1901- “Eğer kader ve cüz’-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i huzur ve kemal-i iman sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenab-ı Hakk’a verir, onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüz’i ihtiyarîden bahsetsin. Çünki madem nefsini ve herşey’i Cenab-ı Hak’tan bilir, o vakit cüz-i ihtiyarîye istinad ederek mes’uliyeti deruhde eder. Seyyiata merciiyeti kabul edip, Rabbini takdis eder. Daire-i ubudiyette kalıp, teklif-i ilahiyeyi zimmetine alır. Hem kendinden sudur eden kemalat ve hasenat ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musibetlerde kaderi görür, sabreder. Eğer kader ve cüz-i ihtiyarîden bahseden adam, ehl-i gaflet ise, o vakit kaderden ve cüz-i ihtiyarîden bahse hakkı yoktur. Cünki: Nefs-i emmaresi, gaflet veya dalalet saikasıyla kâinatı esbaba verip, Allah’ın malını onlara taksim eder; kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbaba verir. Mes’uliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenab-ı Hakk’a verilecek olan cüz-i ihtiyarî ve en nihayette medar-ı nazar olacak olan kader bahsi manasızdır. Yalnız bütün bütün onların hikmetine zıd ve mesu’liyetten kurtulmak için bir desise-i nefsiyedir.” (S. 465)
1900- paragrafta bahsolunan kaderin hâlî ve vicdanî bir hakikat olduğunun bir nevi tatbikî izahı manasında olarak başa gelen hâdiseleri, kaderin adaletli ve merhametli icraatı diye izah edilen Bediüzzaman Hz. Risale-i Nur Külliyatı’nın muhtelif yerlerinde, bilhassa Emirdağ Lahikası 2. sh: 78 deki (Konuşan Yalnız Hakikattır) yazısında kadere teslimiyet ve hâdiselere bu noktadan bakıp ibret alma dersini verir. (Aynı mevzuda tafsilat için: 1908/1, 914/p.lara ve atıf notlarına bakınız.)
Bir atıf notu:
-Münafıkların, hidayete karşılık dalaleti almaları, bak: 1301.p.
1902- Eğer desen: “Kader ile cüz’-i ihtiyarî, nasıl tevfik edilebilir?
Elcevab: Yedi vecihle.
Birincisi. elbette kâinatın intizam ve mizan lisaniyle hikmet ve adaletine şehadet ettiği bir Âdil-i Hakîm, insan için medar-ı sevab ve ikab olacak, mahiyeti meçhul bir cüz-i ihtiyarî vermiştir. O Âdil-i Hakîm’in pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-i ihtiyarînin kaderle nasıl tevfik edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delalet etmez.
İkincisi: Bizzarure herkes kendisinde bir ihtiyar hisseder. O ihtiyarın vücudunu vicdanen bilir. Mevcudatın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var: Vücudu bizce bedihi olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul... İşte şu cüz’-i ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Herşey, malumatımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delalet etmez.
Üçüncüsü: Cüz’-i ihtiyarî, kadere münafi değil. Belki kader, ihtiyarı te’yid eder. çünki kader, ilm-i İlahînin bir nev’idir. ilm-i ilahî, ihtiyarımıza taalluk etmiş. Öyle ise, ihtiyarı te’yid ediyor, ibtal etmiyor.
1903- Dördüncüsü: Kader, ilim nev’indendir. ilim, maluma tabidir. Yani nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. yoksa malum, ilme tabi değil. Yani ilim desatiri, malumu haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünki malumun zatı ve vücud-u haricîsi, iradeye bakar ve kudrete istinad eder. Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki, ezel; mazi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir ayine-misaldir. öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertib ile girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.
Şu sırrın keşfi için şu misale bak: Senin elinde bir ayine bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mazi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farzedilse; o ayine yalnız mukabilini tutar. Sonra o iki tarafı bir tertib ile tutar, çoğunu tutamaz. O ayine ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat o ayine ile yükseğe çıktıkça o ayinenin mukabil dairesi genişlenir. Gitgide bütün iki taraf mesafeyi birden bir anda tutar. İşte şu ayine şu vaziyette onun irtisamında, o mesafelerde cereyan eden hâlat birbirine mukaddem-muahhra, muvafık-muhalif denilmez.
İşte kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle: “Manzar-ı a’lâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak birden tutar, ihata eder bir makam-ı a’lâdadır.” (181) Biz ve muhakematımız, onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir ayine tarzında olsun.
1904- Beşincisi: Kader, sebeble müsebbebe bir taalluku var. Yani şu müsebbeb, şu sebeble vukua gelecek. Öyle ise denilmesin ki: “Madem filan adamın ölmesi, filan vakitte mukadderdir. Cüz’-i ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahatı var, atmasaydı yine ölecekti?”
Sual: Niçin denilmesin?
Elcevab: Çünki kader, onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farzetsen, o vakit kaderin adem-i taallukunu farzediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Yalnız Cebrî gibi, sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen veyahut Mu’tezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dalleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.” Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mu’tezile der: “Atmasaydı ölmiyecekti.”
1905- Altıncısı:(*) Cüz’-i ihtiyarînin uss-ül esası olan meyelan, Maturidîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş’arî, ona mevcud nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelandaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelan, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur.Emr-i itibarî ise, illet-i tamme istemez ki; illet-i tamme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref’etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise, o anda onu terkedebilir. Kur’an ona o anda diyebilir ki: “Şu şerdir, yapma.”
Evet eğer abd, hâlik-ı ef’ali bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref’olurdu. Çünki ilm-i usûl ve hikmette ²f«D< ²v«7 ²`¬D«< ²v«7_«8 kaidesince mukarrerdir ki: “Bir şey vacib olmazsa, vücuda gelmez”: Yani illet-i tamme bulunacak, sonra vücuda gelebilir. İllet-i tamme ise, malulü bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.
1906- Eğer desen: Tercih bila müreccih muhaldir. Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kesb-i insanî; bazan yapmak ve bazan yapmamak, eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü Kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder?
Elcevab: Tereccüh bilâ müreccih muhaldir. (**) Yani: Müreccihsiz, sebebsiz rüchaniyyet muhaldir. Yoksa, tercih bila müreccih caizdir ve vakidir. İrade bir sıfattır, onun şe’ni böyle bir işi görmektir.
1907- Eğer desen: Madem katli halkeden Hak’dır. Niçin bana katil denilir?
Elcevab: Çünki ilm-i sarf kaidesince ism-i fail, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa bir emr-i sabit olan hasıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kesbimizdir; katil ünvanını da biz alırız. Hasıl-ı bilmasdar, Hakk’ın mahlukudur. Mes’uliyeti işmam eden birşey, hasıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.
1908- Yedincisi: İrade-i cüz’iye-i insaniye ve cüz-i ihtiyariyesi çendan zaiftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak o zaif, cüz’î iradeyi irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı adi yapmıştır. Yani manen der: “Ey abdim! ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir!” Teşbihte hata olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp “Nereyi istersen, seni oraya götüreceğim” desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette “Sen istedin” diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenab-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin iradesini bir şart-ı adi yapıp irade-i külliyesi ona nazar eder.
Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gayet zaif, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gayet uzun ve hasenatta eli gayet kısa, cüz-i ihtiyarî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehennem’e yetişmesin. Demek dua ve tevekkül,meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.” (S. 466-468)
1908/1- Kaderin adaletle muamele ettiğini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri şu hususu ehemmiyetle nazar verir:
“Bir hâdisede hem insan eli, hem de kader müdahalesi olduğundan; insan, zahirî sebebe bakıp bazan haksız hükmedip zulmeder. Kader, o musibetin gizli sebebine baktığı için adalet eder.” diye Risale-i Nurda bir kaide-i esasiyedir. (K.L.193)
1909- Yani ef’al-i beşeriye içinde kaderin adaleti vardır. Evet” bazan zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeble bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır; başına bir felaket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebeb haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa, adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebebden dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan o kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felakete düşürür. Bu adalet-i İlahiyenin bir nevi tecellisidir.” (E.L.II.78) (Bak: 81.p.) der ve aynı kaidenin bir tatbikatı manasında şunu hikâye eder:
“Bu sekiz dokuz senede, sekiz dokuz defa tecrübem var ki, onların zâlimane bana karşı muamelelerinin vukuundan sonra, kader-i İlahîyi düşünüp “Ne için bunları bana musallat et diye nefsimin desiselerini arıyordum. Her defada, ya nefsim şuursuz olarak enaniyete fıtrî meyletmiş veyahud bilerek beni aldatmış, anlıyorum. O vakit kader-i İlahî o zâlimlerin zulmü içerisinde hakkım da adâlet etmiş, derdim. Ezcümle: Bu yazın arkadaşlarım güzel bir ata beni bindirdiler. Bir seyrangâha gittim. Şuursuz olarak nefsimde hodfuruşane bir keyf arzusu uyanmakla ehl-i dünya öyle şiddetli o arzumun karşısına çıktılar ki, yalnız o gizli arzuyu değil belki çok iştihalarımı kestiler. Hattâ ezcümle, bu defa Ramazandan sonra, eski zamanda gayet büyük, kudsî bir imamın bize karşı gaybî kerametiyle iltifatından sonra kardeşlerimin takva ve ihlasları ve ziyaretçilerin hürmet ve hüsn-ü zanları içinde-ben bilmeyerek-nefsim müftehirane, güya müteşekkirane perdesi altında riyakârane bir enaniyet vaziyetini almak istedi. Birden bu ehl-i dünyanın hadsiz hassasiyetle ve hattâ riyakârlığın zerrelerini de hissedebilir bir tarzda, birden bana iliştiler. Ben Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum ki, bunların zulmü bana bir vasıta-i ihlas oldu.
1910- Hem Kur’anda kaderin tasarrufunu bildiren âyetlerden birinde şöyle buyurulur:
“ (3:26) š_«L«# ²w«8 «t²VW²7 |¬#ÌY# ¬t²VW²7~ «t¬7_«8 ÅvZ±V7~ ¬u5 İşte şu âyet Cenab-ı Hakk’ın nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesindeki tasarrufatını şöyle gösteriyor ki; izzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın meşietine ve iradesine bağlıdır. Demek kesret-i tabakatın en dağınık tasarrufatına kadar meşiet ve takdir-i İlahiye iledir, tesadüf karışamaz.” (S. 418)
Hem “(8:24) ¬y¬A²V«5«— ¯š²h«W²7~ «w²[«" ÄYE«< işaratıyla insanın kalbine ve iradesine müdahalesinden tut, ta (39:;67) ¬y¬X[¬W«[¬" °_Å<¬Y²O«8 ~«Y«WÅK7~«— yani, bütün semavatı bir kabzasında tutmasına kadar” (S.396) kader hâkimdir.
1911- Hakikat-ı hal böyle olduğu halde, “nefis daima ızdıraplar, kalaklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ü kadere razı olmuyor. Halbuki şemsin tulu’ ve gurubu muayyen ve mukadder olduğu gibi, insanın da dünyaya tulu’ ve gurubu ve sair mukadderat, kalem-i kader ile cephesinde yazılıdır. isterse başını taşa vursun ki, o yazıları silsin; fakat başı kırılır, yazılara bir şey olmaz ha! ...” (M.N. 122)
1912- Keza “ merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musab olan bir koyun lisan-ı haliyle: “Biz çobanın emri altındayız, o bizden daha ziyade faidemizi düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim.” diye kendisi döner, sürü de döner.
Ey nefis! Sen o koyundan fazla asi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman «–YQ¬%~«‡ ¬y¬[«7¬~ _Å9¬~«— ¬y±V¬7 Å–¬~ (2:156) söyle ve merci-i hakikiye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür.” (M.N. 120)
1913- Kaderin hâkimiyetini gösteren bir hâdise hakkında sorulan bir sual ve cevabı:
“Hazret-i Ömer’in (R.A.) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sariye namındaki bir kumandanına: «u«A«D²7~«u«A«D²7~ «}«<¬‡_«, _«< (182) deyip, Sariye’ye işittirip, sevk-ül ceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerametkârane kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki katili Firuz’u o keskin nazar-ı velayetiyle görmedi?
Elcevab: Hazret-i Yakub. Aleyhisselâm’ın verdiği cevab ile cevab veririz. Yani Hazret-i Yakub’dan sorulmuş ki: “Ne için Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Ken’an Kuyusundaki Yusuf’u görmedin?” Cevaben demiş ki: “Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”
Elhasıl: insan her ne kadar fail-i muhtar ise de, fakat (76:30)
yÁV7~ «š_«L«< ²–«~ Ŭ~ «–— š_«L«#_«8«— sırrınca meşiet-i ilahiye asıldır, kader hâkimdir. Meşiet-i İlahiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir.
h«M«A²7~ «|¬W2 ‡«f«T²7~ «š_«% ~«†¬~ hükmünü icra eder. Kader söylese iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz’î susar.” (M.52)
1914- “Cenab-ı Hakk’ın ata, kaza ve kader namında üç kanunu vardır. Ata, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar.
Meselâ: Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kaza demektir. O kararın iptaliyle hükmü kazadan afvetmek, ata demektir. Evet yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, ata da kaza kanununun kat’iyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler. Demek atanın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir. Ata, kaza kanununun şümulünden ihraçtır. Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracıdır. Bu hakikate vâkıf olan arif:
“Ya İlahî! Hasenatım senin ata’ndandır. Seyyiatım da senin kaza’ndandır. Eğer ata’n olmasa idi, helâk olurdum” der.” (M.N.206)
“Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, maasîye teklif noktasında bakmak lâzımdır. Cebr ve İ’tizal, burada barışırlar.” (M.472)
Atıf notları:
-Mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzündeki elîm hâlât sebebiyle kadere gelen itirazları nur-u imanın şükre tebdil etmesi, bak: 3073.p.
-Kadere rıza gerek, bak: 3832.p.
-Duanın kaderi geri döndürdüğünü beyan eden hadis, bak:3186.p.
-Pek çok musibetlere rağmen kaderin herşeyi güzeldir, bak: 2641.p.
-Zerreler kaderin manevi proğramına göre manevi nura mazhar olurlar, bak: 4093.p.
-Bediüzzaman Hazretlerine siyasi bir inkilabcı nazarıyla bakılmaması için kader adaletinin müdahalesi, bak: 3227.p.
-Cihan Harbi musibetine maruz kalan müslümanlara kaderin adaleti, bak: 370.p.
-Hz. Hasan ve Hüseyin (R.A.(‘ın siyasi muvaffakiyetsizliğinde kaderin adaleti, bak: l196, l197.p.lar
-Her canlının rızkı kader levhalarında yazılıdır, bak: 3037.p.
-Ziyaret-i kabirde ifrat edenlere kaderin adaleti, bak: 450, 451.p.lar
-İnsanın el ve yüzündeki çizgilerin kaderî işaretler olduğu, bak: 73.p.
-Bir kısım safdil müslümanların ehl-i dalaleti desteklemekle kader nazarında musibete lâyık olmaları, bak: 126.p.
-Bazı rüyaların, kaderin hakkiyetine delaleti, bak: 3162.p.
-Dine hizmet ehlinin kader-i İlahî tarafından musibetlerle imtihan edilmeleri, bak: 582.p.
-Kaderi isbat eden deliller haşri de isbat eder, bak: 653.p.
-İlham-ı İlahî ile hayvanat, kader-i İlahî tarafından sevkedilir, bak: 1345.p.
-Annelerin şefkatlerini su-i istimal etmelerine karşı kaderin adaleti, bak: 161.p.
1915- Kader hakkında Kur’andan birkaç not:
-Bütün mahlukat, İlahî nizam ve mukadderat altındadır: (25:2) (65:3)
-Herşey Levh-i Mahfuz’da mukadderdir. (57:22)
-Ana karnındaki ceninin takdiri: (77:22,23) (80:19) (Bak: 969.p.)
-İyilik Alah’tan, seyyiat nefistendir: (4:79)
-Ölüm mukadderdir. (3:154) (Bak: Ecel)
-Allah’ın izni olmadan hiçbir musibet gelemez: (64:ll)
qqKADI İYAZ Œ_[2 |/_«5 : “Ebu-l’Fazl İyaz ibn-i Musa, Malikî fukahasındandır. Endülüs’te Sebte beldesindendir. Hadis, usul, fıkıh ilimlerinde, Arabiyatta imam idi. Muhtelif ilimlere dair musannefatı vardır. (Kitab-i Şifa bi-ta’rifi Hukuk-il Mustafa) adındaki mübarek eseri meşhurdur. Pek parlak bir fikre, bir fakahete malik olan bu zat, bir müddet kendi beldesinde, sonra Gıranata’da kadılık yapmıştır. Hi. 476’da doğmuş, 544 tarihinde Merrakeş’de vefat etmiştir. “ (H.İ. sh: 453)
qqKADIN w<…_5 : (Bak Nisa)
qqKADİRÎ z‡…_5 : Abdülkadir-i Geylanî’nin (R.A.) tarikatına bağlı olan. (Bak: Abdülkadir-i Geylanî)
1915/1- qqKAF DAĞI |3_0 ¿_5 : Kur’an (50:l) âyetinin başında geçen (Kaf) harfinin tefsirinde bahsedilen bu dağ hakkında çeşitli izahlar verilir. Müfessir Hamdi Efendi çeşitli kavilleri naklederek geniş bilgi verirken şöyle der:
“ » Bu sure ile ‹ suresinin başlayışında ziyade bir benzeyiş var-dır. Evvela, ikisi de birer harf ve Kur’ana kasem ve ²u«" ile başlıyor, kâfirlerin taaccübüne tearüz ediyor. Onun evelinde ¬h²6¬±g7~ >¬† ¬–´~²hT²7~«— (38:l) âhirinde (38:87) «w[¬W«7_«Q²V¬7 °h²6¬† Ŭ~ «Y; ²–¬~ bunun evvelinde ¬f[¬D«W²7~ ¬–´~²hT²7~«— (50:l.), âhirinde ¬f[¬2«— ¿_«F«< ²w«8 ¬–´~²hT²7_¬" ²h¬±6«g«4 (50:41) buyuruluyor. Onda imanın şartlarından ilk esas olan tevhide, bunda ba’s-ü haşre inayet buyuruluyor.
» yazılışta harf, okunuşta kaf isim tarzındadır. Zahir olan harfin ismi, bundan da bu surenin ismidir. Bu münasebetle Kaf Dağı’ndan da bahsedilmiş. Remzen veya sarahaten emr-i hazır olması ihtimali de söylenmiştir. Doğrusu diğerleri gibi bu da müteşabihattandır.” (E.T. 449)
Bediüzzaman Hazretlerinin, bu tarz müteşabih ifadelere ışık tutan izahatı ise şöyledir:
“Malumdur, bir şeyin mahiyetinin keyfiyetini bilmek başkadır. O şeyin vücudunu tasdik etmek yine başkadır. Bu iki noktayı temyiz etmek lâzımdır. Zira çok şeylerin asıl vücudu yakîn iken, vehim onda tasarruf ederek te imkândan imtina derecesine çıkarıyor.
“Kaf’a işaret eden kat’iyy-ül metinlerden yalnız
(50:l) ¬f[¬D«W²7~ ¬–´~²hT²7~«— » dir. Halbuki caizdir; “Kaf”, “Sad” gibi olsun. Dünyanın şarkında değil, belki Arzın garbındadır. Şu ihtimal ile delil yakîniyetten düşer. Hem de katiyy-üd delalet bundan başka olmadığının bir delili; Şer’in müctehidlerinden olan Karafi’nin y«7 «u«.«~ « demesidir. Lakin ibn-i Abbas’a isnad olunan keyfiyet-i meşhuresi, Dördüncü Mukaddeme’ye (Mu. 20. sahifeye) bak. Vech-i nisbeti sana temessül edecektir. Halbuki İbn-i Abbas’ın her söylediği sözü, hadis olması lâzım gelmediği gibi, her naklettiği şeyi de onun makbulü olmak lâzım gelmez. Zira İbn-i Abbas gençliğinde İsrailiyata, bazı hakakikın tezahürü için hikâyet tarikıyle bir derece atf-ı nazar eylemiştir.
Eğer dersen: “Muhakkıkîn-i Sofiyye, “Kaf”a dair pek çok tasviratta bulunmuşlardır?” Buna cevaben derim: “Meşhur olan âlem-i misal, onların cevelangâhıdır. Biz elbisemizi çıkardığımız gibi onlar da cesetlerini çıkarıp seyr-i ruhanî ile o ma’razgâh-ı acaibe temaşa ediyorlar.”Kaf” ise; o âlemde onların tarif ettikleri gibi mütemessildir. Bir parça ayinede, semavat ve nücum temessül ettikleri gibi, bu âlem-i şehadette velev küçük şeyler de olsa-çekirdek gibi-âlem-i misalde tecessüm-ü maanînin tesiriyle bir büyük ağaç oluyor. Bu iki âlemin ahkâmları birbirine karıştırılmaz. Muhyiddin-i Arabî’nin mağz-ı kelâmına muttali olan bunu tasdik eder. Amma avamın yahut avam gibi adamların mabeynlerinde müştehir olan keyfiyeti ki: “Kaf” yere muhittir ve müteaddiddir. her ikisinin ortasında beş yüz senedir... ve zirvesi semanın ketfine mümasdır... ilâ âhiri hayalâtihim... Bunu, ne kıymette olduğunu bilmek istersen, git Üçüncü Mukaddeme’den (Mu. 16. sahifede) fenerini yak; sonra gel, bu zulümata gir. Belki ab-ı hayat olan belagatını göreceksin.
Eğer bizim bu mes’elede olan itikadımızı anlamak istersen; bil ki ben “Kaf”ın vücuduna cezmederim; fakat keyfiyeti ise, havale ederim. Eğer bir hadis-i sahih ve mütevatir, keyfiyetin beyanında sabit olursa iman ederim ki; murad-ı Nebi sâdık ve doğru ve haktır. Fakat murad-ı Nebevî üzerine... Yoksa nâsın mütehayyelleri üzerine değildir. Zira bazan fehmolunan şey, muradın gayrısıdır. Bu mes’elede malumumuz budur: kaf Dağı, ekser şarkı ihata eden ve eski zamanda bedevi ve medenilerin aralarında fâsıl olan ve a’zam-ı cibal-i dünya olan Çamular’ının annesi olan Himalaya silsilesidir. Bu silsilenin ırkından cibal-i dünyanın ekserisi teşa’ub eyledikleri denilir. Bu hal öyle gösteriyor ki: “Kaf”ın dünyaya meşhur olan ihatanın fikir ve hayali bu asl-ı teşa’ubdan neş’et etmiş olmak gerektir. Ve saniyen: Âlem-i şehadete suretiyle ve âlem-i gayba manasıyla müşabih ve ikisinin mabeyninde bir berzah olan âlem-i misal o muammayı halleder. Kim isterse keşf-i sadık penceresiyle veya rü’ya-yı sadık menfeziyle veya şeffaf şeyler dürbünüyle ve hiç olmazsa hayalin vera’-i perdesiyle o âleme bir derece seyirci olabilir. Bu âlem-i misalin vücuduna ve onda maanînin tecessüm etmelerine pek çok delail vardır. Binaenaleyh bu kürede olan “Kaf”, o âlemde zi’l-acaib olan “Kaf” ın çekirdeği olabilir.
Hem de Sani’in mülkü geniştir. Bu sefil küreye münhasır değildir. Feza ise gayet vâsi’, Allah’ın dünyası gayet azîm olduğundan zü’l-acaib olan “Kaf”ı istiab edebilir. Fakat eyyam-ı İlahiye ile beşyüz sene bizim küreden uzak olmakla beraber mevc-i mekfuf olan semaya temas etmek, imkân-ı aklîden hariç değildir. Zira “Kaf” sema gibi şeffaf ve gayr-ı mer’î olmak caizdir. Ve rabian: Neden caiz olmasın ki “Kaf”, daire-i ufuktan tecelli eden silsile-i a’zamdan ibaret ola.. Nasıl ufkun ismi de “Kaf”a me’haz olabilir. Zira devair-i mütedahile gibi nereye bakılırsa, silsilelerden bir daire görülür. Gide gide nazar kalır, hayale teslim eder. En nihayet hayal ise selasil-i cibalden bir daire-i muhiti tahayyül eder ki, semanın etrafına temas ediyor. Küreviyet sırrıyla, beş yüz sene de uzak olursa yine muttasıl görünür.” (Mu.55) (Bir kısım ehl-i keşfin “Kaf Dağı” hakkındaki ihbarları, bak: 209.p.)
1916- qqKÂFİR h4_«6 : Hakkı görmiyen ve örten. İyilik bilmiyen. *Allah’ı inkâr eden. Dinsiz. *İmanın esaslarına veya bunlardan birine inanmayan. *Mülhid. (Bak: Küfr)
1917- qqKÂİNAT _X¶<_6 : Var edilen şeylerin hepsi. Yaratılanlar. Mevcudat. Âlemler. (Bak: Arş, Arz, Halk, Semavat)
Bu mevzu hakkında pek çok ansiklopedi ve alâkalı kaynaklar daha çok maddi cephesini ön plana alarak, lüzumlu lüzumsuz malumat verirler. Biz ise burada mevzuumuzu câlib-i dikkat bazı hususları cihetiyle ele aldık ve fennî teferruata yer vermedik.
Kâinat, hududları bilinemiyen ve daima tekemmül eden büyük bir ağaca benzemektedir. Evet “şecere-i âlemde, meyl-ül istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemalata doğru yürümektedir.” (İ.İ. l17)
1918- Kâinatın teşkili, ref’ ve tevsii ile alâkalı bir âyetin tefsirinde şu izahat veriliyor:
“... Yaradılmak cihetiyle siz mi daha zor ve çetinsiniz (79: 28) š_«WÅK7~ ¬•«~ yoksa sizden yüksek ve sizi muhit sema mı? Belli ki o daha çetin değil mi? Çünki siz onun içinde bir zerre demeksiniz. Öyle iken _«Z[«X«" O Allah, onu bina etti-Bina, müteferrik eczayı yekdiğerine zamm u rabt ile mecmuundan bir küll inşa etmektir. Sema da böyle latif ve kesif nice mevadd ve ecramın türlü kuvvetlerle suret-i mahsusada terkib ve rabt olunarak mecmuundan husule getirilmiş bir yapıdır ki onu Allah yapmıştır. Şöyle ki _«Z«U²W«, «p«4«‡ boyuna irtifa’ verdi-direksiz olarak yükseğe kaldırdı. (Kur’an (13:2) (88:18) âyetlerine de bak)
Semk, bir şeyin irtifa’ ta’bir ettiğimiz boyu, aşağıdan yukarıya imtidadı ve yüksekliğidir. Yukarıdan aşağıya mülahaza edildiği zaman, umk ta’bir olunur. Enine boyuna olmak üzere (sihan) ile de tefsir edenler olmuştur. _«Z<ÅY«K«4 sonra da onu tesviye etti.
«–~«i[¬W²7~ «p«/«—«— _«Z«Q«4«‡ «š_«WÅK7~«— (55:7) mantukunca mizanını vaz’edip denkleştirdi, nizamına koyup düzeltti. Bundan semanın şekli tam küre olduğunu anlamak isteyenler olmuş ise de bütün semanın hey’et-i umumiyesinin şekli tam küre olduğu sabit değildir. Tafsilini Allah bilir.
_«Z«V²[«7 «k«O²3«~«— Gece karanlık olmak ma’nasına “gatş”tan olduğuna göre gecesini karanlık etti, muzlim kıldı diye ma’na verilmiştir. (*)
Bir de gatş ve gataşan, Kamus’ta mezkûr olduğu üzere, hastalıktan veya ihtiyarlıktan naşi aheste aheste yürümek ma’nasına gelir. Bundan (ıtgaş) ahesbte aheste yürütmek demek olacağından, gecesini tedricen giderdi demek olur. Bu ise şu ihrac ile pek mütenasibdir. _«Z[«E/ «‚«h²'«~«— Ve duhasını çıkardı-ziyasını çıkarıp gündüzünü yaydı
Dostları ilə paylaş: |