İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə106/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   102   103   104   105   106   107   108   109   ...   169

2540- “Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husu­mettir. Yani, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhab­bet ve sevmek sıfatı, enziyade sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtima­iye-i beşeriyeyi zir ü zeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeğe müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. Bu hakikat Ri­sale-i Nur’un “Yirmiikinci Mektub”unda iza­hıyla beyan edildiğinden burada kısa bir işaret ediyoruz. Şöyle ki:

2541- Husumet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumi adavetin ne ka­dar fena ve tahrib edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise, düşmanlarımızın seyyiatı, -tecavüz ol­mamak şartıyla-adaveti­nizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlahî kâfidir onlara... (Bak: 799.p.)

2542- Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak ehl-i imana karşı haksız olarak adavet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki bu husumet ve adavetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cin­siyet gibi kuvvetli es­babı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Ada­vetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeblerine tercih et­mek gibi bir divaneliktir.

2543- Madem muhabbet adavete zıttır. Ziya ve zulmet gibi, hakiki içtima ede­mezler. Hangisinin esbabı galib ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı ha­kikatiyle olmayacak. Meselâ: Muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adavet şefkate, acımağa inkılab eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adavet hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mümaşat ve karışma­mak, zahiren dost olmak su­retine döner. Bu ise tecavüz etmiyen ehl-i dala­lete karşı olabilir.” (H.Ş. 51) (Bak: 91, 92.p.lar)

2544- “Ey nefisperest nefsim, ey dünya perest arkadaşım! Muhabbet, şu kâina­tın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâina­tın nurudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en cami’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayet­siz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir. İşte ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfe ve mu­habbete âlet olacak iki cihaz, fıtratında dercolunmuştur. Alâ-Külli-hal o mu­habbet ve havf, ya halka veya Hâlik’a mütevec­cih olacak. Halbuki halktan havf ise, elîm bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi, be­lalı bir musibettir. Çünki sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirha­mını kabul etmez. Şu halde havf, elîm bir beladır. Muhabbet ise, sevdi­ğin şey, ya seni tanımaz, Allah’a ısmarladık demeyip gider. -Gençliğin ve malın gibi.- Ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazi aşklarda yüzde doksandokuzu, maşukundan şikayet eder. Çünki Samed ayinesi olan batın-ı kalb ile sanem-misal dünyevi mahbublara perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtrî ve lâyık olmıyan şey’i reddeder, atar. (Şehvanî sevmekler, bahsimizden ha­riçtir.)

2545- Demek sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor. Senin rağmına müfarakat ediyor. Madem öyledir; bu havf ve mu­habbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun. Muhabbe­tin, zilletsiz bir saadet olsun. Evet Hâlik-ı Zülcelal’inden havf etmek, onun rahme­tinin şefkatına yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; onun rahmetinin kucağına atar. Malumdur ki, bir valide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünki şefkat sinesine celbediyor. Halbuki, bütün validelerin şef­katleri, rahmet-i ilahiyenin bir lem’asıdır. Demek havfullahta bir azîm lezzet vardır. Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta nekadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malum olur. Hem Allah’tan havf eden, başkala­rın kasavetli, belalı havfından kurtulur. Hem Allah hesabına ol­duğu için mahlukata ettiği muhabbet dahi firaklı, elemli olmuyor.

2546- Evet insan evvela nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zi­hayat mahlukları, sonra kâinatı, dünyayı sever. Bu dairelerin herbirisine karşı alâka­dardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki şu herc ü merc âlemde ve rüzgar deveranında hiçbir şey kararından kalmadığından bi­çare kalb-i insan, her vakit yaralanı­yor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Daima ızdırap içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur. Madem öyledir, ey nefis! Aklın varsa, bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver, şu belalarndan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibine mahsustur. Ne vakit hakiki sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı onun namıyla ve onun ayinesi olduğu cihetle ızdırapsız sevebilirsin. Demek şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarfedilmemek gerektir. Yoksa mu­habbet en leziz bir ni’met iken, en elîm bir nıkmet olur.

2547- Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, ey nefis! Sen, muhabbe­tini kendi nefsine sarfediyorsun. Sen, kendi nefsini kendine mabud ve mahbub yapıyor­sun. Herşeyi nefsine feda ediyorsun. Adeta bir nevi rububiyet veriyorsun. Halbuki muhabbetin sebebi, ya kemaldir; zira, kemal zatında sevilir. Yahut menfaattır, yahut lezzettir veyahut hayriyettir, ya bun­lar gibi bir sebeb tahtında muhabbet edilir. Şimdi ey nefis! Bir kaç Sözde kat’i isbat etmişiz ki, asıl mahiyetin; kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibariyle sen, onlarla Fâtır-ı Zülcelal’in kemal, cemal, kudret ve rahmetine ayinedarlık ediyorsun. Demek ey nefis! Nefsine muhabbet değil, belki adavet etmelisin veyahut acımalısın veyahut mutmainne olduktan sonra şefkat et­melisin. Eğer nefsini seversen, çünki senin nefsin lezzet ve menfaa­tin menşeidir, sen de lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun. O zerre hük­münde olan lezzet ve menfaat-ı nefsiyeyi, nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünki o, bütün ahbabını ve sevdiği eş­yayı karanlığın vahşetine gark eder, nef­sinde bir lem’acık ile iktifa eder. Zira nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifa’ ettiğin ve saadetleriyle mes’ud ol­duğun mevcudatın ve bütün kâinatın menfaatleri, ni’metleri, iltifatına tabi bir Mahbub-u Ezelî’yi sevmekliğin lâzımdır. Ta, hem kendinin, hem bütün onların saa­detleriyle mütelezziz olasın. Hem Kemal-i Mutlak’ın muhabbetinden aldığın niha­yetsiz bir lezzeti alasın.

2548- Zaten sana, sende senin nefsine olan şedid muhabbetin, onun za­tına karşı muhabbet-i zatiyedirki, sen su-i istimal edip kendi zatına sarfediyorsun. Öyle ise nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, onun esma ve sıfatına karşı verilmiş bir muhabbettir. Sen su-i istimal etmişsin, ce­zasını da çekiyorsun. Çünki yerinde sarfolunmıyan bir muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir mu­sibettir. Rahmanürrahim ismiyle, hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin bü­tün arzularına cami’ bir meskeni, senin cismanî hevesatına ih­zar eden ve sair esmasıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sair letaifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanatını o Cennet’te sana müheyya eden ve herbir isminde manevi çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelî’nin, el­bette bir zerre muhabbeti, kâinata bedel olabilir. Kâinat onun bir cüz’î te­celli-i muhabbetine bedel olamaz.” (S.357-360)

2549- “Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sev. Mana-yı is­miyle sevme. “Ne kadar güzel yapılmış” de. “Ne kadar güzeldir” deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünki bâtın-ı kalb, ayine-i Samed’dir ve ona mahsustur.” (S.640)

2550- Bununla beraber inkâr sebebiyle fıtrî muhabbetin adavete dön­mesi de var ki, manevi hayat için en büyük tehlikedir: “Bir zaman bir dünya güzeli, bir âşıkını huzurundan çıkarıyor. O adamdaki aşk, birden adavete dönüyor ve diyor ki: “Tuh!.. ne kadar çirkindir” diyerek, kendine teselli ver­mek için cemalinden küsüyor, cemalini inkâr ediyor. Evet insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adavetkârane kusurlarını arar, adeta düşmanlık etmek ister. Madem bütün kâinatın şehadetiyle Mahbub-u Hakiki ve Cemil-i Mutlak, bü­tün güzel esma-i hüsnasiyle kendini insana sevdiriyor ve insanların kendini sevme­lerini isti­yor; elbette ve her halde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan in­sana fıtrî bir adaveti verip derinden derine kendinden küstürmiyecek. .. ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için yarattığı en müstesna mah­luku olan insanın fıtratına bütün bütün zıd olarak bir gizli adaveti, insanın ruhuna vermiyecek. Çünki insan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir Cemal-i Mutlak’tan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını; ancak ona adavetle, on­dan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte kâfirlerin Allah’ın düşmanı olması, bu noktadan ileri geliyor.” (L.355)

2551- Mü’minler muhabbetullahı fiiliyatla da gösterirler. Nitekim,

“(3:31) ­yÁV7~ ­v­U²A¬A²E­< |¬9Y­Q¬AÅ#_«4 «yÁV7~ «–YÇA¬E­# ²v­B²X­6 ²–¬~ ²u­5 âyet-i azîmesi, ittiba-i Sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat’i bir surette ilan ediyor. Evet şu âyet-i kerime, kıyasat-ı mantıkiye içinde, kıyas-ı istisnaî kısmının en kuvvetli ve kat’i bir kıyasıdır. Şöyle ki: Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnaî misali olarak deniliyor: “Eğer Güneş çıksa, gündüz olacak.” Müsbet netice için de­nilir: “Güneş çıktı, öyle ise ne­tice veriyor ki şimdi gündüzdür.” Menfi netice için deniliyor: “Gündüz yok öyle ise netice veriyor ki: Güneş çıkmamış.” Mantıkça, bu müsbet ve menfi iki netice kat’idirler. Aynen böyle de: Şu âyet-i kerime der ki: “Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullah’a ittiba edilecek. İttiba edilmezse netice veriyor ki; Allah’a mu­habbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa netice verir ki; Habibullah’ın Sünnet-i Seniyesine ittibaı intac eder.” Evet Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâ-şüphe Habibullah’ın gösterdiği ve takip ettiği yoldur.” (L.52)



2552- Hem mezkûr âyet-i kerimede” i’cazlı bir îcaz vardır. Çünki çok cümleler, bu üç cümlenin içinde dercedilmiştir. Şöyle ki: Şu âyet diyor ki: “Allah’a (celle celaluhu) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Al­lah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah’ın sevdiği zata benze­melisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit Ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversi­niz, ta ki Allah da sizi sevsin.”

İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki: İnsan için en mühim âlî maksad, Cenab-ı Hakk’ın mu­habbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki: O matlab-ı a’lanın yolu, Habibullah’a ittibadır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidadır. Bu ma­kamda “üç nokta” isbat edilse, mezkûr hakikat tamamıyla tezahür eder.



2553- Birinci Nokta: Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlikına karşı hadsiz bir mu­habbet üzerine yaratılmıştır. Çünki fıtrat-ı beşeriyede cemale karşı bir muhabbet ve kemale karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecatına göre, o muhabbet tezayüd eder, aşkın en münteha derecesine kadar gi­der. Hem bu küçük insanın küçücük kal­binde, kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hâfıza, bir kütüphane hük­münde binler kitab kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki; kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o ka­dar muhabbet taşıyabilir. Madem fıtrat-ı beşeriyede ihsan ve cemal ve ke­male karşı böyle hadsiz bir istidad-ı muhabbet vardır.

Ve madem bu kâinatın Hâlikı, kâinatta tezahür eden âsârıyla, bilbedahe tahak­kuku sabit olan hadsiz cemal-i mukaddesi; bu mevcudatta tezahür eden nukuş-u san’atıyla bizzarure sübutu tahakkuk eden hadsiz kemal-i kudsîsi; ve bütün zihayat­larda tezahür eden hadsiz enva-ı ihsan ve in’amatıyla bilyakîn ve belki bilmüşahede vücudu tahakkuk eden hadsiz ihsanatı vardır. Elbette zişuurların en camii ve en muhtacı ve en mütefekkiri ve en müştakı olan be­şerden, hadsiz bir muhabbeti ik­tiza ediyor.

Evet herbir insan, o Hâlik-ı Zülcelal’e karşı hadsiz bir muhabbete müstaid ol­duğu gibi, o Hâlik dahi herkesten ziyade cemal ve kemal ve ihsa­nına karşı hadsiz bir mahbubiyete müstahaktır. Hatta insan-ı mü’minde ha­yatına ve bekasına ve vü­cuduna ve dünyasına ve nefsine ve mevcudata karşı türlü türlü muhabbetleri ve şedid alâkaları, o istidad-ı muhabbet-i ilahiyenin tereşşuhatıdır. Hatta insanın müte­nevvi hissiyat-ı şedidesi, o istidad-ı mu­habbetin istihaleleridir ve başka şekillere girmiş reşhalarıdır. Malumdur ki: İnsan, kendi saadetiyle mütelezziz olduğu gibi, alâkadar olduğu zatların saa­detleriyle dahi mütelezziz oluyor. Ve kendini beladan kurtaranı sevdiği gibi, sevdiklerini de kurtaranı öyle sever.

2554- İşte bu halet-i ruhiyeye binaen; insan, her insana ait enva-ı ihsanat-ı İlahiyeden yalnız bunu düşünse ki: Benim Hâlikım beni zulümat-ı ebediye olan ademden kurtarıp bu dünyada bir güzel dünyayı bana verdiği gibi, ece­lim geldiği zaman beni idam-ı ebedî olan ademden ve mahvdan yine kurtarıp baki bir âlemde ebedî ve çok şa’şaalı bir âlemi bana ihsan ve o âlemin umum enva-ı lezaiz ve mehasininden istifade edecek ve cevelan edip tenezzüh ede­cek zahirî ve batınî has­saları, duyguları bana in’am ettiği gibi, çok sevdiğim ve çok alâkadar olduğum bü­tün akarib ve ahbab ve ebna-yı cismini dahi öyle hadsiz ihsanlara mazhar ediyor ve o ihsanlar bir cihette bana ait oluyor. Zira onların saadetleriyle mes’ud ve mütelez­ziz oluyorum. Madem ¬–_«K²&¬ž²~ ­f[¬A«2 ­–_«K²9¬ž² «~ sırrıyla, herkeste ihsana karşı pe­restiş var; elbette böyle hadsiz ebedî ihsanata karşı kâinat kadar bir kalbim olsa, o ihsana karşı muhabbetle dol­mak iktiza eder ve doldurmak isterim. Ben bilfiil o mu­habbeti etmezsem de, bil’istidad, bil’iman, binniyye, bil’kabul, bittakdir, bil’iştiyak, bil’iltizam, bil’irade suretinde ediyorum, diyecek ve hakeza... (Bak: 453.p.) Cemal ve kemale karşı insanın göstereceği muhabbet ise, icmalen işaret ettiğimiz ih­sana karşı muhabbete kıyas edilsin. Kâfir ise, küfür cihetiyle hadsiz bir ada­vet eder. Hatta kâi­nata ve mevcudata karşı zalimane ve tahkirkârane bir ada­vet taşıyor.” (L.57)

2555- “İkinci Nokta: Muhabbetullah, ittiba-ı Sünnet-i Muhammediye Aleyhissalatü Vesselâm’ı istilzam eder. Çünki Allah’ı sevmek, onun marziyatını yapmaktır. Marziyatı ise en mükemmel bir surette Zat-ı Muhammediye’de (A.S.M.) tezahür ediyor. Zat-ı Ahmediye’ye (A.S.M.) ha­rekât ve ef’alde benzemek, iki cihetle­dir:

Birisi: Cenab-ı Hakk’ı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı daire­sinde ha­reket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünki bu işde en mükemmel imam, Zat-ı Muhammediye’dir. (A.S.M.)

İkincisi: Madem Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) insanlara olan hadsiz ihsanat-ı İlahiyenin en mühim bir vesilesidir.Elbette Cenab-ı Hak hesabına hadsiz bir mu­habbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zata eğer benzemek kabil ise, fıtraten ben­zemek is­ter.İşte Habibullah’ı sevenlerin, Sünnet-i Seniyyesine ittiba ile ona benzemeye ça­lışmaları, kat’iyyen iktiza eder.

2556- Üçüncü Nokta: Cenab-ı Hakk’ın hadsiz merhameti olduğu gibi, hadsiz bir muhabbeti de vardır. Bütün kâinattaki masnuatın mehasini ile ve süslendirme­siyle kendini hadsiz bir surette sevdirdiği gibi; masnuatını, hususan sevdirmesine sevmek ile mukabele eden zişuur mahlukatı sever. Cennet’in bütün letaif ve mehasini ve lezaizi ve niamatı, bir cilve-i rahmeti olan bir zatın nazar-ı muhabbetini kendine celbe çalışmak, ne kadar mühim ve âlî bir maksad olduğu bilbedahe anlaşı­lır. Madem nass-ı kelâmiyle: Onun muhabbetine, yalnız ittiba-ı Sünnet-i Ahmediye (A.S.M.) ile mazhar olunur. Elbette ittiba-ı Sünnet-i Ahmediye (A.S.M.) en büyük bir maksad-ı insanî ve en mühim bir vazife-i beşeriye olduğu tahakkuk eder. “ (L.58) (Bak: Sünnet)

2557- “Velayet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası ihlastır. Çünkü ihlas ile hafi şirklerden halas olur. İhlası kazanmıyan, o yollarda ge­zemez ve o yolla­rın en keskin kuvveti, muhabbettir. Evet muhabbet, mah­bubunda bahaneler ara­maz ve kusurlarını görmek istemez. Ve kemaline de­lalet eden zayıf emareleri, kavi hüccetler hükmünde görür. Daima mahbu­buna tarafdardır.

İşte bu sırra binaendir ki, muhabbet ayağı ile marifetullaha teveccüh eden zatlar şübehata ve itirazata kulak vermezler, ucuz kurtulurlar. Binler şeytan toplansa, onla­rın mahbub-u hakikisinin kemaline işaret eden bir ema­reyi, onların nazarında ibtal edemez. Eğer muhabbet olmazsa, o vakit kendi nefsi ve şeytanı ve harici şeytanla­rın ettikleri itirazat içinde çok çırpınacak. Kahramancasına bir metanet ve kuvvet-i iman ve dikkat-ı nazar lâzımdır ki, kendisini kurtarsın.



2558- İşte bu sırra binaendir ki, umum meratib-i velayette, marifetullahtan ge­len muhabbet, en mühim maye ve iksirdir. Fakat muhab­betin bir vartası var ki; ubudiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten naza ve davaya atlar, mizansız hareket eder. Masiva-yı İlahiyeye teveccühü hengâ­mında, mana-yı harfiden mana-yı ismîye geçmesi ile, tiryak iken zehir olur. Yani gayrullahı sevdiği vakit Cenab-ı Hak hesa­bına ve Onun namına, Onun bir ayine-i esması olmak ciheti ile rabt-ı kalb etmek lâzım iken; bazan o zatı o zat hesabına kendi kemalat-ı şahsiyesi ve cemal-i zatîsi namına düşünüp, mana-yı ismiyle sever. Allah’ı ve Peygamber’i düşünmeden yine onları seve­bilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mana-yı harfi ile olsa, muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.” (M.450)

2559- “Cenab-ı Hakk’ın masivasına yapılan muhabbet iki çeşit olur. Bi­risi, yu­karıdan aşağıya nazil olur. Diğeri, aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki: Bir insan en ev­vel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Al­lah’ın sevdiği herşeyi sever mahlukata taksim ettiği muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder.

İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sev­meğe vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, da­ğılır. Ve bazan da kavi bir esbaba rast gelir. Onun muhabbetini mana-yı is­miyle tamamen cezbeder, helakete sebeb olur. Şayet Allah’a vasıl olsa da, vüsulü nâkıs olur.” (M.N: 73)



2559/1- Atıf notları:

-Muhabbette ifrat ve tefrit ve mana-yı harfi mes’elesi, bak: 216.p.

-Endadı (şer cereyanı liderlerini ve onları temsil eden putları) mabud gibi sevenler, bak: 833.p.

-Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfi ile sevmek, bak: 2241.p.

-Mü’minler arasında muhabbet ve adavetin muaccel neticeleri, bak: 145,146.p.lar.

-Refika-i hayatına meşru muhabbet, bak: 159,160.p.lar

-Aile efradı ve mü’minler arasında muhabbet ve itaatın şartları, bak: 178-180,p.lar

-Yalnız Allah için birbirini seven cemaat-ı makbule, bak: 3941.p.

-Ebeveyni, evladı ve dostları, Allah için sevmek, bak: 164.p.

-Cenab-ı Hakk’ın muhabbet-i kudsiyesi, bak: 884,1315.p.lar

-Kişi, Cennet’te sevdiği ile beraberdir, bak: 542,3502.p.lar

-Muhabbet, şahsın zatına değil, fazilet ve dine hizmet vasfına olmalı, bak: 2737.p.

-Allah, çok tevbekârları ve temizlenenleri sever, bak: 2355.p.

2560- Muhabbete dair âyetlerden birkaç not:

-Dünya hayatını sevip dünyayı âhirete tercih edenler: (14:3) (16:107)

-Hidayete karşı (Hakkı görmeyen), kötülüğü sevip tercih eden Semûd Kavmi’ne ge­len azab: (41:17)

-İnsanın muaccel dünya menfaatini âhirete tercih etmesi: (75:20) (76:27)

-Mal sevgisi ve hırsının zemmi: (89:20)

-Muhabbetleri Allah’a ve âhirete tevcih etmek: (3:14) (9:24)

-Kişi sevdiği şeylerden infak etmeli: (3:92)

-Allah için ve severek infak etmek: (2:177) (76:8)

-Fani olan şeyler sevilmez: (6:76)

-Hz. Süleyman (A.S.) kıssasında zikredilen hubb-ül hayr (yani mal veya at veya muvaffa­kiyet ve hâkimiyet vesileleri) sevgisinin Allah’a zikrine mani olması: (38:32) (Lihubb-il hayr ifadesi; (100:8) âyetinde de geçer.

-Sahabelerden Ensarın Muhacirîne muhabbeti: (59:9)

-Gayr-i müslimlere muhabbet meselesi: (3:l19) (Ve (60:l,9) âyetleri de alâkalıdır.) (Bak: 779, 784, 2170/1.p.lar)

-Allah tam tesanüd ile fisebilillah çalışan mücahidleri sever: (6L.14)

-Allah müttakileri sever: (3:76)

-Allah sabredenleri sever: (3:146)

-Allah’ın, mü’mine imanı sevdirmesi: (49:7)

-Çocukların baba sevgisini kazanmada kıskançlığı: (12: 8)

2561- qqMUHAKKİK s±TE8 : Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan. *Hakikat âlimi. Çeşitli rey ve meslekler içinde en doğ­rusunu bulan en yüksek İslâm âlimi:

2562- qqMUHAMMED (A.S.M.) f±WE8 : Pek çok tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş mealinde bir isimdir.

“Nasılki; kâhinler, arif-i billahlar, hatifler, hatta sanemler ve kurbanlar, Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) haber vermişler; her bir hâdise dahi; bir kısım insanların ima­nına sebeb olmuş. Öyle de, bazı taşlar üstünde ve kabirlerde ve kabirlerin mezar taşlarında hatt-ı kadîm ile °w[¬8«~ °d¬V²M­8 °fÅW«E­8 gibi ibare­ler bulunmuş; onunla bir kısım insanlar imana gelmişler. Evet hatt-ı kadîm ile bazı taşlarda bulunan °fÅW«E­8

°w[¬8«~ °d¬V²M­8 Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan ibarettir. Çünki on­dan evvel, zamanına pek yakın, yalnız yedi Muhammed ismi var, başka yoktur. O yedi adamın hiçbir cihetle “Muslih-i Emin” ta’birine liyakatları yoktur.” (M.176) (Bak: Bahira, Burak, Enbiya, ezvac-ı Tahirat, inşikak-ı Kamer, Mu’cize, Salat, Siyer-i Nebi, Sünnet, Şefaat, Taaddüd-ü Zevcat)

2563- Kur’anda “Muhammed” (A.S.M.) ismi sarahatla dört yerde geçer:

l- Bir gazvede şehid edildiği haberi şayi’ olması münasebetiyle nazil olan (3:144) âyetinde.

2- Muhammed (A.S.M.) sizin (nesebî) babanız değil, ancak resulullahtır, mea­linde (33:40) âyetinde.

3- Muhammed’e (A.S.M.)indirilen ve ayn-ı hak olan (Kur’an)a iman et­meyi tahsin eden (47:2) âyetinde.

4- Muhammed’in (A.S.M.) Resulullah olduğunu sarahatla bildiren (48:29) âye­tinde Peygamberimiz’in (A.S.M.) ismi lafzen zikredilir.

Ayrıca Kur’an, (61:6) âyeti, incil’de Peygamberimiz’in (A.S.M.) “Ahmed” is­miyle müjdelendiğini bildirir. (Bak: 1887.p.)



2564- Pek çok âyetlerde hem manaca hem resûl ve nebî gibi lafızlarla Peygam­berimiz (A.S.M.) zikredilmektedir. Ezcümle; (9:128) âyeti, onun ümmetine karşı azîm şefkatini beyan eder. (7:157,158) âyetlerinde ise, “nebiyy-i ümmi” vasıf ile tav­sif edilen Peygamberimiz’in (A.S.M.) Tevrat ve İncil’de yazılı olduğunu ve ona uyulması gerektiğini bildirir.

2565- Peygamberimiz’in (A.S.M.) ilmi, vehbî olup Allah tarafından talim olun­muştur. Ezcümle: “(96:4) ¬v«V«T²7_¬" «vÅV2 >¬gÅ7«~ O kalem ile ta’lim eden de -kalem ile yazıyı öğreten, o vasıta ile ilim belleten de O’dur. Yoksa bir alaktan yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirdi ne yazı. (96:6) ²v«V²Q«< ²v«7_«8 «–_«K²9¬ž²~ «vÅV«2 O, insana öyle bilmediği şeyleri öğretti. İnsanda olmıyan kuvveleri, istidadları, melekeleri, yaratarak ve deliller nasb u ikame ederek ve âyetler in­zal eyliyerek vehbî olarak da öğretti, kesbî olarak da öğretti.”“(E.T.5952)

2566- ““Peygamberin yazı yazmaksızın okuması, sahib-i kitab olması hakkın­daki kerem-i Îlahîyi, yani nübüvvet ve risaletini isbat nokta-i nazarın­dan daha yük­sek olduğu da ifade edilmiştir.Nitekim bu ma’na Sure-i Ankebut’ta

«–Y­V¬O²A­W²7~ «_«#²‡«ž ~®†¬~ «t¬X[¬W«[¬" ­yÇO­F«# «ž«— ¯_«B«6 ²w¬8 ¬y¬V²A«5 ²w¬8~Y­V²B«# «a²X­6 _«8«—

(29:48) âyetinde tasrih olunmuştur. Şu halde kalemin bu ehemmiyetini ifade eyliyen âyeti, ilk kıraet emriyle bareber telakki eden Peygamber bundan sonra kalem ile yazıyı da öğrenip yazmak lâzım gelmez miydi suali varid ol­maz. Filvaki Peygamber’in kendi eliyle hiç yazı yazmadığı ve Sure-i A’la’da (87:6) |«K²X«# «Ÿ«4 «t­= ¬h²T­X«, buyrulduğu üzere taraf-ı İlahîden okutulanı unut­mayacağına dair kendisine temi­nat verildiğinden, hıfz u zabt için de yazmağa ihtiyacı olmadığı, fakat nazil olanı ümmetin hıfzı için vahiy katiblerine oku­yup yazdırdığı ma’lumdur. Acaba kendi yazmamakla beraber yazılanı oku­mayı nübüvetten sonra da bilmiyor mu idi? Bu hususta da meşhur olan, “hayır”dır. Nitekim Hudeybiye müsalahanamesinde yazı­lan bir kelimeyi sil­mek için hangisi olduğunu Hazret-i Ali’ye sorduğu ma’ruftur.

Maamafih Şifa ve etrafında mezkur olduğu üzere sonradan kâtibi Haz­ret-i

Muaviye’ye:

«v[¬W²7~¬‡¬±Y«Q­# «ž«— «w[¬±K7~ ¬»¬±h«4«— «š_«A²7~ ¬ÄÅY«0«— «v«V«T²7~ ¬¿¬±h«&«— «?~«—Åf7~ ¬s²7«~

«v[¬&Åh7~ ¬…¬±Y«%«— «w´W²&Åh7~ Åf­8«— «yÁV7~ ¬w¬±K«&«—

Ya’ni divite lika koy, kalemi yan kes, ba’yı uzat, sin’i fark ettir, mimi körletme, Allah’ı tahsin, Errahman’ı med, Errahim’i tecvid eyle “ mealinde Besmelenin hüsn-i hattını emr-ü ta’rif ettiğine dair bazı eserlere nazaran ya­zıyı bildiği de söylenmiştir. Bunu hususi bir vahy ile söylemiş olması melhuz olmakla beraber bu (96:1) ²~«h²5¬~ emrinden sonra yirmi üç sene Kur’anı oku­mak ve yazdırmak vazifesi almış olan Hazret-i Peygamberin bu müddet zar­fında yazıyı da bellemiş olması müsteb’ad de­ğil, ma’kuldür. Bu onun hiç okumamış yazmamış ümmi iken biemrillah okur gibi nebi olması mu’cizesine münafi olmaz, menhi de değildir.” (E.T.5953)



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   102   103   104   105   106   107   108   109   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin