2041- Amma Deccal’ın yalancı cenneti ise, medeniyetin cazibedar lehviyatı ve fantaziyeleridir. Merkebi ise, şimendifer gibi bir vasıtadır ki bir başında ateş ocağı bulunur, kendine tabi’ olmıyanları bazan ateşe atar. O merkebin bir kulağı, yani diğer başı cennet gibi tefriş edilmiş, tabi’ olanları oraya oturtur. Zaten sefih ve gaddar medeniyetin mühim bir merkebi olan şimendifer ehl-i sefahet ve dünya için yalancı bir cennet getirir. Biçare ehl-i diyanet ve ehl-i İslâm için medeniyet elinde cehennem zebanisi gibi tehlike getirir, esaret ve sefalet altına atar.
2042- İşte İsevîliğin din-i hakikisi zuhur ile ve İslâmiyete inkılab etmesiyle çendan âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat yine kıyamet kopmasına yakın tekrar bir dinsizlik cereyanı baş gösterir, galebe eder. Ve “Elhükmü-lil-ekser” kaidesince, yeryüzünde “Allah Allah” diyecek kalmıyacak, yani ehemmiyetli bir cemaat, Küre-i Arz’da mühim bir mevkie sahip olacak bir surette “Allah Allah” denilmiyecek demektir. yoksa ekalliyette kalan veyahut mağlub düşen ehl-i hak, kıyamete kadar baki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı anında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek,kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.” (M.56-58) (Bak: 2019/1.p.)
2043- “Amma güneşin mağribden tuluu ise, bedahet derecesinde bir alâmet-i kıyamettir. Ve bedaheti için, aklın ihtiyarı ile bağlı olan tevbe kapısını kapayan bir hâdise-i semaviye olduğundan tefsiri ve manası zahirdir, te’vile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu kadar var ki: Allahu a’lem, o tuluun sebeb-i zahirîsi:
Küre-i Arz kafasının aklı hükmünde olan Kur’an onun başından çıkmasıyla zemin divane olup, izn-i İlahî ile başını başka seyyareye çarpmasıyla hareketinden geri dönüp, garbdan şarka olan seyahatını, irade-i Rabbanî ile şarktan garba tebdil etmekle Güneş garbdan tulua başlar. Evet arzı şems ile, ferşi arş ile kuvvetli bağlayan Hablullah-il metin olan Kur’anın kuvve-i cazibesi kopsa; küre-i arzın ipi çözülür, başıboş serseri olup aksiyle ve intizamsız hareketinden güneş garbdan çıkar. Hem müsademe neticesinde emr-i İlahî ile Kıyamet kopar diye bir te’vili vardır.” (Ş. 591)
2044- Âhiret hayatını bırakıp sadece dünya menfaat ve lezzetlerini esas alan anlayış ve sistem sahibi olmak manasında olarak “Deccal a’verdir” yani tek gözlüdür, mealindeki hadisler için bak: T.T. ci: 5, Hadis: 1031, 1032,1033, 1035, 1037,1043. (Bak: A’ver)
2045- “Büyük Deccal’ın ispirtizma nevinden teshir edici hassaları bulunur. İslâm Deccalı’nın dahi, bir gözünde teshir edici manyetizma bulunur. Hatta rivayetlerde “Deccal’ın bir gözü kördür” diye nazar-ı dikkati gözüne çevirerek Büyük Deccal’ın bir gözü kör ve ötekinin bir gözü öteki göze nisbeten kör hükmünde olduğunu hadiste kaydetmekle, onlar kâfir-i mutlak bulunduğundan yalnız münhasıran bu dünyayı görecek birtek gözü var ve akıbeti ve âhireti görebilecek gözleri olmamasına işaret eder.” (Ş. 595)
2046- Rivayette
°‡_«9 yBÅX«% «— °}ÅX«% ˜‡_«X«4 °‡_«9«— °}ÅX«% y«Q«8 ¬h²QÅL7~ Ä_«S¬% ¬>«h²K[²7~ ¬w²[«Q²7~ ‡«Y²2«~ Ä_Å%Åf7«~
“Yani: Deccal sol gözü kör, saçı çoktur. Cennet ve cehennemi vardır; fakat gerçekte cehennemi cennet, cenneti de cehennemdir.” (193)
2047- Hem “rivayette var ki: -İsa Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdüğü münasebetiyle- “Deccal’ın fevkalâde büyük bir minareden daha yüksek bir azamet-i heykelde ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm ona nisbeten çok küçük bulunduğunu.” gösterir.
yÁV7~ Ŭ~ «`²[«R²7~ v«V²Q«< « Bunun bir te’vili şu olmak gerektir ki: İsa Aleyhisselâm’ı nur-u iman ile tanıyan ve tabi olan cemaat-i ruhaniye-i mücahidînin kemiyeti, Deccal’ın mektebce askerce ilmî ve maddî ordularına nisbeten çok az ve küçük olmasına işaret ve kinayedir.” (Ş.588)
2048- Deccal’in icraatını beğenmiyenler onu tanıyabilirler. Yani: Aşağıdaki rivayetten anlaşılır ki, Deccaliyet tarz-ı hayatını yaşayıp beğenenler, onun dalalet ve sefahetinin çirkinliğini güzel görüp derin bir gaflete düşerler.
Rivayette şöyle buyurulur:
«w²[«" °YB²U«8 «Ä_Å%Åf7~ Å–¬~«— «YW«< |ÅB«& yÇ"«‡ ²vU²X¬8 °f«&«~>«h«< ²w«7 yÅ9«~ «–YW«V²Q«#
y«V«W«2 «˜¬h«6 ²w«8 ˜~«h²T«< °h¬4_«6 ¬y²[«X²[«2 «Yani: Bilirsiniz ki, sizden hiç bir kimse ölünceye kadar Rabbini görmeyecektir. Şu muhakkaktır ki, Deccal’ın iki gözü arasında “kâfir” yazılıdır; onun işi ve icraatını beğenmiyen herkes bu yazıyı okur.” (194) (Bak: 650.p.başı)
2049- Diğer bir rivayet de mealen şöyledir:
“Ümmetim on beş şeyi yaptığı vakit bela başlarına iner, buyurdu.
-Ey Allah’ın Resulü! Bunlar nedir? denildi. Peygamber (A.S.M.):
1- Devlet malı yalnız bir kısım insanlara (makam sahiblerine) verilip, ötekilerin mahrum bırakıldığı;
2- Emanetin (Bak: 801.p) kendisine bırakılan kişi tarafından ganimet sayıldığı;
3- Zekatın ödenmesi gereken bir zarar telakki edildiği;
4- Kocanın her hususta karısının emrinde bulunduğu;
5- Kişinin anasına isyan ettiği (aile yapısında manevi bağların koptuğu);
6- Kişinin (enaniyetine çok hoş gelen aşırı tarafgir) dostunu, (hakka bağlı olanlara tercih edip) çok iltifatkâr karşıladığı;
7- Babasına cefa ettiği (aile müessesesinin manevi nizamı bozulduğu);
8- Mescidlerde yüksek sesle konuşulduğu (Bu ihbar-ı Nebevîde; siyasî tarafgirlik, cemaatî taassub ve halkın hissiyatına hitaben heyecanlandırıp cemaatın teveccühünü toplamak ve kendine bağlamak gibi ihlasa münafi olan hissî temayüllerle yapılan heyecanlı vaazların zuhur edeceğine de işaret vardır);
9- Bir kavmin (milletin) en alçağı, o halkın ilk adamı (reisi) olduğu;
10- Bu kişinin şerrinden korkulduğu için ikram edildiği (tarafgirlik gösterildiği);
11- İçkinin bol bol içildiği;
12- İpek elbiselerin giyildiği (aşırı lüks hayata girildiği);
13- Şarkıcı kadınların
14- Çalgı âletlerinin yaygın hale geldiği;
15- Ve bu ümmetin sonundakilerin, ilkte bulunanları (geçmiş muhterem ecdadı) lânetlediği vakit, bu onbeş şey gerçekleşmiş demektir. İşte bu saydıklarım meydana geldiği vakit, kızıl rüzgârı veya hasf’ı ya da mesh’i (Bak: Mesh) bekleyin.” (195)
Bu hadiste onbeş kıyamet alametinin bildirilmesi, Âhirzaman fitnesine karşı ümmeti ikaz etmek içindir. Bu sebeble her müslüman kişi, böyle hadislerden gereken ibret dersini almalı, yalnız malumat kazanmak niyetiyle bakmamalıdır. Bildirildiği gibi âhirzaman fitnesinin dehşetli hususiyetlerini görüp, gereken tedbirleri de almalıdır.
2050- “Rivayette var ki: “Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar; alnında “Hâza Kâfir” yazılmış bulunur.” (196)
Allahu a’lem bissavab bunun te’vili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanun ile tamim ettiğinden o serpuş dahi secdeye gittiği için inşaallah ihtida eder, daha herkes -yalnız istemeyerek- onu giymekle kâfir olmaz.” (Ş. 582) (Bak. 316.p.sonu)
Peygamberimiz (A.S.M.) Mi’racda Hz. İbrahim ve Hz. Musa’ya (A.S.) kıyamet ve alâmetleri hakkında bilgi sorar. Onlar, bu hususta bilgileri olmadığını söylerler. Aynı hususu Hz. İsa’dan da sorar. Hz. İsa (A.S.) bu bilginin kendisine ihsan edildiğini söyler ve bazı bilgiler verir. (Bak. İ.M. 4081.hadis)
Âhirzamanda maddi ve teknik imkânlara sahib dinsizlik cereyanının, bozuk hiziplerden bir ordu olduğuna işaret eden âyet için bak: 3355.p.
qqKIYAS ‰_[5 : (Bak: İstidlal)
Atıf notları:
-İmam-ı Azam’ın kıyasla dinde tağyirat yapıyormuşsun sualine cevabı, bak: 2777.p.
-Kıyas-ı istisnaîye bir misal, bak: 3467.p.
-Müçtehid olmayanlar kıyasla şer’î hüküm veremez, bak: 954.p.
qqKIYAS-I TEMSİLÎ zV[CW# ¬‰_[5 : Temsil tarzında yapılan mukayese. (Bak: Temsil)
2051- qqKİBR hA6 : (Kibir) Büyüklük. Kendisini başkalarından üstün ve şerefli görüp tavırlar takınmak ve gösterişlerde bulunmak ki, bir nevi manevi ve ahlâkî hastalıktır. Liderlik, makam, rütbe, zenginlik ve bazı imtiyazlı meharet ve sıfatlara sahib olmak gibi hususlar, bazı kimselerde kibirliliğe düşmeye sebebiyet verdiği görülüyor.
Kur’an nazarında kibrin en çirkini: İnsanın kendisini, itaat eden değil itaat edilen bir kimse olduğunu göstermek hissi ile Allah’a itaat etmemek gururuna kapılmasıdır. Bu sebeble beşeriyet âleminde bilhassa bazı menfi cereyan başları ve fir’avun-meşreb enaniyet mahkûmları, daima peygamberlere ve onların tebliğlerine karşı çıkmışlardır.
2052- Kur’anda kibirlenmeyi takbih eden çok âyetler vardır. Ezcümle: “(31.18) ¬‰_ÅXV¬7 «¾Åf«' ²h±¬Q«M# ««— Ve nasa avurdunu şişirme, avurt etme, yani böbürlenip kibirlenme.
hQ. : Sa’r, bir derddir ki, deveye ârız olur da boynunu büker. Şu halde tas’ir, boynu derdli deve gibi başını yana bükmek demek olur ki, kibirli kimselerin âdetidir. Yani emr-i bil-maruf ve nehy-i anil-münker yapmakla beraber kibirlenme.” (E.T. 3847)
Diğer bir âyette de şöyle buyurulur. “~²Y«#«~ _«W¬" «–Y&«h²S«< «w<¬gÅ7~ Åw«A«K²E«# « (3:188) : Yaptıkları herhangi bir iş ile ferahlanan, lisanımız tabirince mağrur olan; ~YV«Q²S«< ²v«7 _«W¬" ~—f«W²E< ²–«~ «–YÇA¬E<«— ve yapmadıkları bir şey ile medh ü sena edilmelerini hoşlanan kimseleri ¬~«g«Q²7~ «w¬8 ¯?«ˆ_«S«W¬" ²vZÅX«A«K²E«# «Ÿ«4 : sakın azabdan kurtulacak bir mevkide zannetme.” (E.T. 1254) (Bak. Enaniyet, Gurur, Riya, Tevazu)
2053- Kibir hakkında âyetlerden birkaç not:
-Şeytanın lanetlenmesine sebeb olan kibri: (2:34) (7:12,13) (38: 74-77)
-Kibir ve hevaları sebebiyle, hak tebliğcileri Peygamberlere isyan edenler: (2:87) (35:42, 43) (63:5) (71:7)
-Kibirlenip ibadetten kaçanlar: (4:172,173) (41:38)
-Kibretmeyen mütevazi rahibler: (5:82)
-Kibirlerinden dolayı âyât-ı İlahiyeden uzaklaşanlar: (6:93) (7:36,40) (31:7) (40:56) (41: 15) (45: 8,31) (46:10)
-Kibirlerinden iman etmeyenler: (7:75,76,88,133) (10:75) (16:22) (25:21) (39:59,60)
-Fir’avun ve ordusunun kibri: (28:39) ((29:39)
-Kibirlenmeyen mütevazi abidler: (32:15)
-Mütekebbirlerin (fıtrî ve kelâmî) âyât-ı İlahiyeyi anlamaktan(imandan)men edilmeleri: (7:146) (40:35)
İ.M. 37. Kitab-üz Zühd 16. babı, kibrin zemmi hakkındadır.
2054- qqKİNAİYYAT _[¶<_X6 : (Kinaî.c.) Temsillerle anlatılan imalı ve dokunaklı sözler.
“Malumdur ki, fenn-i belagatta bir lafzın, bir kelâmın mana-yı hakikisi, başka bir maksud manaya sırf bir âlet-i mülahaza olsa, ona “lafz-ı kinaî” denilir. Ve “kinaî” tabir edilen bir kelâmın mana-yı aslîsi, medar-ı sıdk ve kizb değildir. Belki kınaî manasıdır ki, medar-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinaî mana doğru ise; o kelâm, sâdıktır. Mana-yı aslî kâzib dahi olsa sıdkını bozmaz. Eğer mana-yı kinaî doğru değilse, mana-yı aslîsi doğru olsa, o kelâm kâzibdir.
Meselâ: Kinaî misallerinden: ¬…_«D±X7~ u<¬Y«0 °–«Ÿ¬4 denilir. Yani: “Kılıncının kayışı, bendi uzundur.” Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa da, yine bu kelâm sâdıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan, uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünki mana-yı aslîsi maksud değil.” (S. 616) (Bak: Mecaz)
2055- qqKİSRA >hK6 : Husrev’den muarreb veya galat olan bu isim, Sasaniler sülalesinden olan Eski İran padişahlarına ve bilhassa Nevşirvan’dan sonrakilere verilmiş olup, Rum imparatorlarına Kayser, Çin hükümdarlarına Fağfur ve Hakan denildiği gibi, bunlara da Kisra denilirdi.
2056- qqKİTAB _B6 : Levh-i Mahfuz. *Kur’an. *Mc. Mana ifade eden şey, yazılmış eser. (Bak: Kütüb)
“Kitab: Kitabet manasına masdardır. Ketb ve kitabet gibi bir zamm u cemi manasını mutazammın olarak, hurufu birbirine zammetmek, yani yazmak demek iken, örfte mektub manasına isim olmuştur. Kitabet ve kitab, esasen nazm-ı hattîde bulunur. Maamafih ibare dediğimiz nazm-ı lafzîye dahi ıtlak olunur. Evvelkinde kitab, bir yere yazılmış olan yazı mecmuu, ikinciside ise, yazılan yazı ile ifade olunan ibare demektir.
Kitab, şeriat lisanında Kur’an demektir. Peygamber Efendimiz’e (A.S.M.) inzal edilmiş olup mushaflarda mektub bulunan nazm-ı beliğ... İşte bu kelâm-ı münzele, kıraat itibariyle Kur’an, bilkuvve veya bilfiil kitabet itibariyle Kitab denildiği zaman, nazım ve mana beraber kastedilmek ve daha doğrusu, manaya delalet eden nazm-ı lafzî veya hattî tasavvur olunmak zaruri bulunduğundan, yalnız manaya Kur’an veya Kitab denilmiyeceği sühuletle anlaşılır. Bunun içindir ki Peygamberimiz’e (A.S.M.) münzel olan da, Kur’anın yalnız manası değil, hem nazmı hem manasıdır.” (E.T. 162-163 ve 1103. sahifelerden telhisen)
Kur’anda “(68:l) «–—hO²K«< _«8«— ¬v«V«T²7~ «— ³– âyeti, bütün kalemlerin ve tastir ve kitabların aslı, esası, ezelî me’hazı ve sermedî üstadı kaderin kalemi ve Nur ve İlm-i Ezelî’nin nuruna işaret eden – kelimesidir.” (Ş.519)
2057- qqKİTAB-I MÜBİN w[A8 ¬_«B¬6 : (Bak: Levh-i Mahfuz)
“Mübin: (Kur’an 26:2) “bane” manasına “ebane”den beyyin, gayet açık, parlak demek olduğundan, Kitab-ı Mübin: i’cazı zâhir olan parlak kitab demek olur ki, murad Kur’andır. Hakkı beyan eden demek dahi olabilirse de, makama münasib olan evvelkidir.” (E.T.3619)
“Bir de lisanı gayet güzel, muradını yerine göre dilediği gibi anlatır, fasih ve beliğ manasına gelir ve Kur’an-ı Azimüşşan, hüda, nur, furkan, bir kitab-ı hakîm, bir kitab-ı mufassal olduğu gibi her manasıyla bir kitab-ı mübindir de.” (E.T. 2842) (Bak: Mübin)
2058- “Kur’an-ı Hakîm’de “İmam-ı Mübin” ve “Kitab-ı Mübin”, mükerrer yerlerde zikredilmiştir. Ehl-i tefsir “ikisi birdir”, bir kısmı “ayrı ayrıdır” demişler. Hakikatlarına dair beyanatları muhteliftir. Hülasa: İlm-i İlahî’nin ünvanlarıdır” demişler. Fakat Kur’anın feyzi ile şöyle kanaatım gelmiş ki: İmam-ı Mübin, ilim ve emr-i İlahînin bir nev’ine bir ünvandır ki; âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani herşeyin vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlahînin bir defteridir. Şu defterin vücudu, Yirmialtıncı Söz’de, hem Onuncu Söz’ün haşiyesinde isbat edilmiştir. Evet şu İmam-ı Mübin, bir nevi ilim ve emr-i İlahînin bir ünvanıdır. Yani eşyanın mebadileri ve kökleri ve asılları, kemal-i intizam ile eşyanın vücudlarını gayet san’atkârane intac etmesi cihetiyle elbette desatir-i İlm-i İlahînin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyor ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları; ileride gelecek mevcudatın proğramlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden elbette evamir-i İlahiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Meselâ: Bir çekirdek bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek olan proğramları ve fihristeleri ve o fihriste ve proğramları tayin eden o evamir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir. Elhasıl, iman-ı Mübin, mazi ve müstakbelin ve âlem-i gaybın etrafında dalbudak salan şecere-i hilkatin bir proğramı, bir fihristesi hükmündedir. Şu manadaki İmam-ı Mübin, kader-i İlahînin bir defteri, bir mecmua-i desatiridir. O desatirin imlası ile ve hükmü ile, zerrat vücud-u eşyadaki hidematına ve harekâtına sevkedilir.
Amma “Kitab-ı Mübin” ise, âlem-i gaybdan ziyade, âlem-i şehadete bakar. Yani mazi ve müstakbelden ziyade, zaman-ı hazıra nazar eder ve ilim ve emirden ziyade, kudret ve irade-i İlahiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmam-ı Mübin, kader defteri ise; Kitab-ı Mübin, kudret defteridir. Yani: Herşey vücudunda, mahiyetinde ve sıfat ve şuunatında kemal-i san’at ve intizamları gösteriyor ki; bir kudret-i kâmilenin desatiri ile ve bir irade-i nâfizenin kavanîni ile vücud giydiriliyor. Suretleri tayin, teşhis edilip birer mikdar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor. Demek o kudret iradenin küllî ve umumî bir mecmua-i kavanîni, bir defter-i ekberi vardır ki; herbir şeyin hususi vücudları ve mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. İşte şu defterin vücudu, “İmam-ı Mübin” gibi kader ve cüz’-i ihtiyarî mesailinde isbat edilmiştir. Ehl-i gaflet ve dalalet ve felsefenin ahmaklığına bak ki: Kudret-i Fâtıranın o Levh-i Mahfuzunu ve hikmet ve irade-i Rabbaniyenin o basirane kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misalini hissetmişler. Hâşa “Tabiat” namıyla tesmiye etmişler, körletmişler. İşte “İmam-ı Mübin”in imlası ile, yani kaderin hükmüyle ve düsturu ile kudret-i ilahiye, icad-ı eşyada herbiri birer âyet olan silsile-i mevcudatı “Levh-i Mahv-İsbat” denilen zamanın sahife-i misaliyyesinde yazıyor, icad ediyor, zerratı tahrik ediyor.” (S.548)
2059- “Sani’-i Zülcelal’in âlem-i ekberdeki san’atı o derece manidardır ki; o san’at, bir kitab suretinde tezahür edip, kâinatı bir kitab-ı kebir hükmüne getirdiğinden, akl-ı beşer hakiki fenn-i hikmet kütübhanesini ondan aldı ve ona göre yazdı. Ve o kitab-ı hikmet, o derece hakikatla bağlı ve hakikattan meded alıyor ki, büyük Kitab-ı Mübin’in bir nüshası olan Kur’an-ı Hakîm şeklinde ilan edildi.” (M.233)
2060- Kur’anda (6:59) ¯w[¬A8 ¯_«B¬6 |¬4 Ŭ~ ¯j¬"_«< ««— ¯`²0«‡ ««— buyurulur. “Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur’andan ibarettir. Yaş ve kuru, herşey içinde bulunduğunu şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet herşey içinde bulunur. Fakat herkes, herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ana münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor.” (S.252)
2061- qqKİZB g6 : Yalan. Yalan söyleme. (Sıdk’ın zıddı) (Bak: Sıdk)
“Kizb, küfrün esasıdır. Kizb nifakın birinci alâmetidir. Kizb, kudret-i İlahiyeye bir iftiradır. Kizb, hikmet-i Rabbaniyeye zıddır. Ahlâk-ı âliyeyi tahrib eden kizbdir. Âlem-i İslâmı zehirlendiren, ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvalini fesada veren, kizbdir. Nev’-i beşeri kemalattan geri bırakan kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini âlemde rezil ü rüsva eden, kizbdir. işte bu sebeblerden dolayıdır ki; bütün cinayetler içinde tel’ine, tehdide tahsis edilen kizbdir...
2062- Sual: Bir maslahata binaen kizbin caiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir?
Cevab: Evet, kat’i ve zaruri bir maslahat için bir mesağ-ı şer’î vardır. Fakat hakikate bakılırsa, maslahat dedikleri şey bâtıl bir özürdür. Zira usul-i şeriatta takarrur ettiği vecihle, mazbut ve miktarı muayyen olmayan bir şey, hükümlere illet ve medar olamaz. Çünki mikdarı bir had altına alınmadığından su-i istimale uğrar. Maahaza bir şeyin zararı menfaatına galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-i muteber olur. Maslahat, o şey’i terk etmekte olur. Evet âlemde görünen bu kadar inkılablar ve karışıklıklar, zararın özür telakki edilen maslahata galebe etmesine bir şahiddir. Fakat kinaye veya ta’riz suretiyle yani gayr-ı sarih bir kelime ile söylenilen yalan, kizbden sayılmaz.” (İ.İ.82)
Atıf notu:
-Asr-ı Saadet’te kizb ve sıdkın birbirinden uzaklaşması, bak: 3204.p.
2063- qqKOMÜNİZM •i[9Y8Y5 : Cemiyet içinde fertlerin her türlü mülkiyet haklarını ve aile hayatını ve dini kaldırıp materyalizmi esas alan ve bütün mülkiyeti devlete mal eden batıl bir nazariye ve devlet sistemi. Ahlâkî ve mânevî değerleri, izafî ve telkin neticesidir deyip inkâr eden komünistlik ve benzeri cereyanların nazarı, insanı hayvanî dereceden aşağı düşürür.
Allah’ın sonsuz hikmetini nazara almayanlar, herşeyi maddî, hayvanî ve nefsanî menfaat ve lezzet nazariyle değerlendirir ve böylece insaniyetini kaybetmiş olur.
Bazı ahlâkî değerlerin izafiyeti ve mânevî değerlere istinaden yapılan telkin ve terbiye ile inkişafı, gerçekliliğini kaldırmaz. Çünkü bu inkişaf, ruhun asliyetinde bulunan mânevî kabiliyet ve istidadata dayandığı gibi, vücuda çıkan bu kalbî ve ruhî hissiyat-ı ulviye ve vicdaniyat denen mânevî ve ahlâkî değerler ve hisler ruhla ebedileşir ve fiile intikal eden amelî neticeleri de uhrevîliğe intikalen ebedîleşir. Esasen zaman ve mekân üstünde bütün vücud âlemlerini ve ahval-i muhtelifeyi ihata eden sonsuz ilm-i İlâhî’nin dahilinde olan herşey, bir nevi sübûtiyet kazanmıştır. Amma gözle görülüp elle tutulandan başka birşeyi görüp anlamayan, yani aklı gözüne inen adam, muayyen mekân ve zaman içinde, çok dar bir sahada sıkıştığından geniş ve ebedî âlemlerden ve hikmetlerden habersiz dir.
Sonsuz hikmet-i İlâhiyenin iktizasıyle insan bu dünyaya istidadlarının inkişafı ve imtihan için gönderilmiştir. Eğer insan yaradılıştan tekâmül etmiş olarak gönderilseydi, tâlim ve terbiye ile ruhun istidadat-ı fıtriyesini inkişaf ettirmek, insaniyet şerefini kazanmak veya bozulup tedenni etmek şeklindeki İlâhî imtihan sırrı olmazdı. (Alâkalı bahisler için 143, 1669.p. 2. bendine ve 1672.p.a bakınız.)
İnsanın mezkûr mahiyetini ve İlâhî hikmetleri anlamayanlar, telkinlerle ve terbiye ile kazanılan ahlâkî hislerle alâkası olmayan hayvanlar âlemine baksalar, ahlâkî hislerin gerçekliği hakkında yeterli ibret alabilirlerdi. Meselâ: Sineğin devamlı temizlenmesi, kedinin pisliğini örtmesi ve kendi yavrusunu himaye etmesi gibi hayvanlar âlemindeki sayısız ibretâmiz haller, mânevî pislik ve nezafetin ve aile efradı arasındaki hissî bağların hakkıyetini anlamayanlara birer ikazdır. Daha buna benzer diğer haller de kıyas edilse görülür ki, fıtrat âlemi dahi şeriatı te’yid ve materyalistleri reddeder. Hayvanlar âlemini şeriat-ı fıtriyye ile rabtedip başıboş bırakmayan Rabb-ül âlemîn, elbette ki insanları ahlâksız ve şeriatsız bırakmaz ve bırakmamıştır. (Bak: Anarşizm, Sosyalizm)
Rusya’da siyasi iktidarı ele geçiren bu zihniyet, tatbikatta zümre diktatörlüğü olarak ortaya çıktı.
2064- Rusya’da 1898’de kurulan Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi 1903’de çoğunluk manasına gelen (Bolşevik) ve azınlık manasına gelen (Menşevik) olarak ikiye ayrıldı. Çarlık idaresine karşı patlak veren 1917’ Şubat ihtilalini Sosyalist Liberal ve Halkçı Partiler müştereken yapmışlardı. Fakat sonradan aynı senenin Ekim ayında Lenin’in liderliğindeki Bolşevikler, silahlı bir ayaklanma yaparak iktidarı tek başlarına elegeçirdiler.
2065- Lenin (D.1870-Ö.1924) Komünist Partisinin kurucusu ve Karl Marx sosyalizminin tatbik edicisidir. Karl Marx ise, (D. 1818-Ö 1883) sosyalizm rejimini ileri süren bir Alman Yahudisidir. Bir İngiliz fabrikatörünün oğlu olan Engels ile (D.1820-Ö 1895) 1844’de Paris’te tanışıp sosyalizmin öncülüğünde beraber olmuşlardır.
2066- Rusya komünist ihtilalinin baş müsebbiblerinden biri de Troçki’dir: (1877-1940) Troçki, bir burjuva Yahudi ailesindendi. Çarlık Rusya’sının son zamanlarında iç siyasi mücadeleleri neticesinde Londra’ya kaçmak mecburiyetinde kaldı. 1905’de tekrar gizlice Rusya’ya giren Troçki, ayaklanmış işçi teşekküllerini teşkilatlandırarak, “işçi sovyeti”ni kurdu. Bu “işçi delegelerinden meydana gelen komite”dir. İhtilalci işçilerden meydana getirilmiş teşkilatlı milis kuvvetleri, devlet gücünün karşısına ayrı ve düşman kuvvet olarak çıkarılıyordu.
Aldatılmış halkın da katıldığı gösteriler önü alınmaz bir hal alınca, Çar, anayasayı çıkarma vaadinde bulundu ve işçilerin arzusuna uyarak siyasi suçluları affetti. Bu aftan yararlanan Lenin de Rusya’ya dönme hakkı kazanıyordu. Böylece 1905 yılında isyancıların hareketinin durması beklenirken daha da genişledi. Rusya’da genel grev ilan edilmişti. Hükümet bir ihtilalin arefesinde olduğunu görünce, çok sert tedbirlerle karşı çıktı, işçilere ateş açıldı ve Troçki de dahil olmak üzere, liderler tevkif edildi. 1907 yılında ikinci defa Sibirya’ya sürüldü.
Troçki ikinci defa sürgünden kaçtı. Avusturya, İsviçre ve Fransa’da komünist hareketlere katıldı. Fransa’dan sınır dışı edilince, Amerika’ya sığındı. Bir yıl sonra 1917’de Rusya’ya tekrar döndü. Yeniden “Petrograd asker ve işçi sovyeti” başkanı seçildi. Bu sıfatla Ekim’de yapılan bolşevik ihtilalde çok mühim rol oynadı. Troçki, ayaklanmanın her noktasında hâkim görünüyordu. Adeta dizginler tamamen onun elinde idi. Geçici hükümetin bakanları tevkif edilerek hapishaneye konulunca, yorgun ve uykusuz ihtilalciler sevinç çığlıkları attılar, hatta Troçki’nin bir ara bayıldığı bile görülmüştü.
İhtilal başarıya ulaşmış. Lenin’in başbakanlığında kurulan hükümete Troçki Dışişleri Bakanı olarak girmişti. Daha sonra Harbiye ve Bahriye Nazırı oldu. Kızıl Ordu’yu kurdu ve teşkilatlandırdı. Batılı devletlerin silahlandırdığı, komünist ihtilale karşı hareketleri tamamen bastırdı, milyonlarca adam öldürttü.
Lenin’in 1924 yılında ölmesiyle, bütün hâkimiyet parti genel sekreteri Stalin’in elinde toplanmaktaydı. Stalin, komünizmin evvela Rusya’da yerleştirilmesini, kuvvetlendirilmesini ve ancak bundan sonra dünyada bolşevik ihtilalin hazırlanmasına gidilmesini müdafaa ediyordu. Troçki ise, durumun müsait olduğunu, bilhassa Almanya’nın olgun hale geldiğini söylüyor, hemen dünyada bolşevik ihtilalin tahrik edilmesi gerektiğini tezini savunuyordu. Stalin (1879-1952), Troçki’yi haris, menfaatperest bir Yahudi olmakla, ihtilale ihanet planları hazırlamakla suçlayarak bakanlıktan uzaklaştırdı. Tamamıyla elinde olan basın ve gizli polis vasıtasıyla Troçki’nin itibarını günden güne siliyordu.
Troçki 1927 Kasım’ında karşı ihtilali hazırladı ise de, önceden haber alınarak bastırıldı. Ayaklanan yüzlerce Yahudi, öğrenci ve işçi tevkif edildi. Troçki, artık herşeyi kaybetmiş olarak Rusya’dan ayrılmak zorunda kaldı.
Taraftarlarının çokluğu sebebiyle onu Rusya’da öldürtmeye cesaret edemeyen Stalin, sürgünde öldürtmeye karar vermişti. 1929’da İstanbul’a gelen Troçki 4,5 yıl kaldı.
Troçki 1933 yılında Fransa’ya giriş müsaadesi alarak gitti. Fakat kısa bir zaman sonra sınırdışı edildi ve Norveç’e gitti. Buradan da atılınca, 1940’da gittiği Meksiko’da (Meksika başşehrinin adı) Stalin’in görevlendirdiği bir komünist ajan tarafından başına çekiçle vurularak öldürüldü.
Dostları ilə paylaş: |