İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə107/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   103   104   105   106   107   108   109   110   ...   169

2567- Diğer bir âyette de “(87:6) «t­=¬h²T­X«, Bundan böyle seni okutacağız -Yani (42:52) ­_«B¬U²7~_«8 >¬‡²f«# «a²X­6 _«8 _«9¬h²8«~ ²w¬8 _®&—­‡ «t²[«7¬~ _«X²[«&²—«~ «t¬7«g«6«—hitab-ı izzetiyle ihtar olunduğu üzere sen kitab nedir? okumak nedir? bil­mezken bundan böyle Ruh-i Emin, Ruhulkudüs olan Cibril vasıtasıyla sana okuyacağın bir kitab olan Kur’anı vahy ederek indirip belleteceğiz, ineni ve indirileceği kıraate muvaffak edeceğiz, yahud vahy ile seni Kur’an ve kıraet sahibi yapacağız. Bu suretle bu fev­kalâde hidayet ve risalet-i İlahiyeye delalet eyliyen bir âyet, bir mu’cize olacak (87:6) |«K²X«# «Ÿ«4 Artık unutmıyacaksın -bu unutmamak, bu derece kuvvetli bir hıfza sahib olmak da diğer bir âyet ve mu’cize olacak... (87:7) ­yÁV7~ «š_«- _«8 ެ~ Meğer ki Allah dileye -çünkü unut­turmak isterse unutturur.”“ (E.T.5758)

2568- O’nun nübüvvetiyle alâkalı olarak (5:19) âyetinde, ehl-i kitabın fet­ret devrinde, “Bize bir beşir ve nezir gelmedi” şeklinde özür beyan etme­meleri için peygamber olarak gönderildiği bildirilir.

93. ve 94. sureler de Peygamber’in (A.S.M.) nübüvvet hususiyetleriyle alâkalıdır. Daha pek çok âyetlerde “resul” ismi ile veya “ke” (Sen) hitapla­rıyla vs.şekillerde Hz.Muhammed (A.S.M.) kastedilmektedir.



2569- Peygamberimiz’in (A.S.M.) hayatından Büyük İslâm İlmihali’nin Siyer-i Enbiya kısmında bir derece bilgi verilir. Şöyle ki:

“Allah’ın bütün insanlara son peygamberi olan Hz.Muhammed (A.S.M.) Efen­dimiz, Arabistan’da Mekke-i Mükerreme şehrinde miladi 571 tarihinde dünyaya teş­rif etmişlerdir. Fahri- Âlem Efendimiz, Kureyş kabilesinden ve Haşim ailesinden­dir. Muhterem pederinin adı Abdullah, dedesinin adı Abdülmuttalib, validesinin adı ise Âmine’dir.

Peygamberimiz’in (A.S.M.) baba cihetinden mübarek nesebleri şöyledir: Hz. Muhammed ibn-i Abdullah, İbn-i Abdülmuttalib, Haşim, Abdi Menaf, Kusayy, Hakim, Mürre, Kâ’b, Lüey, Galib, Fihr, Malik, Nazr, Kinane, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Mirar, Mead, Adnan. Adnan da İsmail Aleyhisselâm’ın oğlu Kıyzar’ın neslindendir. Adlarını yazdığımız bu zatlar­dan her birinin evladı birçok kabilelere ayrılmış, Malik’in oğlu Fihr’in evla­dından da Kureyş kabilesi teşekkül etmiştir.

Resul-i Ekrem Efendimiz(A.S.M.) validesi cihetinden yüksek nesebleri de şöy­ledir: Hz. Muhammed İbn-i Âmine bint-i Vehb, İbn-i Abdi Menaf, İbn-i Zühre, İbn-i Hakim. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) babası tarafın­dan mübarek nesebiyle anası tarafından nesebi, Mürre oğlu Hakim’de birle­şirler.

Peygamber Efendimizin dedesi ve zamanında Kureyş kabilesinin reisi bulunan Abdülmuttalib, Kâbe-i Muazzama’nın mütevellisiydi. Ebu Talib, Ebu Leheb, Haris, Zübeyr, Hamza, Abbas, Abdullah vs. adında onüç oğlu vardı. Fakat bunların içinde en fazla Abdullah’ı severdi. Çünki onda başka bir güzellik, başka bir nuraniyet vardı. Abdülmuttalib, bu sevgili oğluna Benî Zühre reisi Vehb’in kızı Hz. Âmine’yi nikahla aldı. Abdullah Hazretleri, Peygamber Efendimiz doğmadan iki ay evvel bir ticaret kafilesiyle Medine-i Münevvere’ye gidip orada vefat etti ki, daha yirmibeş ya­şında bulunuyordu. Bu cihetle Fahr-i Âlem Efendimiz (A.S.M.) yetim kaldı.

2570- Peygamber Efendimiz çocukluk devresi pek kudsi bir halde geç­miştir. Daha doğar doğmaz birtakım hârikalar meydana gelmiştir. Süt anası, Benî Sa’d ka­bilesinden Haris’in refikası Halime idi. Dört sene onun yanında kaldı. Annesi Hz. Âmine ile birlikte Medine-i Münevvere’ye dayızadeleri bulunan Neccar oğullarını ziyarete gittiler. Sonra Mekke-i Mükerreme’ye dönerlerken Hazret-i Âmine, Ebva denilen yerde daha yirmi yaşında olduğu halde vefat etti. Altı yaşında öksüz kalan Peygamberimiz’in, Ümmi Eymen adındaki dadısı alıp, Mekke-i Mükerreme’ye geti­rip dedesi Hz. Abdülmuttalib’e teslim etti. İki sene sonra da dedesi vefat edince amcası Ebu Talib’in yanında kaldı.

2571- Peygamber Efendimiz gençliğinde Kureyş kabilesi arasında büyük bir şe­ref ve şanı haiz bulunuyordu. Kendisine “Muhammed-ül Emin” deni­liyordu. Yirmibeş yaşında iken, pek yüksek bir ruha sahib, pek şerefli hane­dana mensub olan ve daha genç iken dul kalmış olup, çok zengin olan Huveylid kızı Hatice ile evlendi. Peygamber Efendimiz, tam kırk yaşlarına girince peygamberlik şerefine nail oldu. (Vahyin ilk gelişi, bak: 3928/1.p.)

2572- Kendisine peygamberlik verilince ilk evvel çevresinde bulunan ki­şileri hususi surette İslâm dinine davet etmişti. Bu daveti ilk önce Hz.Hatice validemiz kabul etti. Sonra Kureyş’in büyüklerinden olan Hz.Ebu Bekir-is Sıddik ile Peygam­berimiz’in azatlısı olan Zeyd ibn-i Harise ve Peygamberi­miz’in amcası Ebu Talib’in oğlu olup henüz dokuz-on yaşlarında olan Hz. Ali kabul ettiler. Bir müddet sonra da Hz. Ebu Bekir’in vasıtasiyla Osman bin Affan, Abdurrahman ibn-i Avf, Sa’d ibn-i Ebi Vakkas, Zübeyr ibn-ül Avvam, Talha-tübnü Ubeydullah Hazretleri İslâmiyetle müşerref oldular.

2573- Bi’setin ondördüncü senesinde Mekke’deki müslümanlar, Medine-i Mü­nevvere’ye hicret ettiler. Peşinden de Peygamberimiz Hz. Ebu-bekir ile birlikte hic­ret etti. (Bak: Hicret)

Peygamberimiz (A.S.M.) hicretin onbirinci senesinde Rebiülevvel ayının onikisinde pazartesi günü Medine-i Münevvere’de hücre-i saadetinde vefat etti.”((B.İ.İ. 494-526)



2574- “Şu kâinatın Hâlikı, her nev’de bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve cami’ halkedip, o nev’in medar-ı fahri ve kemali yapar. Elbette esmasın­daki İsm-i A’zam tecellisiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halkedecek. Esmasında bir İsm-i A’zam olduğu gibi, masnuatında da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata münteşir kemalatı o ferdde cem’edip, kendine medar-ı nazar edecek.

O ferd her halde zihayattan olacaktır. Çünki enva’-ı kâinatın en mü­kemmeli zi­hayattır. Ve her halde zihayat içinde o ferd, zişuurdan olacaktır. Çünki zihayatın enva’ı içinde en mükemmeli zişuurdur. Ve herhalde o ferd-i ferid, insandan olacak­tır. Çünki zişuur içinde hadsiz terakkiyata müstaid, in­sandır. Ve insanlar içinde her halde o ferd, Muhammed Aleyhissalatü Ves­selâm olacaktır. Cünki zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiç bir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve göstere­mez.

Zira o zat; Küre-i Arz’ın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini saltanat-ı ma­nevîsi altına alarak, binüçyüz elli sene kemal-i haşmetle saltanat-ı mane­vîsini devam ettirip bütün ehl-i kemale, bütün enva-ı hakaikte bir üstad-ı küll hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahib olmuş. Bidayet-i emrinde tek başıyla bütün dünyaya mey­dan okumuş. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebanı olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı göstermiş bir zat, elbette o ferd-i mümtaz­dır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği hem meyvesi Odur.”(M:307)

2575- Nübüvvetin lüzumu:

“Şu kâinatın Sahib ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle ta­sarruf ediyor. Ve her tarafı görerek tedvir ediyor. Ve her şeyi bilerek, göre­rek terbiye edi­yor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Madem ko­nuşacak, elbette zişuur ve zifikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Ma­dem zifikirle konuşacak; elbette zişuurun içinde en cem’iyetli ve şuuru küllî olan insan nev’i ile konuşacaktır. Ma­dem insan nev’i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel in­san olanlarla konuşacak. Ma­dem en mükemmel ve istidadı en yüksek ve ahlâkı ulvi ve nev’-i beşere mukteda olacak olanlarla konuşacaktır. Elbette, dost ve düşmanın ittifakı ile, en yüksek isti’datta ve en âlî ahlâkta ve nev’-i beşerin humsu O’na iktida et­miş ve nısf-ı arz O’nun hükm-ü manevîsi altına girmiş ve istikbal O’nun ge­tirdiği nurun ziyası ile bin üçyüz sene ışıklanmış ve beşerin nurani kısmı ve ehl-i imanı mütemadiyen günde beş defa O’nunla tecdid-i biat edip, O’na dua-i rahmet ve saa­det edip, O’na medh ve muhabbet etmiş olan Muham­med (A.S.M.) ile konuşacak ve konuşmuş ve resul yapacak ve sair nev’-i be­şere rehber yapacak ve yapmıştır.” (M:89)



Bir atıf notu:

-Kâinat ve insanın yaratılış gayesini ve Risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) lüzu­munu be­yan eden temsilî bir bahis, bak: 1033-1039.p.lar.

2576- Keza” İsm-i Hakem ve Hakîm, bedahet derecesinde Resul-i Ek­rem Aleyhissalatü Vesselâm’ın risaletine delalet ve istilzam ediyor denilebilir. Evet ma­dem gayet manidar bir kitab, onu ders verecek bir muallim ister. Ve gayet güzel bir cemal, kendini görecek ve gösterecek bir ayine iktiza eder. Ve gayet kemalde bir san’at, teşhirci bir dellal ister; elbette herbir harfinde yüzer manalar, hikmetler bu­lunan bu kitab-ı kebir-i kâinatın muhatabı olan nev’-i insan içinde elbette bir reh­ber-i ekmel, bir muallim-i ekber bulunacak. Ta ki, o kitabda bulunan kudsi ve ha­kiki hikmetleri ders verecek... belki kâinattaki hikmetlerin vücudunu bildirecek.. belki kâinatın hilkatindeki makasıd-ı Rabbaniyenin zuhuruna, belki husulüne vesile olacak... ve umum kâinatta Hâlik tarafından gayet ehemmiyetle izharını irade ettiği kemal-i san’atını, cemal-i esmasını bildirecek, ayinedarlık edecek... ve o Hâlik, bütün mevcu­datla kendini sevdirmek ve zişuur mahluklarından mukabele istediğinden, o zişuurların namına birisi o geniş tezahürat-ı rububiyete karşı geniş bir ubudi­yet ile mukabele edip, berr ve bahri cezbeye getirecek, Semavat ve Arzı çın­latacak bir vel­vele-i teşhir ve takdis ile, o zişuurların nazarını, o san’atların Saniine çevirecek... ve kudsi dersler ve talimatla bütün ehl-i aklın kulaklarını kendine çevirecek bir Kur’an-ı Azimüşşan’la, o Sani-i Hakem-i Hakîm’in makasıd-ı İlahiyesini en güzel bir surette gösterecek. ve bütün hikmetlerinin tezahürüne ve tezahürat-ı cemaliye ve celaliyesine karşı en ekmel bir muka­bele edecek bir zat, Güneşin vücudu gibi kâi­nata lâzımdır, zaruridir. Ve öyle eden ve en ekmel bir surette o vazifeleri yapan, bilmüşahede Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dır. Öyle ise; Güneş ziyayı, ziya gündüzü istilzam et­tiği derecede; kâinattaki hikmetler, Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam eder.

2577- Evet nasılki İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilve-i azamı ile, azamî de­recede Risalet-i Ahmediyeyi iktiza ediyor; öyle de: Esma-i Hüsnadan Allah, Rahman, Ra­him, Vedud, Mün’im, Kerim, Cemil, Rab gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görü­nen bir cilve-i azamla, azamî derecede ve mertebe-i kat’iyette Risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam ederler.

Meselâ: İsm-i Rahman’ın cilvesi olan rahmet-i vâsia, o Rahmetenlil’âlemîn ile tezahür eder. Ve İsm-i Vedud’un cilvesi olan tahabbüb-ü İlahî ve taarrüf-ü Rabanî, o Habib-i Rabb-ül Âlemîn ile netice verir, mukabele görür. Ve İsm-i Cemil’in bir cilvesi olan bütün cemaller, yani cemal-i zat, cemal-i esma, cemal-i san’at, cemal-i masnuat dahi, o ayine-i Ahmediyede görülür, gösterilir. Ve Haşmet-i rububiyet ve saltanat-ı uluhiye­tin cilveleri dahi, o dellal-ı saltanat-ı rububiyet olan Zat-ı Ahmediyenin risaletiyle bilinir, görünür, anlaşılır, tasdik edilir. Ve hakeza... Bu mi­saller gibi ekser esma-i hüsnanın herbirisi Risalet-i Ahmediyeye birer parlak bürhandır.” (L.316)



2578- Keza “maddiyat âlemi Cenab-ı Hakk’ın envar-ı ni’metini cezbetmek için hakiki bir ihtiyaç ile şemse muhtaç olduğu gibi, âlem-i mane­viyat dahi rahmet-i ilahiyenin ziyalarını almak için şems-i Nübüvvete, muh­taçtır. Binaenaleyh Resul-i Ekremin (ASM) nübüvveti şemsin kat’iyet ve vu­zuhu derecesinde kat’i ve vâzıhtır.” (M.N.139)

2579- Kemalat-ı Muhammediye (A.S.M.): Kur’anda”Zat-ı Zülcelal (C.C.) de­miş: (68:4) ¯v[¬P«2 ¯s­V­' |«V«Q«7 «tÅ9¬~«— Bütün ümmet, hatta düşmanları da da­hil ol­duğu halde icma etmişler ki, bütün ahlâk-ı haseneye cami’dir. Nübüv­vetten evvel ondaki ahlâk-ı hamidenin kemaline tercüman olan Muhammed-ül Emin ünvanıyla iştihar etmiştir. Hazret-i Aişe (R.A.) her vakit derdi. «–³~²h­T²7~ ­y­T­V­' (235) Demek Kur’anın tazammun ettiği bütün ahlâk-ı haseneye cami idi. İşte o Zat-ı Kerim’de icma-ı ümmetle tevatür-ü manevi-i kat’i ile sabittir ki:

İnsanların sîreten, sureten en cemili ve en halîmi ve en sâbiri ve en şâkiri ve en zâhidi ve en mütevazii ve en afifi ve en cevadı ve en kerimi ve en rahîmi ve en âdili, herkesten ziyade mürüvvet, vakar, afv, sıhhat-i fehim, şefkat gibi ne kadar secaya-yı âliye varsa en mükemmel bir fihriste-i nurani­sidir. Bunların içindeki nokta-i i’caz şudur ki: Ahlâk-ı hasene çendan birbi­rine mübayin değil. Fakat derece-i kemalde birbirine müzahame eder. Biri galebe çalsa öteki zayıflaşır. Meselâ: Kemal-i hilm ile kemal-i şecaat, hem kemal-i tevazu ile kemal-i şehamet, hem kemal-i adaletle ke­mal-i merhamet ve mürüvvet, hem tam iktisad ve itidal ile tamam-ı kerem ve saha­vet, hem gayet vakar ile nihayet haya, hem gayet şefkat ile nihayet elbuğzu fillah, hem gayet afv ile nihayet izzet-i nefs, hem gayet tevekkül ile nihayet içtihad gibi mecami-i ahâk-ı mütezahime birden derece-i âliyede bir zatta içtimaı, müza­yakasız inkişafları, mu’cizelerin mu’cizesidir.” (A.B.70) (Bak: 135,136, 137, 139.p.lar)



İki atıf notu:

-Peygamberimiz’in (A.S.M.) şecaatı, bak: 559.p.

-Peygamberimiz’in (A.S.M.) istikameti, bak: 3391.p.

2580- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın mu’cizatı çok müte­nevvidir. Risaleti umumi olduğu için, hemen ekser envan-ı kâinattan birer mu’cizeye maz­hardır. Güya nasılki bir padişah-ı zişanın bir yaver-i ekremi mütenevvi hediyelerle muhtelif akvamın mecmaı olan bir şehre geldiği vakit, her taife onun istikbaline bir mümessil gönderir; kendi taifesi lisanıyla ona “hoş amedî” eder; onu alkışlar.. öyle de: Sultan-ı Ezel ve Ebed’in en büyük yaveri olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Ves­selâm, âleme teşrif edip ve Küre-i Arz’ın ahalisi olan nev’-i beşere meb’us olarak geldiği ve umum kâi­natın Hâliki tarafından umum kâinatın hakaikına karşı alâkadar olan envar-ı hakikat ve hedaya-yı maneviyeyi getirdiği zaman; taştan, sudan, ağaç­tan, hayvandan, insandan tut, tâ aydan, güneşten, yıldızlara kadar her taife kendi li­san-ı mahsusiyle ve ellerinde birer mu’cizesini taşımasıyla, onun nübüvve­tini alkış­lamış ve hoş-amedî demiş. Şimdi o mu’cizatın umumunu bahsetmek için, ciltlerle yazı yazmak lâzım gelir. Muhakkikîn-i asfiya, delail-i nübüvvetin tafsilatına dair çok ciltler yazmışlar.” (M:91)

2581- “Şu kâinatın her nev’i, her âlemi; Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı tanır, alâkadardır. Herbir nev’-i kâinatta, onun mu’cizatı görünü­yor. Demek o Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) Cenab-ı Hakk’ın fakat kâinatın Hâ­likı itibariyle ve bütün mah­lukatın Rabbi ünvaniyle me’murudur ve resulü­dür. Evet nasılki bir padişahın büyük ve müfettiş bir me’murunu herbir daire bilir ve tanır; hangi daireye girse, onunla münasebetdar olur; çünki, umumun padişahı namına bir memuriyeti var. Eğer me­selâ: Yalnız adliye müfettişi olsa o vakit adliye dairesiyle münasebetdar olur. Başka daireler onu pek ta­nımaz. Ve askeriye müfettişi olsa, mülkiye dairesi onu bilmez. Öyle de, anla­şılıyor ki; bütün devair-i saltanat-ı ilahiyede, melekten tut, ta sineğe ve örüm­ceğe kadar herbir taife, onu tanır ve bilir veya bildirilir. Demek, Hatem-ü En­biya ve Resul-i Rabb-il Âlemîn’dir. Ve umum enbiyanın fevkinde risaletinin şümulü var.” (M.161)

2582- Hem “Enbiyaların (Aleyhimüsselâm) icmaı, nasılki vücud ve vah­daniyet-i ilahiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu Zatın (A.S.M.) doğ­ruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünki Enbiya Aleyhimüsselâm’ın doğrulukla­rına ve Peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsi sıfatlar ve mu’cizeler ve vazifeler varsa, o Zatta (A.S.M.) en ile­ride olduğu tarihçe musaddaktır.

Demek onlar, nasılki lisan-ı kal ile; Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında bu Zat’ın (A.S.M.) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler ki, kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işaratından yirmiden fazla ve pek zahir bir kısmı, Ondokuzuncu Mektub’da güzelce beyan ve isbat edilmiş. Öyle de, li­san-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu’cizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu Zatı tasdik edip davasını imza ediyorlar ve lisan-ı kal ve icma’ ile vahdaniyete delalet ettikleri gibi, li­san-ı hal ile ve ittifak ile de, bu Zatın sadıkiyetine şehadet ediyorlar.” (Ş.129)



2583- Hem “Muhammed-i Arabî (A.S.M.) ’a bak ki: O Zat, herkesçe müsellem ümmiliğiyle beraber, geçmiş Enbiya ile kavimlerinin ahvallerini görmüş ve müşa­hede etmiş gibi Kur’anın lisaniyle söylemiştir. Ve onların ahvalini, sırlarını beyan ederek aleme neşir ve ilan etmiştir. Bilhassa naklet­tiği onların kıssaları, bütün zeki­lerin nazar-ı dikkatini celbeden dava-yı nü­büvvetini isbat içindir. Ve naklettiği esasları, beyn-el enbiya ittifaklı olan kısmı tasdik, ihtilaflı olanı da tashih edip dava­sına mukaddeme yapmıştır. Sanki O Zat, vahy-i İlahînin ma’kesi olan masum ru­huyla zaman ve mekânı tayyederek o zamanın en derin derelerine girmiş ve gör­düğü gibi söylemiştir. Binaenaleyh O Zatın bu hali onun bir mu’cizesi olup nübüv­vetine delil ol­duğu gibi, evvelki enbiyanın da nübüvvet delilleri manevi bir delil hükmünde olup, o zatın nübüvvetini isbat eder.” (İ.İ.108)

Bir atıf notu:

-Peygamberimiz (A.S.M.) nazar-ı nuranîsiyle gayb âlemlerini temaşa etmesi, bak: l194.p.sonu.

2584- “Daha bunlar gibi pek çok sahih ihbarat-ı gaybiye vuku bulmuş. Meşhur kütüb-ü sitte-i sahiha-i hadisiyyede zikredilmiştir ve senetleriyle be­yan edilmiştir. Bu risalede beyan edilen vakıatın ekseri, tevatür-ü manevi hükmünde kat’idir, yakinî­dirler. Başta Buhari ve Müslim ki, Kur’andan sonra en sahih kitab olduklarını, ehl-i tahkik kabul etmiş. Ve sair Sahih-i Tirmizi, Nesai ve Ebu Davud ve Müsned-i Ha­kim ve Müsned-i Ahmed ibn-i Hanbel ve Delail-i Beyhakî gibi kitablarda an’anesiyle beyan edilmiştir.

Şimdi ey mülhid-i bîhuş! “Muhammed-i Arabî (A.S.M.) akıllı bir adam idi” de­yip geçme. Çünki şu umur-u gaybiyeye dair ihbarat-ı sadıka-i Ahmediye (A.S.M.) iki şıktan hâlî değil; ya diyeceksin ki, o Zat-ı Kudsi’de öyle keskin bir nazar ve geniş bir deha varki, mazi ve müktakbeli ve umum dünyayı görür, bilir ve etraf-ı âlemi ve şark ve garbı temaşa eder bir gözü ve geçmiş ve gelecek bütün zamanları keşfeder bir dehası vardır. Bu hal ise be­şerde olamaz; eğer olsa,

Hâlik-ı Âlem tarafından verilmiş bir hârika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek başıyla bir mu’cize-i a’zamdır. Veyahut inanacaksın ki: O Zat-ı Mübarek, öyle bir zatın memuru ve şakirdidir ki, her şey onun nazarında ve tasarru­fundadır ve bütün envan-i kâinat ve bütün zamanlar, onun taht-ı emrinde­dir. Defter-i Kebirinde herşey yazılıdır; istediği zaman talebesine bildirir ve gösterir. Demek Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm, Üstad-ı Ezelî’sinden ders alır, öyle ders verir.” (M.110)

Bir atıf notu:

-Muhammed (A.S.M.) akıllı bir insandı deyip geçilemez, bak: 467.p.sonu

2585- Hem “Asfiya ve sıddıkîn denilen müctehidler, imamlar, allameler; İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi dâhî feylesoflar misillü binler ehl-i tahkik, aklî ve mantıkî bir tarzda, her biri ayrı bir meslekte, şübhesiz binler hüccetlere ve kat’i bürhanlara isti­naden, ilmelyakîn derecesinde Muhammed’in (A.S.M.) risaletine ve hakkaniyetine imanları, öyle küllî bir şehadettir ki; onların umumu kadar bir zekası bulunmayan karşılarına çıkamaz.” (Ş.627)

2586- “Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ın ahval ve evsafı, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahval-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o Zat-ı Müba­rek’in şahs-ı manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranidir ki; Siyer ve Tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gel­miyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor.

Çünki ¬u¬2_«S²7_«6 ­`«AÅK7«~ sırrınca her gün, hatta şimdi de bütün ümmetinin iba­detleri kadar bir azîm ibadet, sahife-i kemalatına ilave oluyor. Nihayetsiz Rahmet-i ilahiyeye, nihayetsiz bir surette nihayetsiz bir istidad ile mazhar ol­duğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve şu kâinatın neticesi ve en mü­kemmel meyvesi ve Hâlik-ı Kâinat’ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zat-ı Mübarek’in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalatı, Si­yer ve Tarihe geçen beşerî ahval ve etvara sığışmaz. Meselâ Hazret-i Cebrail ve Mikail, iki muhafız yaver hükmünde, Gazve-i Bedir’de yanında bulunan bir Zat-ı Mübarek, çarşı içinde bedevi bir arabla at mübayaasında münazaa etmek, bir tek şahid olan Huzeyfe’yi şahid göstermekle gö­rülen etvarı içinde sığışmaz.

İşte yanlış gitmemek için; her vakit mahiyet-i beşeriyesi itibariyle işitilen evsaf-ı adiye içinde başını kaldırıp, hakiki mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nurani şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa ya hürmet­sizlik eder veya şüpheye düşer.

Şu sırrı izah için şu temsili dinle: Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çe­kirdeği toprak altına konup, açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe te­vessü’ eder, büyür. Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir. Şimdi o çekir­dek ve o yumutaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çe­kirdek ve yumurtanın adi küçük keyfiyet ve vazi­yetlere nisbeten, büyük ve âlî sıfatları ve keyfiyetleri var. Şimdi o çekirdek ve o yu­murtanın evsafını ağaç ve kuşun evsafiyle rabtedip bahsetmekle lâzım gelir ki; her vakit akl-ı beşer, başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuş’a gö­zünü tevcih edip dikkat etsin. Ta işittiği evsafı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa “Bir dir­hem çekirdekten bin batman hurma aldım” ve “Şu yumurta, cevv-i asu­manda kuşların sultanıdır” dese tekzib ve inkâra sapacak.

İşte bunun gibi Resul-i Ekrem (A.S.M.)’ın beşeriyeti, o çekirdeğe, o yu­murtaya benzer. Ve vazife-i Risaletle parlıyan mahiyeti ise, Şecere-i Tuba gibi ve Cennet’in tayr-ı hümayunu gidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için, çarşı içinde bir be­devi ile niza eden o zatı düşündüğü vakit; Refref’e bi­nip, Cebrail’i arkada bırakıp Kab-ı Kavseyn’e koşup giden Zat-ı Nuranisine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak.” (M.96-98)

2587- Evet Muhammed (A.S.M.)’ın şahsiyat-i maneviyesi kâinatın sebeb-i vü­cudu olduğunu beyan eden: «¾«Ÿ²4«ž²~ ­a²T«V«' _«W«7 «¾«ž²Y«7 «¾«ž²Y«7 (236) hadis-i kudsisinin ifade ettiği hakikat bizzat Resullah’a racidir.

“Çünki küllî hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) hem hayatın hayatı, hem kâina­tın hayatı, hem İsm-i Azam’ın tecelli-i azamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ek­meli olmasından, o hitab, doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şu­ura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.” (E.L.I.176) (Nur-u Muham­medî’nin (A.S.M.) geçmiş peygamberlerle de tezahür etmesi, bak: 870.p.)



2588- Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) daima mu’cizelere istinad etmemesinin bir sırrı şudur ki:

“Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nev-i beşere mukteda ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir. Ta ki, o nev-i insanî, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyedeki düsturları ondan öğrensin ve Hakîm-i Zülkemal’in kavanin-i meşietine itaate alış­sınlar ve desatir-i hikmetine tevfik-i hareket etsinler. Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyesinde daima hârikulâdelere ve mu’cizelere istinad etseydi, o vakit imam-ı mutlak ve rehber-i ekber olamazdı.

İşte bu sır içindir ki, yalnız davasını tasdik ettirmek için arasıra indelhace, mün­kirlerin inkârını kırmak için mu’cizeler gösterirdi. Sair vakitlerde nasılki herkesten ziyade evamir-i İlahiyeye itaat etmiştir. Öyle de: Hikmet-i Rabba­niye ile ve meşiet-i Sübhaniye ile te’sis edilen âdetullah kavaninine herkesten ziyade müraat ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi. “sipere giriniz!” emrederdi. Yara alırdı, zahmet çekirdi. Ta tamamıyla hikmet-i İlahiye kanu­nuna ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübraya müraat ve itaati göstersin.”(L.81) (Bak: 2495.p.)

2589- Sual:”Sinn-i kemal itibar olunan kırk yaşında nübüvvetin gelmesi ve ömr-ü saadetlerinin altmışüç olmasındaki hikmet nedir?

Elcevab: Hikmetleri çoktur. Birisi şudur ki: Nübüvvet, gayet ağır ve bü­yük bir mükellefiyettir. Melekât-ı akliye ve istidadat-ı kalbiyenin inkişafı ve tekemmülü ile o ağır mükellefiyet tahammül edilir. O tekemmülün zamanı ise kırk yaşıdır. Hem hevesat-ı nefsaniyenin heyecanlı zamanı ve hararet-i gariziyenin galeyanlı hengamı ve ihtirasat-ı dünyeviyenin feveranlı vakti olan gençlik ve şebabiyet ise, sırf İlahî ve uhrevî ve kudsî olan vezaif-i nübüvvete muvafık düşmüyor. Kırktan evvel ne kadar ciddi ve halis bir adam olsa da, şöhretperestlerin hatırlarına belki dünyanın şan ü şerefi için çalışır vehmi ge­lir. Onların ittihamından çabuk kurtulamaz. Fakat kırktan sonra, madem ka­bir tarafına nüzul başlıyor ve dünyadan ziyade âhiret ona görünü­yor. Hare­kât ve a’mal-i uhreviyesinde çabuk o ittihamdan kurtulur ve muvaffak olur. İnsanlar da su-i zandan kurtulur, halas olur.



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   103   104   105   106   107   108   109   110   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin