904- Mezkûr âyetin «w[¬T¬,_«S²7~ Ŭ~ ¬y¬" Çu¬N< _«8«— cümlesi, mukadder bir suale cevabdır.
Şöyle ki: «Kur’an-ı Kerim ~®h[¬C«6 ¬y¬" Çu¬N< cümlesinde dalalete atılanlar kimler olduğunu beyan etmeyip mübhem bıraktığından, sami’ korktu. “Acaba o dalalete atılanlar kimlerdir? Sebeb nedir? Kur’anın nurundan zulmet nasıl geliyor?” diye sorduğu bu üç sual, şu cümle ile cevablandırılmıştır: “Onlar fasıklardır. Dalalete atılmaları, fısklarının cezasıdır. Fısk sebebiyle, fasıklar hakkında nur nara, ziya zulmete inkılab eder.» (İ.İ.165)
905- «Kur’an-ı Kerim’in i’caz ve nazmında şek ve şübheleri ika’ eden fasıkların bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlar ile tavsifleri, pek yüksek ve latif bir münasebeti taşıyor. Evet sanki Kur’an-ı Kerim diyor ki: “Kur’an-ı Ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’cazını göremiyen veya görmek istemiyen o fasıkların; Kur’an-Kerim’in de nazm ve i’cazında tereddüdleri ve kör gözleriyle i’cazını görmeyip inkâr etmeleri, baid ve garib değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvülat-ı garibeyi ve inkılabat-ı acibeyi abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’anın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akim, semerelerini acı gördüler.» (İ.İ. 173)
906- Fasıklar, sefih ve hayatperest oldukları ve herkesi hayata teşvik ettiklerinden onlara şöyle hitab ediliyor:
«Ey müslümaları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san’at ve terakkiyat-ı ecnebiyeye cebr ile sevkeden behbaht hamiyetfüruş! Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın! Eğer böyle ahmakane, körü körüne, topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i katil hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye zehir olur. Ondandır ki, ilm-i Usul’de “Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya musalaha etse, hakk-ı hayatı var” diye Usul-i Şeriat’ın bir düsturudur. Hem Mezheb-i Hanefiye’de, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür. Fakat fasık merdüd-üş şehadettir. Çünki haindir.
Ey bedbaht fasık adam! Fasıkların kesretine bakıp aldanma ve “ekseriyetin efkârı benimle beraberdir” deme! Çünki fasık adam, fıskı istiyerek ve bizzat taleb edip girmemiş; belki içine düşmüş çıkamıyor. Hiç bir fasık yoktur ki, salih olmasını temenni etmesin ve âmirini ve reisini mütedeyyin görmek istemesin. İlla ki, el-iyazübillah irtidad ile vicdanı tefessüh edip, yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın.» (L.122)
«Bizde biri fasık olsa, galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zira arzu-yu masiyet, vicdandaki imanın sadasını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve maneviyatını sarsmadan, istihfaf etmeden tam ihtiyar ile şerri işlemez. Onun için İslâmiyet; fasıkı hain bilir, şehadetini reddeder. Mürtedi zehir bilir, idam eder.» (H.Ş.144) (Bak: 1171.p.) H.İ. ci: 6 sh: 381’deki bölüm, şehadetleri kabul edilmeyenler hakkındadır.
907- qqFASIK-I MÜTECAHİR h;_DB8 s,_4 : Günahları açıkça ve hayasızca işleyen adama fasık-ı mütecahir denir. Fasık-ı mütecahirin vahameti hakkında birkaç nokta tesbit edeceğiz. Şöyle ki:
Fasık-ı mütecahir, günahı pişmanlık duymadan ve açıkça işlemekle Allah’a karşı manevi mes’uliyet duygusunu kaybetmiş ve nefsanî arzularıyla başbaşa kalmış, başıboş bir insandır. Kendi arzu ve isteklerinden başka bir değer ölçüsüne sahip değildir. Hem fasık-ı mütecahir bu fiiliyatıyla başkalarının da nefsini günahlara tahrik ettiğinden günahların teşvikçisi ve dolayısıyla cemiyetin bozulmasına çalışan bir unsur ve gayrın hukukuna manen mütecaviz durumundadır. Nitekim bir Hadis-i Şerifte:
« «w<¬h¬;_«DW²7~ Ŭ~ °}«4«_Q8 |¬BÅ8~ Çu6 Yani: Ümmetimin hepsi (Allah tarafından) afvolunmuştur. Yalnız aşikâre günah işleyenler müstesnadır; onlar afvedilmemişler-dir.» (93)
908- Şüphe yok günahın gizlisi de, açığı da fenadır; cezası vardır. Fakat günah aşikare işlense veya gizli yapılmış olan günahları ötekine berikine ve bilhassa gençlere söylense; bu günahları yayma, öğretme ve teşvik etme manasında bir hareket sayılır. İşte bu ikinci günah, ağır bir fesad ve cürüm olmaktadır. Gayr-ı ahlâkî filmleri, cinayet, hırsızlık, soygun ve cürüm sahnelerini genç nesillere gösterip yaymak dahi aynı ifsad ve günahları tekrar tekrar neşir ve teşvik olduğu da muhakkaktır ve milli ahlâka büyük bir darbedir. Bu yolda yürüyen neşriyatı almak dahi, o günahlara yardım ve iştirak sayılır. (Bak: 704. ilâ 707.p.)
909- Hem fasık-ı mütecahir, pek çok iyi hasletlerin vesilesi ve günahlara ani olan haya hissinin cemiyette yok edilmesine çalışan bir unsur olup insaniyetin yüksek şahsiyetini ve faziletini kaybettirir. Bunların şerlerinden insanları ikaz etmek gayesiyle fasık-ı mütecahir hakkında yapılan gıybet dahi gıybet sayılmaz. (Bak: 1057.p.sonu ve K.H. 3081. hadis) Çünki bir kimsenin kötü sıfat ve fiillerini ifşa etmek manasında olan gıybeti, fasık-ı mütecahir olan kişi açık fıskıyla damlı olarak kendi hakkında bu gıybeti yapmakta ve üzülmemekte hatta günahıyla övünmektedir. Bunlara hürmet de edilmez. (Bak: 1402.p.)
Bir hadis-i şerifte de mealen şöyle buyruluyor: «Bir hata, bir kabahat gizlice yapılmış olunca zararı yalnız onu yapana ait olur. Fakat aleni yapılır da menedilmez ise zararı ammeye dokunur.» (94)
910- Kur’an (4:148) âyetinde: «¬Ä²Y«T²7~ «w¬8 ¬šYÇK7_¬" «h²Z«D²7~ yÁV7~ Ç`¬E< « “Allah kötü sözün ilan edilmesini sevmez. Kötü fiil şöyle dursun, kötülüğün söz kabilinden olarak bile meydana konulmasını istemez, buğzeder.” Gerçi Allah ne fi’len, ne kavlen, ne gizli, ne aşikar kötülüğün hiçbirini sevmez. Fakat velev sözle olsun, ilan ü izhar edildiği zamandır ki, bilhassa gazab ve tazib eder.» (E.T.1505)
Bir atıf notu:
-İslâm hukukunda fasıkın şahidliği kabul edilmez, bak: 906.p.
911- qqFATİH SULTAN MEHMED HAN
–_' fWE8 –_OV, d#_4 :
(1432-1481) En meşhur Osmanlı Padişahlarındandır. II. Murad Han’ın oğlu ve II. Bayezıd Han’ın babası ve yedinci padişahtır. Edirne’de doğmuş ve Gebze’de vefat etmiştir. Dört-beş lisan bilen Sultan Fatih, saltanatı boyunca büyüklü küçüklü 17 devleti aldığı gibi, 29 Mayıs 1453 Salı günü İstanbul’u fethederek İslâma kazandırdı ve ortaçağa son verdi. En eski ve büyük Bizans Kilisesi olan Ayasofya’yı bir nevi putlardan temizledi ve orasını sadece Cenab-ı Hakk’a ibadet edilen camiye çevirdi ve kıyamete kadar cami kalmasını yazılı vasiyet ile vakfeyledi ve onu Müslüman Türk milletine bıraktı. (R.Aleyh)
Resul-i Ekrem (A.S.M.) İstanbul’un fethi hakkında “İstanbul mutlak fetholuna-caktır” müjdesini vermişti ve onu fetheden kumandan ve askerlerini medh ü sena etmişti. (Bak: İstanbul) (Fatih ve Ayasofya, bak: 321, 323, 324.p.lar)
912- Fatih çocukluk devresinde Hand Hatun’dan sonra lalası Zağnos Mehmed Paşa ve Vezir Şehabeddin Paşa’dan talim-terbiye gördü.
Hacı Bayram Veli Hazretleri saraya geldiğinde, İkinci Murad, oğlu Mehmed için hazretten dua istedi. O da: “Ne dua edeyim, O İstanbul Fatihi olacak” dedi. Bu habere çok sevinen İkinci Murad, oğluna hocalık yapmasını teklif ettiyse de Hacı Bayram Veli Hazretleri, yerine Ak Şemseddin’i bırakıp kendisi Ankara’ya döndü. Şehzade Mehmed, Şeyhülislâm Molla Gürani’den, Şeyhülislâm Molla Hüsrev’den, Molla Zeyrek’den, Molla Hayreddin’den dersler aldığı gibi, zamanında isim yapmış her ülemadan da ders almıştır.
913- Mehmed 1443 baharında Manisa’ya vali olarak gönderildi. Çok kısa bir zaman sonra İkinci Murad Manisa’ya gitti, 12 yaşındaki oğlu Mehmed’i padişah olarak Edirne’ye gönderdi. Bir sene sonra Haçlı ordularının İslâm topraklarına girmesi karşısında, İkinci Mehmed, hocalarının tavsiyesi üzerine babasına şu mealde bir mektup yazdı: “Osmanlı memleketleri tehlikededir, padişah isen ordunun başına geç, padişah isem yine ordunun başına geç.” İkinci Murad, Edirne’ye gelerek ordunun başına geçip Varna’ya hareket etti. 1444’de Varna Zaferi kazanıldı. 1451’de İkinci Murad’ın vefat etmesi ile 19 yaşındaki İkinci Mehmed, ikinci defa tahta geçti.
Osmanlı padişahları içinde kendi isteği ile tahtından feragat edip, oğlunu padişah yapan tek sultan, İkinci Murad Han Hazretleridir. Bunun da sebebi, Hacı Bayram Hazretlerinin müjdesidir, yukarıda arzetmiştik.
914- Ak Şemseddin’e ciddi hürmetkâr olan Sultan Mehmed Han, Şemsed-din’den manen çok istifade etmiştir. İlk hedefi İstanbul’un fethi idi. Herşeye kadir olan Allah, 15 asırlık Bizansı 150 senelik bir Beyliğe teslim edecekti. İkinci Mehmed Han Edirne’de bir yandan toplar döktürürken, öte yanda Tekirdağ’da donanmayı kuvvetlendiriyor, beri yanda Rumeli Hisarı’nı yaptırıyordu.
1452’de Boğaz’ı kontrol altına aldı. 1453’de gelip Topkapı açıklarında Maltepe düzlüklerinde karargâhını kurdu. 6 Nisan 1453’de İstanbul’un muhasarası başladı. Ak-Şemseddin, fethin tarihini ilm-i ledünnîde, istihraçla orduya müjde vermişti. (*) Ordusuyla beraber Allah’a secde eden Sultan Mehmed, tarihte ilk defa barutu topa tatbik ederek toplarla surları dövüyordu. Lakin seri ateş edilemediğinden açılan delikler Bizanslılar tarafından hemen kapatılıyordu. Öte yanda Kasımpaşa Deresi’ne yerleştirilen havan toplarıyla atılan gülleler Haliç’teki Binazs kayıklarını batırıyordu. 22 Nisan 1453’de dünya tarihinde olmamış bir hâdise zuhur ediyor, gemiler Kaba-taş sırtlarından tepelere tırmanıp, Kasımpaşa’da denize indiriliyordu. Haliç’in ağzına gerilmiş zincirin hükmü kalmamış, sabah kalkan Bizanslılar, Osmanlı gemilerini Haliç’te görüp şaşakalmışlardı.
915- 29 Mayıs 1453’de İstanbul fethedildi. Ayasofya’da toplanıp Mesih’i bekleyen Bizanslılar, karşılarında Fatih Sultan Mehmed’i buldu. “Dininizde, ibadetinizde serbestsiniz. Artık Âdil-i Mutlak olan Allah’a inanmış müslümanların misafirlerisiniz. Söz İslâm’a karşı gelmediğiniz müddetçe müslümanlar sizin malınızı, canınızı ve namusunuzu koruyacaklar.” diyen Fatih Sultan Mehmed’in bu zaferiyle, Ortaçağ sona erdi. Yeniçağ başladı. Şatolardaki derebeyler, kalelerdeki hükümdarlar devri kapandı. Çünki müslümanlar top icad etmişti. Ayasofya kilisesi cami yapıldı. imparatorluğun başşehri, Edirne’den İstanbul’a alındı. Evvela Bayezid’deki sarayda kalındı, sonra meşhur Topkapı Sarayına geçildi. Enez’i, Cenevizlilerden alan Fatih Sultan Mehmed, Kırım’a donanma gönderdi. Bir sene sonra Sırbistan’a girdi. Donanma da deniz seferinde idi. Rodos, Bozcaada, Taşoz, Limni, İmroz adaları fethedilerek Ege Denizinde hâkimiyet sağladı. (İstanbul’un fethi, bak: 1440, 1441.p.lar)
916- 1456’da Romen Prensliği Osmanlı hâkimiyetini kabul etti. İki sene sonra Mora’yı aldı. Dört defa Sırbistan’a girerek 1459’da bu ülkeyi de kat’i olarak idaresi altına soktu. Sinop’ta İsfendiyar Beyliğine son verdikten sonra 1461’de Trabzon Bizans İmparatorluğu üzerine yürüyüp, Gürcistan’a kadar Osmanlıların eline geçti. Bir sene sonra Romanya’ya yürüdü, Kazıklı Voyvoda İsyanını bastırdı. Bosna ve Hersek Krallıklarını ortadan kaldırdı. Donanma da Midilli’yi aldı. Karaman Beyliğine son verirken, 1466’da Arnavutluğu topraklarına kattı.
917- Fatih Sultan Mehmed’in yıldırım savaşları ve büyük başarıları karşısında papa bütün Hristiyanlara çağrı yapıp, Osmanlı karşısında hepsinin birleşmesini istedi. Yaklaşık 25 devlet bu isteğe uydu. Aslında Fatih Sultan Mehmed’in bütün arzusu, İspanya’daki Endülüs Emevi Devleti’nin yardımına koşmak idi. Fakat Akkoyunlu ve Karaman Devletlerinin hatalı tumumu, bu husustaki başarıyı önledi. Macaristan, Avusturya, Venedik gibi ülkelere akıncılar salan Fatih, Avrupalıları dize getirdi, savaştan vazgeçerek anlaşma imzalamaya başladılar.
1475’de Kırım’ı Osmanlı Beyliği haline getiren Fatih, Rus Prensliğinden en ufak bir endişesi yoktu.
1480’de 140 parça donanma ile İtalya’ya çıkan Gedik Ahmed Paşa Otranto’yu aldı. Fatih de İtalya’ya gelip, buradan yeni seferler düzenliyecekti. Eğer Endülüs Emevi Devletine ulaşsa idi, bugün dünya haritası bambaşka olurdu. Bunu anlayan Venedikliler, bir casus vasıtası ile Fatih Sultan Mehmed’i zehirlediler. Hastalanınca 30/3/1481’de Gebze’de vefat etti; böylece İtalya’ya gidemedi. Fatih’in yerine oğlu İkinci Bayezid geçti.
918- Fatih, devletin topraklarını genişletirken, idareyi de sağlamlaştırdı. İmara büyük önem verip, pek çok camiler, hanlar, hamamlar, köprüler ve kervansaraylar yaptırdı. Onun zamanında medrese ile mektep bir bütündü. Ordu güçlü, halk varlıklı idi. Kanuni devrine kadar Osmanlılar ilerleme çağını yaşadıysa da, Fatih devrindeki Osmanlı üstünlüğü bir daha geri gelmedi. Zira tarihin kaydettiği gibi, müslümanlar dinlerine sarıldıkları nisbette terakki ederler; lâkaydlıkları nisbetinde de gerileme olur.
919- Herkesten daha çok idarecinin adalete baş eğdiği devrelerde terakki edilebileceğine bir misal olarak, İslâm adalet tarihinde ibretli bir hâdise:
«Meşhur İslâm seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde diyor ki: “İlk İstanbul kadısı (hâkimi) olan Hızır Bey Çelebi’nin huzurunda, haşmetli padişah Fatih ile bir Rum mimarı arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder:
Büyük bir abidenin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu, Fatih bir Rum mimarına teslim eder. Mimar da, Fatih’in arzusunun hilafına olarak bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fatih, cezaen Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da, Fatih aleyhine dava açar. Bunun üzerine mahkemeye celb edilen Büyük Padişah, baş köşeye geçmek istemiş. Birden bire hâkimin şu ihtarıyla karşılaşmış:
-Oturma Beyim! Hasmınla mürafaa-i şer’î olacaksın, ayakta beraber dur!
Hızır Bey Çelebi; bu koca şanlı padişah-ı maznuna, haksız el kestirdiği için, kendisinin de kısasa tabi olduğunu ve elinin kesileceğini bildirir. Fakat mimar kısası istemediği için, büyük Fatih günde on altın tazminata mahkûm olur ve hatta kısastan kurtulduğu için bu tazminatı kendiliğinden yirmi altına çıkarır.”
İslâm mahkemesinin adaletinin şanlı misallerinden biri olan şu misal, bize en haşmetli hükümdarlarla en âciz ferdlerin, huzur-u mehakimde müsavi olduğunu gösteriyor.» (İ.İ. 224)
920- qqFELSEFE ySKV4 : Yunanca “filosofia” (philosophia)dan Arapçalaşarak dilimize “felsefe” olarak girmiştir. Farklı manalarda kullanılır: Feylesofların mesleği. *İlm-i hikmet. Geniş mânâsiyle felsefe: Hayata, hadiseler ve varlıklara bakışta, dinden kopuk beşerî düşünceyi esas almaktır. *Maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli tezahürlerini, sebeblerini, ilk unsurları, mebde ve gaye cihetinden inceleyen fikrî çalışma ve bu çalışmaların neticelerini toplayan bilgi. *Bir ilmin prensipleri. *Marifet ve hikmet sevgisi. *Meşhur bir feylesofa göre olan hususi prensipler, nazariyeler. *Tabiat, huy ve mizaç sakinliği, rahatlık. (Bak: Abesiyyun, Determinizm, Dehriye, Feylesof, Hikmet, İşrakıye, Maddiyyun, Meşşaiye, Metafizik, Müşebbihe, Nokta-i Nazar, Rasyonalizm, Septisizm, Sofestai, Sofizm, Ta’til, Zerre)
921- Bugün yazılmış felsefe tarihlerinin çoğu Batılıların eseri olduğu için, felsefe tarihinin başlangıcı eski Yunan medeniyetine bağlanmaktadır. Oysa bundan önce Mezopotamya, Mısır, Anadolu, İran, Hint ve Çin medeniyetleri vardı. Şüphesiz bu medeniyetlerde de felsefî düşünme faaliyeti mevcuttu. Yani pratik fayda, günlük ihtiyaçları karşılama gayesiyle değil de yalnız hakikatı öğrenmek için araştırma ve düşünme faaliyetinin tarihte başlangıcı çok daha eskilere gider. Fakat bu konuda hem kaynaklar yeterli değil, hem de bu genişlikte bir felsefe tarihine pek rastlıyamıyoruz.
922- Eski Yunan düşüncesi içinde felsefe tabirini ilk def’a “philosophia” olarak Pyhtagoras (Pisagor)un kullandığını eski kaynaklar nakletmektedir. Felsefe tabiri, hem mücerred ve nazarî düşünceyi hem de tabiat ilimlerini içine alacak biçimde geniş manasıyla kullanılmıştır. Bu umumi manadaki kullanılış, Mi. 17. yy.a kadar devam etmiştir. Bu durum İslâm dünyasında da görülmektedir. Felsefe ve hikmet tabirleri hem müsbet ilimleri hem de nazarî düşünceyi birlikte ifade eden tabirlerdir. İlimlerin felsefeden ayrılışı, Batı’da 17. yy.dan itibaren başlamıştır. Umumi cazibe kanununu keşfeden Newton bile yazdığı fizik kitabına “Tabiat Felsefesi” adını vermiştir. Zaten fizik kelimesi Yunanca olup, tabiat manasına gelir. Bu sebeble bugünkü fizik, kimya, astronomi, biyoloji, jeoloji gibi müsbet ilimlerin mevzuları tabiat felsefesi içinde düşünülmüştür.
923- Büyük İslâm mütefekkiri ve müceddidi Bediüzzaman bir mektubunda felsefeyi bu geniş manasıyla ele alır ve müsbet ve menfi olarak iki kısma ayırarak şöyle der:
«Risale-i Nurun şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise, mutlak değildir, belki muzır kısmınadır. Çünki felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemalat-ı insaniyeye ve san’atın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’an ile barışıktır. Belki Kur’anın hikmetine hadimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor.
İkinci kısım felsefe, dalalete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi sefahet ve lehviyat ile gaflet ve dalaleti netice verdiğinden ve sihir gibi hârikalarıyla Kur’anın mu’cizekâr hakikatlarıyla muaraza ettiği için, Risale-i Nur’un ekser eczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı müvazenelerle felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor, müstakim, menfaatdar felsefeye ilişmiyor...» (E.L.I. 181)
924- Felsefi düşünce tarihini, ana hatlarıyla şöyle hülasa etmek mümkündür:
I- Antik Çağ
A- Eski Yunan felsefesi:
Bugünkü Batı dünyasının felsefe geleneği, eski Yunan felsefesine dayanır. Bu felsefe M.Ö. 6. yüzyıldan başlayarak, miladi 1. yüzyıla kadar altı-yedi yüzyıllık bir devreyi içine alır. Avrupa’da ve Batı Dünyasında çağımızın felsefi çığırlarının hemen hemen hepsinin kökleri bu eski Yunan Felsefesine kadar uzanır. İslâm dünyasında ortaya çıkan felsefe çığırları da, muhtelif derecede bu felsefenin tesirinde kalmıştır.
925- Eski Yunan Felsefesi bir bütün halinde değil, birbirinden farklı veya birbirine zıd, çeşitli cereyanların bir karması olarak karşımıza çıkar. Bu felsefe çevresi içinde, sonradan Avrupa Felsefesinin ele aldığı bir çok mes’eleler, ilk def’a basit şekilleriyle ele alınmıştır. Bu kadar çeşitli ve farklı çığır ve görüşlerin ortak cihetleri de mevcuddur. Bunları şöyle belirtebiliriz:
1- Eski Yunan felsefesi dine dayanmaz. O zamanda Yunan dünyasındaki din, putperestlik olup kültür ve medeniyetin gelişmesi ölçüsünde zayıflamış ve cemiyetteki yüksek tabakayı tatmin etmez olmuştur. Bu sebeble düşünen insanlar çevresinde dinden bağımsız, akla dayanan dünya görüşleri olarak felsefe çığırları, putperestlik dininin bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışmıştır.
2- Umumi karakterleri itibariyle felsefi cereyanlar, aklı esas alır. İnsan hayatının yine insanın kendisi tarafından tanzim edilmesi gerektiğini kabul eder.
3- Dünya hayatını esas alır.
4- Yoktan varetmek, yaratmak düşüncesini kabul etmez.
926- Yunan Felsefesini üç ana devreye ayırmak âdet olmuştur:
a- Sokrates’den önceki devir: (Takriben M.Ö. 6.yy.-5.yy.arası) Bu, tabiat felsefesi devridir.
b- İnsan felsefesi devri: (M.Ö. 5.yy.) Sofistler (Osmanlıca: Sofestaiyyun) ve Sokrates bu devir içinde yer alırlar. Bu devir felsefesi, tabiatı inceleyip anlamayı ve açıklamayı bir tarafa bırakarak insanı anlamayı, insan hayatına bir mana ve nizam getirmeyi ön plana alıp hayatın, yaşamanın, yani insanın felsefesini yapar.
c- Büyük sistemler devri: (M.Ö.4.yy.-Mi.l.yy.başları) Eflatun ve Aristo’nun da içinde yer aldığı bu devrede felsefe, Batı düşüncesinin mevzuu olan pekçok şeyi ele alarak birbirine bağlı bir düşünce ve görüş bütünlüğü içinde sistemleştirmeye çalışır.
Bu üç devreden birincisine ait kaynaklar, çok az ve zayıftır. Bu kaynaklara göre filozofların tabiat mevzuunda ileri sürdükleri fikirler, birbirleriyle mütenakızdır. Kâinattaki kesreti, tahavvülatı açıklama teşebbüs ve gayretleri netice vermemiştir. Bu durumu gören ikinci devre filozofları umumiyet itibariyle şüphecilik ve inkâra sapmışlardır. Yalnız Sokrates, Eflatun ve Aristo ve bunlara bağlı muakibleri bu inkârcılığa bir nebze karşı çıkmışlarsa da üçüncü devrede ortaya koydukları fikir sistemleri de bir hakikat ortaya koyamamıştır. Yunan felsefesi bu haliyle Roma’ya intikal etmiştir.
927- B- Roma Felsefesi: (Takriben M.Ö. 1.yy. - Mi.6.yy.) Tabiat, insan ve hayat mevzuunda Yunan Felsefesinin çeşitli çığırlarını taklit etmiş eklektik (devşirmeci) bir felsefedir. Kendine mahsus yeni bir felsefe getirmemiştir. Fakat siyasî hayat ve hukuk sahasında önceki devirlerde görülmeyen bir hukuk anlayışı ortaya koymuştur. Roma hukuku ferdî mülkiyeti esas alır, insanın haklarını ve içtimaî nizamı menfaate dayanan ölçülerle tesbit eder. Bu sistem, batı dünyasında laik hayat anlayışının temelini teşkil eder.
Batının düşünce dünyası Yunan Felsefesine, içtimaî hayatı Roma hukuk felsefesine, dinî hayatı Hristiyanlığa dayanır. İşte Batı, bu üç sacayak üzerine müessestir.
928- II- Ortaçağ Felsefesi:
Ortaçağ tabiri Mi. 476-1453 yılları arasında zamanı ifade eder. Ortaçağda gerek Batı Hristiyanlık dünyası, gerek Doğu İslâm dünyasına hâkim olan, felsefi düşünceden önce bu iki semavi din olmuştur. Felsefe ise daha çok bu dinlerin hizmetinde ve kendini muarızlarına kabul ettirmek yahut onlara karşı müdafaa etmek için bir vasıta olmuştur. Ortaçağda felsefe bu fonksiyonu itibariyle yeni görüşler ortaya koymaktan ziyade dinin esaslarını felsefi dille takdim etmek yahut felsefe ile dinin uzlaştırılmasını sağlamak hedefine yönelmiştir.
Felsefenin yüklendiği bu vazife ve aldığı şekil itibariyle bu dönemde “skolastik felsefe” adıyla şöhret bulmuştur. Skolastik felsefe ortaçağ Hristiyanlık felsefesini ifade için kullanılmakla beraber, Batı felsefe tarihçileri İslâm Felsefesini de “İslâm Skolastiği” olarak isimlendirmektedirler. Şüphesiz ana temayülleri itibariyle her iki felsefenin benzeyen tarafları mevcuddur. İki felsefeyi de, dinle uzlaşma ve dini müdafaa etmek gayesine yönelmiş olmak bakımından aynı kategoride düşünmek mümkündür.
Batıda skolastik felsefe tabiri kelime olarak “okul felsefesi” manasına gelmektedir. Kiliseye bağlı okullarda okutulan ve kilisenin tasvib ettiği resmi felsefe olduğu için bu tabirle adlandırılmıştır. İslâm dünyasında da medreselerde felsefe okutulmuştur. Fakat İslâm filozofları daha çok serbest bir şekilde eserlerini yazıp düşünce sistemlerini ortaya koymuşlardır. Tabiri caizse İslâmda siyasî ve dinî otoritenin tasvib ettiği düşünce, felsefe değil kelâm ilmidir. Bu bakımdan Batıdaki skolastik felsefe gibi addetmek tam uygun düşmez. Batıda kilise skolastik felsefe dışındaki düşünceleri ve ilmî çalışmaları müsamahasız bir şekilde takib ve şiddetle tecziye etmiştir. İslâm dünyasında ise mevcut müsamaha havası içinde her din ve ırktan çeşitli filozof, mütefekkir ve ilim adamları serbestiyet içinde düşünüp eserlerini ortaya koyabilmişlerdir.
Gerek Doğu, gerek Batı skolastik felsefesi bazan Eflatuncu düşünceye, bazan da Aristocu düşünceye ağırlık vermiştir. İslâm dünyasında Aristoya ağırlık veren felsefe Meşşaiyye, Eflatuncu düşünceye ağırlık veren felsefe İşrakiyye ekollerini teşkil etmişlerdir. Batıda bunun karşılığı olan ekoller ise “nominalizm” (adcılık, Os.İsmiyye) ve “realizm” (gerçekçilik, Os.hakikiyye) dir. (Bak: Meşşaiyye, İşrakiyye)
929- Dini desteklemeyi ve açıklamayı hedef alan bu felsefelerin yanısıra dine muarız olan tabiatçı (Os. Tabiiyyun), maddeci (Os. Maddiyyun ve Dehriyyun) ve şüpheci (Os. Reybiyyun) filozoflar da eksik olmamıştır. Eski Yunan ve Ortadoğu medeniyetlerinin fikrî kaynaklarından beslenen bu felsefeler, semavî dinlere faydadan çok zarar verdikleri söylenebilir. Bunlar İslâm âleminde birleştirici değil parçalayıcı bir rol oynamıştır. Çeşitli mücadelelere, bid’at fırkalarının doğmasına, birliğin bozulmasına sebebiyet vermiştir.
Ortaçağ felsefesinin Hristiyan âlemindeki neticeleri daha farklı olmuştur. Batı Ortaçağındaki fikrî ve felsefi mücadeleler kilisenin baskı ve otoritesinin zayıflamasına, tahdid edilemediği için zamanla içtimaî keşmekeşe sebeb olan bir hürriyet anlayışının canlanmasına, müsbet ilimlere rağbetin artmasına, dünya hayatının ağırlık kazanmasına, düşünce ve içtimaî hayatta laik nizamın teşekkül ve teessüsüne yol açmıştır.
Dostları ilə paylaş: |