İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə58/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   ...   169

1289- Bir hadis-i şerifte:

. ¬š_«"«h­R²V¬7 |«"Y­O«4 _®A<¬h«3 ­…Y­Q«[«,«— _®A<¬h«3 ­~«f«" «•«Ÿ²,¬ž²~ Å–¬~

¬u¬¶<_«A«T²7~ «w¬8 ­~ÅiÇX7~ «Ä_«5 ­š_«"«h­R²7~ ¬w«8«— «u[¬5

“İslâm şüphesiz garib olarak başladı ve (günün birinde) tekrar o garib hale dö­necektir. Ne mutlu o garib (mü’min)lere!

İbn-i Mes’ud demiştir ki: Garibler kimlerdir? diye soruldu. Resul-i Ek­rem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Kabilelerinden (İslâmiyet için) ayrılıp uzaklaşanlardır, buyurdu.”

Hadislerde İslâmiyet’in garibleşeceği haberi verildikten sonra; ¬š_«"«h­R²V¬7|«"Y­O«4 buyurulmuştur.

Gureba kelimesi Garib’in çoğuludur. garibler demektir. Son hadiste garibler; kabilelerinden, vatanlarından ayrılıp Allah yolunda hicret eden mu­hacirler diye açıklanmıştır. Tirmizi’nin Amr bin Avf (Radıyallahu Anh)dan rivayet ettiği bir ha­diste, İslâmiyet’in garib olarak başladığı ve tekrar (günün birinde) garib hale döne­ceği buyurulduktan sonra;

|¬BÅX­, ²w¬8 >¬f²Q«" ­‰_ÅX7~«f«K²4«~ _«8 «–Y­E¬V²M­< «w<¬gÅ7~ ¬š_«"«h­R²V¬7|«"Y­O«4

“Ne mutlu o garib (mü’min)lere ki halkın benden sonra bozdukları sün­netimi (yolumu) ıslah ederler” buyurulur. Bu rivayette garibler, Resul-i Ek­rem (Aleyhissalatü Vesselâm) ın sünnetini, yolunu izleyen, onunla amel eden ve olanca güçleriyle açıklamaya, ihya etmeye çalışan mü’minler diye açıklan­mış, denilebilir. Bu riavyeti dikkate alan bazı âlimler, garibleri buna göre tef­sir etmişlerdir.” (134) (Bak: 1749.p.)

Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

²v¬Z¬X<¬f¬" –—‡~hS²7~ ­š_«"«h­R²7~ ¬yÁV7~ |Å7¬~ ¯š²|«- Ç`«&«~

«v«<²h«8 ¬w²"~ |«K[¬2 «p«8 ¬}«8_«[¬T²7~ «•²Y«< ­yÁV7~ ­v­Z­C«Q²A¬<

“Yani: Allah’a en sevimli kimseler, dinleri için yurtlarını terk eden ga­riplerdir. Allah kıyamet gününde onları İsa (A.S.) ile beraber ba’s eder.” (R.E. sh.17)

1290- Kur’anda Hicret-i Nebevî (A.S.M.) : “(8:30) ²†¬~«— Sende o vakti hatırla ki ~—­h«S«6 «w<¬gÅ7~ «t¬" ­h­U²W«< hani o kâfirler sana mekir kuruyorlardı «¾Y­B¬A²C­[¬7 seni tu­tup bağlamaları «¾Y­V­B²T«< ²—«~ veya seni hep bir olup katletme­leri «¾Y­%¬h²F­< ²—«~ veya seni Mekke’den- çıkarmaları için su i kasd tertib edi­yorlardı. Hicret sırasında Mekke’deki vaziyet bu idi.

Umumiyetle müfessirîn, vak’anın cereyanını şöyle nakletmişlerdir: Ensar’ın İs­lâm’a gelip Resullullah’a biat ettiklerini müşrikler işittikleri vakit telaşa düştüler. Dar-ün Nedve tabir ettikleri şûralarında müzakere ve müşa­vere etmek için içtima’ ettiler. Bir ihtiyar suretinde bir iblis de: “Ben Necid’denim, içtimaınızı işittim, huzu­runuzda bulunmak istedim; her halde bende bir re’y ü pend bulmaz değilsinizdir.?” diyerek içlerine girdi, müzake­reye başladılar.

Ebu-l Bühtürî: “Benim re’yim, dedi, onu bağlar, bir odaya hapsedersiniz ve bütün menfezlerini kapatır, ancak bir delik bırakır, oradan yiyip içeceğini uzatırsı­nız. Ta ölünceye kadar.” İhtiyar: “Ne fena rey! dedi, kavminden size silah çekip ge­lenler olur, elinizden kurtarırlar.” Hişam ibn-i Amir de: “Benim re’yim, dedi, onu bir deveye yükletir, aranızdan dışarı çıkarıverirsiniz; artık ne yaparsa yapsın, size bir zararı dokunmaz.” Yine o ihtiyar, o şeyh-i Necdî: “Ne fena re’y! dedi, gider başka kavmi ifsad eder ve onlarla gelir size harbeder.” Nihayet Ebu Cehil de: “Ben o re’ydeyim ki, dedi, her batından birer delikanlı alırsınız ve birer kılıç verirsiniz; hepsi birden vururlar; kanı bütün kabaile dağılır; Benî Haşim de bütün Kureyş ile harbedemez ve şayet diyet taleb ederlerse veririz.” Bunun üzerine ihtiyar: “Bu yiği­din re’yi savab” dedi ve buna karar verip dağıldılar.

Derhal Cebrail gelip; Peygamber’e haber verdi ve hicret emrini getirdi; mucebince Aleyhissalatü Vesselâm Hazret-i Ali’yi yatağına yatırıp Hazret-i Ebubekir ile beraber Gare çıktı; düşmanlar, etrafı sarmış tarassud ediyor­lardı. Sabah olunca yatağa hücum ettiler, fakat Ali’yi gördüler, beht ü hayret içinde alıklaştılar kaldılar.” (E.T.2395)



1291- Hicretle alâkalı diğer bir âyet şöyledir:

“(9: 40) ­˜—­h­M²X«# Ş«~ Eğer siz ona Peygamber’e, gerek nefr ve gerek sair her­hangi bir suretle-nusret etmezseniz- Allah eder ­yÁV7~ ­˜«h«M«9 ²f«T«4 zira bu bir haki­kat ki Allah onu mansur kıldı; nusretine mazhar etti; hem bakınız ne kadar dar bir za­manda ~—­h«S«6 «w<¬gÅ7~ ­y«%«h²'«~ ²†¬~ kâfirler onu çıkardıkları- Mekke’den çıkmasına sebeb oldukları-vakit ¬w²[«X²$~«|¬9_«$ ikinin birisi iken ¬‡_«R²7~|¬4 _«W­; ²†¬~

ikisi o mağarada bulundukları sırada -ki Mekke’nin sağ tarafında bir saat me­safede bulunan Cebel-i Sevr’in (Bak: Hıra)= tepesinde bir mağaradır.

_«X«Q«8 «yÁV7~ Å–¬~ ²–«i²E«# «ž ¬y¬A¬&_«M¬7 ­ÄY­T«< ²†¬~ o lahzada ki, arkadaşına o biricik mu­sa­hibi Ebu Bekir-i Sıddık’a-”Mahzun olma, çünki her halde Allah bizimle beraber­dir.” diyordu.” (E.T.2546)



1291- Peygamberimiz’in ‘(A.S.M.) din uğrunda çektiği musibetlere karşı göster­diği azami sabr u sebatı, ümmeti içinde başta sahabeler ve eazım-ı ümmet dahi aynı yolu takib ederek bu İlahî imtihanı yüksek derece ile ka­zanmışlardır. Hem tekâmül sahasının bir nevi olan mübareze kanunuyla te­rakki ve de Din-i Mübin’i i’lâ etmiş­lerdir.

Mevzuumuzla alâkalı bir sual ve cevab:

“Eğer. denilse: “Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı Saadet’in başına ge­len o dehşetli kanlı fıtnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünki onlar, kahra lâyık de­ğil idiler?

Elcevab: Nasılki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebata­tın, to­humların, ağaçların istidadlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri ken­disine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de: Sahabe ve Tabiîn’in başına gelen fitne dahi, çekirdekler, hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidadları tahrik edip kamçı­ladı; “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıf­zına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre camia-i İslâmiyetin kesretli ve muhteli f vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı ha­dislerin muhafazasına, bir kısmı Şeriat’ın muhafazasına, bir kısmı hakaik-i imaniye­nin muhafaza­sına, bir kısmı Kur’anın muhafazasına çalıştı ve hakeza herbir taife bir hiz­mete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa’yettiler. Muhtelif renk­lerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktarına, o fırtına ile to­humlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.

Güya dest-i kudret, celal ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anil-merke­ziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nurani muhaddisleri, kudsi hâfızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktarına uçurdu. hiçret et­tirdi. Şarktan garba ka­dar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur’anın hazinele­rinden istifade için gözlerini aç­tırdı.” (M.100)

(Mübareze ve tekâmül kanunuyla alâkalı olarak, 2703-2707 p.lara da bakınız.)

1293- Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:

“(9:20) ²v¬Z¬K­S²9«~«— ²v¬Z¬7«Y²8«_¬" ¬yÁV7~ ¬u[¬A«, |¬4 ~—­f«;_«%«— ~—­h«%_«;«—~Y­X«8³~ «w<¬gÅ7«~ İman ve hicret edip Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler.

¬yÁV7~ «f²X¬2 ®}«%«‡«… ­v«P²2«~ Allah indinde derece cihetiyle en büyüktürler. Bunla­rın mertebe-i kemal ve kerametleri diğerlerinin hepsinden yüksektir. Diğerleri sikayet ve imaret de dâhil olduğu halde sair kemalat ve fezailin hepsini haiz bile ol­salar, indillah bu mücahidlerin böyle mücahid olmak hay­siyetiyle rütbe ve derecesi öbür­lerinden daha büyüktür. «–—­i¬¶<_«S²7~­v­; «t¬¶[«7—­~«— Ve işte bunlardır ki, ancak o fâizler­dir. y¬U²V«" Åu«Q«7 |«K«2 sı olmayan o büyük fevz ü felah bunlara mahsustur. Hatta denilebilir ki fevz-i mutlak bunların­dır.” (E.T.2484)

1294- Diğer bir âyet de şöyledir: “(59:8) «w<¬h¬%_«Z­W²7~ ¬š~«h«T­S²V¬7 O fukara muha­cirler için... şu sıfatlarla da tavsif olunmuşlardır:

«w<¬gÅ7«~ Onlar ki ²v¬Z¬7~«Y²8«~«— ²v¬;¬‡_«<¬… ²w¬8 ~Y­%¬h²'­~ yurtlarından ve mallarından çı­karılmışlardır. Müşriklerin tazyiki üzerine din uğrunda evlerini, barklarını, malla­rını, mülklerini bırakıp çıkmışlar ve fakir değiller iken fakra maruz ol­muşlardır. Halleri, gayeleri şudur:

_®9~«Y²/«‡«— ¬yÁV7~ «w¬8 ®Ÿ²N«4 «–Y­R«B²A«< Allah’dan bir fazl ve rıdvan isterler. ­y«7Y­,«‡«— «yÁV7~ «–—­h­M²X«<«— ve Allah ve Resulüne nusret, yani dinine hizmetle yar­dım ederler. «–Y­5¬…_ÅM7~ ­v­; «t¬¶[«7—­~ İşte onlar, yani böyle güzel vasıflarla muttasıf olan­lardır ki, sâdıklardır. -Kavillerini fiilleri ile isbat eden, sıdk u sa­dakatte rüsuhu olan, özü sözü doğru vefakâr kimselerdir. İmanlarını, Allah’a ve Resulüne sadakat­lerini fiilen mücahedeleriyle isbat etmişlerdir. (Bak. Sa­dakat)

İbn-i Cerir, Katade’den şöyle rivayet eder: Bu muhacirler, diyarlarını ve malla­rını, ehillerini ve aşiretlerini terk edip Allah ve Resulünü sevdikleri için çıktılar, şid­detli sıkıntılar içinde bulunmakla beraber İslâm-ı ihtiyar ettiler. Hatta bize anlatıl­mıştır ki, adam vardı açlıktan belini tutmak için karnına taş bağlardı, yine adam vardı kış günü örtüsüzlükten çukurda yatardı.

İşte bunlar içinde bulundukları dünya lezzetlerini feda edip din aşkı ile, Allah’ın fazl u rıdvanına iman neş’esiyle böyle şiddetlere, sıkıntılara taham­mül ve Allah’a ve Resulüne nusret yolunda mal ve canlarıyla mücahede ede­rek imanlarındaki sadakatı fiilen göstermiş zatlardır. Onun için ikabı şedid olan Allah’tan korkmalı, bunların haklarını gözetmeli de fey’i, zenginler ara­sında paylaştırmayıp Peygamber’in emrini tutmalı, bu sâdık fakirlere hisse vermelidir.” (E.T. 4839)

1294/1- İmam-ı Gazalî Hazretleri, dine hizmet için din tahsilinde bulu­nanın memleketinden ve aileden uzaklaşmasının lüzumunu şöyle anlatır:

“Dünya ile alâkasını azaltıp, yurdundan ve aileden uzaklaşmalıdır. Çünki dünya alâkası ve aile gailesi, tahsile mani’dir. Halbuki Allah Teala bir insanın içinde iki kalb yaratmamıştır (ki, iki tarafı idare etsin). Ne zaman aklını başka tarafa bölersen, gerçekleri anlaman azalır. Bu sebebden “Bütün kuvvetini ilme bağlamadan, ilimden bir şey alamazsın” denilmiştir.” (İ.U.ci.l. sh.128)



1295- Hicret hakkında âyetlerden birkaç not:

-Fisebîlillah hicret ve cihat edenler, rahmet-i ilahiyeye mazhariyete likayat kazanır­lar: (2:218) (3:195) (16:110)

-Bilâ-özür fisebîlillah hicret etmiyenleri dost edinmemek: (4:89)

-Cihad yolunda hicret etmeyenlerin (manen) takbih edilmesi: (4:97)

-Fisebîlillah hicret edenlerin mükâfatı: (4:100) (8:74,75) (9:100)

-Fisebîlillah hicret ve cihad edenlerin birbiriyle uhuvvet ve velayetleri: (8:72)

-Muhacirîn ve ensarı, zor şartların tazyikiyle cihaddan ayrılma tehlikesinden Al­lah’ın ko­ruması: (9:117)

-Dine hizmet yolunda Allah için hicret edip zulme uğrayanların dünya ve âhiret mükâfat­ları: (16;41)

-Fisebîlillah hicrette vefat edenler: (22: 58)

-Fisebîllillah hicret edenlere muavenet etmek ve onları afv ve safh ile karşılamak: (24:22)

-İbrahim (A.S.)’ın hicreti: (29:26)

1296- qqHİCRİ TARİH e<‡_# >hD; : Peygamberimiz Hz.Muhammed’in (A.S.M.) Mekke’den Medine’ye hicret ettiği günü başlan­gıç olarak alan tarih. Miladi ve Rumi tarihler gibi oniki ay esasına dayanan hicri sene, Muharrem adı verilen ayla başlar, Zilhicce ile sona erer. Oniki ayın adları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebiül-evvel, Rebiül-ahir, Cemaziyel-evvel Cemaziyel-âhir, Receb Şaban, Ramazan Şevval, Zilkade, Zilhicce.

Kemerî aylar yirmidokuzla otuz günleri arasında değiştiği için hicri tarih ile mi­ladi tarih arasında her sene on günden biraz fazla fark olur.

Hicrî yahut kamerî yılı miladi yıla çevirmek için şöyle bir formül kullanı­lır: El­deki hicri yıl sayısının % 3’ü çıkarılır. Bulunan sayıya 622 sayısı ilave edilir Böylece meselâ hicri 1000 yılının yüzde üçü 30 eder. Geriye 970 kalır. Bu sayıya 622 daha ilave edilince karşılığı olarak miladi 1592 yılı bulunmak­tadır. Diğer bir formül ile: Miladi yıl = (Hicri yıl x32/33) + 622

Eğer Miladi yılın hangi hicri yıla tekabül ettiğini hesaplamak istersek şu formül kullanılır: Hicri yıl= (Miladi yıl- 622)x 33/32



1297- qqHİDAYET }<~f; :Doğruluk. Sırat-ı müstakim. İslâmlık. Hakkı hak, batılı da batıl olarak görüp batılı terk ile hakkı takib etmek. Dalaletten ve batıl yol­dan uzaklaşmak veya uzaklaştırmak. (Bak: Dalalet, Sırat-ı Müsta­kim)

Fatiha Suresinde geçen «v[¬T«B²K­W²7~ «~«h¬±M7~ _«9¬f²;¬~ deki _«9¬f²;¬~ ile istenilen şeylerin ayrı ayrı ve müteaddid olması _«9¬f²;¬~ manasının da ayrı ayrı ve müteaddid olmasını icab eder. Sanki _«9¬f²;¬~ dört masdardan müştakdır. Me­selâ: Bir mü’min hidayeti isterse _«9¬f²;¬~ sebat ve devam manasını ifade eder. Zengin olan isterse, zi­yade manasını; fakir olan isterse, i’ta manasını; zaif olan

isterse iane ve tevfik manasını ifade eder. Ve keza, “Her şeyi halk ve hida­yet etmiş­tir.” manasında bulunan (20:50) >«f«;«— ¯š²|«- Åu­6 «s«V«'«— âyet-i celilesi hükmünce, zahirî ve batınî duygular, âfâkî ve haricî deliller, enfüsî ve dâhilî bürhanlar, Peygam­berlerin irsaliyle, kitapların inzali gibi vasıtalar itiba­riyle de hidayetin manası taaddüd eder.

İhtar: En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, batılı batıl göster­mektir. “ (İ.İ.22)



1298- Her şeyin ne her işin tekâmülü, zıdlarının mukabele ve rekabet etmele­riyle olur. Meselâ, hidayetin tekâmülüne dalalet yardım ettiği gibi, imanın tekâmü­lüne de küfür yardım eder. Çünki küfür ve dalaletin ne derece pis ve zararlı oldukla­rını gösteren bir mü’minin imanı ve hidayeti, birden bine çıkar.” (İ.İ.164)

1299- Hidayetin Allah’tan olduğunu ifade eden ²v¬Z¬±"«‡ ²w¬8>®f­;|«V2 «t¬¶[³7—­~ (2:5) cümlesindeki, ²w¬8 kelimesinden burada bir cebr hissedilmekte ise de, hakikatte cebir değildir. Çünki onların cüz’-i ihtiyarlarıyla hâsıl-ı bilmasdar olan hidayete yü­rümeleri üzerine, Cenab-ı Hak o sıfat-ı sabite olan hidayeti halk ve ihsan etmiştir. Demek ihtida, yani hidayete doğru yürümek, onların kebs ve ihtiyarları dahilindedir. Fakat sıfat-ı sabite olan hidayet, Al­lah’tandır.”(İ.İ.61) (Bak. 1630.p.)

1300- Bir âyette de şöyle buyuruluyor: «}«7«ŸÅN7~ ~­—«h«B²-~ «w<¬gÅ7~ «t¬¶[³7—­~

(2: 16) «w<¬f«B²Z­8 ~Y­9_«6 _«8«— ²v­Z­#«h«D¬# ²a«E¬"«‡ _«W«4 >«f­Z²7_¬" Yani: Onlar hidayeti ve­rip dalaleti satın alan bir takım kafasızlardır ki, ticaretlerinden bir faide görme­dikleri gibi, o zarardan kurtulmak için yol da bulamıyorlar.

Nev-i beşerin dünyaya gönderilmesi, daimî bir tavattun için değildir. An­cak sermayeleri olan istidad ve kabiliyetlerini tenmiye ve inkişaf ettirmek üzere ticaret için gelmişlerdir. Fakat münafıklar bu ticaretlerinde sermayele­rini batırıp, âleme re­zil oldular.

Bu âyetin cümleleri arasında ticaret uslüblarındaki tertibler gibi gayet fıtrî, selis ve muntazam bir tertib vardır. Şöyle ki: Bir tüccara yüksek bir sermaye verilir. O da o sermaye ile zararlı ve zehirli şeyleri alır satarsa, o tüc­car alış-verişin sonunda ne bir faide görür ne de bir kâr görür. Bilakis hasaret içinde boğulmakla beraber, kaç­mak için yolu da kaybeder... işte münafıkların yaptıkları muamele de aynen buna benziyor.



1301- ~—­h«B²-~ ünvanı ise, münafıkların “hidayeti terkedip dalaleti aldığı­mız fıt­ratımızın iktizasıdır. İhtiyarımız ile değildir” diye yapacakları mazere­tin reddine işa­rettir. Evet sanki Kuranı Kerim onlara diyor ki: Cenab-ı Hak, re’s-ül mal olarak size uzun bir ömür vermiştir. Ve ruhlarınızda da kemalât istidadını bırakmıştır. Ve hida­yet-i fıtriyenin çekirdeğinide vicdanınıza dik­miştir ki, saadeti alasınız. Halbuki sizler saadete bedel, lezaiz-i faniye ve me­nafi-i dünyeviyeyi alıyorsunuz. Demek su-i ihti­yarınızla dalalet mesleğini ih­tiyar ve tercih etmekle hidayet-i fıtriyenizi ifsad, re’s-ül malınızı da zayi etti­niz.

>«f­Z²7_¬" «}«7«ŸÅN7«~ Münafıkların iki hüsrana maruz kaldıklarına işarettir. Bi­risi: Dalalet hüsranıdır. İkincisi; hidayet gibi büyük bir nimeti kaybetmektir...

«w<¬f«B²Z­8 ~Y­9_«6 _«8«— yani re’s-ül mallarını zayi etmekle hüsrana maruz kal­dık­ları gibi, yollarını da kaybetmişlerdir. Bu cümlede surenin başındaki (2:2)

«w[¬TÅB­W²V¬7 >®f­; cümlesine gizli bir remiz vardır ki, Kur’an-ı Kerim hidayeti ver­me­miş değildir. Hidayeti vermiş de bunlar kabul etmemişlerdir.” (O.İ.İ.) (Fıtrat, hakkı kabul kabiliyetidir, bak: 969.p.)



1302- “ (13.27) ¬y¬±"«‡ ²w¬8 °}«<³~ ¬y²[«V«2 «Ä¬i²9­~«ž²Y«7 ~—­h«S«6 «w<¬gÅ7~ ­ÄY­T«<«— Küfredenler, ona Rabbinden bir âyet indirilse idi deyip duruyorlar.. ²u­5 De ki:

­š_«L«< ²w«8 Çu¬N­< «yÁV7~ Å–¬~ Hakikaten Allah dilediğini şaşırtır, dalalete düşürür. Bu idlalin sebebi sizin ona inabe etmemenizdir. «_«9«~ ²w«8 ¬y²[«7¬~ >¬f²Z«<«— Hal­buki o, her inabe edeni kendisine hidayet eder.



İnabe: Hakka ikbal ü teveccüh ve âyât-ı hakkı teemmül ile tevbedir ki, asıl hakikatı, hayır nevbetine girmek demektir. Binaenaleyh hidayetin şartı, nefsanî ira­deden çıkıp Hak Teala’nın iradesine ikbal ve teveccühü ifade eden irade-i cüz’iyedir.” (E.T.2982)

Allah insanları fıtrat-ı asliyeleriyle müheyya ettiği gibi, Kitab-ı Hak ile de hida­yeti göstermiştir. Ezcümle, bir âyette şöyle buyuruluyor:

“(5:15,16) °w[¬A­8 °_«B¬6«— °‡Y­9 ¬yÁV7~ «w¬8 ²v­6«š_«% ²f«5 Şimdi size Allah her türlü şekk ü dalal zulmetlerini izale eden bir nur icazkar bir beyan ile emr-i hakkı izah eden bir kitab-ı mübin -yani Kur’an- geldi ki,

¬•«ŸÅK7~ «u­A­, ­y«9~«Y²/¬‡ «p«AÅ#~ ¬w«8 ­yÁV7~ ¬y¬" >¬f²Z«< Allah bununla rızası arkasında gi­den yani Allah’a iman ile rızasını arayan kimseleri selâmet yollarına... hida­yet eder, doğrultur.



¬y¬9²†¬_¬" ¬‡YÇX7~ |«7¬~ ¬€_«W­VÇP7~ «w¬8 ²v­Z­%¬h²F­<«— Ve onları izn ü tesiriyle zulmetler­den nura- cehl-i küfür ve şaşkınlık zulmetlerinden nur-u yakîn-itevhide çıka­rır.” (E.T.1609)

1303- Hidayet hakkında Kur’andan birkaç not:

-Allah’tan hakka hidayet olunmadıkça hiç kimse hakk u hidayeti bulamaz: (10:35 (34:50) (Bak: 3942. p. sonu)

-Mahiyet ve halet-i ruhiyece hidayete likayat ehlini hakkıyla ancak Allah biliyor: (16:125) (17:84)

-Hidayete liyakatı tamamen kaybedenler: (18:57) (63:6) (Bak: 1654.p.sonu)

-Hidayeti kabul edenler: (19:76)

-Amel-i salih ve ihtida: (20:82)

-Hidayete bedel hevalarına tabi olanlar: (28:50) (30:29) (47:17)

-Hidayet verilenler ve verilmeyenler: (39:36,37) (Bak: 1523/2.p.)

-Hidayet mevzuunda iyi niyetleri olmayıp bahane arayanların hali: (41:44)

-Gerek fıtraten gerek şeriat olarak insana hidayet yolunu gösterilerek muhtar bıra­kılması sırrı: (76:3)

-Hidayet ve dalalete liyakatı izhar eden imtihan (74:31)

-Birkaç atıf notu:

-Verilen hidayete hamd etmek. bak. 1662p.

-Hidayete götüren ümmet (cemaat), bak.3907.p.

-Allah hidayet murad ettiği kimsenin sadrını şerh eder, bak:1758.p

-Şeytanları (insî şeytanları) dinleyip haktan sapanların kendilerini hidayette san­maları (7:30)

1304- qqHİKMET }WU& : Herşeyin aslı, esası ve mahiyeti hakkında bilgi. *Kâinat ve eşya hakkındaki bilgi. Kâinat ve eşyanın varlık sebebleri ve maksadları hakkında bilgi. *Kâinat ve varlıkların yaratılış ve mevcudiyetleri­nin istinad ettiği İlahî gayeler ve sırlar. *İlim. Felsefe. *Şahsî ve içtimaî hayat için düsturlar. Hâdisa­tın istinad ettiği küllî düsturlar.

1304/1- Her hangi bir şeyi yapan kimse, yaptığı şeyi belli maksad ve ga­yeleri için yapar. Bu gaye ve hikmetlerin bilinmesi de iki yol iledir: Biri, failin kendi gaye­lerini yine kendisinin bildirmesiyle bilmek; diğeri, failin bildirme­sini nazara alma­dan, insanın kendi idraki, anlayışı ve maddi sahaya münhasır olan tercübesiyle bil­mek yoludur. Birincisinde tereddüt yoktur. İkincisinde ise tereddütten kurtuluş yoktur. (Bak. Feylesof) Birincisi Kur’an, ikinci felsefe yoludur. (Bak: Abes, Faaliyet-i Rububiyet, Felsefe, Gaye, İlm)

Bir atıf notu:

-Hakkın tarifi, bak: l133.p.

1305- Evet herhangi bir şeyin değer ve hakikatı hakkında doğru hüküm verile­bilmesi, o şeyi yapan kimsenin onda takib ettiği gaye ve hikmetin bi­linmesine bağlı­dır. Bu hikmet ve gayelerin bilinmesinde en isabetli yol, eser sahibinin bizzat kendi beyanıdır. Başkaların o eser hakkındaki sözleri, nazarî ve tahminî olur. Öyle de, kâinat hakikatlerini ve insanların yaratılış gaye ve hikmetlerini doğru ve isabetli ola­rak bilmek, ancak Hâlik-i Kâinat’ın bildir­mesiyle mümkündür. İşte Kur’an, Hâlik-ı Kâinat’ın gaye ve hikmetlerini bil­diren Kelâmullah olduğundan, kâinat hakikatleri ve hilkat-ı beşerin hikmet­leri, şaibesiz ve tam isabetli olarak ancak aklın ve kalbin kemalâtı nisbetinde Kur’andan öğrenilebilir. Evet “Kur’an, gösterdiği o hakaik-i İlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukulü “sadakte” deyip o hakaikı kabul eder. Kur’ana “Bârekallah” der... Amma ah­val-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-ı beşer kendi başıyla yetişemiyor, göremiyor. Fakat Kur’anın gösterdiği yollar ile onları görmek derecesinde isbat ediyor.” (S.406)

İşte bu gibi sebeblerden akıl, felsefe ve hikmet-i beşeriye, Kur’ana tabi olmak mecburiyetinde olup, kendi dar anlayışını âleme hâkim kılamaz.



1305/1- Hem “(21:23) u«Q²S«< _ÈW«2 ­u«¶[²K­< «ž  ­t²V­W²7~ ­y«7«— Çs«E²7~­y­7 ²Y«5 (6:73) Kat’iyyen bil ki, Cenab-ı Fa’al-i Hakîm’in işinden sual olunmaz. Evet hiçbir şeyin, hiçbir ilmin ve hiç bir hikmetin hakkı yoktur ki, ondan sual et­sin: Zira o, mülkünde istediği gibi tasarruf eden bir Mâlik-ül Mülk-i Zülce­lal’dir. Ve bizim bil­mediğimizi bilen bir alîm ve hakîmdir. Öyle ise bir şeyin hikmetine ilmimizin er­memesi, o şeyin hikmetsizliğine delalet etmez. Evet mutlak ekserde görünen hik­met-i amme, burada bize mestur olup, görün­meyen hikmetin vücuduna da şahid-i kat’idir.” (M.Nu. 572) (Bak: Nokta-i Nazar)

Keza “hiç bir insanın Cenab-ı Hakk’a karşı hakk-ı itirazı yoktur ve şekva ve şi­kayete de haddi yoktur. Çünki, şikayet eden ferdin hilaf-ı hevesini iktiza eden ni­zam-ı âlemde binlerce hikmet vardır. O ferdi irza etmekte, o bin hikmetin iğdabı vardır. Bir ferdi razı etmek için, bin hikmet feda edilemez.

(23:71) ­Œ²‡«ž²~«— ­€~«Y«WÅK7~ ¬€«f«K«S«7 ²v­Z«=~«Y²;«~ Çs«E²7~ «p«AÅB²7~ ¬Y«7«— Eğer her fer­din keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gi­der.

Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nıkmet olma­sın. Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için, felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin! ...” (M.N. 192)

Kur’an (18:51) âyetinde Allah’ın hilkat-ı âlemde kimseyi şahid tutmadı­ğını yani hikmet ve meşietiyle mahlukatı kendisinin halkettiğini bildirir.

Kur’an (2:216) âyetinde, hayır ve şerrin tesbitinde insan anlayışının nakısiyeti ifade edilir.



1306- Kur’anda (2:32,120) (3:61)) (10:93) 13:37) (19:43) (22:54) (28:80) (29:49) (30:56) (34:6) (42:14) (45:17) (46:23) (58:ll) (67:26) ve emsali âyetlerin küllî manaları içinde; hakiki, ezelî ve ebedî ilim, hak ve hikmet yalnız Allah’ta olup, insanlara an­cak Allah tarafından dilediği kadar gönderilir, verilir. İnsan ise, ihtiyarı ile bu i’ta olunan ilm-i hakikatı öğrenip yaşamaya çalışır diye mezkûr âyetlerden müşterek bir mana da anlaşılır ve ders alınır.

1307- Kur’anda hikmet hakkında çok âyetler vardır. Ezcümle, hikmet-i Kur’aniyeyi hayr-ı kesir olarak tavsif eden:

~®h[¬C«6 ~®h²[«‘ «|¬#—­~ ²f«T«4 «}«W²U¬E²7~ «€ÌY­< ²w«8«— (2:269) âyet-i meşhuresinin ve emsali âyetlerin beyan ettiği hakikatı, “dört esas” ile izah eden Sözler na­mındaki eserden “ üç esası” aynen alıyoruz:

“Birinci Esas: Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dürbünüyle bak:

Bir zaman hem dindar, hem gayet san’atkâr bir Hâkim-i Namdar istedi ki: Kur’an-ı Hakim’i meanisindeki kudsiyetine ve kelimatındaki i’caza şayeste bir yazı ile yazsın. O mu’ciz-nüma kamete, hârika bir libas giydirilsin. İşte o nakkaş zat, Kur’anı pek acib bir tarzda yazdı Bütün kıymetdar cevherleri, ya­zısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için bazı mücessem huru­fatını elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını lü’lü ve akik ile ve bir taifesini pır­lanta ve mercanla ve bir nev’ini altın ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki; okumayı bilen ve bilmiyen herkes temaşasın­dan hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatın nazarına o suri gü­zellik, manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işaratı ol­duğundan, pek kıymetdar bir antika olmuştur...



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   54   55   56   57   58   59   60   61   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin