: (Bak: Musikî, Matbuat)
2848- qqNEVM •Y9 : Uyku. Uyumak. *Rüya. *Sönmek. Sükût. (Bak: Rüya)
2849- Kur’anın (7:4) «–YV¬=_«5 ²v;²—«~ âyet-i celilesindeki «–YV¬=_«5 kelimesinin manasını merak edip soran bir zata verilen cevabdır:
“Uyku üç nevidir:
Birincisi: Gayluledir ki, “fecirden sonra ta vakt-i kerahet bitinceye kadardır.” Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine hadisce sebebiyet verdiği için, hilaf-ı Sünnettir. Çünki rızk için sa’yetmenin mukaddematını ihzar etmenin en münasib zamanı, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârız olur. O günkü sa’ye ve dolayısıyla da rızka zarar verdiği gibi, bereketsizliğe de sebebiyet verdiği, çok tecrübelerle sabit olmuştur.
İkincisi: Feyluledir ki, “ikindi namazından sonra mağribe kadardır.” Bu uyku ömrün noksaniyetine, yani uykudan gelen sersemlik cihetiyle o günkü ömrü nevm-âlud, yarı uyku, kısacık bir şekil aldığından maddi bir noksaniyet gösterdiği gibi, manevi cihetiyle de o gün hayatının maddi ve manevi neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiğinden, o vakti uyku ile geçirmek o neticeyi görmemek hükmüne geçtiğinden, güya o günü yaşamamış gibi oluyor.
Üçüncüsü: Kayluledir ki, bu uyku Sünnet-i Saniyyedir. Duha vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Bu uyku, gece kıyamına sebebiyet verdiği için Sünnet olmakla beraber, Ceziret-ül Arab’da, vakt-üz zuhr denilen şiddet-i hararet zamanında bir tatil-i eşgal, adet-i kavmiye ve muhitiye olduğundan, o Sünnet-i Seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiştir. Bu uyku, hem ömrü, hem rızkı tezyide medardır. Çünki yarım saat kaylule, iki saat gece uykusuna muadil gelir. Demek ömrüne hergün bir buçuk saat ilave ediyor. Rızk için çalışmak müddetine, yine bir buçuk saati ölümün kardeşi olan uykunun elinden kurtarıp yaşatıyor ve çalışmak zamanına ilave ediyor.” (L.270)
2850- Kur’anda (nevm) uyku ile alâkalı muhtelif âyetler vardır. Ezcümle Bir âyette şöyle buyurulur: “>¬gÅ7~ «Y;«— O Allah kadirdir ki, ¬u²[Å7_¬" ²vU[Á4«Y«B«<
(6:60) geceleyin sizi vefat ettirir. -Uyutur kendinizden geçirir, nefislerinizi sizden alır, kabzeder...
¬y[¬4 ²vUC«Q²A«< Åv$ sonra gündüzün yine sizi ba’seder... İşte Allah insanları her gece vefat ettiriyor ve onlar uyurken maddi manevi neleri varsa hepsini biliyor ve ertesi gün aynen iade edip ba’sediyor ki, |ÈW«K8 °u«%«~ |«N²T[¬7 bir ecel-i müsemma kaza olunsun, mukadder olan vakit, ömür tamam olsun...” (E.T. 1948-1950)
Kur’anda (39:42) âyeti de aynı mana ile alâkalıdır.
2851- Nevm hakkında Kur’andan birkaç not:
-Rukud tabir edilen Ashab-ı Kehf’in uykusu ki uyanık hale benzerdi: (18:18)
-Âyette “nüas” tabir edilen ve korkuyu (evhamı) teskin eden bir uyku hali: (Bu uykunun tıpta tedavi ile de alâkası olsa gerektir): (3:154) (8:ll)
-Uykunun dinlenme, yorgunluğu gidermek cihetindeki ni’metiyeti: (25:47) (30:23) (78:9)
-Gece az uyumak: (51:17)
T.T. ci: 4, shf: 600, bölüm 4,âdab-ı nevme dairdir.
2852- qqNEZÂFET }4_P9 : Temizlik, paklık. Maddi ve manevi kirlerden kötülüklerden uzak olmak. (Bak: Abdest, Gusül)
2853- Temizlik ve nezafete en küçük bir mahluktan, ta kâinatın heyet-i umumiyesine kadar herşeyin riayet ettiğini beyan eden Bediüzzaman bir eserinde şöyle diyor:
“(51:48) «–—f¬;_«W²7~ «v²Q¬X«4 _«;_«X²-«h«4 «Œ²‡«²~«— âyetinin bir nüktesi ve bir İsm-i Azam veyahut ism-i Azam’ın altı nurundan bir nuru olan “Kuddüs” isminin bir cilvesi, Şaban-ı Şerif’in âhirinde, Eskişehir Hapishanesinde bana göründü. Hem mevcudiyet-i İlahiyeyi kemal-i zuhurla, hem vahdet-i Rabbaniyeyi kemal-i vuzuhla gösterdi. Şöyle ki, gördüm:
Bu kâinat ve bu Küre-i Arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler; müzahrefatla, enkazlarla, süpüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufûnetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur.
Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i Arz o derece pak, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufûnetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz, zahirî bulunsa da, çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir. Demek bu fabrikaya bakan zat, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın öyle tanzifçi bir sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın büyüklüğü nisbetinde müzahrefatı ve enkazından kalma kirli maddeleri, süprüntüleri bulunmuyor.Belki büyüklüğü nisbetinde, temizliğine ve nezafetine dikkat ediliyor. Bir insan, bir ayda yıkanmazsa ve küçük odasını süpürmezse çok kirlenir, pislenir. Demek bu saray-ı âlemdeki paklık, safilik, nuranilik, temizlik; mütemadiyen hikmetli bir tanziften, bir dikkatli tathirden ileri geliyor. Ve eğer o daimî tathir ve süpürmek ve dikkat ile bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüzbin milletleri Arzın yüzünde boğulacaklardı.
2854- Demek bu saray-ı âlem ve bu fabrika-i kâinat, İsm-i Kuddüs’ün bir cilve-i azamına mazhardır ki, o tanzif-i kudsîden gelen emirleri, değil yalnız denizlerin âkil-ül lahm tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurtlar ve karıncalar gibi cenazeleri toplayan sıhhiye me’murları dahi dinliyorlar. Belki o kudsî evamir-i tanzifiyeyi, bedende cereyan eden kandaki küreyvat-ı hamra ve beyza dahi dinleyip, bedenin hüceyratında tanzifat yaptıkları gibi; nefes dahi o kanı tasfiye eder, temizler. Ve o emri; göz kapakları, gözleri temizlemek ve sinekler kanatlarını süpürmek için dinledikleri gibi, koca hava ve bulut dahi dinler. Hava; zeminin sathına, yüzüne konan toz toprak gibi süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra gökyüzünü çok zaman kirletmemek için, çabuk süprüntülerini toplayıp kemal-i intizamla çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü silinmiş ve süpürülmüş, parıl parıl parlar gösteriyor. Ve o evamir-i tanzifiyeyi; yıldızlar, unsurlar, madenler, nebatlar dinledikleri gibi, bütün zerreler dahi dinliyorlar ki, hayret-engiz tahavvülat fırtınaları içinde o zerreler nezafete dikkat ediyorlar. Bir yerde lüzumsuz toplanmıyorlar; kalabalık etmiyorlar. Mülevves olsalar çabuk temizleniyorlar. En temiz ve en nazif ve en parlak ve en pak vaziyetleri; en güzel, en saf, en latif suretleri almak için, bir dest-i hikmet tarafından sevkolunuyorlar.
İşte bu tek fiil, yani bir tek hakikat olan tanzif; İsm-i Kuddüs gibi bir İsm-i azam’dan kâinatın daire-i azamında görünen bir cilve-i azamdır ki, doğrudan doğruya mevcudiyet-i Rabaniyeyi ve vahdaniyet-i ilahiyeyi Esma-i Hüsnasıyla beraber, Güneş gibi geniş ve dürbün gibi olan gözlere gösterir...
2855- Evet kâinat sarayını tertemiz tutan bu ulvi umumi tanzif; elbette İsm-i Kuddüs’ün cilvesi ve muktezasıdır. Evet nasılki bütün mahlukatın tesbihatları ism-i Kuddüs’e bakar; öyle de, bütün nezafetlerini de, Kuddüs ismi ister. (*) Nezafetin bu kudsî intisbındandır ki: ¬–_«W<¬²~ «w¬8 }«4_«PÅX7~ hadisi, nezafeti imanın nurundan saymış. (2:222) «w<¬h¬±Z«O«BW²7~ Ç`¬E<«— «w[¬"~ÅYÅB7~ Ç`¬E< «yÁV7~ Å–¬~ âyeti dahi, tahareti muhabbet-i ilahiyenin bir medarı göstermiş.” (L.304-407)
2856- Büyük âlemde böyle tathirat ve nezafet cereyan ettiği gibi, bir küçük âlem olan insan dahi nezafete dikkat etmelidir. Müslümanların hayatında tekrar edilen abdest, nezafetin birinci teminatıdır.
Rivayetlerde abdestin, maddi ve manevi taharete şamil olduğu beyan edilir. 9. surenin 108. ve 74. surenin 4. âyetlerinde geçen taharet, maddi ve manevi taharetle tefsir edilir. Yani vücudu, elbiseyi ve yiyip içecek şeyleri temiz tutmak gerektiği gibi, günahlardan uzaklaşmak ve ahlâk güzelliğine sahib olmak da gerektiğini ders verir.
2857- Dinî tabirle (hadesten taharet, necasetten taharet) temizlikte önemli yer alır. Büyük hadis ve şeriat kitabları ekseriyetle iman bahsinden sonra tahareti geniş tafsilatıyla beyan ederler.
Hadis kitablarından taharet hakkında: Sahih-i Müslim 2. kitab ve İbn-i Mace l. Kitab ve T.T.l. cild 4. kitab, l. Bölüm, shf: 57 birkaç me’haz eser olarak zikredilebilir.
qqNİFÂK »_S9 : (Bak: Münafık)
2858- qqNİKÂH ƒ_U9 : Kelime manasıyla, zam (katılma), vat (cinsî mukarenet.) *Istılahta: Şer’î şartlarına göre salahiyetli şahsın huzurunda yapılan evlenme akdi; yani, taraflar arasında hukuki bir sözleşmedir.
Büyük İslâm İlmihali, nikah akdini şöyle tarif eder: “Nikah denilen evlenme muamelesi, müslümanlarca zevc ve zevce olacak kimseler veya bunların velileri veya vekilleri arasında en az iki müslim erkeğin veya bir müslim erkek ile iki müslim kadının huzurlarında: “Ben seni tezevvüc ettim” Ben de kabul eyledim” veya “Ben filanın kızı filaneyi velisi veya vekili bulunduğum filan için tezevvüc ettim” “Ben de filaneyi velisi veya vekili bulunduğum filaneabilvelaye veya bilvekale tezvic ettim” gibi bir icab ve kabul ile akdedilir. Ve kadına “mehr” namıyla emsaline göre bir miktar mal verilmesi de lâzım gelir. Bu mehr, iki tarafın rızasıyla evvelce de tayin edilebilir. Kadın bu mehrini sonra kocasına bağışlayabilir.” (B.İ.i.415) Mezkûr nikah akdi tarifini K.H. 3092. hadis te’yid der.
“Nikahların sırren=gizlice akdi bir hadîs-i şerif ile men edilmiştir. Nikah-ı sır ise lâakal iki şahit bulunmaksızın yapılan nikahtır. Bilâhare yapılacak ilân kifayet etmez. İki şahid bulunduğu halde akid ise alenî bir surette yapılmış olur. Çünkü iki kişiyi tecavüz eden sır, sır olmaktan çıkar. Şu kadar var ki nikahın daha ziyade aleni olması mendubdur.
Filhakika nikah, bir hususî ehemmiyeti haizdir. Bunun alelâde muameleler, akidler gibi hemen iki kimsenin icab ve kabulu ile olup bitmesi hikmete muvafık değildir. İki tarafın sifah töhmetinden vikayesi aralarındaki münasebetin gayr-ı meşru münasebetlerden tefrik edilmesi elzemdir. Binaenaleyh Hanefiyeye göre nikah akdedilirken şahitlerin hazır bulunmaları herhalde şarttır. Şahit bulunmadıkça nikah, caiz ve bilâhare vukubulacak işhad, muteber olmaz. Bedayi, Hidaye, Dürer, Hindiye.
(İmam-ı Şafiî ile İmam Ahmed’e göre de şehadet, akd-i nikahın şartıdır. Hin-i akidde şahit bulunmazsa nikah, sahih olmaz.)
(İbn-i Hazm’e göre de nikah, en az iki adil kimse işhad edilmedikçe tamam olmaz. Meğer ki umumî ilâm bulunsun.)
(Ebu Sevre, Zühriye, ve imam Ahmed’den bir rivayete göre şühud, nikahın ne sıhhatinin, ne de tamam olmasının şartı değildir. Mücerred ilân kafidir.)
(Mâlikî mezhebine göre de şehadet akd-i nikahın şartı değildir. Belki nikahın devam ile meşruiyeti mukarenetin şartıdır. Binaenaleyh ilân şartiyle akdedilen bir nikah caizdir.) (H.İ.ci 2, shf:32)
H.İ. ci: 2,3. kitab nikaha ait olup, üç bölümdür. Birinci bölüm ıstılahlar ve nikahın (nişan vs. gibi) mukaddematı, ikinci bölüm muharremat, üçüncü bölüm mehir hakkındadır. Bâtıl olan nikah-ı muvakkat ile nikah-ı mut’a aynı eserin 24-25. sahifelerindeki l14. ve l15. maddelerinde izah edilir. D.M.İ.F.ci:5, shf: 2159 da aynı mevzuda tafsilat verilir. S.B.M.1613 ve 1802. hadîsleri de aynı mes’eleye dairdir. (Bak: Aile, Bekar, Hürmet-i Müsahere, Muharremat, Talak, Taaddüd-ü Zevcat)
İslâm öncesi cemiyetlerde de semavi dinlerin ta’lim ve telkiniyle nikah âdeti mevcuddu. Maderşahî tabir edilen ve soyda anayı esas alan âdet ve anlayışı ile, pederşahî denilen ve soyda babayı asıl sayan anlayışa dayanan an’anevî aile toplulukları; nikah esasından doğuyordu. İslâm nikah hukuku, bu an’anevî nikah hukukunu en mükemmel şekliyle ve bir ibadet manasında vaz’etmştir.
Zira ibadet, Allah emrettiği için ve emrettiği gibi yapmaktan ibarettir. Nikah da, Allah emrettiği için ve emrettiği gibi yapılırsa ibadet olur. Nikahsız evlenme haramdır. (Bak: Zina)
2859- Nikahın hikmet-i teşriiyesine gelince: Nikah, aile müessesesini te’sis ve zevc ile zevce arasındaki maddi ve manevi hukuku, dinî hayat istikametinde tayin ve temin eder. Zira şer’î nikah ile taraflar, şer’î hukukun tayin ettiği hak ve salahiyetleri, resmen teminat altına almış olurlar. Şer’î hukuka itaat etmek mecburiyetini kaldıran cemiyetlerin hukukî şartları içinde evlenenlerin, çok kuvvetli dinî salabetleri ve şer’î kıstaslara bağlılıkları gerektir ki; şer’î hukukun mer’î olduğu yerlerde sağladığı hukukî ve manevî disiplin bir derece temin edilebilsin. Yani manen ve maddeten mes’ul makamda bulunan erkeğe, kadının itaatını netice versin. Halbuki hayata meyyal olan ekser kadınların hissiyatını tahdid edip şer’î istikamete tevcih etmekle muvazzaf olan ve Kur’an lisanında kavvam vasfıyla tavsif edilen erkeğin, eşini şer’i istikamete tevcih edecek hukukî istinadı ve salahiyeti bulunmazsa; moda ve israf dünyasında ve kadın hürriyetine istinaden naşizeliğe giren ve kanunî istinadları bulunan asrın kadınını, manevî ve ahlâkî disiplin altına almak, gayet müşküldür. Böylece salahiyet ve mes’uliyetleri bulunması gereken bir erkeğin idaresinde nizama girmeyen aile hayatı, ciddiyetini kaybeder.
İşte resmiyete ve hukukî müeyyideye dayanan şer’î nikahla, zevc ve zevce arasındaki vazife ve salahiyetler, dinî ve ahlâkî istikamette teessüs edebildiği için olsa gerektir ki; Hanbelî Mezhebi, (Dar-ül harbde evlenmenin haramiyetine veya bir müslüman esir olduğu zaman tezevvücü asla caiz olmadığına) hükmetmiştir. (Kitab-ül Fıkıh Ale-l Mezahib-il erbaa Tercemesi, ci: 5, shf: 19, Mütercim: Hasan Ege)
2860- Nikahta mehir şartiyeti ise: Erkeğin kadından istimtaına karşılık verilen bir haktır. Evet kadının evlenebilme ihtimalini azaltan bekâretin izalesi sebebiyle,-bir hâmiye muhtaç olan kadının boşandıktan sonra-tekrar evlenememesi halinde, bir derece malî bir iktidara sahib olabilmesini sağlar. Evet evlenmede cari olan asrımızdaki âdete göre; erkek istediği zaman, kadın ise istendiği zaman evlenebildiklerinden, kadının evlenebilme ihtimali erkeğe nisbetle azdır. Asr-ı Saadette ise, (S.B.M.ll. ci. 1803, 1804. hadislerinde görüldüğü gibi) böyle değildi. Evlenme teklifi kız tarafından da yapılırdı.
Ondandır ki, ailelerde kız evlendirme işinde endişe edilip bazan şer’î ciddiyeti aşarlar. Bazan da çok nahoş durumlar olur.
Dinden uzak asrî hayat anlayışı, nikahsız kız-erkek arkadaşlığını medenilik namıyla terviç ederek haya ve şahsiyet gibi ahlâkî değerleri izale edip, neslin bozulmasına ve umumi ahlâk ve itaatın zedelenmesine kapı açmıştır. (Haya hissi, meşru şeylerin yapılmasına mani olmamalı, bak: 1241/1.p.)
2861- Evet “rivayette var ki: “Âhirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret eder.” (260)
Allahu a’lem bissavab, bunun iki te’vili var:
Birisi: O zamanda meşru nikah azalır veya Rusya’daki gibi kalkar. Bir tek kadına bağlanmaktan kaçıp başıboş kalan kırk bedbaht kadınlara çoban olur. (Bak: 981.p.)
İkinci te’vili: O fitne zamanında, harblerde erkeklerin çoğu telef olmasından, hem bir hikmete binaen ekser tevellüdat kızlar bulunmasından kinayedir. Belki hürriyet-i nisvan ve tam serbestiyetleri kadınlık şehvetini şiddetle ateşlendirdiğinden fıtratça erkeğine galebe eder; veledi kendi suretine çekmeğe sebebiyet verdiğinden, emr-i İlahiyle kızlar pekçok olur.” (Ş.586)
2862- Nikahın fıtrî ve vicdanî sahadaki hikmetlerinden biri şudur: Meşruiyet dairesinde kurulan aile efradı arasında fıtrî ve nesebî karabet ve münasebet yani manevî bağlar tahakkuk eder. Bu ise hakiki bir teavüne sebebdir. Hele annelerin evladlarına şefkât-ı fıtriyeleri, aile müessesesinin esasıdır. Beşerin pek çok ahval ve mesaib-i dünyeviyesine karşı aile yuvası, bu fıtrî alâka ile bir tahassüngâh olur. (Bak: Sıla-i Rahm)
2863- Hem nikah yolu ile, fıtrî alâkadarlıkları tazammun eden nesebî karabetle ana, baba, evlad, kardeş zevc ve zevce gibi kelimelerle ifade edilen ve hakiki insaniyeti teşkil eden ve ebedî devam edecek olan ulvi mefhumlar, manevi değerler, seciyeler ve fıtrî alâkadarlıklar ortaya çıkar, anlaşılır ve yaşanır. (Bak: 3530.p.sonu) Aksi takdirde insaniyet hayvaniyete döner, mahvolur. Böyle hikmetlerin iktizasıyla da Cenab-ı Hak, insanların herbirisine tanınması için ayrı bir sima vermiştir. Halbuki hayvan envaındaki efradda, insan siması derecesinde alâmat-ı fârikalı sima yoktur. Meselâ, bir koyun, sürüsü içinde kendi koyununu karıştıran onu tanıyamaması mümkündür. Hele balık nev’inde tamamen karıştırılır. Çünkü insan mülkiyetinden uzak, deniz içinde olduklarından onlarda tanınma alâmetine ihtiyaç yoktur. Fakat milyonlarca insan içinde herbir insan, simasıyla hatta sesiyle tanınır. İşte mezkûr hakikatlerden anlaşılıyor ki, aile müessesesini kaldırmak isteyen Komünizmin- başka cihetlerde olduğu gibi- bu cihetteki felaketi de gayet dehşetlidir.
2864- qqNİ’MET }WQ9 : (Nimet) İyilik, lütuf, ihsan. Saadet. Hidayet. *Yiyecek faydalı şey, rızık. Her türlü meşru ihtiyaçlar. (Bak: Rahmaniyet, Rızk, Şükür)
“Dünyadaki lezzet ve nimetlere iki cihetle bakılır:
Bir cihette, o nimetlerin bir mün’im tarafından verildiği düşünülür. Ve nazar, o lezzetten in’am edene döner; onu düşünür. Mün’imi düşünmek lezzeti, nimeti düşünmekten daha lezizdir.
İkinci cihet, nimeti görür görmez nazarını ona hasrederek, o nimeti ganimet telakki ederek minnetsiz yer. Halbuki birinci cihette lezzet, zeval ile zail olsa bile ruhu bakidir. Çünki Mün’im’i düşünür. Mün’im ise merhametlidir, daima bu nimetleri bana verir diye ümitvar olur. İkinci cihette, nimetin zevali ölüm değildir ki, ruhu kalsın. Ruhu da söner, ancak dumanı kalır Musibetlerin ise; zevalinden sonra dumanları söner, nurları kalır. Lezzetlerin zevalinden sonra kalan dumanları, günahlarıdır.
2865- Arkadaş! Dünya ve âhiretteki lezzet ve nimetlere, iman ile bakılırsa, bunlarda bir hareket-i devriye görülür ki; emsaller birbirini takib eder. Biri gider, yerine onun misli gelir. Bu sayede o nimetlerin mahiyeti sönmez. Ancak teşahhusat-ı cüz’iyede firak ve iftirakları vardır. Bunun içindir ki; lezaiz-i imaniye, firak ve iftirak ile müteessir ve mükedder olmuyor. Fakat ikinci cihette, her bir lezzetin zevali var. Ve o zeval hadd-i zatında elem olduğu gibi, düşünmesi de elemdir. Çünki bu ikinci cihette, hareket devriye değildir, müstakimdir. Lezzet, ebedî bir ölüm ile mahkûm olur.” (M.N. 70)
2866- Hem “eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise taahhüd, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, daima rahatsız olursun. Çünki noksanları tedarik, mevcutları telef olmaktan muhafaza ile daima evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun. Halbuki o nimetler, Mün’im-i Kerim’in taahhüdü altındadır. Senin işin onun sofra-i ihsanından yeyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilakis nimetin lezzetini artırır. Çünki şükür nimette in’amı görmek demektir. İn’amı görmek, nimetin zevalinden hasıl olan elemi def’eder. Zira nimet zail olduğundan, Mün’im-i Hakiki onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın.” (M.N:122)
2867- Keza “nur-u iman ile bilinir ki: Allah’ın varlığı bütün nimetlerin fevkinde öyle büyük bir nimettir ki; sonsuz nimetlerin envaını, nihayetsiz ihsanların cinslerini, sayısız atiyyelerin sınıflarını havi bir menba, bir kaynaktır. Binaenaleyh zerrat-ı âlemin adedince iman nimetlerine hamd ü sena etmek bir borçtur. Risale-i Nur’un eczasında bir kısmına işaretler yapılmıştır. Maahaza iman-ı billahtan bahseden Risale-i Nur’un cüz’leri, bu nimetten perdeyi kaldırarak gösteriyor.
“Elhamdülillah” lam-ı istiğrakla işaret ettiği umum hamdler ile hamdedilmesi lâzım olan nimetlerden birisi de, Rahmaniyet nimetidir. Evet Rahmaniyet, zevilhayattan rahmete mazhar olanların sayısınca nimetleri tazammun etmiştir. Çünki bilhassa insan, herbir zihayatla alâkadardır. Bu itibarla insan her zihayatın saadeti ile saidleşir ve elemleri ile müteessir olur. Öyle ise herhangi bir fertte bulunan bir nimet, arkadaşlarına da bir nimettir.
Ve keza validelerin şefkatleri ile nimetlenen çocukların sayısınca nimetleri tazammun edip ona göre hamdlere, senalara kesb-i istihkak edenlerden birisi de Rahimiyettir. Evet annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette validelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur. İşte bu gibi zevkler birer nimettir hamd ve şükürler ister.” (Ş: 758)
2868- “Ve keza, esma-i hüsnadan “Vâris” isminin tecelliyatı adedince ve babalar gibi usûlün zevalinden sonra baki kalan füruatın sayısınca ve âlem-i âhiretin mevcudatı adedince ve uhrevî mükâfatları almağa medar olmak üzere hıfzedilen beşerin amelleri sayısınca, sadası ile şu fezayı dolduracak kadar büyük bir “Elhamdülillah”ile hamd edilecek hafiziyet nimetidir. Çünki ni’metin devamı, ni’metin zatından daha kıymetlidir. Lezzetin bekası, lezzetten daha lezizdir. Cennet’te devam, Cennet’in fevkindedir ve hakeza...
Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’ın hafiziyeti tazammun ettiği nimetler, bütün kâinatta mevcut bütün nimetlerden daha çok ve daha üstündedir. Bu itibarla dünya dolusu ile bir “Elhamdülillah” ister. Şu zikredilen dört isme baki kalan esma-i hüsnayı kıyas et ki; herbir isminde sonsuz ni’metler bulunduğu için sonsuz hamdleri, şükürleri istilzam eder.
Ve keza, bütün nimet hazinelerini açmak salahiyetinde olan nimet-i imana vesile olan Hz. Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm dahi öyle bir nimettir ki; nev-i beşer ilel’ebed O Zat’ı (A.S.M.) medh ü sena etmeye borçludur. Ve keza, maddi ve manevi bütün nimetlerin envaına fihriste ve kaynak olan İslâmiyet ve Kur’an nimeti de gayr-ı mütenahi hamdleri bil’istihkak istilzam eder.” (Ş.759)
2869- “Zat-ı Hayy-ı Kayyum, insana bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva-ı ihsanatını tattırmak için öyle iştihalı bir mide vermiş ki, o midenin geniş sofrasını hadsiz enva-i mat’umatıyla kerimane doldurmuş. Hem bu maddi mide gibi, hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i nimet açmış. O hayat ise, duyguları vasıtasıyla, o sofra-i nimetten her çeşit istifadeler ile, teşekküratın her nev’ini yapar. Ve bu hayat midesinden sonra bir insaniyet midesini vermiş ki, o mide hayattan daha geniş bir dairede rızk ve nimet ister. Akıl ve fikir ve hayal, o midenin elleri hükmünde; semavat ve zemin genişliğinde, o sofra-i rahmetten istifade edip şükreder. Ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için, İslâmiyet ve iman akidelerini, çok rızık ister bir manevi mide hükmüne getirip, onun rızık sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde genişletip, Esma-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mide ile İsm-i Rahman’ı ve İsm-i Hakîm’i en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder. “Elhamdülillahi alâ rahmaniyyetihi ve alâ hakîmiyyetihi” der ve hakeza... bu manevi mide-i kübra ile hadsiz nimet-i İlahiyeden istifade edebilir; ve bilhassa o midedeki muhabbet-i ilahiye zevkinin daha başka bir dairesi var.” (L.353)
2870- “Eğer desen: “Şu küllî hadsiz nimetlere karşı, nasıl şu mahdud ve cüz’î şükrümle mukabele edebilirim?
Elcevab: Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikad ile. Meselâ: Nasılki bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile, bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım.” Birden der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymetdar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünki sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.” İşte hiç ihtiyacı olmıyan ve raiyyetinin derece-i sadakat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o biçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek itikad liyakatını en büyük bir hediye gibi kabul eder. Aynen öyle de: Âciz bir abd, namazında “Ettehıyyatü lillâh” der. Yani bütün mahlukatın hayatlarıyla sana takdim ettikleri hediye-i ubudiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler sana takdim edecektim. Hem sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir. Nebatatın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir. Hem meselâ: Kavun, kalbinde nüveler suretinde bin niyet eder ki, “Ya Hâlikım! Senin esma-i hüsnanın nakışlarını yerin bir çok yerlerinde ilan etmek isterim.” Cenab-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği için, onların niyetlerini bilfiil ibadet gibi kabul eder.”Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır” şu sırra işaret eder.” (S.361)