1989- Rabian: Dünyanın yüz bahçesi, fani olmak haysiyetiyle âhiretin baki olan bir ağacına mukabil gelemez. Halbuki hazır lezzete meftun kör hissiyat-i insaniye fani hazır bir meyveyi, baki uhrevi bir bahçeye tercih etmek cihetiyle, nefs-i emmare bu halet-i fıtriyeden istifade etmemek için Risale-i Nur şakirdleri ezvak-ı ruhaniyeyi ve keşfiyat-ı maneviyeyi dünyada aramıyorlar.” (E.L.I.86)
«Hem manevi kıymet ve makam ve meziyet, bu dünyaya bakmıyor ki kendini ihsas etsin. Hatta en büyük makamda bulunanlardan bazı zatlara verilen büyük bir ihsan-ı İlahîyi hissetmediklerinden kendilerini herkesten ziyade biçare ve müflis telakki etmeleri gösteriyor ki; avamın nazarında medar-ı kemalat zannedilen keşif ve keramet ve ezvak ve envar, o manevi kıymet ve makamlara medar ve mehenk olamaz. Sahabelerin bir saati, başka velilerin bir gün, belki bir çilesi kadar kıymeti olduğu halde; keşif ve manevi hârikulâde hâlâta evliya gibi mazhariyetleri her sahabede olmaması, bu hakikatı isbat ediyor.” (Ş.332)
“Bu dünya dar-ül hizmettir, külfet ve meşakkatla ücret ölçülür, dar-ül mükafat değil!... Onun içindirki, ehl-i hakikat keşif ve kerametteki ezvak ve envara ehemmiyet vermiyorlar, bazan kaçıyorlar, setrini istiyorlar.” (H.N.151)
1990- qqKERUBİYYUN –Y["—h6 : (Kerrubiyyun) Allah’a en yakın olan melekler. Büyük melekler. Kerubiyyun yalnız hamele-i arştır diyenler olduğu gibi, Kerrubiyun diyenler de olmuştur. Aslı Kerubiyyun’dur. (Bak: Hamele-i Arş)
1991- qqKESRET ?hC6 : Çokluk, sıklık. *Bir şeyin ekserisi ve mu’zamı. Bolluk. (Bunun zıddı kıllettir). (Bak: Kemmiyet)
1992- qqKEŞFİYAT _[SL6 : (Keşf. c.) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler, telefon ve radyo gibi fennî buluşlar.”Cenab-ı Hakk’ın ihsan ve ilhamı ile evliyaullahın, hususan evliya-i izam hazeratının ve hasseten Kur’an-ı Hakîm’in irşadı ile ve feyzi ile Rüesa-i Evliya ve Server-i Kâinat olan Peygamberimiz Resul-i Ekrem (A.S.M.) Efendimizin dersi ile ferd-i ferid-i azam makamının zirve-i âlîsine yükselen büyük hâdînin vâkıf oldukları maziye, hale, istikbale müteallik, kevnî, manevi sırlar, keşifler.” (Z. Gündüzalp) (Bak: Terakkiyat)
1993- “Sual: Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hazıra eski insanlara meçhul ve gayr-ı me’luf olduğundan, onları onlara ders vermek hatadır” diyorsun. Bilhassa âhirete ait ahval gibi, müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-ı me’lufdurlar. Onlardan bahsetmek ne için hata olmuyor?
Cevab: Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa âhirete ait ahvale hiç bir cihetle hiss-i zahirî taalluk etmemiştir ki, o hissin hilafını söylemek şaşırtma olsun. Binaeenaleyh o gibi şeyler, daire-i imkândadırlar. Öyle ise, onlara itikad ve onlar ile itmi’nan peyda etmek mümkündür. Öyle ise, o gibi şeylerin hakk-ı sarihi, onları tasrih etmektir. Lakin keşfiyat-ı fenniye; eski insanlara göre, imkân ve ihtimal dairesinden çıkıp, muhal ve imtina derecesine girmişlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilafı onlarca muhaldir. Öyle ise, onların hissiyatına hürmeten, o gibi mes’elelerde belagatın iktizası, ibham ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma olmasın. Fakat Kur’an-ı Kerim, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emarelerin vaz’iyle, hakikatlara işaretler yapmıştır. (Bak: 2104-2106,3728/1.p.lar)
1994- Ey insafsız! Seni insafa davet ediyorum. Bir kere |«V«2 «‰_ÅX7~ ¬v¬±V«6
²v¬Z¬7YT2¬‡«f«5 (*) olan meşhur düsturu nazara almakla, zamanlarıyla muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telahuk eden binlerce efkârın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa mideleri alıp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksın ki; Kur’an-ı Kerim’in o gibi meselelerde ihtiyar ettiği ibham ve ıtlak yolu, ayn-ı belagat olduğu gibi, yüksek i’cazını da isbata aşikâr bir delil olduğunu gözün kör değilse göreceksin.” (İ.İ.l17) (Bak:1008.p.sonu)
Bir atıf notu:
-Bazı evliyaların keşfiyatla istikbalden verdikleri haberlerin çıkmamasının sebebi, bak: 752.p.
1995- qqKEVSER h$Y6 : Bereket. *Kesret’ten mübalağa. Çokluğun gayesine varan şey. Gayet çok şey. *Pek çok hayır. Hikmet, ilim. Kur’an, İslâm, tevhid. İlm-i ledün. Ma’rifetullah. *Cennet ırmaklarının kaynakları. *Cenet’te bir havuz veya nehir. Kur’anda 108.surenin ismi. Kıyamete kadar gelecek Âl, Ashab, etba ve onların iyilikleri, hayırları manasına da tefsir edilmiştir.
1996- “Kevser kelimesi kudsi, cami, külli, nurani bir kelime olduğundan mana-yı lügavîsi olan; hayr-ı kesirden ve uhrevi havz-ı kevserden ve manevi havz-ı kevser olan Kur’andan tut, ta hayr-ı kesir ıtlakına masadak olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’a i’ta edilen bütün hedaya-yı Rahmaniye ve fütuhat-ı Rabbaniyeye, ta feth-i Mekke ve feth-i Şam ve feth-i İstanbul’a kadar manaları var.” (İc.49)
1997- Sure-i Kevser’in feth-i İstanbul’a dair işareti:
“Madem h«$²Y«U²7«~ bir küllîdir. Bir ferdi de İstanbul’dur. Ve madem bu sure, fütuhat-ı İslamiyeyi ve Resûlü Ekrem’e (A.S.M.) ihsan edilen atiyye-i ilahiyeyi haber veriyor. Ve madem h«$²Y«U²7«~ in makam-ı ebcedîsi 757 olup, Sultan Orhan zamanında, Süleyman Paşa kumandasında “erler” tabir edilen kırk kahramanın şehid olması ile, İstanbul’u hükümet-i İslâmiye akdi altına girmeğe ve fatihasını o tarihte, 757’de muhasara ile okumuştur.
1998- Ve madem kevser kime verildiğini ifade etmek için «¾_«X²[«O²2«~ _«9¬~ (108:l) deki ¾ ve ne için verildiğine delalet eden ¬uÅM«4 deki ¿ zammı ile 857 adedi ile Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) vekili olan Sultan Fatih’in eliyle daire-i İslâmiyet’e ve bir mescid-i ekber ve bir mahall-i salat-ı kübra olarak 857’nin tarihine tevafuk ediyor. Elbette bu sure, şu kevser-i hilafet-i İslâmiyeye sarahata yakın işaret eder denilebilir.” (İc.50) (Bak: Istanbul)
1999- qqKEYFİYYET }[S[6 : Bir şeyin esası ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti.*Kalite. Madde.
Dinî hizmetler dairesinde keyfiyet: İhlas, sadakat, fedakârlık, sebat, halktan istiğna, takva, iktisad ve kanaat gibi yüksek vasıflarda azamiyet derecesine yükselmek manalarında kullanılır.
Dinî hizmetlerde daima keyfiyet meziyetine sahib olanları tercih eden Bediüzzaman Hz. nin tarihçe-i hayatında keyfiyete verilen ehemmiyet, ziyaretçilerde de görüldüğü şöyle ifade ediliyor:
“Risaleleri okuyup müstefid olanlardan üstadı görmeye gelenler pek çoktu. Fakat ziyarete gelenlerden az bir kısmı görüşebilmeye muvaffak olurdu. Daha ziyade Risale-i Nur’a kemal-i sadakatla ve ihlasla hizmet etmeye kabiliyetli olanlar ve sırf lillah için muhabbet ve uhuvvet taşıyanlar görüşebilir; Üstadın dersini, sohbetini dinleyebilirdi. Üstad, muhtelif istidadda olan her ziyaretçinin derece-i fehim ve idrakine göre konuşur, nazarları Risale-i Nur’a ve hizmet-i imaniyeye çevirir, Risale-i Nur hakikatlarıyla imana hizmetin bu millete maddeten ve manen en büyük menfaatleri temin edeceğini dava ve izah ederdi.” (T.H. 462)
Yüksek meziyete sahip olanlardan bir ferd, keyfiyetsiz yüz belki bin ferde mukabildir. Keyfiyete sahip bir cemaatta, hakiki tesanüd kuvveti bulunur. Aralarında ciddi bir ihtilaf olmaz. Rıza-i İlahîyi kazanırlar: (Bak: Kemmiyet)
Atıf notları:
-Şeytanların hilkati ile bozulan ekseriyetin kıymeti yoktur. Kıymet keyfiyete bakar, bak: 1657,3540.p.lar.
-Keyfiyet meziyetlerinin zamanın geçmesiyle eksilmesi, bak: 2691.p.
-Mehdiyetin kemmiyetçe fütuhatı nokta-i nazariyle, manevi fütuhat-ı Nuriyenin az görünmesi, Bak: 3374/.p
2000- qqKIRAAT }¶<~h5 : Okuma. Düzgün ve çabuk okuma. *Okuma kitabı. *Fık: Namazda Kur’an-ı Kerim’den bir miktar okumak.
İnsan bir yazıyı ya kendi kendine yahut başkasına dinletmek üzere okur. Hususi mütalaa nasıl olsa olur. Fakat dinletmekten maksad, anlatmak olduğu için o yolda okumanın dikkat edilecek bazı noktaları vardır. Bir eser mensur ise onu okumağa kıraat, manzum ise inşad denir. Gerek kıraat, gerek inşad; mihanikî, mantıkî, bediî diye üçe ayrılır:
2001- Kıraat-ı Bediî: Mantıkî kıraat şartlarına riayet ettikten başka rikkat mevkiinde sesini indirmek, şiddet makamında yükseltmek, -acemi aktör tavrı takınmaksızın- mevzuu ses ve işaretle canlandırmak.
2002- Kıraat-ı Mantıkî: Acele etmeyerek fakat imla kaidelerine dikkat ederek, yani virgüllerde biraz daha durmak, taacüb ve istifhamları anlatmak, muhaverelerde konuşanların sözlerini ayırmak suretiyle okumaktır.
Mecma-ül Âdab eserinin kelâm âdabı babının dördürcü âdabında “kelâmı ta’cil etmeyip gayet teenni ile, tertil ile söylemek; hatta Fahr-i Âlem A.S.M. Efendimiz, tekellüm buyurdukça eğer bir kimse saymak murad eylese, saymaya kadir olurdu.
Yani Ú • ‰ Û _X[A9 –_6 f5—
˜_M&«« ±fQ7~ ±f2—~—_ZQW, w«8 ±u6 yWZS< ®ŸN4 diye mervidir.
S.M.Zühd 71. hadîste meâlen: “Peygamber (A.S.M.) bir hadîs tahdsis eder, anlatırdı. Eğer onun sözlerini saymak isteyen kişi saysa idi, muhakkak onları sayabilirdi” buyurulur. (Ebu Davud, İlim 7’ye de bak)
Kur’anda (25:32), (73:4) âyetlerinde tane tane ve yavaşça kıraat manasında olan tertilen okumak tavsiyesi de aynı hususu te’yid eder. (Bak: 2137.p.)
2003- Kıraat-ı Mihanikî: Kelimeleri, terkibleri doğru telaffuz etmekle beraber ezber dersi gibi çabuk çabuk okumaktır. Böyle okuyuş dinleyene fazla birşey anlatmaz. Ancak okuyanın, mevzuu kavramış olduğunu anlatır. Öyle kıraat, bir makinanın duygusuz işlemesine benzetilir. (Bak: Edebiyat)
2004- qqKIRAAT-I SEB’A yQA, ¬}¶<~h5 : Yedi türlü okuma. Kur’an-ı Kerim’i yedi türlü okuma tarzı. Mana değişmemek üzere Kur’an-ı Kerim’in Kureyş, Huzeyl, Havazin, Kinane, Sakif, Temim ve Yemen lehçeleriyle “sırat, malik, cibril” gibi kelimelerin yedi türlü okunmasına denir. S.B.M. 9. ci.1331. hadisi ile ll. ci.1766 hadisi, kıraat-ı seb’a hakkındadır. (Ebu Davud 8/22 de de tafsilat var.)
2005- qqKISAS ‹_M5 : “Lûgatta, mukabele-i bilmisil, herhangi bir hakkı misliyle takat etmektir.” (E.T. 601)
“Esasen müsavat manasını müş’ir olup birşeyin izine tabi olmak, onun mislini ityan etmek (getirmek) demektir. Cürüm ile ceza arasında mümaselet matlub olduğundan, bu cihetle ceza-yı mahsusa kısas denilmiştir.” (H.İ. 3. cild. sh: 19)
2006- Kısas şer’an katili maktul mukabilinde öldürmek veya birini yaralayan veya bir uzvunu keseni, yaptığı aynı fiil ile cezalandırmaktır. Kur’an (4:93) âyetinde bildirilen katil cezasının şiddeti sebebiyle Bediüzzaman Hazretlerinden hapishanede sorulan bir sual ve cevabı aynen şöyledir:
“Muhterem Üstadım Efendim Hazretleri,
(4:93) _«Z[¬4 ~®f¬7_«' «vÅX«Z«% y=~«i«D«4 ~®f¬±WQB8 _®X¬8ÌY8 ²uB²T«< ²w«8 «— âyet-i celilesi katiller hakkında pek korkunçtur. Bunu soruyorlar. İstiğfar eden kabul olunmaz mı diyorlar. Cevaben dedim:
(4:48,116) š_«L«< ²w«W¬7 «t¬7† «–—… _«8 h¬S²R«<«— ¬y¬" «¾«h²L< ²–«~ h¬S²R«<« «yÁV7~ Å–¬~ âyeti mucibince kabil-i afvdır. Her iki âyet-i celilenin manalarının telifini ve biri diğerini nakzedip etmediğini bildirilmesini istediler. Üstadımıza müracaata mecbur kaldım. Cevabınıza intizar ile hürmetle ellerinizden öperim. efendim. (Re’fet)
Birinci âyetin tefsirinde, istihlal ile küfre gider, ebedî Cehennem’de kalır, demişler. (Said Nursî)”
2006/1 Bediüzzaman Hazretleri katl ile alâkalı olarak mahbuslara verdiği nasihatında da şöyle der:
“Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim!
Size, hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikatı beyan etmek, kalbime ihtar edildi. O da şudur:
Meselâ birisi birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika intikam lezzetiyle bir kat, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hep hapis azabını çektirir ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkinin kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da Kur’anın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik etikleri olan, barışmak ve müsalaha etmektir.
Evet hakikat ve maslahat sulhtur. Çünki ecel birdir, değişmez. O maktul, herhalde ecel geldiğinden daha ziyade kalmıyacaktı. O katil ise, o kaza-i İlahiyeye vasıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki: Üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek, İslâmiyet emrediyor. Eğer o katl, bir adavetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuş ise; çabuk barışmak elzemdir. Yoksa o cüz’î musibet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar.” (S.152)
2007- Bigayr-ı hak katl, hukuk-u hayatı ilga eden bir cinayettir ki Kur’anda şiddetle yasaklanmıştır. Ezcümle, bir âyette şöyle buyuruluyor:
“(6;151) yÁV7~ «•Åh«& |¬BÅ7«~ «j²SÅX7~ ~YVB²T«# ««— Allah’ın tahrim ettiği ya’ni İslâm ile olsun ahd ile olsun demini masun ve muhterem ve katlini haram kıldığı her hangi bir nefsi de katletmeyiniz ¬±s«E²7_¬" Ŭ~ meğer ki sabit bir hak ile ola. Müslim bir kimse aleyhine bu hak, taraf-ı risaletten
: ¯«Ÿ«$ >«f²&¬_¬" Ŭ~ ¯v¬V²K8 ¯š¬h²8~ •«… Çu¬E«<«
¯±s«& ¬h²[«R¬" ¯j²S«9 u²B«5«— ¯–_«M²&¬~ «f²Q«"_®9¬ˆ«— ¯–_«W<¬~«f²Q«" °h²S6
(186) “Müslim bir kimsenin kanı helal olmaz, meğer ki üç sebebden birisi ile olsun: İmandan sonra küfür, ihsandan sonra zina, bigayr-ı hakkın katl-i nefis.” hadis-i Nebevîsiyle beyan buyurulduğu üzere üç sebeble sabit olur.” (E.T. 2094)
2008- Bir Âyet-i Kerime de şöyledir:
“(2:194) °‹_«M¬5 _«8hE²7~«— ¬•~«h«E²7~¬h²ZÅL7_¬" •~«h«E²7~ h²ZÅL7«~ Şehr-i haram şehr-i harama, hürmetler hürmetlere kısastır. Burada hürmet; muhafaza ve ihtiramı vacib olan, el uzatılması caiz olmıyan şey demektir ki emvale de şamildir. Bu atıfta tahsisten sonra ta’mim vardır.
Binaenaleyh ²vU²[«V«2 >«f«B²2~ ¬w«W«4 her kimse size tecavüz eder, hürmet ü ismetinizden birşey ihlal eylerse ²vU²[«V«2 >«f«B²2_«8 ¬u²C¬W¬" ¬y²[«V«2 ~—f«B²2_«4 onun size tecavüz ettiği kadar ya’ni misli olmak şartıyla siz de ona bilmukabele tecavüz ediniz.-Çünkü (42:40) _«ZV²C¬8 °}«\¬±[«, ¯}«\¬±[«, š~«i«%«— dır. Bir tecavüze karşı mukabele-i bilmisil, tecavüz değil; tecavüzün cezasıdır.
2009- Mümaselete riayet mümkün olmayan hususatta kısas yapılmaz. Meselâ; magsub mevcud ise aynen alınır, misliyattan ise misl-i nev’isi ile, değil ise misl-i malîsi olan kıymetiyle tazmin edilir. Hasılı; meşru olan mukabele-i mutlaka değil, mukabele-i bilmisildir. Misle riayet edilmeyince re’sen bir zarar ika edilmiş ve zarara zarar ile mukabele olunmuş olur. Halbuki İslâmda: °‡~«h¬/ ««— «‡«h«/ « dır. Re’sen zarar caiz değil, zarara zararla mukabele de caiz değildir, fakat izale-i zarar lâzımdır. Zarar ise bizzarure misliyle takat edilerek izale olunabilir. Yoksa diğer bir zarar ihdas edilmiş olur. Takas demek olan kısas kelimesi bu mümaselet manasını mutazammın olduğu halde zühul edilmemek ve hükümde maksud bizatihi olduğu gösterilmek için tefrian ayrıca da tansis olunmuştur.” (E.T. 698-699)
2010- Kısas ve katl hakkında âyetlerden birkaç not:
-Kısasın vücubu, cezanın aynı cinsten olması, kısasta afv ve kısasın tatbikatında hayat (hakk-ı hayatın korunması gibi maslahat-ı umumiye) bulunması: (2:178,179) (5:45)
-Hataen katilde, köle azadı ve diyet ödemesi ve maktulün mü’min olup olmamasında ve dar-ı harbde bulunmasında ceza durumu: (4:92)
-Haksız olarak bir adam öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir, hem kan dökücü anarşist ve ihtilalcilere idam cezası: (5:32) (Bak: 528.p.)
-İdam cezası, taktil, teslib, el ve ayakların çapraz kesilmesi, nefy cezaları: (5:33), (7:124)
-İntiharın yasaklanması: (4:29)
-Geçim korkusuyla evlad öldürmenin haram olması: (6:151) (17:31)
-Düşmandan gelen bir ukubete karşılık misliyle mukabele edilir. Sabretmek ise, daha hayırlıdır: (16:126)”
-Bigayr-ı hak katlin haramiyeti ve maktulün velisine tanınan hak: (17:33)
-Seyyiienin cezası, misil seyyie ile cezadır. Afvetmekte de mükâfat var: (42:40)
-Şirk, katl ve zinanın haramiyeti ve uhrevi cezası ve afv: (25:68,69,70)
Kısastan hadislerde de bahsedilir. Ezcümle: Sahih-i Buhari Tercemesinde 172 ve 1081. hadisler, Resulullah’ın iki kısas tatbikatını bildirir ve 2097. hadis de, katl için bahane arayanları takbih eder. Kısasın şer’î ahkâm ve usulü, fıkıh kitablarında tafsilen bildirilmiştir. Meselâ, H. İ. ‘nun ci: 3, 7. kitab l. Bölüm sh: 66’dan 107’ye kadar olan kısmı kısas hakkındadır. (Bak Hadd)
qqKIYAFET }4_[5 : (Bak İlmiye Kıyafeti)
2011- qqKIYAM •_[5 : Ayakta durmak. Ayağa kalkmak. *Ayaklanmak. İsyan. *Ölümden sonra tekrar dirilmek. *Bir işe başlamak, devam etmek. *Satılan bir mal hakkında müşteri ile anlaşıp kararlaşma. *Canlanmak. *Kıyamet günü (manasına da gelir). *Namazın iftitah tekbiriyle rükû arasındaki ayakta durma kısmı.
2012- qqKIYAM-I BİNEFSİHİ yKSX" •_[5 : (Kıyam-i bizatihî) Fık: Varlığı, durması kendi zatı ile olmak manasında bir sıfat-ı İlahîdir. Şöyle ki: Hak Teala’nın ezelî ve ebedî olan varlığı, kendi zatı ile kaimdir. Kendi varlığı, kendi hüviyetinin, kendi mukaddes zatının muktezasıdır. Asla başkasının değildir. Bunun için, Allah Teala’ya “Vacib-ül Vücud” denir. (Bak: Kayyum)
2013- qqKIYAMET }8_[5 : Dünyanın yıkılıp harab olması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman. *Mc: Büyük bela.*Fazla sıkıntı. (Bak: Âhiret, Sekal, Sur)
Kıyamet, “mevt-i dünyanın vuku bulmasıdır. Şu mes’eleye delil: Bütün Edyan-ı Semaviyenin icmaıdır ve bütün fıtrat-ı selimenin şehadetidir ve şu kâinatın bütün tahavvülat ve tebeddülat ve tegayyüratının işaretidir. Hem asırlar, seneler adedince zihayat dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhanesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehadetleridir.
2014- Şu dünyanın sekeratını, âyât-ı Kur’aniyenin işaret ettiği surette tahayyül etmek istersen; bak şu kâinatın eczaları dakik, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış. Hafî, nâzik, lâtif bir rabıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki; eğer ecram-ı ulviyeden tek bir cirm, “Kün” emrine veya “mihverinden çık” hitabına mazhar olunca, şu dünya sekerata başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar dalgalanacak, nihayetsiz feza-yı âlemde milyonlar gülleleri küreler gibi büyük topların müdhiş sadaları gibi vâveylaya başlar. Birbirine çarpışarak, kıvılcımlar şaçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte şu mevt ve sekerat ile Kadir-i Ezelî, kâinatı çalkalar; kâinatı tasfiye edip, Cehennem ve Cehennem’in maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennet’in mevadd-ı münasibeleri başka tarafa çekilir, âlem-i âhiret tezahür eder.” (S.531)
2015- Evet “şu kâinatın mevti, mümkündür. Çünki bir şey kanun-u tekâmülde dahil ise, o şeyde alâ-külli-hal neşvünema vardır. Neşvünema ve büyümek varsa, ona alâ-külli-hal bir ömr-ü fıtrî vardır. Ömr-ü fitrîsi var ise, alâ-külli-hal bir ecel-i fitrisi vardır. Gayet geniş bir istikra ve tetebbu ile sabittir ki, öyle şeyler mevtin pençesinden kendini kurtaramaz. Evet nasilki insan küçük bir âlemdir; yıkılmaktan kurtulamaz. Âlem dahi büyük bir insandır; o dahi ölümün pençesinden kurtulamaz. O da ölecek, sonra dirilecek veya yatıp sonra subh-u haşirle gözünü açacaktır. Hem nasılki kâinatın bir nüsha-i musaggarası olan bir şecere-i zihayat, tahrib ve inhilalden başını kurtaramaz. Öyle de: Şecere-i hilkatten teşa’ub etmiş olan silsile-i kâinat tamir ve tecdid için, tahribden dağılmaktan kendini kurtaramaz. Eğer dünyanın ecel-i fıtrîsinden evvel İrade-i Ezeliyenin izni ile haricî bir maraz veya muharrib bir hâdise başına gelmezse ve onun Sani-i Hakîm’i dahi, ecel-i fıtrîden evvel onu bozmazsa, herhalde hatta fennî bir hesap ile bir gün gelecek ki: (81:1,2,3)
²«h¬±[, Ä_«A¬D²7~ ~«†¬~«— ²«‡«f«U²9~ •YDÇX7~ ~«†¬~«— ²«‡¬±Y6 j²WÅL7~ ~«†¬~
²«h¬±D4 ‡_«E¬A²7~ ~«†¬~«— ²«h«C«B²9~ `¬6~«Y«U²7~ ~«†¬~«— ²«h«O«S²9~ š_«WÅK7~ ~«†¬~
(82:1,2,3) manaları ve sırları, Kadîr-i Ezelînin izni ile tezahür edip, o dünya olan büyük insan sekerata başlayıp acib bir hırıltı ile ve müthiş bir savt ile fezayı çınlatıp dolduracak, bağırıp ölecek; sonra emr-i İlahî ile dirilecektir.
2016- İnce remizli bir mes’ele:
Nasılki su, kendi zararına olarak incimad eder. Buz, buzun zararına temeyyu eder. Lüb, kışrın zararına kuvvetleşir. Lafz, mana zararına kalınlaşır. Ruh, cesed hesabına zaifleşir. Cesed, ruh hesabına inceleşir. Öyle de: Âlem-i kesif olan dünya, âlem-i lâtif olan âhiret hesabına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, latifleşir. Kudret-i Fâtıra, gayet hayret verici bir faaliyetle kesif, camid, sönmüş, ölmüş eczalarda nur-u hayatı serpmesi bir remz-i kudrettir ki; âlem-i lâtif hesabına şu âlem-i kesifi nur-u hayat ile eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor, hakikatını kuvvetleştiriyor. Evet hakikat ne kadar zaif ise de ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki teşahhuslarda, suretlerde seyr ü sefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir. Kışır ve suret ise eskileşir, inceleşir, parçalanır. Sabit ve büyümüş hakikatın kametine yakışmak için daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında hakikatle suret, makûsen mütenasibdirler. Yani suret kalınlaştıkça, hakikat inceleşir; suret inceleştikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur. İşte şu kanun, kanun-u tekâmüle dahil olan bütün eşyaya şamildir. Demek herhalde bir zaman gelecek ki: Kâinat hakikat-ı uzmasının kışır ve sureti olan âlem-i şehadet, Fâtır-ı Zülcelal’in izniyle parçalanacak. Sonra daha güzel bir surette tazelenecektir.
(14:48) ¬Œ²‡«²~ «h²[«3 Œ²‡«²~ ÄÅf«A# «•²Y«< sırrı tahakkuk edecektir.” (S.529)
2017- “Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki: İçinde iki unsur var ki, hertarafa uzanmış, kök atmış: Hayır şer, güzel çirkin, nef’ zarar, kemal noksan, ziya zulmet, hidayet dalâlet, nur nâr, iman küfür, tâat isyan, havf muhabbet gibi âsarlarıyla, meyveleriyle şu kâinatta ezdad birbiriyle çarpışıyor.Daima tagayyür ve tebeddülata mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsulatının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette o iki unsurun birbirine zıd olan dalları ve neticeleri, ebede gidecek; temerküz edip birbirinden ayrılacak. O vakit Cennet-Cehennem suretinde tezahür edecektir. Madem âlem-i beka, şu âlem-i fenadan yapılacaktır. Elbette anasır-ı esasiyesi, bekaya ve ebede gidecektir. Evet Cennet-Cehennem; şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havzıdır ve lütuf ve kahrın iki tecelligâhıdır ki; ders-i kudret bir hareket-i şedide ile, kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz, münasib maddelerle dolacaktır.
2018- Şu remizli nüktenin sırrı şudur ki: Hakîm-i Ezelî, inayet-sermediye ve hikmet-i ezeliyenin iktizası ile, şu dünyayı tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve esma-i hüsnasına ayine ve kalem-i kader ve kudretine sahife olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise neşvünemaya sebeptir. O neşvünema ise, istidadların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezahürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezahürü ise, hakaik-ı nisbiyenin zuhuruna sebeptir. Hakaik-i nisbiyenin zuhuru ise, Sani-i Zülcelal’in esma-i hüsnasının nukuş-u tecelliyatını göstermesine ve kâinatı mektubat-ı Samedaniye suretine çevirmesine sebeptir. İşte şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki: Ervah-ı âliyenin elmas gibi cevherleri, ervah-ı sâfilenin kömür gibi maddelerinden tasaffi eder, ayrılır.
Dostları ilə paylaş: |