202-qqÂLEM-İ BERZAH „ˆh" v7_«2 : Kur’anda (17:52) (23:100) âyetlerinde işaret edilen berzah âlemi. Kabir âlemi. Ölen insanların ruhları kıyamete kadar bu âlemde bulunurlar. Dindar insanlar berzahta saadette, dindar olmayanlar ise azabda olurlar. (Bak: Kabir, Mevt, Sırat Köprüsü)
«Nass-ı Kur’anla şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. (Bak: Şehid) Evet şüheda, hayat-ı dünyeviyelerini tarik-i hakta feda ettikleri için, Cenab-ı Hak kemâl-i kereminden onlara hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzah’ta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar.. yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerin biliyorlar.. kemâl-i saadetle mütelezziz oluyorlar.. ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i kuburun çendan ruhları bakidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta aldıkları lezzet ve saadet, şühedanın lezzetine yetişmez. Nasılki iki adam bir rüyada cennet gibi bir güzel saraya giderler. Birisi rüyada olduğunu bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam şu lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rüyada olduğunu bilmiyor, hakiki lezzet ile hakiki saadete mazhar olur. İşte âlem-i berzahtaki emvat ve şühedanın hayat-ı berzahiyeden istifadeleri öyle farklıdır. (M.6)
203- «Eski talebeliğim zamanında mevsuk zatlardan, onlar da mühim imamlardan naklederek işittim ki: “Ciddi, müştak, halis talebe-i ulûm, tahsilde iken vefat ettikleri zaman, berzahta aynı tahsil misali ve bir medrese-i maneviyede bulunuyor gibi; o âleme muvafık bir vaziyet ihsan ediliyor.” diye o zaman talebe-i ulûm içinde çok def’a medar-ı bahs oluyordu.» (K.L.255)
Hem «ehl-i keşf-il kuburun müşahedesiyle, müteaddid vakıatla, tahsil-i ulûm, anında vefat eden bazı müştak ve ciddi bir talebe-i ulûm şehidler gibi kendini hayatta ve kendi dersiyle meşgul görüyor. Hatta meşhur bir ehl-i keşf-il kubur, vefat eden ve ilm-i sarf ve nahvi okuyan bir talebenin kabrinde, Münker Nekir’e nasıl cevab verecek diye mürakabe etmiş ve müşahede edip işitmiş ki:
Melek-i sual ondan sordu: «tÇ"«‡ ²w«8 “Senin rabbin kimdir?” dediği zaman o nahiv dersiyle iştigal ederken vefat eden talebe, o meleğin cevabında demiş: “²w«8 mübtedadır, ««tÇ"«‡ onun haberidir.” Nahiv ilmince cevab vermiş, kendini medresede zannetmiş.» (Ş.329)
204-qqÂLEM-İ ERVAH ƒ~—‡~ ¬v7_2 : Ruhlar âlemi. Ruhların ve ruhanilerin bulunduğu âlem. (Bak: Ruh)
205-qqÂLEM-İ GAYB `[3 ¬v7_2 : Zahir duygularımızla bilinemeyen ve ervah ve meleklere, cinlere mahsus olan âlem.
«Herşeyin bâtını zâhirinden daha âli, daha kâmil, daha latif, daha güzel, daha müzeyyen olduğu gibi; hayatça daha kavi, şuurca daha tamdır. Ve zâhirde görünen hayat, şuur, kemâl vesaire ancak bâtından zâhire süzülen zaif bir tereşşuhtur. Yoksa bâtın camid, meyyit olup da ilim ve hayatı dışarıya vermiş olduğuna zehaba ihtimal yoktur. Evet karnın (miden) evinden; cildin, gömleğinden ve kuvve-i hâfızan, senin kitabından nakış ve intizamca daha yüksek ve daha garibdir. Binaenaleyh, âlem-i melekût, âlem-i şehadetten; âlem-i gayb, dünya ve âhiretten daha âli ve daha yüksektir. Maalesef nefs-i emmare, heva-i nefs ile baktığı için zâhiri hayatlı, ünsiyetli bir perde gibi, meyyit ve zulmetli ve vahşetli zannettiği bâtın üstüne serilmiş olduğunu görüyor.» (M.N.180) (Bak: Gayb)
qqÂLEM-İ MELEKÛT YUV8 ¬v7_2 : Melekût âlemi. (Bak: Melekût)
206-qqÂLEM-İ MİSAL Ä_C8 ¬v7_2 : Dünyada mevcud bulunan bütün eşya ve zuhura gelen bütün ef’alin aynısı ile müretteb ve mütekevvin olan bir tarzı veya âlem-i ruhaninin bir nev’i. (Lügat-ı Remzi’den)
Aynı kelime bazan rüya mânâsında da kullanılır. «Rüya misalin zılli, misal ise, berzahın zılli olmuştur. Ondan onların düsturları birbirine benziyor.» (S.717)
«Âlem-i misal, âlem-i ervahla âlem-i şehadet ortasında bir berzahtır. Her ikisine birer vecihle benzer. Bir yüzü ona bakar, bir yüzü de diğerine bakar. Meselâ: Ayinedeki senin misalin sureten senin cismine benzer. Maddeten senin ruhun gibi latiftir. O âlem-i misal; âlem-i ervah, âlem-i şehadet kadar vücudu kat’idir.(*) Acaib ve garaibin meşheridir, ehl-i velayetin tenezzühgahıdır. Küçük bir âlem olan insanda kuvve-i hayaliye olduğu gibi, büyük bir insan olan âlemde dahi bir âlem-i misal var ki o vazifeyi görüyor. Ve hakikatlıdır. Kuvve-i hafıza Lehv-i Mahfuzdan haber verdiği kuvve-i hayaliye dahi âlem-i misalden haber verir.» (B.L.345)
207- «Evet nasılki insanın anasırları, kâinatın unsurlarından; ve kemikleri, taş ve kayalarından; ve saçları nebat ve eşcarından; ve bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı suları, arzın çeşmelerinden ve madenî sularından haber veriyorlar, delâlet edip onlara işaret ediyorlar. Aynen öyle de: İnsanın ruhu, âlem-i ervahtan; ve hafızaları, levh-i mahfuzdan; ve kuvve-i hayaliyeleri, âlem-i misalden ve hakeza her bir cihazı bir âlemden haber veriyorlar ve onların vücudlarına kat’i şehadet ederler.» (L.355)
208- «Âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve her bir fotoğraf, hadsiz hâdisat-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye ve faniyatın fani ve zail hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî temaşagâhlarda ve Cennet’te saadet-i ebediye ashablarına da dünya maceralarını ve eski hatıratlarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinesi olarak bildim. Hem Levh-i Mahfuzun, hem âlem-i misalin iki ciheti ve iki küçücük nümunesi ve iki noktası insanın başında olan kuvve-i hafıza ve kuvve-i hayaliye mercimek küçüklüğünde iken, bir büyük kütübhane kadar hiç karıştırmıyarak kemâl-i intizamla içlerinde yazılması kat-i isbat eder ki, o iki kuvvenin nümune-i ekber ve azamları olan âlem-i misal, hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin suyu ve toprak unsurunun pek fevkinde daha ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader ve kudretle yazıldıklarını ve hiçbir cihetle tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve camid, hedefsiz esbabın karışması yüz derece muhal ve hiçbir vecihle mümkün olmadığını Hakîm-i Zülcelal’in kalem-i kader ve hikmetinin sahifesi olduğu ilmelyakîn ile kat’i bilindi. Mütebakisi şimdilik yazdırılmadı.» (E.L.I.262) (Bak: Hafiziyyet)
209- Manevi müşahedatta, âlem-i maddî ile âlem-i misali iltibas etmemeli:
«Fütuhat-ı Mekkiye sahibi Muhyiddin-i Arab (K.S.) ve “İnsan-ı Kâmil” denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (K.S.) gibi evliya-i meşhure; küre-i arz’ın tabakat-ı seb’asından ve Kaf Dağı arkasındaki Arz-ı Beyza’dan ve Fütuhat’ta Meşmeşiye dedikleri acaibden bahsediyorlar, gördük diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise, halbuki bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilaf-ı vaki ve hilaf-ı hak söyleyen nasıl ehl-i hakikat olabilir?
Elcevab: Onlar ehl-i hak ve hakikattırlar; hem ehl-i velayet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler, fakat ihatasız olan halet-i şuhudda ve rüya gibi rü’yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi rü’yetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, “Asfiya” denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve Sünnetin irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler.
210- Şu hakikatı izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi dinle. Şöyle ki:
Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi “Uykum geldi” deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi birşey, yatanın burnundan çıkıp süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar gider, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki: “Ey arkadaş! Acib bir rüya gördüm.” O da der: “Allah hayr etsin, nedir?” Der ki: “Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altun dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?”
Uyanık arkadaşı dedi: “Gördüğün süt denizi şu ağaç çanaktır. O köprü de şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim.” Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar, ikisini de dünyada mes’ud edecek altunları buldular.
İşte yatan adamın gördüğü doğrudur. Doğru görmüş, fakat rüyada iken ihatasız olduğu için tabirde hakkı olmadığından âlem-i maddî ile âlem-i manevîyi bibirinden farketmediğinden hükmü kısmen yanlıştır ki, “Ben hakikî maddî bir deniz gördüm” der. Fakat uyanık adam, âlem-i misal ile âlem-i maddîyi farkettiği için tabirde hakkı vardır ki dedi: “Gördüğün doğrudur, fakat hakikî deniz değil, belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş ve hakeza.” Demek oluyor ki: âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ: Senin dar bir odan var, fakat dört duvarını kapayacak dört büyük ayine konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen: “Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum.” Doğru dersin. Eğer : “Odam bir meydan kadar geniştir” diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünki âlem-i misali, âlem-i hakikîye karıştırırsın.
211- İşte Küre-i arz’ın tabakat-ı seb’asına dair bazı ehl-i keşfin, Kitab ve Sünnet’in mizanıyla tartmadan beyan ettiği tasvirat, yalnız Coğrafya nokta-i nazarındaki maddî vaziyetten ibaret değildir. Meselâ demişler: “Bir tabaka-i Arz, cin ve ifritlerindir. Binler sene genişliği var.” Halbuki bir iki senede devredilen küremizde, o acib tabakalar yerleşemez. Fakat âlem-i mânâ ve âlem-i misalde ve âlem-i berzah ve ervahta küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teşekkül eden misalî şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım ehl-i şuhud seyr-i ruhanîlerinde, Arz’ın tabakalarından bazılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar, binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar. Gördükleri doğrudur, fakat âlem-i misal sureten âlem-i maddîye benzediği için iki âlemi memzuc görüyorlar, öyle tabir ediyorlar. Âlem-i sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından, hilaf-ı hakikat telakki ediliyor. Nasıl küçük bir ayinede büyük bir saray ile büyük bir bahçenin vücud-u misaliyeleri onda yerleşir. Öyle de, âlem-i maddînin bir senelik mesafesinde, binler sene vüs’atinde vücud-u misalî ve hakaik-i maneviye yerleşir.
Hatime: Şu meseleden anlaşılıyor ki: Derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velayetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin şuhuda değil, Kur’ana ve vahye gaybî fakat safi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı: Kitab ve Sünnet’tir. Ve mehenkleri, Kitab ve Sünnet’in desatir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavanin-i hadsiyeleridir.» (M.81) (Âlem-i cismanîden başka âlemler, bak: 3336, 3337.p.lar)
qqALEVÎ zYV2 : (Bak: Hilafet, Şia)
qqÂLİM v7_2 : (Bak: İlim)
212-qqALİYY-ÜL MURTAZA (R.A.) |N#hW7~ zV2 : Esedullah, Aliyy-ibni Ebi Talib, Ebuttürab, İmam-ı Ali isimleri ile de anılır.
Hz. Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) amcası Ebu Talib’in oğlu olup hicretten yirmiüç yıl önce doğmuş ve bi’setin ikinci günü iman etmiş, hiç putlara tapmamıştır. Bunun için mübarek ismi söylendiğinde, Kerremallahü Vechehu diye tazim edilir. Bütün gazalarda, din muharebelerinde çok kahramanlık ve fedakârlığından dolayı “Esedullah: Allah’ın arslanı” namını da almıştır. Aşere-i Mübeşşeredendir. Kendinden evvelki üç Halife-i Kiram’a (R.A.) biat emri, onlara Şeyhülislâm gibi hizmetlerine iştirak etmiştir. Evliyanın reisidir. (O.A.L.) (Bak: Âl-i Beyt, Cemel Vakası)
«Hz. Ali (R.A.), Hz. Osman’ın (R.A.) şehadetinden sonra, evvela hilafete geçmeyi tevazu ile red ve fakat beş gün tereddüdden sonra kabul etti. 25 Zilhicce Cuma günü (24 Haziran 656) Medine’de Mescid-i Nebevî’de kendisine biat edildi.» (İ.A. ci:1 sh:307)
213- «Hz. Ali vahy kâtiplerindendi. Peygamber’in (A.S.M.) mektuplarını da yazardı. Hudeybiye sulhnamesini de o yazmıştı. Kur’an-ı Kerimi bizzat Resul-i Ekrem’den öğrenmiş, tamamen ezberlemişti. Her âyetin mânâ ve tefsirini ve sebeb-i nüzulünü bilirdi. Nüzul sırasıyla Kur’anı cem’etmişti. İbn-i Sa’dın Tabakat’ında nakline göre, Hz. Ali: “Ben Kur’an-ı Kerim’in her âyetinin nerede ve ne hakkında nazil olduğunu bilirim” demiştir. Ebu Bekr-is-Sıddık ve Hz. Osman zamanında Kur’anın cem’ine ve istinsahına nezaret etmişti.
Hz. Ali müfessirlerin en yüksek tabakasındandır. Müctehidlerden İbn-i Cerir-i Taberî ile İbn-i Ebi Hatim, İbn-i Kesir gibi müfessirler Hz. Ali’nin rivayetlerini naklederler.
Hz. Ali bir gün Kur’an-ı Kerim’in yanlış okunduğunu duymuş, bunun üzerine Arap gramerinin ana hatlarını vaz’ ederek buna mani olmuştu.
Hz. Ali zamanının en kudretli hatiblerinden biri idi. Her nutku bir şaheserdir. İslâmiyetin yayılmasında görülen hizmeti büyüktür. Bu vazifeyi herkesten fazla muvaffakiyetle ifa ederdi. Hicretin ikinci yılında Hz. Fatımatü’z-Zehra ile evlenmiş ve Peygamber’e (A.S.M.) damat olmuştu. Resul-i Ekrem’in sülalesi ondan intişar etmişti.
Hz. Ali, Resulullah’ın Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında yatağında kalmış, Bedir muharebesinde büyük kahramanlık göstermiş, Uhud gazvesinde Peygamber’e siper olmuş, Veda Haccında onun yanında hazır bulunmuştur.
Hz. Ali Hz. Osman’ın şehadetinden sonra halife olmuş, hükümet merkezini Medine’den Kûfe’ye nakletmişti. Bundan maksadı, İslâm arasında bir birlik sağlamaktı. Bütün İslâm âlemi Hz. Ali’nin etrafında toplanmış ve yalnız Şam valisi Hz. Muaviye birlikten ayrı kalmıştı.
Hz. Ali’nin fıkıh ve ictihaddaki olgunluğunu zamanın en büyük müctehidleri takdir etmişlerdir. Başkalarının çözemediği fıkıh meselelerini sühuletle halletmesini bilirdi. Çünkü o, zamanının en büyük kadısı idi.
Hazret-i Ömer de “En büyük kadımız Ali’dir” demekle onu takdir etmişti. Hz. Faruk, halifeliği devrinde yapacağı işlerde daima onunla istişare eder ve “Ali olmasa, Ömer helâk olurdu” derdi. Kudüs’e gittiği zaman Hz. Ali’yi Medine’de vekil bırakmıştı.
Hz. Ali hicretin kırkıncı senesinde ramazan-ı şerifin 20’nci cuma günü Kûfe mescidinde sabah namazında Haricilerden Mülcem oğlu Abdurrahman tarafından şehid edilmişti.
Techiz ve tekfini, oğlu Hz. Hasan tarafından yapılmış ve namazı eda olunduktan sonra Kûfe’nin kabristanı sayılan Necef’e gömülmüştür. Halen türbesi bir ziyaretgâhdır.» (Riyazüssalihîn Hadislerinin Ravileri Olan Ashab-ı Kiram’ın ve Hadis İmamlarının Hal Tercemeleri, Diyanet İ.B. Yayınları, sh: 62)
Tarih ve Coğrafya Lügatı olan “Kamus-ül A’lâm”, Hz. Ali’nin (R.A.) şehid edildiği camiin kapısı önünde ve bir rivayette de Kasr-ı İmaret’te defnedildiğini kaydeder.
214- «...Resul-i Ekrem Tebük seferine çıkarken Hz. Ali’ye Medine’de kalmasını ve bu seferin uzaklığı sebebiyle aile içinde bulunmasını emretmişti. Hz. Ali’ye cihaddan kalmak giran gelmesi üzerine Resul-i Ekrem: “Senin bana bağlılığın, Harun’un Musa’ya bağlılığı gibidir.” demişti. Nasılki Musa Peygamber Tur’a çıkarken kardeşi Harun’a: “Kavmim Benî İsrail’e halefim ol, onları gör, gözet” demişti. Bu da hayatta halef olmaktı.» (S.B.M. ci:9, sh:416)
Mezkûr rivayetle alâkalı diğer bir rivayet de aynı eserin 8. cildinde 1158 numaralı hadisin son cümlesidir ki; Hz. Ali’ye hitaben: “Sen bana bağlısın, ben de sana muttasılım” mealindedir.
Bir rivayette de: «Ali’den başka feta, Zülfikar’dan başka kılınç yok.» takdiriyle, Ali (R.A.) ve Zülfikar’ın müstesna üstünlükleri bildirilir. (K.H. 3069. hadis)
215- «Resul-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ali’yi Yemen’e kadı olarak göndermiştir. Hz. Ali: “Ya Resulallah! Benim kaza işlerine vukufum yoktur” demiş, bir def’a da: “Ya Resulallah! Beni Yemen’e kadı nasbediyorsun, halbuki orada benden yaşlı zatlar var, ben onların arasında nasıl hükmedebilirim” demek istemiştir. Resul-i Ekrem de: “Bana yakın gel” diye emretmiş, mübarek ellerini Hazret-i Ali’nin göğsüne temas ettirerek: y«A²V«5 ¬f²;~«— y«9_«K¬7 ²a¬±A«$ ÅvZ±V7«~ “İlahî! Lisanını tesbit et. Kalbini de hidayete mazhar buyur.” diye dua buyurmuştur. Hazret-i Ali demiştir ki “Âlemi yaradana yemin ederim ki, ben bundan sonra verdiğim hükümlerin hiçbirinde bir şek ve tereddüde düşmedim.” Yine İmam-ı Ali Hazretleri demiştir ki: Resul-i Ekrem Sallallahu Aleyhi Vesellem bana: “Ya Ali! huzuruna iki hasım gelip oturduğu zaman birincisinin sözünü dinlediğin gibi diğerinin sözlerini de dinlemedikçe aralarında hükmetme. Böyle yaparsan nasıl hükmedileceği sana tebeyyün eder.” diye buyurdu. Artık bundan sonra bana hiçbir hükümde işkal vaki olmadı.» (H.İ. ci:1, sh:360)
216- Hazret-i Ali’ye (R.A.) muhabbetin ifrat ve tefriti hakkında Resul-i Ekrem (A.S.M.) «nakl-i sahih-i kat’i ile İmam-ı Ali’ye demiş:
Sende Hazret-i İsa (A.S.) gibi iki kısım insan helâkete gider. Birisi ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adavetle. Hazret-i İsa’ya Nasrani muhabbetinden hadd-i meşrudan tecavüz ile haşa -ibnullah- dediler. Yahudi, adavetinden tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da bir kısım, hadd-i meşru’dan tecavüz edecek, muhabbetinden helakete gidecektir.
}Å[¬N¬4~Åh7~ vZ«7 Ä_«T< i²A«9 ²vZ«7 (15) demiş. Bir kısmı senin adavetinden çok ileri gidecekler; onlar da Havaricdir ve Emevilerin bir kısım müfrit tarafdarlarıdır ki, onlara Nasibe denilir.
Eğer denilse: Âl-i Beyte muhabbeti Kur’an emrediyor, Hz. Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet Şialar için belki bir özür teşkil eder. Çünki ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekrdir. Ne için Şialar, hususan Rafizîler, o muhabbetten istifade etmiyorlar? Belki işaret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbetten mahkûmdurlar?
Elcevab: Muhabbet iki kısımdır. Biri: mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşru’dur, ifratı zarar vermez. Tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adavetini iktiza etmez.
İkincisi: mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselâm’ı düşünmeden Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hatta Allah’ı bilmese de, Peygamber’i tanımasa da yine onları sever. Bu sevmek Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın muhabbetine ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine sebebiyet vermez; hem ifrat olsa, başkalarının zemmini ve adavetini iktiza eder.
İşte işaret-i Nebeviye ile Hz. Ali hakkında ziyede muhabbetlerinden, Hz. Ebubekir-is Sıddık ile Hz. Ömer’den teberri ettiklerinden hasarete düşmüşler ve o menfi muhabbet sebeb-i hasarettir.» (M.106)
217- «Hz. Ali’ye (R.A.) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti; şahsî kemâlat ve mertebesi noktasından, ikinci cihet; âl-i beytin şahs-ı manevisini temsil ettiği noktasındandır. Âl-i beytin şahs-ı manevisi ise, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın bir nevi mahiyetini gösteriyor. İşte birinci nokta itibarıyla Hz. Ali başta olarak bütün ehl-i hakikat, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i (R.A.) takdim ediyorlar. Hizmet-i İslâmiyette ve kurbiyet-i İlahiyede makamlarını daha yüksek görmüşler. İkinci nokta cihetinde Hz. Ali (R.A.) şahs-ı manevi-i âl-i beytin mümessili ve şahs-ı manevi-i Âl-i Beyt, bir hakikat-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) temsil ettiği cihetle müvazeneye gelmez.» (L.23)
Bir atıf notu:
-Hilafet mes’eleleri, bak: 1326,1327.p.lar.
218- «İmam-ı Ali (kerremallahu veche)’nin şahsına ve hayatına ve adalet-i hakikî üzerine giden siyasetine ilişmek, darbe vurmak başkadır. Şahsiyet-i zahirîsinden ve hayat-ı dünyeviyesinden ve siyaset-i ictimaiyesinden binler derece daha yüksek olan; şahsiyet-i manevîsine ve kemâlat-ı ilmiyesine ve makamat-ı velayetine ve varisliğine darbe gelmez ve gelmemiş ve gelemiyor. Kimin haddi var? Onun için, iki ciheti birleştirmek tevehhümüyle karşısında muarazaya çalışanların taarruzu pek dehşetli görünüyor. Ehl-i iman ortasında nasıl böyle vukuat olabilir? diye hayret veriyor.
Halbuki Yezid ve Velid gibi habis herifler müstesna, ötekilerin kısm-ı a’zamı, İmam-ı Ali’nin (R.A.) hârika kemâlatına ve kerametlerine ve verasetine ilişmek değil, belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye ait idaresine darbe vurmağa çalışmışlar, hata etmişler.» (E.L.I.211) (T.T.ci:3, sh: 613’de Hz. Ali’nin (R.A.) menakıbı hakkında hadisler bölümü vardır.)
qqALKOL ÄYT7³~ : (Bak: Hamr)
219-qqALLAH yÁV7~ : İnsanın, dünyanın, kâinatın, görülen veya görülmeyen bütün varlıkların yaratıcısı. Allah ezelîdir, yani varlığının başlangıcı yoktur; çünkü yaratılmamıştır ve varlığı devamlıdır, sonsuzdur. Hiçbir şey yokken o yine vardı.
Bütün varlıklar sonradan yaratıldığından, yani ezelî olmadığından ve hiçbir sebeb yokken mutlak hiçlikten de varlık olamayacağı bedihi olduğundan, Allah’ın ezeliyet ve vacibiyetini kabul etmek zaruridir. Allah’ın ezeliyetini aklına sığıştıramayan, muhal ve imkânsız olan maddenin ezeliyetini veya mutlak hiçlikten varlık doğacağını aklına nasıl sığıştırabilir? Evet, ilk icad itibariyle bu üç yoldan başka imkân yoktur. (Bak: Ezeliyet)
Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi ve diğer sıfatları da sonsuzdur. O herşeyi ve hepimizi her an bilir ve görür.
Allah’ın sıfatları sonsuzdur, derken aklî bir zarureti belirtmiş olmaktayız. Sonlu olan insan aklı sonsuzluğu bizzarure kabul eder, fakat idrak ve ihata edemez. Zira sonlu olanın sonsuzu idrak ve ihata edemiyeceği de zaruriyat-ı akliyedendir. Aklın bu ihata acziyeti âlem-i şehadette, meselâ zamanın ve mekânın sonsuzluğu, matematik sonsuzluklar gibi meselelerde bile ortada iken; Vacib-ül Vücud’un ezelîlik ve ebediliği, sıfatlarının nihayetsizliği gibi âlem-i vücubla alâkalığı sonsuzluk mes’elelerinde de elbette olacaktır. Aklın bu idrak ve ihata acziyeti ve iktidarsızlığını kabul etmekle birlikte, sıfât-ı İlahiyenin sonsuzluğunu kabul etmek de zaruriyat-ı akliyedendir. Zira bir sıfat-ı İlahiye hakkında aklın düşünebildiği en son mertebede durup işte bu son diyerek bir tahdid koymayı yine aynı akıl ve mantık kabul etmez ve razı olmaz. Daha ötesini ve ötenin de ötesini kabul ederek muayyeniyeti ve sınırlamayı reddeder. Demek ki, akl-ı beşer sonsuzluğu idrak ve ihata edemez ise de, varlığını bizzarure kabule mecbur olur. Bir şeyi idrak ve ihata etmek başkadır, varlığını kabul etmek başkadır.
Bir atıf notu:
- Azamet-i İlahiye cihetinde şeytanın bir desisesi, bak: 1636.p.
220- Allah’a Tanrı demek yanlıştır. Allah isminin mânâsını ifade eden başka bir kelime, hiçbir dilde yoktur. Tanrı sözü müslümanlıktan önceki Türklerin Şamanizm denilen batıl dinlerinde Gök İlahı mânâsına gelen (Tengri) sözünün bugünkü dilde aldığı şekildir.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinden kısmen aldığımız Allah lafzı hakkındaki izahat şöyledir:
« yÁV7«~ Ma’bud-i Hakk’ın ism-i hassıdır. Daha doğrusu ism-i zattır ve ism-i alemdir... Allah ism-i zatını, ism-i has olarak bir mefhum ile mülahaza edebilmek için, selbî, sübutî bütün sıfat-ı zatiye ve fiiliyesini tasavvur etmek ve sonra onu icmal eylemek lâzım gelir. Binaenaleyh bu da şu suretle ifade edilmiştir: “O zat-ı vacib-ül vücud ki bütün sıfat-ı kemâliyeyi müstecmi” Sadece “Zat-ı vacib-ül vücud” demek de kâfidir. Çünkü bütün sıfat-ı kemâliyeyi cami’ olmak, vacib-ül vücudun bir tefsiri, bir sıfat-ı kâşifesidir...
Bunun bir telhisi de “bihakkın ma’bud = İlah-ı hak” mefhumudur. Arapçada bu mefhum, İlah-ı ma’lum demek olan “El’ilah” ism-i hassıyla hülasa edilmiştir. “Hâlik-ı âlem” veya “Hâlik-ı küll” mefhumuyla da iktifa olunabilir. Bunları Allah Teala’nın bir tarif-i ismî veya lafzîsi olarak ahzedebiliriz. Biz herhalde şunu itiraf ederiz ki, bizim “Allah” ism-i celalinden duyduğumuz mânâ-yı vahid, bu mefhumların hepsinden daha vazıh ve daha ekmeldir... “Allah” ism-i celali ile yine Allah’dan maada hiç bir ma’bud yadolunmamıştır... Meselâ: Tanrı, Huda isimleri “Allah” gibi ism-i has değildir. İlah, Rab, Ma’bud gibi ism-i âmmdır. Huda, Rab demek olmayıp da “huday” muhaffefi ve vacib-ül vücud demek olsa yine ism-i has değildir. Arapçada “ilah”ın cem’inde “âlihe”, “rab’ın cem’inde “erbab” denildiği gibi, Farisî’de “Huda”nın ceminde “hudayan” ve lisanımızda “tanrılar, ma’budlar, ilahlar, rablar” denilir. Çünkü bunlar haklıya haksıza ıtlak edilmiştir. Halbuki “Allahlar” denilmemiştir. ve denmez... Batıl ma’budlara dahi “tanrı” ism-i cinsi verilir. Müşrikler bir çok tanrılara taparlardı, denilir. Demek ki “Tanrı” ism-i cinsi, “Allah” ism-i hassının müradifi değildir, eamdır. Binaenaleyh “Allah” ismi “Tanrı” adıyla terceme olunmaz.. yÁV7«~ Ŭ~ «y«7¬~ « diyen “Allah’dan başka tanrı yoktur” diyor ve asla şaibe-i tenakuz olmayan açık bir tevhid söylüyor...
Dostları ilə paylaş: |