N
2770- qqNAFIKA yT4_9 : (c.Nevafık-Nüfeka) Arab tavşanının (diğer adı “tarla faresi” dedikleri hayvanın) iki yuvasından gizli olanın adıdır. Bu hayvan, bunun tavanını yeryüzüne çok yakın yapar. Belirli olan “kasia” dedikleri yuvasında tehlike hissederse, hemen nafıkanın tavanını delerek kaçar. Münafıklar buna benzediği için nifak, münafık kelimeleri bu kelimeden gelmiştir. (Kamus)
2771- qqNAFİLE yV4_9 : Fazladan yapılan iş. *Menfaatı olmayan. Ziyadeden olan. *Torun. *Ganimet malı. Bahşiş. Atiyye. *Fık: Farz ve vacibden gayrı, mecburiyet olmadığı halde yapılan ibadet. (Bak: Müstehab, Sünnet, Tatavvu)
S.B.M. ci: 2. 295. hadisi gece nafile namazı; ve 412. hadisi de, nafilelerin evlerde kılınmasının efdaliyeti hakkındadır.
2772- qqNAKLÎ DELİL u[7… |VT9 : Dinî hükümlerin tesbitinde temel kaynak olan Kur’an ve hadislerde görülen delillerdir. Müçtehidler bu iki kaynaktan ahkâm-ı şer’iyeyi tesbit ve istinbat etmişlerdir. Müçtehid olmayanların içtihada kalkışmaları caiz olmaz. Bilhassa Kur’an ve hadis tercemelerinden dinî hükümleri çıkarmak düşüncesi, çok yanlış birhareket olur. (Bak: 3762.p.) Böyle bir hareket, dinde, ilim ve âlime verilen ehemmiyeti istihfaf etmek sayılır. Hem Kur’anın mana camiiyetini nazara almamak manasına gelir.
2773- Şer’î hükümlerin tesbitinde naklî delil esastır. Yalnız akıl ile din namına hüküm getirilmez ve böyle bir hükmün dinle alâkası olmaz. Dinî meselelerde aklın ve ilmin vazifesi; dinî hükümlerdeki hikmetleri ve hakkaniyet delillerini görüp izhar etmektir. Kur’anın bazı âyetlerinde yapılan akla havaleler veKur’andan herkesin istifade etmesine ait hususlar ise tefekkür, faziletler ve havf ü reca ve bilhassa ahkâm-ı diniyenin hikmetlerini ve hakkaniyet delillerini görmek gibi ibret derslerine aittir. İslâm dinine “aklî dindir” denmesi bu sebebledir. Yoksa mücerred akıl ve dinî hükümler getirilebilir demek değildir.
Ahkâm-ı diniyede yalnız akla müracaat etmek, dinden uzaklaşmak ve kopmak demektir. (Bak: Fetva, Teşri’)
İki atıf notu:
-Ahkâm-ı diniyede ülema yalnız müzhirdir, bak: 1364.p.
-Kur’an tercemelerinden şer’î hüküm çıkarmağa kalkışılmaz, bak: 3762.p.
2774- “Mesail-i şeriattan birkısmına “taabbüdî” denilir; aklın muhakemesine bağlı değildir; emroluduğu için yapılır. İlleti, emirdir. Bir kısmına “makul-ül mana” tabir edilir. Yani bir hikmet ve bir maslahatı varki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebeb ve illet değil. Çünki hakiki illet, emir ve nehy-i İlahîdir.
Şeairin taabbüdî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez. Taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona ilişilmez. Yüzbin maslahat gelse, onu tağyir edemez. Öyle de: Şeairin faidesi, yalnız malum mesalihtir denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir. Meselâ biri dese: “Ezanın hikmeti, müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde bir tüfenk atmak kâfidir.” Halbuki o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır. Tüfenk sesi, o maslahatı verse; acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına, hilkat-ı kâinatın netice-i uzması ve nev-i beşerin netice-i hilkatı olan ilan-ı Tevhid ve rububiyet-i İlahiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?
Elhasıl: Cehennem lüzumsuz değil:; çok işler var ki, bütün kuvvetiyle “Yaşasın Cehennem!” der. Cennet dahi ucuz değildir; mühim fiat ister.” (M.3979
2775- Şeriat sahasında naklî delil olmadan yalnız akıl ile bir hüküm vaz’etmenin hak olmamasının bir hikmeti şudur: Dinî hükümler, İlahî gayeler ve hikmetlere istinad eder. O İlahî gaye ve maksadlara insanın ilmi ve ihatası ise, Kur’andan istifade edilen ilim, feyiz ve ilham nisbetindedir. Sonsuz olan İlahî hikmet ve gayeleri insanın ihata etmesi muhal olduğundan, o sonsuz İlahî hikmet ve gayelerin tercih ettiği ahkâmı, insanın keşfedip bulması da muhaldir. Kur’an(2:32) âyetiyle bildirdiği gibi, beşerde Allah’ın ihsanettiği kadar bilgi vardır.
2775/1- Bediüzzaman Hazretleri, şeriatın getirdiği hükümlere noksan veya ilave etmeden ondaki müvazeneyi muhafaza etmenin elzemiyetini beyan ederken şöyle der:
“Mübalağa ihtilalcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali hakikata karıştırmaktır.
Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder. Zira müvazenet ve tenasübden naşi’ olan hüsnü, hQ²L«< « b²[«& ²w¬8 ihlal eder. Nasılki bir ilacı istihsan edip izdiyad etmek, devayi dâ’e inkılab etmektir.” (Mu.27)
Kur’an (5:50) âyeti, en iyi ve en güzel hükmü ancak Allah’ın verdiğini beyan eder. (Taharri-i hakikatta isabet, hükm-ü İlahîye istinad ile mümkündür, bak: 2879.p.)
2776- Bir rivayette şöyle buyuruluyor:
_«Z²[«V«2 |¬BÅ8~ f<¬i«#«— ®}«5²h¬4 «w[¬Q²A«,«— >«f²&¬~ |«V«2 «u[¬=~«h²,¬~ ~YX«" ²a«5«h«B²4¬~
«w<¬±f7~ «–YK[¬T«< ¯•²Y«5 ²w¬8 |¬BÅ8~|«V«2 Çh«/«~ °}«5²h¬4 _«Z[¬4 «j²[«7 ®}«5²h¬4
yÁV7~ Åu«&«~ _«8 «–Y8¬±h«E<«— yÁV7~ «•Åh«& _«8 «–YÇV¬E[«4 ²v¬Z¬<²~«h¬"
“Yani: Benî israil 71 fırkaya ayrıldı. Ümmetim bundan bir fazladır. Onların içinde dini akılları ile ölçen kimseler kadar zararlısı yoktur. Neticesi, Allah’ın helal ettiğini haram, haram ettiğini de helal etmek olur.” (R:E. 76) (Bak: 3547.p.da bir âyet notu)
Kur’an (67:10) âyeti, önce naklî, sonra aklî delillerin makamlarına göre kullanılması gerektiğine işaret eder. (Bak: 3716.pda 5. âyet notu)
Bir atıf notu:
-Cüz’-i ihtiyarînin naklî delile bağlı kalması, bak: 1778.p.sonu.
İnsan aklı, çok kere nefsinin meyil ve arzularının tesirinde kalarak hükm-ü şer’iyeyi nefsinin temayülatına göre te’vilci olduğunu beyan eden İslâm âlimleri, bu hususta hassasiyet göstermektedirler. Ezcümle Bediüzzaman, müçtehidlerin içtihadî reyleri hususunda şöyle demektedir: “Ekalliyette kalan kavl, eğer içindeki hakikat ve mağz, onu intihab eden istidadlardaki heves ve heva ve mûris ayineye ve mizacına galebe çalmaza o kavl bir hatar-ı azîmde kalır. Zira istidad onunla insibağ edip onun muktezasına inkılab etmek lâzım iken; o , onu kendine çevirir ve telkih eder, kendi emrine müsahhar eder. İşte şu noktada hüda hevaya tahavvül ve mezheb dahi mizacdan teşerrüb eder. Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir döker.”(Mün.73)
Hem “bazan arzu, fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder.” (H.Ş. 143)
2777- Buna mümasil olarak burada yeri gelmişken İmam-ı A’zam’a ait bir menkıbeyi nakledelim. Seyyid Muhammed Bâkır ile İmam-ı A’zam görüşürler ve aralarında şöyle bir muhavere geçer:
Seyyid Muhammed Bâkır:
“-Sen ceddim Resulüllah’ın dinini kıyasla değiştiriyormuşsun? deyince, İmam-ı A’zam:
-Allah korusun. Böyle şey nasıl olur? Lâyık olduğunuz makama oturunuz. Benim size hürmetim var dedi. Bunun üzerine Muhammed Bakır oturunca, İmam-ı A’zam da onun önüne diz çöktü. Ve aralarında şu konuşma geçti. İmam-ı A’zam şöyle dedi:
-Size üç sualim var, cevab lûtfediniz.
-Kadın mı daha zayıftır, erkek mi? diye sordu. O da, kadın daha zayıf dedi.
-Kadının miras hissesi kaç?
-Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse alır, deyince,
-Bu ceddin Resulüllah’ın (A.S.M.) kavli değil midir? Eğer ben bozmuş olsa idim, erkeğin hissesini bir, kadınınkini iki yapardım. Fakat ben kıyas yapmıyorum. Nassla (âyet ve hadis ile) amel ediyorum.
İkincisi: Namaz mı daha faziletli, yoksa oruç mu?
-Namaz daha faziletli, diye cevab verdi.
-Eğer ben ceddinin dinini kıyasla değiştirseydim, kadın hayızdan temizlendikten sonra, namazını kaza etmesini söylerdim. Orucu kaza ettirmezdim. Fakat ben kıyasla böyle bir şey yapmıyorum.
Üçüncüsü: Bevl mi daha pis, yoksa meni mi?
-Bevl daha pis, diye cevab verdi.
-Eğer ben ceddinin dinin kıyasla değiştirseydim bevilden sonra gusül, meniden sonra abdest alınmasını bildirirdim. Fakat ben, hadise aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resulüllah’ın (A.S.M.) dinini değiştirmekten Allahü Teala’ya sığınırım. Böyle şeyden beni Allah korusun dedi. Nass olan yerde kıyas yapmadığını, delili bulunmayan meseleleri delili bulunan meselelere istinaden kıyas yaptığını söyleyince, Muhammed Bâkır onu kucaklayıp alnından öptü.” (Rehber Ansiklopedisi, ci: 8, shf: 134) (Bak: İctihad)
2777/1- Dinde önce naklî delilin esas alınmasının bir hikmeti elbette ki vardır. Zira gerek mevcudat hâdisat-ı kevniye, gerek ahkâm-ı şer’iye, mükevvin ve şari’i tarafından takib edilen ille-i gaiye ve hikmetlerine göre tekvin ve teşri’ edilmiştir. İsm-i Hakîm bunu iktiza eder. Bu sebeble onlardaki mehasin ve mesalih, o ille-i gaiye ve hikem nokta-i nazarıyla bilinebilir. Cenab-ı Hakk’ın hikmetleri ise ancak O’nun vahy ve tebliğ-i İlahîsiyle bilinebilir. Bu da naklî delil demektir. o halde naklî deliller nazara alınmadan yapılacak değerlendirmeler, beşerî nazar itibariyle olur ve beşerî menfaat ve lezzet, zarar ve elem mihengine (mısdakına) dayanır. Dinî sahada bu tarz değerlendirmeler ise, tamamen gayr-ı dinî olup memnu’dur.
Kur’anda kulak ve işitme manasında olan sem’, göz ve görme manasındaki basar’a bazı âyetlerde takdim edilmiştir. Yani önce naklî delili işitip kabul etmek, sonra naklî delilin getirdiği hüküm ve bilgi ile aklî delil ve basarı çalıştırıp ahkâm-ı diniye ve masnuatın hikem ve mesalihini anlamaya çalışmak gerektir. Naklî delili nazara almadan mücerred aklî delail ile hakaik-ı İlahiye bilinemez. Yalnız delail-i akliyeye dayanan felsefe mesleğinin içinde yığılan mütenakız ve şüpheci fikirler buna şahiddir.
Mezkûr hikmete telmihen Kur’an bazan sem’i basara takdim etmiş, bazan da yalnız sem’i (naklî delili işitmeyi) birinci derecede nazara vermiştir. Nitekim (2:75) (3:193) (4:46) (10:31) (16:78) (32:9) (45: 8) (46:26) (67:23) âyetleri örnek verilebilir.
Atıf notları:
-Taharri-i hakikatta naklî delilin takdimi, bak: 2879.p.
-Ahkâm-ı diniyeye teslimiyet manasında sadakat, bak: 435.p. ve 3194.p.da âyet notları.
-Ahirzamanda kitab ve sünnete teslimiyet (bak: 985/2 p.)
2778- qqNAKŞBEND fXALT9 : (Bahaüddin Muhammed bin Muhammed el-Buhari) (Mi. 1318-1389) Nakşibendîlik Tarikatının kurucusu olan büyük mutasavvıf. Buhara (şimdi Özbekistan) yakınlarında Kasr-ı Arifan (Kasr-ı Hinduvan) adlı köyde doğdu. Ne sebeble kendisine “Nakşbend” denildiği de bilinmiyor. (Nakşbend; nakış işleyen, resim yapan, yani nakışçı ve ressam manasındadır. Ataları arasında şöhretli kimselerin bulunmadığını söylüyor. Buna rağmen sonraki yazarlarca nesebi, İmam Cafer-i Sadıka çıkartılmıştır. (Bak: Ahmed-i Farukî, Mevlana Halid)
2779- Nakşiler, zikr-i hafiye ve “ene”nin öldürülmesine ehemmiyet verirler. Nasılki” tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle fir’avunlaşamaz. Ve Hâlik-ı Semavat ve Arz’a isyan edemez. O zikr-i İlahî sayesinde, ene mahvolur. İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafi sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik Kadirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tağutlarını tar ü mar etmişlerdir.” (M.N. 103)
2780- “Sual: Tarikatlar, hakikatların yollarıdır. Tarikatların içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübra iddia olunan tarik-ı Nakşbendî hakkında, o tarikatın kahramanlarından ve imamlarından bazıları esasını böyle tarif etmişler. Demişler ki:
_«[²9… ¬¾²h«# ²¾²h«# ²‡_«å ²f«8³~ ²•¬ˆ« >¬f²X«A¬L²T«9 ¬s<¬h«0 ²‡«…
¾²h«# ¬¾²h«# Ö|¬B²K«; ¬¾²h«# Ö|«A²T2 ¬¾²h«#
Yani, tarik-ı Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım. Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakiki yapmamak; hem vücudunu unutmak; hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. Demek hakiki marifetullah ve kemalât-ı insaniye terk-i masiva ile olur?
Elcevab: Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün masivayı terk, hatta esma ve sıfatı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakk’ın zatına rabt-ıkalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hassaları vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile, sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette... kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.” (S.495)
2781- qqNAMAZ ˆ_W9 : İslâmın beş şartından birisidir. Bu kelimenin Arabcası “salât”tır. Namaz Farsça olup, Türkçede de kullanılır. Salât kelimesi şu manalara gelir: Dua, Kur’an, kunut, rükû’, salât, şükür, tesbih, secde, hamd. (Bak: Huşu, ibadet, Tatavvu, Teheccüd)
“Namaz hiç hilafsız İsra (Mi’rac) gecesinde farz kılınmıştır. İsra’nın Hicret’ten bir sene evvel olduğuna da, İbn-i Hazm icma’ iddia etmiştir.” (E.T. 5957)”Mi’racdan önce farz olarak yatsı ve sabah namazları kılınıyordu.” (E.T. 3145)
Mi’racda namazın farz kılınması ve elli vakitten 5 vakte indirilmesi,hadislerde beyan edilir. Ezcümle: Buharî Kitab: 8, Bab: l ve S.M.Kitab: l, hadis: 259, 263. İ.M. Kitab: 5, Bab: 194 ve S.B.M. 227. hadis sonu örnek verilebilir.
2782- “Namazın manası, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve tazim ve şükürdür. Yani, celaline karşı kavlen ve fiilen “Sübhanallah” deyip takdis etmek. Hem kemaline karşı lafzan ve amelen “Allahü Ekber” deyip tazim etmek. Hem cemaline karşı, kalben ve lisanen ve bedenen “Elhamdülillah” deyip şükretmektir. Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın manasını te’kid ve takviye için şu kelimat-ı mübareke, otuzüç defa tekrar edilir. Namazın manası, şu mücmel hülasalarla te’kid edilir.” (S.40)
2783- Kur’anda namazın ehemmiyet ve hikmetleri hakkında çok âyetler olduğu gibi hadislerde de pekçok tafsilat vardır. İslâm büyükleri de âyet ve hadislere istinaden namaza çok ehemmiyet vermişler ve namaz kılmamayı kâinatın yaratılış gayesine aykırı hareket olduğunu bildirmişlerdir. Bütün semavi dinlerde namaz ve ibadet emredilmiş olduğu, Kur’anın müteaddid âyetlerinde görülüyor.
Meselâ: (2:83) (5:12) (10:87) (14:37,40) (19:55,59) (21:73) (31:17) âyetlerinde sarahatla anlaşılıyor.
2784- Sual: “Çok tenbellerden ve târik-üs salâtlardan işitiyoruz; diyorlar ki: Cenab-ı Hakk’ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur’anda çok şiddet ve ısrar ile ibadeti terkedeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdid ediyor. İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur’aniyeye nasıl yakışıyor ki ehemmiyetsiz bir cüz’î hataya karşı, nihayet şeddeti gösteriyor?
Elcevab: Evet Cenab-ı Hak senin ibadetine belki hiçbir şeye muhtaç değil. (Bak: 3293/1.p.) Fakat sen ibadete muhtaçsın; manen hastasın. İbadet ise, manevi yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu, çok risalelerde isbat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nafi ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?... Ne kadar manasız olduğunu anlarsın.
2785- Amma Kur’anın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidatı ve dehşetli cezaları ise; nasılki bir padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için; adi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar. Öyle de; ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed’in raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve manevi bir zulüm eder. Çünkü mevcudatın kemalleri, Sania müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. İbadeti terkeden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedanî ve birer ayine-i Esma-i Rabbaniye olan mevcudatı âlî makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, camid, perişan bir vaziyette telakki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder; kemalatını inkâr ve tecavüz eder.
Evet herkes kâinatı kendi ayinesiyle görür. Cenab-ı Hak, insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususi bir âlem vermiş. O âlemin rengini, o insanın i’tikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ; gayet me’yus ve matemli olarak ağlıyan bir insan, mevcudatı ağlar ve me’yus suretinde görür. Gayet sürurlu ve neş’eli, müjdeli ve kemal-i neş’esinden gülen bir adem; kâinatı neş’eli, güler gördüğü gibi.. mütefekkirane ve ciddi bir surette ibadet ve tesbih eden adam; mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür... gafletle veya inkârla ibadeti terkeden adam; mevcudatı, hakikat-ı kemalatına tamamıyla zıd ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve manen onların hukukuna tecavüz eder.
Hem o târik-üs salât, kendi kendine malik olmadığı için, kendi malikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun maliki, o abdinin hakkını onun nefs-i emmaresinden almak için, dehşetli tehdid eder. Hem netice-i hilkatı ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terk ettiğinden, hikmet-i İlahiyeye ve meşiet-i Rabbaniyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.
Elhasıl: İbadeti terkeden hem kendi nefsine zulmeder; -nefis ise, Cenab-ı Hakk’ın abdi ve memlûküdür- hem kâinatın hukuk-u kemalatına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet nasılki küfür mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi kâinatın kemalatını bir inkârdır. Hem hikmet-i ilahiyeye karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstahak olur.
İşte bu istihkakı ve mezkûr hakikatı ifade etmek için Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan; mu’cizane bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamına hakikat-ı belagat olan mutabık-ı mukteza-yı hale mutabakat ediyor.” (L.189-191)
2785/1- Namazın terki hakkında Kur’anda şiddet gösterildiği gibi, hadislerde de şiddet gösterilmiştir. Ezcümle, S.M.l.Kitab-ül iman, 35. bab ve ibn-i Mace 5. kitab, 77. bab ve T.T. l. cild shf: 125, küfre mani olan salâtın terki hakkındaki zecre dairdir. Namaz, mü’mini kâfirden ayırdeden bir alâmettir, deniliyor.
Târik-i salâtın hükmü:
“Namazın farziyetini ikrar ile beraber onu tenbelliğinden naşi terk eden, fâsıktır. Diğer mezheblerde olduğu gibi,-hadden yahut küfren katlolunmayıp-darb ve hapsolunur. Ve mühmel bırakılmayıp, hali tefakkud olunarak-icabına göre- nush yahut unf edilir. Ya musalli olur veyahut hapiste ölür.
Cami-i Sagir-i Suyutî’de, Kütüb-üs Sitte ashabından İmam Buhari ile İmam Nesei’den maadasının remziyle mezkûr, Hazret-i Cabir’den mervi hadiste: “Beyn-er recul ve beyn-eş şirk ve-l küfr, terk-is salâti” buyurulmuştur ki; salâtın terki, kişi ile küfür beyninde-ma bih-il vüsul olmakla-arada hâil ancak odur, yani namazdır. İnsan onu terk ederse, hâil zail olur, demektir.
İyazen Billahi Teala, namazı inkâren veya istihfafen terk eden, mürted muamelesi görür.”(N.i.kitab-üs salât 187)
“Farz olduğunu itikad ile beraber, tekâsülen târik-i salât olan, fâsıktır. Kılıncaya kadar hapsolunur.” (N.İ.kitab-üs salât 7)
D.M.İ.F.ci: 8, shf: 3529’mda,namazı kasden terketmenin dehşetini ve cezasını beyan eden bölüm vardır.
2785/2- Kişi, dinin emirlerine uymakla evvela kendine iyilik eder; Allah’a isyan ile de nefsine (kendine) zulmeder, mealindeki âyetlerden birkaç not:
-Aile hukukuna riayetsizlikle nefsine zulmetmek: (2:231) (65:l)
-Nefsine zulmedenin istiğfar etmesi: (4:110)
-Gurur ve küfran-ı nimetle nefsine zulmeden kişi: (18i:35)
-Allah yolunda veya nefsi ile mücahede eden nefsine iyilik eder, Allah muhtaç değildir: (29:6) (31:12) âyeti de aynı mana ile alâkalıdır.
-İnsanların bir kısmı nefsine zulmeder, bir kısmı da kötülük ve iyilikte müsavidir, diğer kısmı ise, biiznillah hayırda ileridirler: (35:32)
-İyilik ve kötülük eden, nefsine eder: (35:18) (39:41) (41:46)
2786- Namazın mü’minler üzerine muayyen vakitlerde farz olduğu bildiren
(4:103) _®#Y5²Y«8 _®"_«B¬6 «w[¬X¬8ÌYW²7~|«V«2 ²a«9_«6 «?«ŸÅM7~Å–¬~ âyetiyle diğer emsali âyetlerin verdiği dersi Bediüzzaman şöyle ifade ediyor:
“Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: “Namaz iyidir. Fakat hergün hergün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.”
O zatın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki; tenbellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım: O zat o sözü, bütün nüfûs-u emmarenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: “Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım.”
Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tenbellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil “beş ikaz”ı benden işit.
2787- Birinci İkaz: Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir! Hiç kat’i senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın! Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyf için, ebedî dünyada kalacak bir nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır hem faidesiz gidiyor. Elbette onun yirmidörtten birisini, hakiki bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarfetmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddi bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebeb olur.
2788- ikinci İkaz: Ey şikem-perver nefsim! Acaba hergün hergün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu! Madem vermiyor; çünki ihtiyaç tekerrür ettiğinden, usanç değil, belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise: Hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun ab-ı hayatı ve latife-i Rabbaniyemin hava-yı nesimini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerektir.
Evet nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve mübtela ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pürsevda bir kalbin kut ve kuvveti; herşey’e kadir bir Rahim-i Kerim’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir. Evet şu fani dünyada kemal-i sür’atle vaveyla-yı firakı koparan giden ekser mevcudatla alâkadar bir ruhun ab-ı hayatı ise; herşey’e bedel bir Mabud-u Baki’nin, bir Mahbub-u Sermedî’nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir. Evet fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir zatın ayinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zişuur bir sırr-ı insanî, zinur bir latife-i Rabbaniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın perceresiyle nefes alabilir.
2789- Üçüncü İkaz: Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini, bugün düşünüp muzdarip olmak, hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini, bugün tasavvuredip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır!
Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzerki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde; o tutar mühim bir kuvvetini sağ cenaha gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, “Ateş et!” emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder; tar ü mar eder. Evet buna benzersin. Çünki geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalbolmuş; elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete iltihak ve meşakkati, sevaba inkılab etmiş. Öyle ise ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddi bir gayret almak lâzımgelir. Gelecek günler ise madem gelmemişler. Şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek; aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir. Madem hakikat böyledir. Âkıl isen, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün ve onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvi bir hizmete sarfediyorum, de. O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılab eder.
İşte ey sabırsız nefsim! Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu üçüncü ikazdaki temsilde görünen hakikatı rehbet tut. Merdane “Ya Sabur” de, üç sabrı omuzuna al. Cenab-ı Hakk’ın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan,her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir ve o kuvvetle dayan.
Dostları ilə paylaş: |