: Devre ait. Zamana dair ve müteallik. *Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddia edep, âhirete inanmıyan münkir ve imansız bir fırka.
Dehriye; zaman, felek mânalarına gelen “Dehr” kelimesinden yapılmış felsefi bir tabirdir. Kur’an’ın müşrikler hakkında nâzil olan “Onlar: Hayat dünyadakinden ibarettir; yaşar ve ölürüz; bizi ancak zaman (el-dehr) helâk eder derler” mealindeki âyetine (45:24) atfen, Allah’ın varlığını ve dünyanın Allah tarafından yaratıldığını inkâr etmekle kalmayıp, dinlerin başlıca ahkâmını (İlahî kanunları, âhireti ve ceza gününü) reddeden ve zaman ile maddenin ebedîliğini ileri sürerek bütün hâdiselerin zaman, dehr ve felek tarafından daimî bir hareket ve değişmeye tâbi tutulduğunu iddia eden felsefi ekole verilen addır.
Bu düşünce cereyanının taraftarlarına “maddiyyun” da denirse de, aralarında bir fark vardır. Dehriyyun, zamanı esas alıp ona ezeliyet ve müessiriyet izafe ederlerken, “maddiyyun” maddeye ezeliyet ve müessiriyet izafe eder.
657- Dehriye, İslâm âleminde miladî 8. yy.da kendini göstermeye başlamıştır. Kaynak ve kökleri hakkında ihtilaf vardır. Bazı felsefe tarihçileri Eski Yunanistan’da M.Ö 6-5.yy. arasında tabiatçı-maddeci felsefeyi, bilhassa Demokritos’un atomcu maddeciliğini dehriye kaynağı olarak zikrederken, bazıları da İran’da Sasanîlerden sonra Pehlevî dilinde yazılan “Şkand Gumanigvizar” adlı risaledeki düşüncelerden ve Zurvaniye’den doğduğunu söylerler. Onlara göre dehriye, Zurvaniye sözünün Arabçadaki karşılığıdır. Doğuda bu inkârcı ve maddeci düşünceleri derleyip toplıyarak felsefî bir ekol haline getiren İbn-i Ravendî’dir. (Öl. Mi. 910) (B.Sami Sağbaş, Felsefe Öğrt.)
658- qqDELİL u[7… : Kılavuz. *Doğru yolu gösteren. *Mechulü keşfetmekte ve malumun sıhhatını isbat etmekte vasıta ve âlet ittihaz olunan husus. *Beyyine. Bürhan. (Bak: Bürhan, İsbat, İstidlal, Naklî Delil)
Mahsûsat âlemi denen ve beş duygu ile idrak edilen ve tecrübe altına alınan âlem-i şehadete ait mes’elelerin isbat delilleriyle, âlem-i şehadetten istidlal yoluyla ve bilhassa naklî delil ile bilinen gaybî ve manevi varlıkların isbat delilleri ve yolları arasında fark vardır. Binaenaleyh her mes’ele kendi delilleriyle isbatlanmalıdır.
Esasen âlem-i şehadetteki varlıkları ve hâdiseleri araştırmak, yalnız onların hususiyetlerini anlamaya çalışmak, maddi âleme ait müsbet ilimleri elde etme yoludur. Bu müsbet ilimlerde tesbit edilen müsbet meseleler ve hükümlerde, inanan inanmayan bütün insanlar müşterektirler. Meselâ: Fizikî kanunlara göre hesablanan bir cismin suda batıp batmayacağı hakkında, inanan da inanmayan da aynı hükmü verir. Esas önemli olan mesele, âlem-i şehadette yapılan doğru istidlaldir. Yani eserden müessire isabetli intikaldir. (Bak: 2226.p.) Bunun da en mühimmi, bütün hakaikın temeli olan iman-ı Billah rüknünün isbatında isabet edip Hâlik-ı Âlem’i bilmektir.
İki atıf notu:
-İman-ı billahın delilleri istidlalîdir, bak: 1633. p.ta ikinci esas
-Tabiiyyun fikrini red ve tevhidi isbat delillerinden birkaç örnek, bak: 232 ilâ 239. p.lar.
659- «Hâlik-ı Âlem’i bize tarif ve ilan eden deliller ve bürhanlar, lâyüaddi ve lâyuhsadır. O delillerin en büyükleri üçtür:
Birincisi: Bazı âyetlerini gördüğün, işittiğin şu “kitab-ı kebir-i kâinat”tır.
İkincisi: Bu kitabın âyet-ül kübrası ve divan-ı nübüvvetin hatemi ve künuz-u mahfiyenin miftahı olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’dır.
Üçüncüsü: Kitab-ı âlemin tefsiri ve mahlukata karşı Allah’ın hücceti olan Kur’an’dır. » (M.N.21)
660- «Tevhid ve nübüvvetin isbatları, yalnız delil-i naklî ile sahih değildir. Çünki devir lâzım gelir. Evet Kur’an ve hadisten ibaret olan naklî delillerin sıhhatı, nübüvvetin sıhhat ve sıdkına bağlıdır. Eğer nübüvvet de delil-i naklî ile isbat edilirse, muhal lâzım gelir. Bunun için Kur’an-ı Kerim, tevhid ile nübüvveti delail-i akliye ile isbat etmiştir. Amma haşir meselesinin hem aklî hem naklî deliller ile isbatı sahihtir.» (İ.İ.144)
İki atıf notu:
-İrşad, maneviyatla beraber delillere de istinad etmelidir, bak: 1706.p.
-Mütekellimînden biri gelip hakaik-i imaniyeyi isbat edeceğinin ihbarı, bak: 3067/1.p.
661- Hakka isabet için, önce inayet ve hikmet-i İlahiye nazarıyla bakmak esastır. Ezcümle, Kur’an (22:73) gibi bazı âyetlerde sinek ve hakir şeylerden getirilen misallerin hikmet ve hakikatını anlamak için bu esastan hareket etmek gerektiği şöyle ifade ediliyor:
«(2:26) ²v¬Z¬±"«‡ ²w¬8 Çs«E²7~ yÅ9«~ «–YW«V²Q«[«4 ~YX«8³~ «w<¬gÅ7~ Å•«_«4 Her kim inayet-i ezeliye ile rububiyet-i İlahiyeyi göz önüne getirip Allah canibinden, kudretin azameti altında bakarsa, }«/YQ«" ve emsaliyle getirilen temsillerin, belâgat kanunlarına muvafık ve Cenab-ı Hak’tan hak olduğunu tasdik eder. Fakat her kim nefsinin emri altında mümkinatı nazara alarak bakarsa, şüphesiz vehimler onu havalandırır, dalâletin bataklığına atar.
Bu iki taife insanların meseli, şöyle iki şahsın meseline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya, diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüd etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise; arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Edna bir vehim, o kafasızı yoldan çıkarır.
Yahud o iki taifenin misali, ellerinde bir âyine bulunan iki şahsın misaline benzer ki; birisi âyinenin şeffaf yüzüne bakar, içinde kendisini gördüğü gibi çok şeyleri de görebilir. Öteki adam ise, âyinenin renkli yüzüne bakar, birşey anlayamaz.
Hülasa: Allah’ın sun’una, ef’aline, kelâmına, temsilatına, üslublarına; inayet ve rububiyetini mülahaza etmekle beraber, Allah’ın cânibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da, ancak nur-u îmanla olur. Bu itibarla vehimler olsa bile, ancak örümcek ağının kıymet ve kuvvetinde olur. Eğer mümkinat cihetinden cüz’î fikriyle, müşteri nazarıyla bakarsa, zaif bir vehim bile onun nazarında bir dağ gibi olur. Cûdi Dağı’nı gözün rü’yetinden meneden sineğin kanadı gibi; zaif, küçük bir vehim de, hakikatı onun gözünün görmesinden setreder.» (İ.İ.161.) (Bak: Nokta-i Nazar)
662- «Kaide-i mukarreredir ki: “Bir isbat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor.” Bir davaya müsbit bir şâhidin hükmü, yüz nâfilere râcih olur. Bu hakikata bir temsil ile bak. Şöyle ki: Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla, o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemiyeceği söylenemez.
İşte hakaik-ı imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor, kapıyı açıyor. Birtek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; isbat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. İşte bu saraya girilmez, belki saray değildir, içinde birşey yoktur der, kandırır.» (L.89)
Hem «bir bürhan ile elde edilen netice-i tevhidi bazı insanlar isti’zam ile dar zihinlerine sıkıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hale karşı o kat’i, sahih bürhanı reddetmek üzere: “Bu neticeyi, bu kadar azametiyle şu bürhan (onu) intac edemez.” diye bahaneler ile kabul etmez. O miskin bilmez mi ki, neticenin kayyumu imandır. Bürhan, ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahaza bürhan bir değildir, bin değildir. Zerrat-ı âlem adedince bürhanlar vardır.» (M.N.198)
Evet «imanî mes’elelerde şüphe; bir delili, hatta yüz delili atsa da, medlûle îras-ı zarar edemez. Çünki binler delil var.» (H.Ş.124) (Bak: Hads)
663- «Hakaik-ı imaniyeyi isbat için îrad edilen bürhanlar ve delilleri tedkik ederken, şu kocaman neticeyi bu zaîf, nahif delil intac edemez diye tenkidatta bulunma. Zira za’fiyetiyle ittiham ettiğin o delilin sağında ve solunda bulunan takviye kuvvetleri ve kıt’aları pek çoktur. Evet İslâmiyet’in sıdkına delâlet eden şâhidlerden, şehidlerden, bürhanlardan, delillerden, emarelerden her birisi, o müdafaa meydanında arkadaşını himaye etmekle sıhhat raporunu imzalıyarak sağlam olduğunu tasdik eder. O da, onun ilim ve haberine ehl-i vukuf olur. Çünki hakaik-ı imaniyede hedef sübuttur, nefy değildir. Sabit olan bir şeyi gösterenlerin biri, bin gibidir. Zira sübutta gösterenlerin gösterme tarzları birbirine uygun ve muvafık olduğundan, her birisi ötekileri tezkiye ve tasdik etmiş olur. Nefy cihetinde, nefy edenlerin şehadetlerinde tevafuk yoktur. Nefylerine mütehalif esbab gösterirler. Bunun için, şehadetleri birbirinin sıhhatine delil olamaz. Çünki tevafuk yok.» (M.N.102)
«Evet sübutî bir emri ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefyetmenin gayet müşkil olduğu, bu temsilden görünür. Şöyle ki; biri dese: Süt konserveleri olan gayet hârika bir bahçe, Küre-i Arz üzerinde vardır. Diğeri dese: Yoktur. İsbat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle kolayca davasını isbat eder.
İnkâr eden adam, nefyini isbat etmek için Küre-i Arzı bütün görmek ve göstermekle davasını isbat edebilir. Aynen öyle de: Cennet’i ihbar edenler yüzbinler tereşşuhatını, meyvelerini, âsârını gösterdiklerinden kat-ı nazar, iki şâhid-i sâdıkın sübutuna şehadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden, hadsiz bir kâinatı ve hadsiz ebedî zamanı temaşa etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını isbat edebilir, ademini gösterebilir.» (S.118) (Bak: 1635.p.)
664- «Maahâza bürhanların hey’et-i mecmuasına terettüb eden matlubun kuvvet ve vuzuhunu her ferdden istemek ve her ferdde aramak, aklın hastalığına, zihnin cüz’iyetine işaret olup, matlubu red ve inkâr için bir zemin teşkil ediyor. Binaenaleyh bir bürhana bakıldığı zaman za’fiyetten dolayı vehimler başgösterirse, öteki bürhanlardan süzülen kuvvet ile ortada za’fiyet kalmaz, vehimler de dağılır. Maahâza bazı bürhanlar suya benziyor, bir kısmı da havaya benziyor, bir kısmı da ziya gibidir. Binaenaleyh, bu gibi bürhanları gayet latif ve dikkatli ince bir fikir ile arayıp tutmalıdır ki; dökülmesin, sönmesin, uçmasın!...» (M.N.63)
665- Hem «Cenab-ı Hakk’ın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyat ve şâhidlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berahin ve deliller mesamatıyla temaşa etmek iktiza ediyor ki; senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen her bir nuru tenkid parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkid etme! Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma! Belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol, dur. Çünki ben müşahede ettim ki, marifetullahın şâhidleri, bürhanları üç çeşittir:
Bir kısmı: Su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkid parmaklarıyla tecessüs edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, parmağı mekân ittihaz etmez.
İkinci kısım: Hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesimine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut; tenkid elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et! Tereddüd ile baksan, tenkid ile el atsan o yürür gider. Senin elini mesken ittihaz etmez, ona râzı olmaz.
Üçüncü kısım ise: Nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyle ise sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünki nur; el ile tutulmaz, parmaklar ile avlanmaz; belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris ve maddi elini uzatsan ve maddi mizanlarla tartsan, sönmese de gizlenir. Çünki öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda da giremez. Kesifi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.» (L.128)
666- «Mesail-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri, bürhan-ı kat’î istese, diğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder. Başkası, yalnız bir kabul-ü teslimî ve reddetmemek ister. Öyle ise, esasat-ı imaniyyeden olmayan mesail-i fer’iye veya vukuat-ı zamaniyenin herbirinde bir iz’an-ı yakîn ile bir bürhan-ı kat’î istenilmez. Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.» (S.341)
Atıf notu:
-Hakkı kabul niyeti olmıyanlar, bedihî delilleri de kabul etmezler, bak: 1654.p.sonu
667- qqDELİL-İ İHTİRA’ š~hB'É~ ¬u[7… : İhtira’; Cenab-ı Hakk’ın herşeyi hiçten icad etmesi ki, bu hakikat, Allah’ın varlığını kabul etmeyi, akıl ve mantıkça zaruri kılar. Şöyle ki:
«Sâniin vücud ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de (2:21)
²vU¬V²A«5 ²w¬8 «w<¬gÅ7~«— ²vU«T«V«' >¬gÅ7«~ cümlesiyle işaret ettiği “Delil-i İhtiraî”dir. Delil-i ihtiraînin hülasası şöyle izah edilebilir:
Cenab-ı Hak, hususi eserlerine menşe’ ve kendisine lâyık kemalâtına me’haz olmak üzere, her ferde ve her nev’e has ve müstakil bir vücud vermiştir. Ezel cihetine sonsuz olarak uzanıp giden hiçbir nevi yoktur. Çünki bütün enva’; imkândan vücub dairesine çıkmamışlardır. Ve teselsülün de bâtıl olduğu meydandadır. Ve âlemde görünen şu tagayyür ve tebeddül ile bir kısım eşyanın hudûsu, yani yeni vücuda geldiği de göz ile görünüyor. Bir kısmının da hudûsu, zaruret-i akliye ile sabittir. Demek, hiçbir şeyin ezeliyeti cihetine gidilemez.
Ve keza, ilm-ül hayvanat ve ilm-ün nebatatta isbat edildiği gibi, envaın sayısı iki yüz bine bâliğdir. Bu nev’ler için birer âdem ve birer evvel-baba lâzımdır. Bu evvel-babaların ve âdemlerin daire-i vücubda olmayıp ancak mümkinattan olduklarına nazaran, behemehal vasıtasız kudret-i İlahiyeden vücuda geldikleri zaruridir. Çünki bu nev’lerin teselsülü, yani sonsuz uzanıp gitmeleri bâtıldır. Ve bazı nev’lerin başka nev’lerden husule gelmeleri tevehhümü de bâtıldır. Çünki iki nev’den doğan nev’, alel-ekser ya akimdir veya nesli inkıtaa uğrar. Tenasül ile bir silsilenin başı olamaz.
Hülasa: Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei en başta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir.» (İ.İ.88) (Bak: Ezeliyet, İcad)
Atıf notu:
-Eşyanın ani ve tedricî icadları meselesi, bak: 1148.p.
668- qqDELİL-İ İMKÂNÎ z9_U8É~ ¬u[7… : İmkânat-ı muhtelifeden çıkan delil.
(Bak: Hudus)
«Bu delilin hülasası: Kâinatın ihtiva ettiği zerrelerden her birisinin gerek zatında, gerek sıfatında, gerek ahvalinde ve gerek vücudunda gayr-ı mütenahi imkânlar, ihtimaller, müşkilatlar, yollar, kanunlar varken; birdenbire o zerre gayr-ı mütenahi yollardan muayyen bir yola sülûk eder. Ve gayr-ı mahdud hallerden bir vaziyete girer. Ve gayr-ı ma’dud sıfatlardan bir sıfatla vasıflanır. Ve doğru bir kanun üzerine mukadder bir maksada harekete başlar ve vazife olarak uhdesine verilen herhangi bir hikmet ve bir maslahatı derhal intac eder ki, o hikmet ve o maslahatın husule gelmesi ancak o zerrenin o çeşit hareketiyle olabilir. Acaba o kadar yollar ve ihtimaller arasında o zerrenin mâcerası, lisan-ı haliyle, Sani’in kasd ve hikmetine delâlet etmez mi?
İşte her bir zerre, -müstakillen- kendi başıyla Sâni’in vücuduna delâlet ettiği gibi, küçük büyük herhangi bir teşekküle girerse veya herhangi bir mürekkebe cüz’ olursa, girdiği ve cüz’ olduğu o makamlarda kazandığı nisbete göre Sâni’ine olan delâletini muhafaza eder.» (İ.İ.92) (Bak: 1557.p.)
669- qqDELİL-İ İNAYET }<_X2 ¬u[7… : «Bu delil; kâinatı ve kâinatın eczasını ve envaını ihtilalden, ihtilaftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır. Menfaatlerden, maslahatlardan bahseden büyüt âyat-ı Kur’aniye, bu nizam üzerine yürüyor ve bu nizamın tecellisine mazhardır. Binaenaleyh, bütün mesalihin, fevaidin ve menafiin mercii olan ve kâinata hayat veren bir nizam; elbette ve elbette bir nâzımın vücuduna delâlet ettiği gibi, o nâzımın kasd ve hikmetine delâlet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder.
670- Ey insan! Eğer senin fikrin, nazarın şu yüksek nizamı bulmaktan âciz ise ve istikra-i tâm ile, yani umumi bir araştırma ile de o nizamı elde etmeye kadir değilsen, insanların telahuk-u efkâr denilen fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünun ile kâinata bak ve sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin. Evet kâinatın herbir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiş veya etmektedir. Fen ise kavaid-i külliyeden ibarettir. Kaidenin külliyeti ise, nizamın yüksekliğine ve güzelliğine delâlet eder. Zira nizamı olmayanın külliyeti olamaz. Meselâ: Her âlimin başında beyaz bir imame var. Külliyetle söylenilen şu hüküm, ülema nev’inde intizamın bulunmasına bakar.
Öyle ise, umumi bir teftiş neticesinde fünun-u kevniyeden herbirisi, kaidelerinin külliyeti ile kâinatta yüksek bir nizamın bulunmasına bir delildir. Ve herbir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle Sâni’in kasd ve hikmetini ilan ediyorlar. Adeta vehim şeytanlarını tardetmek için herbir fen, birer necm-i sâkıbdır. Yani bâtıl vehimleri delip yakan birer yıldızdırlar.
671- Ey arkadaş! O nizamı bulmak için umum kâinatı araştırmaktansa, şu misale dikkat et, matlubun hâsıl olur: Göz ile görünmiyen bir mikrob, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garib bir makine-i İlahiyeyi havidir. O makine mümkinattan olduğundan, vücud ve ademi mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zaruridir. O illet ise, esbab-ı tabiiye değildir. Çünki o makinedeki ince nizam, bir ilim ve şuurun eseridir. Esbab-ı tabiiye ise; ilimsiz, şuursuz, camid şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden neş’et ettiğini iddia eden adam, esbabın herbir zerresine Eflatun’un şuurunu, Calinos’un hikmetini i’ta etmekle beraber; o zerrat arasında bir muhaberenin de mevcud olmasını itikad etmelidir. Bu ise, öyle bir safsata ve öyle bir hurafedir ki, meşhur sofestaiyi bile utandırıyor.
Maahaza, esbab-ı maddiyede esas ittihaz edilen kuvve-i cazibe ile kuvvet-i dafianın, inkısama kabiliyeti olmıyan bir cüz’de birlikte içtimaları iltizam edilmiştir. Halbuki bunlar birbirlerine zıd olduklarından, içtimaları caiz değildir. Fakat cazibe ve dafia kanunlarından maksad, “âdâtullah” ile tabir edilen kavanin-i İlahiyye ise ve tabiatla tesmiye edilen şeriat-ı fıtriyye ise, caizdir. Lâkin kanunluktan tabiata, vücud-u zihnîden vücud-u haricîye, umur-u itibariyeden umur-u hakikiyeye, âlet olmaktan müessir olmaya çıkmamak şartıyla makbuldür. Aksi takdirde caiz değildir.
Ey arkadaş! Misal olarak gösterdiğim o küçük hurdebinî hayvancığın yani mikrobun büyük fabrikasındaki nizam ve intizamı aklın ile gördüğün takdirde başını kaldır, kâinata bak! Emin ol ki; kâinatın vuzuh ve zuhuru nisbetinde o yüksek nizamı, kâinatın sahifelerinde pek zâhir ve okunaklı bir şekilde görüp okuyacaksın.
672- Ey arkadaş! Kâinatın sahifelerinde “Delil-ül İnaye” ile anılan nizama ait âyetleri okuyamadı isen, sıfat-ı kelâmdan gelen Kur’an-ı Azimüşşan’ın âyetlerine bak ki; insanları tefekküre davet eden bütün âyetleri şu delil-ül inaye’yi tavsiye ediyorlar. Ve nimetleri ve faideleri sayan âyetler dahi, delil-ül inaye denilen o yüksek nizamın semerelerinden bahsediyorlar.
Ezcümle: Bahsinde bulunduğumuz şu âyet (2:22)
®š_«X¬" «š_«WÅK7~«— _®-~«h¬4 «Œ²‡«²~ vU«7 «u«Q«% >¬gÅ7«~
²vU«7 _®5²ˆ¬‡ ¬~«h«WÅC7~ «w¬8 ¬y¬" «‚«h²'«_«4 ®š_«8 ¬š_«WÅK7~ «w¬8 «Ä«i²9«~«—
cümleleriyle o nizamın faidelerini ve nimetlerini koparıp insanlara veriyorlar.» (İ.İ. 86-88)
İşte kâinatta konulan bu nizam, nimetlerin vesilesi ve bir nevi tezgahları hükmündedir. Kur’an (25:62) gibi âyetleri bu hakikata işaret eder. (Bak: 2842-2844.p.lar)
673- qqDEMOKRASİ |,~h5Y8 ˜… : (yu.i.) (Demos: halk. Kratia: İdare, iktidar) Halk iktidarına dayanan hükümet şekli. Devlet iktidarını elinde bulunduranların halkın çoğunluğunun iradesiyle seçildiği hükümet şeklidir. Tatbikatı üç şekildir:
l- Vasıtasız hükümet şekli: Halk, devlet iktidar ve hâkimiyetini vasıtasız olarak kullanır. Kanunları kendisi yapar, suçluları kendisi muhakeme eder, idareyi kendisi yürütür. Bu usül ancak küçük cemiyetlerde tatbik imkânına sahiptir.
2- Yarı vasıtasız hükümet şekli: Halk reyi ile temsilciler meclisi seçilir. Meclisin çıkardığı kanunların tatbik edilebilmesi için, halkın reyine baş vurulması (referandum) şarttır.
3- Temsilî hükümet şekli: Cumhuriyet. Halk seçim yolu ile hâkimiyet ve iktidarı, belli bir zaman için seçtiği temsilciler meclisine devreder. İktidarı halk adına meclisler kullanır.
Demokrasinin temsilî şekli olan cumhuriyetin de üç ayrı tatbik şekli vardır:
l- Meclis hükümeti sistemi: Hükümet, meclis iradesiyle teşekkül eder. Eğer hükümet, meclisin itimadını kaybederse meclis tarafından düşürülür.
2-Parlementer hükümet sistemi: Hükümetle meclis, belli ölçüler içinde birbirine karşı müstakildir.
3- Başkanlık hükümeti sistemi: Hükümet başkanını halk seçer. Başkan, hükümet üyelerini kendisi tayin eder ve kendisi azleder.
673/1- Demokrasi, hukuk devletine ve millet ekseriyetinin hâkimiyetine dayalı olup, kişi veya azınlık hâkimiyetini reddeder. Bu idare sisteminde, demokrasinin temellerine aykırı olmayan herhangi bir inanış ve fikir sahibleri; zora, tehdide baş vurmamak veya idareyi ele geçirmek üzere isyana teşebbüs yahut açıkça teşvik etmemek şartlarıyla, kendi inanış ve fikirlerini neşir, tebliğ ve telkin etmekte hürdür. Bu, demokrasinin temel bir prensibidir. Ancak din, vicdan ve söz hürriyetleri, serbest seçim, hukuk devleti ve kanun hâkimiyetine dayanmak gibi, demokrasinin temellerine aykırı düşen fikirler, fikir hürriyeti sahasında dahi yasaklanır. Çünki temel hürriyetleri tahrib etme hürriyeti olamaz.
673/2- Serbest seçim, insanın insana hâkim olmasını kaldıran hukuk devleti olmak prensibi, din vicdan ve söz hürriyetleri gibi esasları 14 asır önce en ekmel ve hakka müstenid şekliyle İslâmiyet getirdi. O halde demokratlık iddia edenler, iddialarında sâdık olmaları halinde, İslâmiyet’e muhalefet etmeleri şöyle dursun, aksine ona hürmet etmeleri gerekir. Amma hukukun menşeini İlahîlikten beşerîliğe, Hakk’ın hâkimiyetini halkın hâkimiyetine çeviren demokrat milletler ise, bu cihette İslâmiyet’e ters düşmektedirler.
Demokrasiye dayanmış bir idarede en önemli unsur, halk ekseriyetinin vicdanî olan temayülünü birinci derecede nazara almaktır. Aksi halde idare eden ve edilenler arasında milli bir ahenk sağlanamaz. Bu ise tabansız ve demokrasiye dayanmamış idare olur.
Türk milleti asırlardan beri dine bağlı yaşayışının neticesi olarak din duygusu vicdanlarda yerleşmiştir. Bu millî temayül devlet sisteminin temelinde açıkça yerini bulmalıdır. Aksi halde devlet makamlarında bulunan bazı ideolojik temayül sahibleri din, vicdan ve fikir hürriyetlerinin elastikliğini istismar ederek istedikleri istikamette ve millî temayülü rencide edecek şekilde daraltma ve genişletme yoluna sapacak ve millî ahenk düzelemiyecektir.
Anayasanın referandumdan geçmesi halkın, ilmî inceleme neticesi olarak görüşlerinin alınması için değildir. Çünkü avam tabakası demokrasinin, tarihi gelişme ve doğuş sebeblerini ve sosyoloji ve hukuk felsefesini bilmez ki incelesin. Şu halde referandum; halkın vicdanî temayüllerine mutabakatının sağlanması hikmetine dayanır. Tâ ki idare mekanizması, tabana istinadsız kalmasın ve halkın tepkisiyle ezilmesin veya idare eden ve edilenler arasında daimi anlaşmazlıkla içtimaî huzur bozulmasın.
Demokrasi’nin temel prensiplerinden birisi olan halk hâkimiyeti prensibi; bir İslâm cemiyetinde halkın kendisini Allah’ın emirlerine uygun olarak idare etmek istemesi şeklinde ortaya çıkar. Bunun aksini düşünmek tenakuz olur. Çünki İslâmiyet’e bağlı bir milletin bilerek Allah’ın insan hayatındaki hâkimiyetinin tahakkukunu sağlayan kanunlarının ilgasını istiyeceği düşünülemez. Bunun da mantıkî neticesi şudur: İslâm cemiyetinde demokrasi, ancak bir İslâm Cumhuriyeti olarak ortaya çıkar. (Bak: 2196. p.sonu)
Çünkü Demokrasi, değişmez esasları dışında kalan her şekle ve anlayışlara şekillenen bir sistemdir. Mesela halk çoğunluğunun tercih ettiği sisteme ve anlayışa uyar ve şekillenir. Halk çoğunluğunun tercihi değiştikçe o da değişir.
(Bir İslâm Cumhuriyetinde yaşıyan azınlıkların hak ve hürriyetleri için, Hürriyet-i Vicdan maddesinde 1418-1420.p.lara bakınız.) Demokrasi mevzuu ile alâkalı olan Aristokrasi, Cumhuriyet, Teokrasi maddelerine de bakınız.
Dostları ilə paylaş: