Bir atıf notu.
-Her çocuk, İslâm fıtratı üzere doğar, bak: 168.p.
1758- Kur’anda İslamiyet’le alâkalı âyetlerden birkaç not:
-Allah indinde makbul olan din İslâm’dır: (3:19) (5:3)
-İslâm’dan gayrı bir din asla makbul olmaz: (3:85) (Bak: 684.p.)
-Allah kime hidayet murad ederse, İslâm’a sadırını şerh eder: (6:125) (39: 22)
1759- qqİSM-İ A’ZAM vP2¶~ ¬v,É~ : Allah’ın (C.C.) Kur’an ve Hadis-i Şeriflerde zikredilen isimlerinin manaca en cami’olanıdır. İsm-i A’zam, diğer isimlerin de manalarını içinde toplar. Her ism-i İlahînin de, her mahlukun da bir a’zamlık mertebesi vardır. (Bak: Esma-ül Hüsna)
“İsm-i A’zam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ: İmam-ı Ali (R.A.) hakkında “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs” altı isimdir. Ve İmam-ı A’zam’ın ism-i a’zamı, “Hakem, Adl” iki isimdir. Ve Gavs-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Ya Hayy”dır. Ve İmam-ı Rabbani’nin ism-i a’zamı “Kayyum” ve hakeza... pek çok zatlar daha başka isimleri ism-i a’zam görmüşlerdir.” (L.339)
1760- “İsm-i A’zam gizlidir. Ömürde ecel, ramazanda leyle-i kadir gibi, esmada ism-i azamın istitarı mühim hikmeti var. Kendi nokta-i nazarımda hakiki ism-i azam gizlidir, havassa bildirilir. Fakat her ismin de azamî bir mertebesi var ki, o mertebe ism-i azam hükmüne geçiyor. Evliyaların ism-i azamı ayrı ayrı bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin (R.A.) Ercuze namında bir kasidesi Mecmuat-ül Ahzab’-da var. ism-i Azamı altı isimde zikrediyor. İmam-ı Gazalî onu Cünnet-ül Esma namındaki risalesinde, Hz.Ali’nin zikrettiği ve ism-i azamın muhiti olan o esma-i sitteyi şerh ve hassalarını beyan etmiştir. O altı isim de, °‰—Çf5 °Ä²f«2 °v«U«& °•YÇ[«5 Ê|«& °…²h«4 dür.” (B.L. 331)
1761- “Cenab-ı Hakk’ın esma-i hüsnası; güneşin ziyasının elvan-ı seb’ayı tazammun ettiği gibi, her bir isim dahi, bütün esmayı icmalen tazammun ediyor. Ve keza esmadan herbir isim, diğer bütün esmaya hem delil, hem hepsinin neticesi oluyor. Kendi aralarında aynalar gibi in’ikasları vardır. Binaenaleyh, kıyas-ı mevsul gibi neticeleri müteselsil olan; veyahut bütün delail-i mürettebeden alınan netice gibi, o esmayı zikir ve yad etmek mümkündür.
1762- Amma bir tek olan ism-i azam, ise şu umumi tazammunun çok fevkinde olarak bütün esmayı tazammun etmektedir. Bununla beraber bazı zatlar ism-i azamın nuruna vasıl olmasında, esma-i hüsnadan herhangi birisinin nuruna mazhariyetle dahi vusûl mümkün olabilir. Şu halde ism-i azam, vasilînin istidadına göre ayrı ayrı olabiliyor. Allahu a’lem.” (M.Nu. 263)
1763- “İsm-i Azamın altı ismi, ziyadaki yedi renk gibi imtizac ederek teşkil ettikleri ziya-yı kudsiyeye bakmak için, bir hülasanın zikri münasibdir. Şöyle ki:
Bütün kâinatın mevcudatını böyle durduran, beka ve kıyam veren, İsm-i Kayyum’un bu cilve-i azamının arkasından bak: İsm-i Hayy’ın cilve-i azamı, o bütün mevcudat-ı zihayatı cilvesiyle şu’lelendirmiş, kâinatı nurlandırmış, bütün zihayat mevcudatı cilvesiyle yaldızlıyor. Şimdi bak: ism-i Hayy’ın arkasında İsm-i Ferd’in cilve-i azamı, bütün kâinatı envaiyle eczasiyle bir vahdet içine alıyor, herşeyin alnına bir sikke-i vahdet koyuyor, her şeyin yüzüne bir hatem-i ehadiyet basıyor, nihayetsiz ve hadsiz dillerle cilvesini ilan ettiriyor..
1764- Şimdi İsm-i Ferd’in arkasından İsm-i Hakem’in cilve-i azamına bak ki: Yıldızlardan zerrelere kadar, hayalin iki dürbünüyle temaşa ettiğimiz mevcudatın herbirisini, cüz’î olsun, küllî olsun, en büyük daireden en küçük daireye kadar, herbirine lâyık ve münasib olarak meyvadar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicam içine almış, bütün mevcudatı süslendirmiş, yaldızlandırmış. Sonra İsm-i Hakem’in cilve-i azamı arkasından bak ki, İsm-i Adl’in cilve-i azamıyla (İkinci Nükte’de izah edildiği vechile) bütün kâinatı, mevcudatıyla, faaliyet-i daime içinde öyle hayretengiz mizanlarla, ölçülerle, tartılarla idare eder ki; ecram-ı semaviyeden biri, bir saniye de müvazenesini kaybetse; yani İsm-i Adl’in cilvesi altından çıksa, yıldızlar içinde bir herc ü merce, bir kıyamet kopmasına sebebiyet verecek.
1765- İşte bütün mevcudatın daire-i azamı, Kehkeşan’dan, yani Samanyolu tabir edilen mıntıka-i kübradan tut, tâ kan içindeki küreyvat-ı hamra ve beyzanın daire-i hareketlerine kadar herbir dairesini, herbir mevcuduna hassas bir mizan, bir ölçü ile biçilmiş bir şekil ve bir vaziyetle baştan başa yıldızlar ordusundan, ta zerreler ordusuna kadar bütün mevcudatın “emr-i Kün-Feyekün”den gelen emirlere kemal-i müsahhariyetle itaat ettiklerini gösteriyor. Şimdi İsm-i Adl’in cilve-azamı arkasından (Birinci Nükte’de izah edildiği gibi) İsm-i Kuddüs’ün cilve-i azamına bak ki; kâinatın bütün mevcudatını öyle temiz, pak, safi, güzel, süslü, berrak yapar gösterir ki; bütün kâinata ve bütün mevcudata Cemil-i Mutlak’ın hadsiz derecede cemal-i zatîsine lâyık ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasına münasib olacak güzel ayineler şeklini vermiştir.
Elhasıl: İsm-i Azam’ı bu altı ismi ve altı nuru, kâinatı ve mevcudatı ayrı ayrı güzel renklerde, çeşit çeşit nakışlarda, başka başka zinetlerde bulunan yaldızlı perdeler içinde mevcudatı sarmıştır. (L. 352)
Atıf notları:
-İsm-i Azam’ın masdarı, bak. 226.p.
-Haşr-i Azam İsm-i Azam’ın tecellisiyledir, bak: 1217.p.
-Gavs-ı Azam’ın İsm-i Azam’ı “Ya Hayy”dır, bak:38.p.
-Arş-ı Azam İsm-i Azam’a mazhardır, bak: 264,2142.p.lar
1766- qqİSMAİL (A.S.) u[QW,~ : “Hazret-i İsmail, İbrahim Aleyhisselâm’ın oğludur. “Hacer” adındaki zevcesinden dünyaya gelmiştir. Bu muhterem Hacer, bir cariye idi. Bunu Mısır hükümdarı, İbrahim Aleyhisselâm’ın refikası “Sare”ye bağışlamıştı. Sare de bunu mübarek kocası Hazret-i İbrahim’e vermişti. Sahih görülen bir rivayete göre Hacer, Sare’den evvel vefat etmiştir.
İbrahim Aleyhisselâm, Hak Teala’nın emriyle Hacer’i ve oğlu İsmail’i alıp Hicaz’da Kâbe-i Mükerreme’nin bulunduğu mahalle kadar götürdü, orada bıraktı. Yemen’den gelmekte bulunan “Cürüm” kabileleri de bunlara refakat eyledi. O zamana kadar ıssız ve susuz bulunan Mekke-i Mükerreme vadisini bunlar imarettiler. Hatta bunların ayakları berekâtıyla “Zemzem” denilen su meydana çıktı, artık oralar şenlendi. Hazret-i İbrahim, bir aralık bir rüya gördü. Bu Allah Teala’nın bir vahyi idi; oğlu İsmail’i kurban etmesi emrolunmuştu. Bunun üzerine henüz oniki yaşında olan Hazret-i İsmail’i Mekke-i Mükerreme’de Sebir Dağı’nın eteğinde tenha bir mevkie götürdü, onu Ma’buduna kurban etmek istiyordu. Bu sevgili yavru da: “Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap, inşaallah beni sabredenlerden bulursun” diyordu. Bu Allah yolunda olan fedakârlığın en yüksek bir nişanesi idi. Fakat Allah Teala lutfetti, baba ile oğlun şu fedakârlığına mükâfat olarak Hazret-i İsmail’e bedel bir koç ihsan buyurdu da bu latif, masum çocuk kurban olmaktan kurtuldu.
İsmail Aleyhisselâm, büyüyüp Cürhümîlerden kız aldı ve oniki çocuğu doğdu. İbrahim Aleyhisselâm ara sıra gelir, oğlunu görürdü. sonra Hazret-i İsmail’in oğulları ve torunları çoğalıp etrafa hâkim olmuşlardı. Hazret-i İsmail, İbrahim Aleyhisselâm’ın şeriatıyla amel etmek üzere Yemen kabilelerine ve “Amalika” denilen eski bir kavme peygamber gönderilmişti. Hazret-i İbrahim’den kırk sene sonra yüz otuz yedi yaşında irtihal ettiği ve anası Hacer’in “Hicr” deki kabri civarında medfun bulunduğu mervidir.” (B.İ.İ: 480)
1767- Hz. İbrahim’in Hz. İsmail’i kurban etmesi hâdisesi, büyük bir imtihan nümunesidir. Kur’an (9:24) (Bak. 569/1.p.) ve emsali âyetlerde bildirildiği gibi, her mü’minin dünyada bütün sevdiği şeylerden daha çok Allah’ı sevmesi gerekmektedir. Hele Halilürrahman ünvanıyla ma’ruf ve muhabbetullahta nümune-i imtisal olan İbrahim (A.S.) gibi bir zatın kalbinde, Allah sevgisi kadar hiç bir şeyin yer tutmaması gerekiyordu. Bir babanın dünya hayatında en çok sevdiği şeylerden başta geleni, kendi evladıdır. İşte İbrahim (A.S.) en çok sevdiği evladını Allah’ın emri üzerine Allah’a feda ve kurban edebilecekse, Allah’ı her şeyden daha çok sevdiğini isbat etmiş ve çok kimselerin veremiyeceği imtihanı vermiş olacaktır. İşte Hz.İbrahim Aleyhisselâm Allah’ın bu emrine bilfiil teşebbüs etti ve imtihanı en yüksek seviyede kazanmış oldu. (Bak. 1469.p. sonunda bir âyet notu)
Malumdur ki âyetlerin her zaman ve herkese ders vermesi, küllî bir kaidedir. Binaenaleyh ciddi müslüman ana ve babalar, müstaid olan evladlarını, gerektiğinde din yolunda feda edebilmeleriyle ve bu yola samimi teşvik etmeleriyle, bu yüksek imtihanı kendi dereceleri nisbetinde kazanmış olurlar. Yani dünyada en çok sevdiklerinden daha çok Allah’ı sevdiklerini isbat etmiş olurlar. (Bak: Vakf-ı Hayat)
1768- İsmail (A.S.) hakkında Kur’andan birkaç not:
-Hz. İbrahim ve İsmail’e (A.S.) Kabe’nin maddi ve manevi bakımdan temiz tutulması emri ve bir emniyet yeri olması: (2:125) , inşası: (2:127) (Bak: Kâ’be)
-Hz. İsmail’in (A.S.) evsaf-ı mümeyyizeleri: (19:54) (21:85) (38:48)
-Hz. İsmail’in ‘(A.S.) kurban edilme meselesi: (37: 100 ilâ 108)
1769- qqİSPRİTİZMA _8i[# h[âK<~ : (Fr. Spritisme=spritizm) Ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün bulunduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan tecrübeler. (Bak: Medyum)
«Nurlarla şiddetli alâkası bulunan birkaç has kardeşimizin nazarını, fikrini başka tarafa çevirmek veya zevkli ve ruhanî bir meşreb ile meşgul edip, hizmet-i imaniyeye karşı zaifleştirmek için bazı şahıslar ispirtizma denilen ölülerle muhabere namı altında cinnîlerle muhabere etmek gibi hatta bazı büyük evliyalarla, hatta peygamberlerle güya bir nevi konuşmak gibi eski zamanda kâhinlik denilen, şimdi de medyumluk namı verilen bu mes’ele ile bazı kardeşlerimizi meşgul ediyorlar. Halbuki: Bu mes’ele, felsefeden ve ecnebiden geldiği için ehl-i imana çok zararları olabilir. Ve çok su’-i istimalata menşe olmakla beraber içinde bir doğru olsa, on yalan karışıyor. Çünki doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mehenk, bir mikyas olmadığından ervah-ı habise ve şeytana yardım eden cinnîlerin bu vesile ile hem onun ile meşgul olanın kalbine ve hem de İslâmiyet’e zarar vermek ihtimali var. Çünki maneviyat namına hakaik-ı İslamiyeye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat oluyor. Ervah-ı habise iken kendilerini ervah-ı tayyibe zannettirip belki kendilerine bazı büyük veliler namını verip, İslâmiyet’in esasatına muhalif sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikatı tağyir edip, safdilleri tam aldatabilirler.
1769/1- Meselâ: Nasılki güneş, bir küçük cam parçasında ziyasıyla, hararetiyle şekliyle görünüyor. Fakat o küçücük camın içindeki güneşin o küçücük timsali, kendi namına eğer konuşsa ve dese: Benim ziyam dünyayı istila ediyor, benim hararetim herşeyi ısıtıyor ve küre-i arzdan bir milyon defadan daha büyüğüm dese, ne derece hilaf-ı hakikat olduğu anlaşılır. Aynen bu misal gibi: Bir peygamber, güneş gibi hakiki makamında iken o ispirtizmanın veyahut medyumluğun cam parçası hükmündeki istidadına göre bir cilvesinin tezahürü, o hakikat namına konuşamaz. Eğer konuşsa yüz derece muhalif olur. İspirtizmanın veya medyumluğun o mazhardaki cüz’î cilvesi, vahyin mazharı olan o manevi güneşin kudsi mahiyetine hiçbir cihetle kıyas olamaz. Çünki esfel-i safilîndeki bir cam parçası, manen a’la-yı illiyyînde olan o manevi güneşin hakikatını yanına getiremez. Getirmeye çalıışmak da hürmetsizlikten başka birşey değildir.
Ancak onun makamına karib olmak için, Celaleddin-i Süyutî ve bir kısım evliyalar gibi seyr ü sülûk ile terakki ederek o manevi güneşin sohbetine mazhar olunur. Fakat böyle terakki, Risale-i Nur’un isbat ettiği gibi, Peygamberin velayetiyle bir nevi sohbeti, kendi derecelerine göre ve kendi istidadları derecesinde olur. Fakat nübüvvet hakikatı, velayetten ne derece yüksek ise, ispirtizma vasıtasıyla veyahut terakkiyat-ı ruhiye cihetiyle mazhar olunansohbet ve muhabere dahi, hiçbir cihette hakiki Peygamberle muhabereye yetişemiyeceğinden yeni ahkâm-ı şer’iyeye medar-ı ahkâm olamaz.
1769/2- Evet dinden gelmeyen, belki felsefenin hassasiyetinden gelen celb-i ervah da; hem hilaf-ı hakikat, hem hilaf-ı edeb bir harekettir. Çünki A’la-yı illiyyînde ve kudsi makamlarda olanları esfel-i safilîn hükmündeki masasına ve yalanların yeri olan oyuncak tahtasına getirmek tam bir ihanettir ve bir hürmetsizliktir. Adeta bir padişahı kulübeceğine çağırıp getirmek gibidir. Belki ayn-ı hakikat ve edeb ve hürmet ve istifade odur ki, Celaleddin-i Süyuti, Celaleddin-i Rumi ve imam-ı Rabani gibi zatların seyr ü sülûk-u ruhanîleri gibi seyr ü sülûk ile yükselerek o kudsi zatlara yanaşmak ve istifade etmektir.
1769/3- Rü’ya-yı sadıkada ervah-ı habise ve şeytan, peygamber suretinde temessül edemez. Fakat celb-i ervahta; ervah-ı habise, belki peygamberin lisanen ismini kendine takıp; sünnet-i seniyeye ve ahkâm-ı şer’iyeye muhalif olarak konuşabilir. Eğer bu konuşması şeriatın ahkâmına ve sünnet-i seniyeye muhalif ise tam delildir ki, o konuşan ervah-ı tayyibe değildir. Mü’imn ve müslüman cinnî de değildir, ervah-ı habisedir. Bu şekilde taklid ediyor. “ (E.L.II. 155)
Esasen cinlerle temas mümkün ve vakidir. Fakat bu temas ve münasebet, onlara oyuncak olmamak ve onları istihdam etmek şeklinde olmalıdır. (Bak: 596,597,599,600.p.lar)
1770- qqİSRAF ¿~h,É~ : Lüzumsuz yere harcamak. Malı ve parayı lüzumsuz yere sarf etmek. *En lüzumlu aslî vazifeleri bırakıp en lüzumsuz veya zararlı şeylerle meşgul olarak ömrünü veya gençliğini boş yere harcamak. “İsraf mal sarfında meşhur ise de, insanın yaptığı herhangi bir fiilde haddini aşmaktır.” (E.T. 4133) (Bak: Fantaziye, İktisad) (Sefihte mal bırakılmaz, bak: 3309.p.)
1771- Yemek-içmekte israfa bir misal: “Bir lokma kırk paraya, diğer bir lokma on kuruşa... Ağıza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra birdirler. Yalnız birkaç saniye ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan kuvve-i zaikayı taltif ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefihidir.” (H.Ş. 126)
1772- Hem meselâ cemiyeti ifsad eden moda, fantaziye ve hevesat yolundaki israf hakkında “rivayette var ki: “Âhirzamanın eşhas-ı mühimmesinden olan Süfyan’ın eli delinecek.”
Allahu a’lem, bunun bir te’vili şudur ki: Sefahet ve lehviyat için gayet israf ile elinde mal durmaz, israfata akar. Darb-ı meselde deniliyor ki, “Filan adamın eli deliktir” yani çok müsriftir.
İşte Süfyan israfı teşvik etmekle, şiddetli bir hırs ve tamaı uyandırarak insanların o zaif damarlarını tutup kendisine müsahhar eder diye bu hadis ihtar ediyor. “İsraf eden ona esir olur, onun damına düşer” diye haber verir.” (Ş.583)
Demek israfta, bir ferdin zarar görmesinden tâ bir cemiyetin ifsadına kadar küllî zararlar vardır.
1773- Kur’anda israf kelimesinin geçtiği âyetlerden siyak ve sibaka göre alınan birkaç not:
-(Nefsin istekleri yolunda her türlü hadd-i meşru’yu aşmak manasında) müsrif olanlar: (5:32)( (7:81)
-Ni’metlerde ve yiyip içmede israfın yasaklanması: (6:141) (7: 31)
-Allah’a iltica ve duayı, yalnız zarar görmemek gayesiyle yapan müsrif menfaatperestler: (10:12)
-Fir’avunun azgın müsrifliği: (10:83)
-İsraf ve cimrilikten azade vasat infak tavsiyesi: (25:67)
-Nimetler içinde azgınlaşmış hayatperest müsriflere itaat etmemek. (26:151)
-Nübüvvete tabi olmayan azgın müsrifler. (36: 19)
-(Günahların işlenmesini ve herkese sirayetini istemememelerine rağmen nefislerinin isteklerine kapılarak) kendi zararlarına aşırı derece hadd-i meşru’yu aşanlar dahi Allah’ın rahmetinden ümidi kesmemelidirler. (39:53)
Atıf notları:
-Mimsiz medeniyetin aşıladığı israf, bak: 2284.p.
-İsraf hırsı intac eder, bak: 1279.p.
1774- qqİSRAFİL u[4~h,~ : Dört büyük melekten biri olup kıyamet günü cesedlere nefh-i ruh etmeğe ve Sur’u üfürmeğe vazifelidir. (Bak: Melaike, Sur)
1775- qqİSRAİL u[¶<~h,~ : Hz. Yakub’un (A.S.) lakabı olup sonradan bütün o soydan gelenlere Benî İsrail denmiştir.* İsrail oğulları, Yahudiler. (Bak.Yahudi)
Atıf notları:
-İsrail oğullarının ikiye ayrılan devletlerinden biri olan İsrail, bak: 3458.p.
-İsrailoğullarının menşei, bak: 1470.p.
1776- qqİSRAİLİYAT _[V[¶<~h,~ : Zamanla hurafeye inkılab etmiş. Yahudilikten kalma haberler, hikâyeler. israil oğullarına mahsus hikâyeler, hâdiseler.
“İsrailiyatın bir taifesi ve hikmet-i Yunaniyenin bir kısmı, daire-i İslâmiyet’e duhul etmeleriyle, din süsüyle görünerek,efkârı ihtilale verdiler Şöyle ki:
O necib kavm-i Arab, zaman-ı cahiliyette bir ümmet-i ümmiye idi. Vaktaki içlerinden hak tecelli edip istidad-ı hissiyatları uyandı da meydanda yol açan din-i mübini gördüklerinden umum rağabat ve meyilleri, yalnız dinin marifetine inhisar eylediler. Fakat kâinata olan nazarları teşrihat-ı hikemiye nazarıyla değil, belki istitraden yalnız istidlal için idi. Oların o hassas zevk-i tabiîlerine ilham eden yalnız onların fıtratlarına münasib olan geniş ve ulvi muhitleri; ve safi ve müstaid olan fıtrat-ı asliyeleri talim ve terbiye eden yalnız Kur’an idi. Bundan sonra kavm-i Arab sair akvamı bel’ettiği gibi milel-i sairenin malumatları dahi müslüman olmaya başladığından, muharrefe olan İsrailiyat ise Vehb, Kâ’b gibi ülema-i ehl-i kitabın İslâmiyetlerinin cihetiyle Arapların hazain-i hayalatına bir mecra ve menfez bularak o efkâr-ı safiyeye karıştılar. Hem sonra da ihtiram dahi gördüler. Zira ülema-i ehl-i kitabdan İslâmiyet’e gelenler, İslâmiyet şerefiyle gayet celalet ve tekemmül ettiklerinden, malumat-ı müzahrefe-i sabıkaları makbule ve müselleme gibi oldular. reddedilmedi. Çünki İslâmiyet’in usulüne müsadim olmadığından hikâyat gibi rivayet olunur iken, ehemmiyetsizliği için tenkidsiz dinlenirler idi. Fakat hayfa! Sonra hak olarak kabul edildiler. Çok şübeh ve şükûkata sebebiyet verdiler.
1777-Hem de vaktaki şu israiliyat, Kitab ve Sünnet’in bazı imaatlarına merci ve bazı mefahimlerine bir münasebetle me’haz olabilirler idi. Fakat âyât ve hadisin manaları değil. Belki faraza doğru olsalar idi, masadak ve efradından olmaları mümkün olduğundan; su’-i ihtiyarlarıyla başka bir me’hazı bulmayan veya atf-ı nazar etmeyen zahirperestler, bazı âyât ve ehadisi o hikâyat-ı İsrailiyeye tatbik ederek tefsir eylediler. Halbuki Kur’anı tefsir edecek, yine Kur’an ve hadis-i sahihtir. Yoksa ahkâmı mensuh olduğu gibi kısası dahi muharrefe olan İncil ve Tevrat değildir.
Evet masadak ile mana ayrıdırlar. Halbuki masadak olmaya mümkün olan şey, mana yerine ikame olundu. Çok da imkânat vukuata karıştırıldı.” (Mu. 16)
qqİSTANBUL ÄYA9_B,~ : (Bak: Istanbul)
qqİSTİAZE ˜†_QB,~ : (Bak: 3547.p.)
1778- qqİSTİ’DAD …~fQB,É~ : Bir şeyin gelişip mertebe-i kemaline varması için Allah’ın verdiği fıtrî meyil. *Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. *Allah Teala Hazretlerinin (C.C.)insanlara ve sair mahluklara tevdi buyurduğu tekâmül kuvveleri. Yani herbir zihayatın gelişip inkişaf etmede fıtrî imkânlılık ve manevi proğramı manasında, çekirdek-misal bilkuvve bir hakikattır. Bu hakikat, insanların istidad-ı fıtrî cihetiyle Cenab-ı Hakk’a verdikleri ahd manasını da tazammun eder.
“Cenab-ı Hakk’ın ahdi; meşiet, hikmet, inayet ipleriyle örülmüş nurani bir şerittir ki, ezelden ebede kadar uzanmıştır. Bu nurani şerit, kâinatta nizam-ı umumi şeklinde tecelli ederek silsilelerini kâinatın envaına dağıtır iken, en acib silsilelerini nev’-i beşere uzatmıştır ve ruh-u beşerde pek çok istidad ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o istidadların terbiyesini ve neticesini cüz’-i ihtiyarînin eline vermiştir. O cüz’-i ihtiyarînin yuları da Şeriatın ve delail-i nakliyenin eline verilmiştir. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’ın ahdini bozmamak ve ifa etmek ancak o istidadları lâyık ve münasib yerlerine sarfetmekle olur.” (İ.İ.173)
1779- İnsan istidad cihetinde bir çekirdeğe benzer. Çünkü “insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kıymetli proğramlar tevdi edilmiş. Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde, hayat-ı dünyeviye toprağı altında o cihazat-ı maneviyesini nefsin hevesatına sarfetse; bozulan çekirdek gibi bir cüz’^telezzüz için kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes’uliyet-i maneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir.
Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imanınziyasıyla ubudiyet toprağı altında terbiye ederek, evamir-i Kur’aniyyeyi imtisal edip cihazat-ı maneviyesini hakiki gayelerine tevcih etse, elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet’te hadsiz kemalat ve nimetlere medar olacak bir şecere-i bakiyenin ve bir hakikat-ı daimenin cihazatına cami kıymetdar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır. “ (S.321)
Bir atıf notu:
-Cihazat-ı insaniyeyi asıl vazifelerinde kullanmak, bak: 3598.p.
1780- “Evet, Cenab-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i ruhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidadlar var. Bu istidadların altında, hesaba gelmiyen kabiliyetler var. Ve bunlardan neş’et eden hadde gelmiyen meyiller var. Ve bunlardan husule gelen gayr-ı mütenahi efkâr ve tasavvurat var.” (İ.İ.55)
1781- “ Evet, bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne kadar mertebeler var; mahiyet-i insaniyedeki istidadda dahi ondan daha ziyade meratib var. Belki zerreden şemse kadar derecelere var. Bu istidadatın inkişafatı elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder. Ve o muameledeki terakki zenbereğinin hareketi, mücahede ile olur. O mücahede ise şeytanların ve muzır şeylerin vücuduyla olur. Yoksa melaikeler gibi insanların da makamı sabit kalırdı. “ (L. 71)
1782- qqİSTİDLAL ÄfB,~ : Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkarmak. Muhakeme. Zihnin eserden müessire veya müessirden esere intikali. (Bak: Delil, İktiranî Kıyas, İntikal)
İki atıf notu:
-İbrahim (A.S.)ın istadlalen Hâlik-ı Zülcelal’e imanı, bak: 1469.p.
-Aklı istidlale teşvik eden âyetlerden bazıları, bak: 190.p.
«Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlale “bürhan-ı limmî” denildiği gibi, dumanın ateşe olan delaleti gibi eserden müessire olan istidlâle de “bürhan-ı innî” denir. Bürhan-ı innî, şüphelerden daha salimdir.” (İ.İ. 86)
1783- Bazı kimselerin”Kur’anda delail-i akliyeye ve fennin keşfiyatına muhalif bazı âyetler vardır dedikleri şüphelerine cevap:
Kur’an-ı Kerim’de takib edilen maksad-ı aslî; isbat-ı Sani’, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet esaslarına cumhur-u nası irşad ve isal etmektir. Binaenaleyh, Kur’an-ı Kerim’in kâinattan yaptığı bahis tebeîdir; kasdî değildir. Yani ligayrihidir, lizatihi değildir. Yani Kur’an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk’ın vücud, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa kâinatın bizzat keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim; coğrafya, kozmoğrafya gibi kasden kâinatın keyfiyetinden mana-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitab değildir. Ancak kâinat sahifesinde yazılan san’at-ı İlahiyenin nakışları ve kudretin hilkat mu’cizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sani’ ve nizam-ı hakikîye istidlal keyfiyetini öğretmek için nazil olan bir kitabdır. Binaenaleyh san’at, kasd, nizam; kâinatın her zerresinde bulunur, matlub hasıl olur. Teşekkülü nasıl olursa olsun, bizim matlubumuza taalluku yoktur. Febinâen alâ zâlik, mademki Kur’anın kâinattan bahsi istidlal içindir ve delilin müddeadan evvel ma’lum olması şarttır ve delilin muhatablarca vuzuhu müstahsendir; bazı âyetlerin onların hissiyatına ve edebî ma’lumatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belagat ve irşad olmaz mı?
Fakat bu âyetlerin, hissiyatlarına imale etmesi mes’elesi o hissiyata kasden delalet etmek için değildir. Ancak kinaye kabilinden o hissiyatı okşamak içindir. Maahaza hakikata ehl-i tahkiki isal için, karine ve emareler vaz’edilmiştir. Meselâ:
Eğer Kur’an-ı Kerim, makam-ı istidlalde şöylece demiş olsa idi ki: “Ey insanlar! Güneş’in zahirî hareketiyle hakiki sükuûnuna ve Arz’ın zahirî sükûnuyla hakiki hareketine ve yıldızlar arasında cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine ve yetmiş unsur arasında hasıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi hârika şeylerden Cenab-ı Hakk’ın herşeye kadir olduğunu anlayasınız.” deseydi; delil, müddeadan binlerce derece daha hafi, daha müşkül olurdu. Halbuki delilin müddeadan daha hafi olması, makam-ı istidlale uymaz.” (İ.İ: l18)
Dostları ilə paylaş: |