­yade devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla, İslâmiyet ve kemalat-ı maneviyenin bayrağını Asya ve Afrika’da ve yarı Avrupa’da gezdiren ve “Ölsem şe­hidim, öldürsem gaziyim” deyip ölümü gülerek karşı­lamakla beraber, dünyadaki müteselsil düşman hâdisatlara karşı da, hatta mikroptan kuyruklu yıldızlara kadar beşerin küllî istidadına karşı düşmanlık vaziyetini alan o dehşetli şimendiferlerin tehdidlerine karşı, imanın kahra­manlığıyla mukabele edip korkmayan; kaza ve ka­der-i İlahiyeye karşı imanın teslimiyetiyle korkmak, dehşet almak yerinde, hikmet ve ibret ve bir nevi sa­adet-i dünyeviyeyi kazanan başta Türk ve Arab taifeleri ve bütün Müslüman kabileleri, o masum çocuk gibi fevkalâde bir manevi kahramanlık gös­terdik­leri gösteriyor ki, istikbalin hâkim-i mutlakı, âhirette olduğu gibi dünyada da İslâmiyet milliyetidir. (H.Ş.64-69)

Kur’an (59:14) âyeti, din düşmanlarının İslâm cemaatine karşı, korkak­lıkların­dan siperlerde ve teknik imkânlarla mukabele edeceklerine işaret eder. (Bak: 284. parag­raf haşiyesi)



558- İmandan gelen cesaretin temin ettiği istinad noktasıyla kazanılan kalbî hu­zuru, hakiki imandan başka hiçbir şey veremez. Çünki:

«Abid, namazında der: ­yÁV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž ²–«~ ­f«Z²-«~ Yani: “Hâlık ve Rezzak, on­dan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm’dir; abes iş yapmaz. Hem Rahim’dir; ihsanı, merhameti çoktur.” diye itikad ettiğinden her şeyde bir ha­zine-i rahmet kapısını bulur, dua ile çalar. Hem her şey’i kendi Rabbisinin emrine müsahhar görür, Rabbisine iltica eder. Tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. İmanı, ona bir emniyet-i tamme verir. Evet her hakiki hasenat gibi cesaretin dahi menbaı; imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalâlettir. Evet tam mü­nevver-ül kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ih­timaldir ki onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hay­ret ile sey­redecek. Fakat meşhur bir münevver-ül akıl denilen kalbsiz bir fâsık feyle­sof ise; gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız Ar­zı­mıza çarpmasın mı?” der; evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika tit­redi. Çokları gece vakti hanelerini terkettiler.» (S.19)



559- Peygamberimiz (A.S.M.) imandan gelen şecaat ve cesaretin en yük­sek de­recesinde idi: «Başta İmam-ı Buhari, eimme-i hadis haber veriyorlar ki: Bir def’a ge­cede, Medine-i Münevvere’nin haricinde, düşman hücum ediyor gibi mühim bir hâdise işaa edildi. Sonra cesur atlılar çıktılar, gittiler. Yolda görüyorlar, bir zat geli­yor. Baktılar, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesse­lâm’dır. Ferman etmiş: “Birşey yoktur.” Meşhur Ebu Talha’nın atına binip, şecaat-ı kudsiyesi muktezasınca, her­kesten evvel gitmiş, tahkik etmiş ve dönmüştü.» (M.153)

Hem «Gar mes’elesinde, Ebu Bekir-is Sıddık ile beraber halâs ve kurtu­luş ümidi tamamıyla kesildiği bir anda, _«X«Q«8 «yÁV7~ Å–¬~ ²r«F«# «ž (53) “Korkma, Al­lah bi­zimle beraberdir.” diye Ebu Bekir-is Sıddık’a verdiği teselli ve tavk-ı beşerin fev­kinde bir ciddiyetle, bir metanetle, bir şecaatle, havfsız, tereddüdsüz gösterdiği va­ziyet; elbette sıdkına ve nokta-i istinadı olan Hâlıkına itimad ettiğine güneş gibi bir bürhandır. » (İ.İ.106)



Bir atıf notu:

- Peygamberimiz’in (A.S.M.) şecaatı, bak: 1370.p.sonu ve 2531.p.

560- Cesaretin zıddı olan korku hissinin de hikmeti ve meşru bir hududu var­dır. Evet «Cenab-ı Hak, havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş; hayatı tah­rip için değil! Ve hayatı, ağır ve müşkil ve elîm ve azab yapmak için verme­miştir. Havf; iki, üç, dört ihtimalden bir olsa... hattâ beş-altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârane bir havf, meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek; evhamdır, hayatı azaba çevirir.» (M.415)

Bir atıf notu:

-Keçinin ıztırar vaktindeki cesareti, bak: 379.p.

561- qqCESARET-İ MEDENİYE y[9f8 ?‡_K% :

Her türlü baskılara karşı çekinmeden hakikatı söylemek. Müsbet hare­kette korkmamak. Haklı olduğu bir mes’elede korku göstermemek. İçtimaî münasebet­lerde girişkenliktir.

Diğer bir ifade ile, hürriyet-i şer’iyedeki «şefkatle cihazlanmış şehamet-i ima­niye’dir. Yani tezellül etmemek, haksızlara zâlimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil etmemek. Yani hürriyet-i şer’iyenin esasları olan; müstebidlere dalkavukluk etmemek ve biçarelere tahakküm ve tekebbür et­memektir.» (H.Ş.35)

Atıf notları:

-Zaifin kaviye karşı izzet-i nefsi, bak: 1878, 1879.p.lar.

-Aşağılık kompleksine kapılmamak, bak: 1882.p.

-Kuvve-i gazabiyenin ifrat, tefrit ve vasatı, bak: 3387.p.

562- qqCEVAMİ-ÜL KELİM vVU7~ p8~Y% :

İcazlı sözler, veciz ifadeler. Lafızları az, mânası çok kelâmlar, sözler, iba­reler, fıkralar. (Bak: Edebiyat) Cevami-ül kelim hakkında bir hadis-i şerifte Resul-i Ekrem (A.S.M.) şöyle buyuruyor:

~®‡_«M¬B²'~ ­•«Ÿ«U²7~ «|¬7 «h¬M­B²'~«— «v¬V«U²7~ «p¬8~«Y«% ­a[¬O²2­~

Yani: “Bana bir çok mânaları cami, en beliğ kelimeler verildi ve benim için sözler tamamıyla kısaltıldı. Yani, en az bir sözle bir çok mânaları ifade etmek me­leke-i lisaniyesi ihsan buyuruldu.” (54)

Demek oluyor ki, hadislerdeki kelime ve ifadelerde, çeşitli mâna vecihleri ve in­celikleri bulunur. Bilhassa müteşabih ifadeler daha ince mânalıdır. (Bak: 2764.p.)

563-qqCEVŞEN-ÜL KEBİR h[AU7~ w-Y% : Büyük zırh, *Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (A.S.M.) vahiyle gelen en azîm ve en mühim bir münacatın ismi­dir. (Bak: Dua)

«Binbir esma-i İlahiyeye sarihan ve işareten bakan; ve bir cihette Kur’andan çı­kan bir hârika münacat olan; ve marifetullahta terakki eden bütün âriflerin müna­catlarının fevkinde bulunan; ve bir gazvede “Zırhı çıkar, onun yerine bu Cevşen’i oku” diye Cebrail vahiy getiren “Cevşen-ül Kebir” münacatı içindeki hakikatlar ve tam tamına Rabbine karşı tavsifler, Mu­hammed’in (A.S.M.) risaletine ve hakkaniye­tine şahadet eder.» (Ş.625)

Evet «Cevşen-ül Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir dere­cede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandanberi gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telâhuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o de­rece-i tavsife yeti­şememeleri gösteriyor ki; duada dahi onun misli yoktur. Ri­sale-i Münacat’ın ba­şında, Cevşen-ül Kebir’in doksandokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir meali­nin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen’in dahi misli yoktur diyecek. » (Ş.129)

«Evet o münacat, doksandokuz ukdeyi müştemil olup, herbir ukde sarihan veya zımnen oniki cevahir-i tevhidiyeyi tazammun etmektedir. Çünki meselâ, tayin makamında bir isim, mutlak bir vasıf ile çağrıldığı zaman, el­bette onda yalnız o sı­fatın hâkim olduğuna ve inhisarının altında bulundu­ğuna delâlet eder. Meselâ °v¬¶<~«…«_< denildiği zaman mânası şöyle olur ki: “Ey âlemde ondan başka dâim olma­yan Allah! Yalnız sen dâimsin.”» (M.Nu.423)



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin