İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə128/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   124   125   126   127   128   129   130   131   ...   169

3105- “Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaik-ı imani­yenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebi­yet verir. İmansız Cenet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşıyamaz, fakat meyvesiz yaşıyabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut ta kırk seneye kadar bir seyr-i sülûk ile bazı hakaik-ı imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bu­lunsa, o yola karşı lâkayd kalmak elbette kâr-ı akıl değil!

3106- İşte otuzüç adet Sözler, böyle Kur’anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar. Madem hakikat budur; esrar-ı Kur’aniyeye ait ya­zılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz hey’et-i İslâmiyeye en nafi’ bir nur ve dalalet vadilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.

Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünki öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenab-ı Hak şu zamanda, i’caz-ı Kur’anın manevi lemeatından olan malum Sözler’i, şu dalalet zendekasına bir tiryak hasiyetini vermiş tasavvurundayım.” (M.23)

Risale-i Nur ulûm-u âliye denen gramer, sarf-nahiv gibi ilimleri tahsil etmeden; ulûm-u âliye denen iman, marifetullah ve hikemiyat-ı İlahiye gibi yüksek ve esas teşkil eden ilimlere az zamanda isal eder. (Bak: 3666/5.p.)

3106/1- Bediüzzaman Hazretleri, âhirzamanda gelip fesadı izale edeceği rivayetlerde müjdelenen zatın kendisi olduğu yolundaki has şakirdlerinin kanaatlarının daima Risale-i Nur ve şahs-ı manevîsi hakkında doğru oldu­ğunu beyan ederek, kendini nazara vermekten çekinmiştir. Ezcümle, mevzu ile alâkalı bir mektubunda şöyle diyor:

“Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalaletten kurtarmak cihetiyle o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemamiha Risale-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı Azam ve Os­man-ı Halidî gibi zatlar bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı manevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. Bu hakikattan anlaşılıyor ki; sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek.” (S.T: 9) Daha geniş tafsilat için 2300/1-2305.p.lara bakınız.



3107- Risale-i Nur’un resmen neşredilmesinin lüzumu:

“Risale-i Nur bu mübarek vatanın manevi bir halaskârı olmak cihetiyle şimdi iki dehşetli manevi belayı mldef’etmek için matbuat âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.

O dehşetli beladan birisi: Hristiyan dinini mağlub eden ve anarşiliği ye­tiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı manevi istilasına karşı Risale-i Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî vazifesini göre­bilir ve âlem-i İslâmın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamların izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.

Ben dünyanın halini bilmiyorum fakat Avrupa’da istilakârane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmıyan dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal’a olduğu gibi; âlem-i İslâmın ve Asya kıtasının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeğe vesile olan bir mu’cize-i Kur’aniyedir.

Bu memleketin vatanperver siyasileri çabuk aklını başına alıp, Risale-i Nur’u tab’ederek resmi neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belaya karşı siper ol­sun.”(E.L.I.102)

3108- Evet “bu millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşi­likten kurtulmak ve büyük tehlikelerden halas olmak için beş esas lâzım ve zaruridir. Birincisi: merhamet. İkincisi: hürmet. Üçüncüsü: emniyet. Dör­düncüsü: haram ve helalı bilip haramdan çekilmek. Beşincisi: serseriliği bıra­kıp itaat etmektir. İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit bu beş esası te’min edip, asayişin temel taşını tesbit ve te’min eder.” (K.L.241)

Bir atıf notu:

-Risale-i Nur’un müceddidiyeti, bak: 2690/1.p.

3109- qqRİSALET }7_,‡ : Birisini bir vazife ile bir yere göndermek. *Peygamberlik. Büyük kitabla gelen peygamberlik. *Elçilik. (Bak : Nübüv­vet)

3110- qqRİVAYET }<~—‡ : Hikâye edilen hâdise veya söz. Bir hâdisenin başkalarına anlatılması. *Kuyudan halk için su çekmek. *Birisinin Peygambe­rimiz’den (A.S.M.) işittiklerini veya sahabeden duyduklarını başkasına anlat­ması veya nakletmesi. (Bak: Hadis)

Bir atıf notu:

-Rivayat-ül usul, bak: 954.p.

3111- qqRİYA š_<‡ : Özü sözü bir olmamak. İnandığı gibi hareket etme­yiş, iki yüzlülük etmek. İbadeti ve beğenilen iyi şeyleri, gösteriş ve kendini beğendirmek için yapmak. K.H. hadis 1401’de, riyaya şirk-i asgar deniyor. (Bak: Kibr, Tekellüf)

3112- “İnsanda ekseriyet itibariyle hubb-u cah denilen hırs-ı şöhret ve hodfüruşluk ve şan ü şeref denilen riyakârane halklara görünmek ve nazar-ı ammede mevki sahibi olmağa, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î küllî arzu vardır. Hatta o arzu için, hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevkeder. Ehl-i âhiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i mdünya içinde gayet dağdağalıdır; çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zaif damarıdır. Yani: Bir insanı yakalamak ve kendine çekmek; onun o his­sini okşamakla kendine bağlar, hem onun ile onu mağlub eder.” (M.412)

3313- “Riyaya dair “üç nokta” yazılacak:

Birincisi: Farz ve vaciblerde ve şeair-i İslâmiye’de ve Sünnet-i Seniyenin ittibaında ve haramların terkinde riya giremez. İzharı riya olamaz. Meğer ga­yet za’f-ı imanla beraber, fıtraten riyakâr ola. Belki şeair-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfasından çok derece daha sevablı olduğunu, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî (r.a.) gibi zatlar beyan ediyorlar. Sair nevafilin ihfası çok sevablı olduğu halde; şeaire temas eden, hususan böyle bid’alar zamanında itiba-ı Sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebair içinde haramların terkindeki takvayı izhar etmek, değil riya belki ihfasından pek çok derece daha sevablı ve halistir. (Dini tebliğde aşağılık duygusuna kapıl­mamak, bak: 1882.p.)



3114- İkinci Nokta: Riyaya insanları sevkeden esbabın birincisi: Za’f-ı imandır. Allah’ı düşünmeyen, esbaba perestiş eder, halklara hodfüruşlukla riyakârane vaziyet alır. Risale-i Nur şakirdleri, Risale-i Nur’dan aldıkları kuv­vetli iman-ı tahkikî dersiyle; esbaba ve nâsa ubudiyet noktasında bir kıymet, bir ehemmiyet vermiyor ki, ubudiyetlerinde onlara gösterişle riya etsinler.

3115- İkinci Sebeb: Hırs ve tama’, za’f u fakr noktasında teveccüh-ü nası celbine medar riyakârane vaziyet almıya sevkediyor. Risale-i Nur’un şakirdleri, iktisad ve kanaat ve tevekkül ve kısmetine rıza gibi, Risale-i Nur’un dersinden aldıkları izzet-i imaniye, inşaallah onları riyadan ve dünya menfaatleri için hodfüruşluktan men’eder.

3116- Üçüncü Sebeb: Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, ta­sannu’kârane haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek ve tekellüfkârane lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek tarzını takınmak ile riya eder. Risale-i Nur şakirdleri ene’yi nahnü’ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı manevisinin hesabına çalış­ması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarikatın “fena fişşeyh” ve “fena firresul” ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de “fena fil-ihvan” yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı mane­visi içinde eritip öyle davrandığı için, inşaallah ehl-i hakikatın riyadan kur­tulmaları gibi, bu sır ile onlarda kurtulurlar.

3117- Üçüncü Nokta: Vazife-i diniye itibariyle, nâsa hüsn-ü kabul ettir­mek, o makamın iktiza ettiği yüksek tavırlar ve vaziyetler, hodfüruşluk ve riya sayılmaz ve sayılmamalı. Meğer o adam, o vazifeyi kendi enaniyetine tabi edip isti’mal ede. Evet bir imam imamet vazifesinde tesbihatları izhar eder, isma’ eder; hiç bir cihetle riya olamaz. Fakat vazife haricinde, o tesbihatları aşikâre halklara işittirmeye riya girebildiği için, gizlisi daha sevablıdır.

3118- Risale-i Nur’un hakiki şakirdleri, neşriyat-ı diniyelerinde ve ittiba-ı sünnetteki ibadetlerinde ve içtinab-ı kebairdeki takvalarında, Kur’an hesa­bına vazifedar sayılırlar. İnşaallah riya olmaz. Meğer ki, Risale-i Nur’a başka bir maksad-ı dünyeviye için girmiş ola.” (K.L. 184)

Bir atıf notu:

-Mevlana Cami’nin riyakârane konuşan bir şahsı ikaz etmesi, bak: 680.p.

3119- Riyakârlar mahşerde nâsın huzurunda teşhir edileceklerini bildiren iki hadis meali:

“Yaptığı ibadeti insanlara işittirip ve öğülmesini isteyen kimseyi Allah kı­yamet gününde insanların huzurunda rezil eder. Müraîlik yapanı da kıyamet gününde insanlara teşhir eder.” (265)

“Allah’ın kendisine bolluk verdiği, malların her çeşidini ihsan ettiği kim­sedir ki, Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah, kendisine verilen nimetleri kar­şısına çıkarır. O da bütün bunların kendisine verildiğini kabul eder ve Allah kendisine: Şu elde ettiğin nimetlerle ne yaptın, der. O da verilmesini arzu et­tiğin ne kadar yer varsa hep o yerlerde ve o yolda dağıttım, cevabını verir. Allah Teala: Yalan söylüyorsun. Sen bütün bunları kendine “Ne cömert adam!” dedirtmek için yaptın ve sana dediler de. Sonra meleklere onu alma­larını emreder. Ve yüz üstü sürüklendirilerek Cehennem’e atılır.” (266) (İ.M. Kitab-üz Zühd, 21. babı, riya ve süm’a hakkındadır.)

Mü’minin dili ile kalbi aynı olması ve komşularının kendinden emin bu­lunmasının hüzumu, bak: R.E. 91/1



Şeairi izhar edip göstermek, salabet-i diniyeden olduğu halde; müslümanlar arasında şahıs, kendi zenginlik ve hamasetini ve sair hususi­yetlerini şahsını nazara verip tefahura vesile ederek gösterse, mezmum sayı­lır. Meselâ sarıklar, güzel ve gösterişli sarılıp izhar edilirken (Bak: 3494.p.) İ.M. 32. Kitab-ül Libas, 24. babında şöhret vesilesi yapılan elbiseler yasakla­nır. Keza aynı eserin 4118. hadisinde de: Bezazet (yani mütevazi, süssüz ve eski elbise giymek) imandandır buyurulur.

Bir atıf notu:

-Medeniyet-i hazıra riyaya, şan ü şeref namına vermiş, bak: 2276.p.

3120- Riya ile alâkalı, Kur’andan birkaç not:

-Gösteriş için sadakat ve hayır yapanlar gibi; yapılan iyiliği, karşılığında minnet is­teyerek ibtal etmemek: (2: 264) (Bak: Habt-ı A’mal)

-Riyakârlık yapanlar: (107:6)

3121- qqRUBUBİYET }[" Y"‡ : Cenab-ı Hakk’ın her zaman her yerde her mahluka, muhtaç olduğu şöyleri vermesi, terbiye ve tedbir etmesi ve malikiyeti, besleyiciliği keyfiyeti. (Bak: Rabb, Faaliyet-i Rububiyet, Terbiye)

3122- Canlı cansız bütün mevcudatı yaratılış gayelerine göre vücud verip kavanin-i fıtriyeye imtisalen vazifelerinde istihdam ederek nokta-yı kemalle­rine erdiren Rububiyet-i İlahiyedir. İnsanlık âlemini şeriat-ı meşhuresiyle terbiye ettiği gibi, kâinatı da şeriat-ı kübra-yı fıtriyesiyle terbiye ve tavzif eder.

3123- “ Evet bütün kâinatta hususan zihayatlarda bilhassa terbiye ve ia­şelerinde her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette beraber ve birbiri içinde hakîmane, rahimane bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır ve tahak­kukuna bir bürhan-ı kat’idir. Madem bir rububiyet-i mutlaka vardır; elbette şirk ve iştiraki kabul etmez. Çünkü o rububiyetin kendi cemalini izhar ve kemalâtını ilan ve kıymetli san’atlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi en mühim maksad ve gayeleri cüz’iyatta ve zihayatta temerküz ve içtima’ ettiğinden en cüz’î bir şeye ve en küçük bir zihayata kendi başı ile müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harab eder. Ve zişuurun yüzle­rini o gayelerden ve o gayeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adavet olduğun­dan, elbette böyle bir rububiyet-i mutlaka, hiç bir cihetle şirke müsaade et­mez.” (Ş. 151)

3124- “Elhasıl: Madem Sani-i Hakîm her şey için o şeye münasib bir nokta-i kemal ve ona lâyık bir mertebe-i feyz-i vücud tayin edip ve o şeye, o nokta-i kemale sa’yedip gitmek için bir istidad vererek ona sevk ediyor ve bütün nebatat ve hayvanatta şu kanun-u rububiyet cari olmakla beraber, ce­madatta dahi caridir ki; adi toprağa, elmas derecesine ve cevahir-i âliye mer­tebesine bir terakkiyat veriyor ve şu hakikatta muazzam bir “Kanun-u Rububiyet”in ucu görünüyor.” (S. 555)

Bir atıf notu:

- Kanun-u Rububiyetin cüz’den külle aynı zamanda ve farksız tecellisi, bak: 3748.p.

3125- “ Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar! Bakınız, in­san âleminde iki daire ve iki levha vardır:

Birinci daire: Rububiyet dairesidir.

İkinci daire: Ubudiyet dairesidir.

Birinci levha: Hüsn-ü san’attır.

İkinci levha ise: Tefekkür ve istihsandır.

Bu iki daire ile iki levha arasındaki münasebete bakınız ki: Ubudiyet dai­resi bütün kuvvetiyle rububiyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşek­kür, istihsan levhası da bütün işaretleriyle hüsn-ü san’at ve nimet levhasına bakıyor. Bu hakikatı gözün ile gördükten sonra rububiyet ve ubudiyet daire­lerinin reisleri arasında en büyük bir münasebetin bulunmamasına aklınca imkân var mıdır? Ve Saniin makasıdına kemal-i ihlas ile hizmet eden ubudi­yet reisinin Sani ile azîm bir münasebeti ve kavi bir intisabı ve o intisab ile her iki daire reisleri arasında bir muarefe ve mükâleme ve alışverişin olma­masına ihtimal var mıdır? Öyle ise, bilbedahe tahakkuk etti ki, ubudiyet reisi, rububiyetin has mahbub ve makbulüdür.” (M.N. 31)



Atıf notları:

-Oruçla nefsin mevhum rububiyetini kırmak, bak: 3006.p.

-Kur’an’ın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaifini bildirmektir., bak: 2104.p.

3126- qqRUH ƒ—‡ : Can, nefes, canlılık. *Öz, hülasa, en mühim nokta. *Kur’an. İsa (A.S.). Cebrail (A.S.) *Korkmak. *İnsanın fani ve maddi varlı­ğının hayatiyetine esas olan ölümsüz ve tekâmüle müstaid kılınmış manevi varlığı. (Bak: Hayat, Melaike)

“Ruh, bir kanun-u zivücud-u haricîdir, bir namus-u zişuurdur. Sabit ve daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud ruh, makul kanunun kardeşidir. İkisi hem daimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse, yine lâyemut bir kanun olurdu.” (H.Ş. l13)



3127- Ruh, sabit ve müstakil bir cevherdir. “Nasılki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülasadır... ve şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş; hayatın bir hülasasıdır.... akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş; şuurun bir hülasasıdır... ve ruh dahi, hayatın halis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zatıdır.” (L.336)

3128- Hem nasıl ki: “Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kı­şır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarla­nır, fakat ene gençleşir. Hem kesir dağılır, fakat vahid baki kalır. Hem kesret dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki ka­lır.

İşte bak, ömrün evvelinden ta âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip ge­len bir mana, elbette delalet eder ki: O mana ebed yolunda dahi mevtin üze­rinden de atlıyacak ve cesedi yararak ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.

Hem dahi aslı fena ve fani olan maddiyat içindeki hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli cereyan etmesi de, aslı beka ve vahid-i basit olan mana ve nur ve ruhta dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine, bir hads-i sadık ve bittarik-il evla delâlet eder.” (M.Nu. 391)

3129- “Değil ruh-u beşer, hatta en basit tabakat-ı mevcudat dahi, fena için yaratılmamışlar; bir nevi bekaya mazhardırlar. Hatta ruhsuz ehemmiyet­siz bir çiçek dahi, vücud-u zahirîden gitse, bin vecihle bir nevi bekaya maz­hardır. Çünki sureti, hadsiz hâfızalarda baki kalır. Kanun-u teşekkülatı, yüzer tohumcuklarında beka bulup devam eder. Madem bir parçacık ruha benze­yen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsal-i sureti, bir Hafiz-i Hakîm tarafın­dan ibka ediliyor. Dağdağalı inkılablar içinde kemal-i intizam ile, zerrecikler gibi tohumlarında muhafaza ediliyor, baki kalır. Elbette gayet cem’iyetli ve gayet yüksek bir mahiyete malik ve haricî vücud giydirilmiş ve zişuur ve zi­hayat ve nurani kanun-u emrî olan ruh-u beşer, ne derece kat’iyetle bekaya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduğunu anlamaz­san, nasıl “zişuur bir insanım” diyebilirsin? Evet koca bir ağacın bir derece ruha benziyen proğramını ve kanun-u teşekkülatını, bir nokta gibi en küçük çekirdekte dercedip muhafaza eden bir Zat-ı Hakîm-i Zülcelal, bir Zat-ı Hafiz-i Bîzeval hakkında: “Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder” denilir mi?

3130- Herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bakiyi anlar. Evet herbir ruh, kaç sene yaşamış ise o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedahe aynen baki kalmıştır. Öyle ise: Madem cesed gelip geçicidir; mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına te’sir etmez ve mahiyetini de boz­maz. Yalnız müddet-i hayatta, tedricî cesed libasını değiştiriyor. Mevtte ise birden soyunur.

Gayet kat’i bir hads ile, belki müşahede ile sabittir ki, cesed ruh ile kaim­dir. Öyle ise ruh, onun ile kaim değildir. Belki ruh, binefsihî kaim ve hâkim olduğundan; cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklaliyetine halel vermez. Belki cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun li­bası, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasib bir gılaf-ı latifi ve bir beden-i misalîsi vardır. Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuva­sından çıkar, beden-i misalîsini giyer.” (Ş. 516)



3131- Hem “tek bir ruhun ba’delmemat bekası anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekasını istilzam eder. Zira fenn-i mantıkça kat’idir ki: Zatî bir hassa, birtek ferdde görünse; bütün efradda dahi o hassanın vücuduna hük­medilir. Çünki zatîdir. Zatî olsa, her ferdde bulunur. Halbuki değil bir ferd, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşahedata istinad eden âsâr ve beka-i ervaha delalet eden emarat o derece kat’idir ki; bize nasıl Yeni dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur; o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez. Öyle de şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i mele­kût ve ervahta; ölmüş, vefat etmiş insanların ervahı, pekçok kesretler vardır ve bizimle münasebettardırlar. Manevi hedayamız onlara gidiyor, onların nurani feyizleri de bizlere geliyor.

Hem hads-i kat’i ile vicdanen hissedilebilir ki; insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bakidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrib ve inhilale maruz değil. Çünki basittir, vahdeti var. Tahrib ve inhilal ve bozulmak ise, kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe’nidir. Sabıkan beyan ettiğimiz gibi; hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti te’min eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir. Demek vahdet ve beka, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder.

Ruhun fenası, ya tahrib ve inhilal iledir. O tahrib ve inhilal ise, vahdet yol vermez ki girsin; besatet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idam iledir. İdam ise, Cevvad-ı Mutlak’ın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği ni’met-i vücudu, o ni’met-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.

3132- Ruh zihayat, zişuur, nurani, vücud-u haricî giydirilmiş, cami’, hakikatdar, külliyet kesbetmeğe müstaid bir kanun-u emrîdir. Halbuki en zaif olan kavanin-i emriye, sebat ve bekaya mazhardırlar. Çünki dikkat edilse, maruz-u tagayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-ı sabite vardır ki, bütün tagayyürat ve inkılabat ve etvar-ı hayat içinde yuvarlanarak suretler değiştirip, ölmiyerek, yaşıyarak baki kalıyor. İşte herbir şahs-ı insanî, mahiyetinin camiiyetiyle ve küllî şuuruyla ve umumi tasavvuratıyla bir şahıs iken, bir nev’ hükmüne geçmiştir. Bir nev’e gelen ve cari olan kanun, o şahs-ı insanîde dahi caridir. Madem Fatır-ı Zülcelal, insanı cami’ bir ayine ve küllî bir ubudi­yetle ve ulvi bir mahiyetle yaratmıştır. Her ferddeki hakikat-ı ruhiye, yüzbinler suret değiştirse, izn-i Rabbanî ile ölmiyecek, yaşıyarak geldiği gibi gidecek. Öyle ise o şahs-ı insanînin hakikat-ı zişuuru ve unsur-u zihayatı olan ruhu dahi, Allah’ın emriyle, izni ile ve ibkasıyla daima bakidir.

3133- Ruha bir derece müşabih ve ikiside âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavanine dikkat edilse ve o na­muslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bakidir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tagayyürat ve inkılabat, o kanunların vahdetine te­sir etmez, bozmaz. Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülatı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmiyerek baki kalır. İşte madem en adi ve zaif emrî kanunlar dahi böyle beka ile, devam ile alâ­kadardır. Elbette ruh-u insanî, değil yalnız beka ile, belki ebed-ül âbad ile alâkadar olmak lâzım gelir.

3134- Çünki Ruh dahi Kur’anın nassı ile (17:85) |¬±"«‡ ¬h²8«~ ²w¬8 ­ƒ—Çh7~¬u­5 ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zişuur ve bir namus-u zihayattır ki; kudret-i ezeliye ona vücud-u haricî giydirmiş. Demek nasılki sı­fat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavanin, daima veya ağleben baki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin te­cellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat’idir, lâyıktır. Çünki zivücuddur, hakikat-ı hariciye sahibidir. Hem onlar­dan daha kavidir, daha ulvidir. Çünki zişuurdur. Hem onlardan daha daimî­dir, daha kıymetdardır. Çünki zihayattır.” (S. 517-518)

3135- Ruh, zaman ve mekânla kayıtlı olmayarak ve teakubiyetsiz tevec­cüh eder.

Meselâ:


“İnsannın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki: Bütün azasını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latife-i Rabbaniye olan ruh oların idaresinde onların manevi seslerini his­setmesinde ve hacatlarını görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse, ço­ğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz’ü ile bilebilir, hisse­debilir, idare edebilir. Hatta çok nuraniyet kesbetmiş ise, herbir cüz’ü ile gö­rebilir ve işitebilir.” (S. 687)

3136- “Gözle görülmeyen hurdebinî bir hayvanın ne kadar keskin duy­guları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nur-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleş­tikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. İşte hiç mümkün müdür ki; bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i batın ziruh ve zişuurlarla dolu olmasın. “(S. 509)

“Evet şu âlem-i berzahta, âlem-i ervahta bulunan ve âhirete gitmek için bekliyen hadsiz ervah-ı bakiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki, bürhan ile göstermeğe lüzum kalmaz. Hadd ü he­saba gelmiyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hatta ehl-i keşf-el kuburun onları görmeleri, hatta bir kısım avamın da onlarla muhabe­releri ve umumun da rü’ya-yı sadıkada onlarla münasebet peyda etmeleri, muzaaf tevatürler suretinde adeta beşerin ulûm-u mütearifesi hükmüne geçmiştir.” (S.515)



3137- Ruhun dört havassı:

“Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan “irade, zihin, his, latife-i Rabbaniye” herbirinin bir gayetül’-gayatı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Latifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile dördünü tazammun eder. Şeriat, şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayatü’l-gayata sevkeder.” (H.Ş.136)



3138- “Muhyiddin-i Arabî demiş: Ruhun mahlukiyeti inkişafından iba­rettir..

Evet ruh, mahiyeti itibariyle bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u haricî giydirilmiş bir namus-u zihayattır. Vücud-u haricî sahibi bir kanundur. Hz.Muhyiddin yalnız mahiyeti noktasında düşünmüştür. Vahdet-ül vücud meşrebince eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zat hârika keşfiyatıyla ve müşahedatıyla ve mühim bir meşreb sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar et­tiğinden bilmecburiye zayıf te’vilatıyla tekellüflü bir surette bazı âyatı meşre­bine, meşhudatına tatbik ediyor. Âyatın sarahatını incitiyor.” (O.L.120)



3139- “Sual: Sa’d-ı Taftazanî, biri hayvanî diğeri insanî olmak üzere ruhu ikiye taksim ettikten sonra, “Mevte maruz kalan yalnız ruh-u hayvanîdir, ruh-u insanî ise mahluk değildir ve onun ile Allah beyninde nisbet ve sebeb yoktur, cesed ile kaim olmayıp müstakill-i bizzattır” demesinin sebebi ve izahı?

Elcevab: Sa’d-ı Taftazanî’nin ®}«5Y­V²F«8 ²a«K²[«7 ­}Å[¬9_«K²9¬ž²~ ­ƒ—Çh7«~ demesi; (17:85) |¬±"«‡ ¬h²8«~ ²w¬8 ­ƒ—Çh7~ ¬u­5 sırrıyla, beka-yı ruh bahsinde beyan edildiği gibi-ruhun mahiyeti; zihayat bir kanun-u emr, zişuur bir ayine-i İsm-i Hay, zicevher bir cilve-i Hayat-ı Sermedî olduğundan mec’uldür. Bu cihetle mah­luktur denilemez. Fakat Sa’d, Makasıd ve Şerh-ül Makasıd’da, bütün muhak­kikîn-i İslâmın icmaına ve âyat ve ehadisin nususuna muvafık olarak, “O ka­nun-u emr, vücud-u haricî giydirilmiş sair mahlukat gibi mahluk ve hâdistir” demiştir. Sa’dın ezeliyet-i ruha kail olmadığına bütün âsarı şahiddir.

°}«A²K¬9 ¬yÁV7~ «w²[«"«— _«Z«X²[«" ²a«K²[«7 demesi, hulul gibi batıl bir mezhebin red­dine işarettir. Hayvanatın ruhları dahi bakidir, kıyamette yalnız cesedleri fena bulur. Mevt ise fena değil, belki alâkanın kesilmesidir.

«`«A«, «ž«— demesi, esbab-ı zahiriyenin tavassutu ve Azrail Aleyhisselâm’ın kabz-ı ervah hususundaki münacatı bahsinde denildiği gibi, ruhun doğrudan doğruya perdesiz vasıtasız icad edilmesine işarettir.

_«Z¬#~«g¬" ²aÅV«T«B²,¬~ demesi; beka-yı ruh isbatında denildiği gibi, cesed ruha dayanır, ayakta kalır. Ruh ise, bizatihi kaimdir. Cesed harab olursa daha zi­yade serbest olur, melek gibi göğe uçar, demektir ve batıl bir mezhebin red­dine işarettir.” (B.L. 258)

3140- Ruh hakkında âyetlerden birkaç not:

-Vahy ve ilka-i ruh: (16:2) (Ve yine (4:171) (40:15) (42:52) (58:22) (66:12) âyetleri de aynı hakikatla alâkalıdır.)

-Hazret-i Âdem’e (A.S.) nefh-i ruh mes’elesi: (15:29) (32:9) (38:72)

-Melaike ve ruhun urûcu (70:4)

-Kadir gecesinde melaike ve ruhun nüzûlü: (97:4)

-Yevm-il kıyamette melaike ve ruh’un saf saf olması: (78:38)

-Ruh-ul Emin: (26:193)

-Ruh-ul Kudüs: (2:87,253) (5:110) (16:102) (Bundan başka (19:17) (21: 91) âyetleri de alâkalıdır.)

3141- qqRUHBAN –_A;—‡ : Korkmak, çekinmek, yılmak. *Rahib, Hristiyan din adamı. Bu kelime Kur’anda (5:82) (9:31,34) (57:27) âyetlerinde geçer.

3142- qqRUHSAT }M'‡ : (c.Ruhus) İzin, müsaade. *Genişlik. *Kolaylık.

“Kulların özürlerine mebni kendilerine bir sühulet ve müsaade olmak üzere ikinci derecede meşru kılınan şeydir. Sefer halinde ramazan-ı şerif oru­cunun tutulmaması gibi.

Vukubulan ikraha mebni birisinin malını itlaf etmek de bu kabildendir ki, bu halde bu itlaf hakkında bir ruhsat-ı şer’iyye bulunmuş olur.

Bir hâdisede azimet ile ruhsat içtima edince azimet tarikini iltizam et­mek, bir takva nişanesi sayılır.” (H.İ.ci: l, shf:43) (Bak: Azimet, Fetva, Sedd-i Zerai’, Zaruret ve 778/3.p.)



3143- Kur’an (4:160) âyetin beyaniyle yahudilerin zulüm ve idlâllerinden dolayı kendilerine bazı helâl şeyler haram kılındı. Bu tahrim hâdisesinden de anlaşılıyor ki, şeriat, bazı füruata ait mes’elelerde cemiyetin ahvaline göre hükmeder. Cemiyette azgınlık ve sefahat arttıkça şiddet getirir. Evet, dinde bir kaidedir ki: Fitne zamanlarında ve fitne ihtimali karşısında ruhsat yolu daraltılır. Cemiyette diyanet kuvvetleşince de ruhsat kişilerin tercihlerine bı­rakılır.

Böyle sefahetin umumileştiği zamanlarda dine aykırı düşen bir kısım umumileşmiş âdetlere müsamahakâr fetvalar vermekte dikkatli olmak gerek­tir.

“Meselâ: Hâdisat-ı zamaniye bahanesiyle Vehhabilik ve Melamiliğin bir nevine zemin ihzar etmek tarzında, yani ruhsat-ı şer’iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risalet-in Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniyye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terkedilmez.” (K.L:77)

3144- Hem meselâ, zamanımızda umumileşen Avrupaî kıyafet husu­sunda Bediüzzaman, bir vesile ile şunu belirtiyor:

“Dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: “Sen yirmi senedir birtek defa takkemizi başına koymadın, eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetin ile bulundun. Halbuki onyedi mil­yon bu kiyafete girdi.”

Ben de dedim: Onyedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rı­zasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest sarhoşların kıyafet­lerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense; azimet-i şer’iye ve takva cihetiyle, yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.” (Ş. 290) diyen Bediüzzaman hayatında daima azimet yolunda yürümüştür.

3145- Bediüzzaman, ruhsat meselesiyle alâkalı olarak, o zamanın Diyanet Reisi’ne yazdığı bir mektubunda şöyle diyor:

“Muhterem Ahmed Hamdi Efendi Hazretleri!

Bir hâdise-i ruhiyemi size beyan ediyorum: Çok zaman evvel zatınız ve sizin mesleğinizdeki hocaların zarurete binaen ruhsata tabi ve azimet-i şer’iyeyi bırakan fikirler, benim fikrime muvafık gelmiyordu. Ben hem on­lara, hem sana hiddet ederdim. “Neden azimeti terkedip ruhsata tabi olu­yorlar” diye Risale-i Nur’u doğrudan doğruya sizlere göndermezdim. Fakat üç-dört sene evvel yine şiddetli kalbime sizi tenkidkârane bir teessüf geldi. Birden ihtar edildi ki:

“Bu senin eski medrese arkadaşların olan başta Ahmet Hamdi gibi zat­lar, dehşetli ve şiddetli bir tahribata karşı “ehven-üş şer” düsturuyla müm­kün olduğu kadar bir derece bir kısım vazife-i ilmiyeyi, mukaddesatın muha­fazasına sarfedip, tehlikeyi dörtten bire indirmeleri, onların mecburiyetle bazı noksanlarına ve kusurlarına inşaallah keffaret olur” diye kalbime şiddetli ihtar edildi. Ben dahi sizleri ve sizin gibilerini, o vakitten beri yine eski med­rese kardeşlerim ve ders arkadaşlarım diye hakiki uhuvvet nazarıyla bakmağa başladım.” (E.L.II.10)



3146- Kur’an (4:102) âyetinde ve Sahih-i Müslim, 6. kitab. 57. Salat-ı Havf babında zikredilen azîm bir takva hâdisesi: “Âlem-i İslâmiyetin en acib harbi olan Bedir Harbi’nde namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için düşmanın hücumu ile beraber mücahidlerin yarısı silahını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rek’at sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselâm bir Hadis-i Şerifiyle emretmiş olmasıdır. Ma­dem harpte bu ruhsat var. Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek en büyük bir hâdise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üsdat-ı Mutlak’ın böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak biz de ruh u ca­nımızla ittiba ediyoruz.” (E.L.II.246)

Atıf notları:

-İkrah-ı mülcide ruhsat ve azimet, bak: 1535.p.

-Ruhsat için gereken zaruretin tahakkuk şartı, bak: 126, 720.p.lar.

-Gayrı meşru sebeble doğan zaruret, ruhsata medar olamaz, bak: 1488.p.

3147- qqRÜŞD f-‡ : İfrat ve tefritten uzak kalarak sırat-ı müstakimi bulup bağlanmak. Hak yolunda salabet, metanet ve kemal-i isabetle dos­doğru gitmek. *Hayra isabet etmek. *Büluğa ermek. *İstikamette olmak. Di­nine ve malına zarar gelecek şeyi bilmek, doğru düşünmek. *Kişinin akıl ve idraki kavi ve tedbiri metin olmak. (Bak: İrşad)

3148- Hz.Musa’nın (A.S.) İlm-i Ledünne sahib olan zattan rüşd öğret­mesini istediğini bildiren şu âyet: “(18:66) |«,Y­8 «Ä_«5 Musa, ona dedi:

~®f²-­‡ ²a«W¬±V­2 _ÅW¬8 ¬w«W¬±V«Q­# ²–«~ |«V«2 «t­Q¬AÅ#«~ ²u«; Talim olunduğun ilimden bir rüşd için bana talim etmek üzere sana ittiba’ edebilir miyim? -Rüşd, hayra isabet demektir.- Bu sözde âlime karşı tevazuun lüzumuna ve ilim tahsilin­den maksad-ı aslî iktisab-ı rüşd olmasına ve taleb-i ilimde tenezzül, edeb, ne­zaket, takib ve hizmet şart bulunduğuna delalet vardır.” E.T. 3263)



3149- Rüşd hakkında Kur’andan birkaç not:

-Kur’an hakaikıyla rüşd, gavayetten (dalaletten) ayrılıp tebeyyün ettiğinde dinde ik­rah olmaz. (2:256)

-Rüşd ve isabet yolunu görseler de o yola giremeyip dalalete sapanlar: (7:146)

-Allah tarafından İbrahim’e (A.S.) rüşd verilmesi: (21:51)

-Kur’an rüşd’e hidayet ettiğini cinler de itiraf ettiler: (72:2)

-Fir’avn kendi re’yine sebil-ür reşad (rüşd yolu) deyip davet ederken, ona karşı ha­kiki sebil-ür reşada davet eden mü’minin kıssası: (40:29,38)

-Rüşd ehli olanların mühim vasıfları: (49:7) (Bak: 509/5.p. sonunda 3. bend ve 1654. p.sonu)

Bir atıf notu:

-İstişare eden rüşdden mahrum olmaz, bak: 3572.p.

3150- qqRÜŞVET ?Y-‡ : Haksız ve kanunsuz bir iş göndürmek gaye­siyle vazifeli kimseye verilen para vesair menfaat.

Kur’an (2:188) âyetinde, rüşvetin memnuiyetine delalet vardır.



3151- “Rüşvet: lügatta bir şahsa gördüğü iş mukabilinde verilen ücret, ayak teri demektir. Örfde bir hacete, bir maksada bir ustalık suretiyle ka­vuşmak için verilen mal veya yapılan herhangi bir muameledir.

Rüşvet tabiri, reşa kelimesinden alınmıştır. Reşa ise, kendisiyle kuyudan su çıkarılan ip demektir. Rüşvet de bir maksadın husulüne sebeb olduğu için bu adı almıştır. Rüşvet, bir hakkı ibtale veya bir batılı terviç ve teşmiyete âlet olduğu cihetle haramdır, en büyük günahlardan sayılmıştır. Bunu irtikab edenler, Şâri-i Hakîm tarafından tel’in edilmişlerdir. Nitekim bir hadis-i şe­rifte:

¬v²U­E²7~ |¬4 |¬L«#²h­W²7~«— |¬-~Åh7~ ­yÁV7~ «w«Q«7 (267) buyurulmuştur.

Yani: Bir hükmü ita ve istihsal hususunda rüşvet verene de, rüşvet alana da Allah Teala lanet etsin. Çünki bu, hakkı ibtale bir vesiledir. Fakat bir hakka kavuşmak veya bir zulmü def etmek için verilen rüşvet, bunu vermeğe mecbur kalan hak sahibi için bir rüşvet-i menhiyye (haram olan rüşvet) de­ğildir. Bunun mes’uliyeti bunu haksız yere satana raci’dir.



3152- Reşv: Rüşvet demektir. Rüşvet verene” raşi”, rüşvet alana “mürteşi”, rüşvet isteyene “müsterşi”, rüşvet almaya “irtişa”, rüşvet istemeğe “istirşa”, bir şahsa şerrini def’ için biraz mal vermeğe de “müraşat” denir. Müraşat, müsaade ve müsamaha manasını da ifade eder.

Rüşvete “musanaa” da denir. Hâkimlere verilen bir kısım hediyelere, bahşişlere de “minhat-ül hükkam” denir ki, bunlar da maksada bir nevi ta­sannu = kurnazlık suretiyle kavuşmağa sebeb olduğundan rüşvet hükmün­dedir.

Rüşvet, kadimden beri dinen nehy edilmiştir. Hatta Tevrat’ta da “Sakın rüşvet kabul etmeyiniz, çünkü rüşvet, hâkimlerin gözlerini hüküm husu­sunda kör eder.” diye yazılmıştır.” (H.İ. ci: 6, shf: 425)

3153- Bir hadis-i şerifte: ¬‡_ÅX7~|¬4 |¬L«# ²h­W²7~«— |¬-~Åh7«~ (268) Yani “Rüşvet veren de, rüşvet alan da ateş içindedir. Yani: Cehennem’in ateşine müstehak bulunmaktadırlar.” buyurulur. (Hâkimin rüşvet ve hediye almasının haramiyeti: T.T. ci: 3, shf:106)

3154- qqRÜYA _<¶—‡ : Uykuda görülen misalî âlem. Düş (Bak: Nevm)

Görmek manasına gelen ve re’ye >¶~‡ kök kelimesinden alınan rü’ya, geniş manasıyla göz, akıl, kalb, ruh, lâtife-i Rabbaniye gibi cihazat-ı muhte­life ile görmek diye tabir edilir.

Nitekim Risale-i Nur’da akıl gözü, nazar-ı aklî, kalb gözü, iman gözü, iman nazarı, nazar-ı fikrî, nazar-ı gayb-bin nazar-ı hayal ve rü’ya-yı hayaliye gibi cihazat-ı muhtelife ile görmek manasına gelen ifadeler, bu gibi tabirler, görmenin envaına bakar.

Evet, Risale-i Nur’da rü’ya-i hayaliye, vakıa-i hayaliye gibi tabirler, alem-i misal gibi manevi alemlerdeki temessülatın müşahedelerine ve manevi mec­lisleriyle münasebete delalet eder.



3155- Kur’an (12:44) âyetinde (adgas-ül ahlam) tabir edilen rü’yadan bahsedilir. “Yani, yaşı kurusuna karışmış ot demetleri gibi, yenisi eskisine ka­rışmış bir yığın uyku halatıdır. Edgas, dad’ın kesriyle dıgs’ın cem’idir. Dıgs, yaşı kurusu karışık ot demeti demektir. Hulm, uykuda görülmüş boş hayaldir ki, ihtilam bundan me’huzdur. Binaenaleyh “adgas-ü ahlam” terkibi izafet-i teşbihiyesidir ki, adgas gibi karma karışık; ahlam, demet demet evham hali­tası, hayalat yığını düşler demektir. Lügatta hulüm ve ahlam, alelumum rü’ya hâdiselerinden eamm olarak kullanılırsa da burada rü’yanın mukabili olarak kullanılmış olduğu zahirdir.” (E.T. 2863)

“Rü’ya misalin zılli, misal ise berzahın zılli olmuştur. Ondan onların düsturları birbirine benziyor.” (S.717)

Demek âlem-i berzah, âlem-i misal ve rü’ya, vücud dereceleri farklı ol­makla beraber mahiyetleri birbirine benzer. (Bak: Âlem-i Misal)

3156- Kur’an (12:43) âyetinin bir cümlesi olan: «–—­h¬A²Q«# _«< Ì—ÇhV¬7 ²v­B²X­6 ²–¬~ ve emsali âyetlerin tefsir ve izahında Bediüzzaman Hazretleri şu bilgiyi veri­yor: “Hayalatlara karşı kapısı açık olan rüyaları, tahkiki bir surette mevzubahs etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden; o cüz’i hâ­dise-i nevmiye münasebetiyle, mevtin küçük bir kardeşi olan nevme (Bak: 2850.p.) ait ilmî ve düsturî olarak altı nükte-i hakikatı âyat-ı Kur’aniyenin işa­ret ettiği vecihte beyan edeceğiz.

Birincisi: Sure-i Yusuf’un mühim bir esası, rü’ya-yı Yusufiye olduğu gibi; (78:9) _®#_«A­, ²v­U«8²Y«9 _«X²V«Q«%«— âyeti misillü çok âyetlerle, rü’yada ve nevmde perdeli olarak ehemmiyetli hakikatlar var olduğunu gösterir.



3157- İkincisi: Kur’an ile tefe’üle ve rü’yaya itimada ehl-i hakikat tarafdar değiller. Çünki Kur’an-ı Hakîm, ehl-i küfrü kesretle ve şiddetli bir tarzda vu­ruyor. Tefe’ülde, kâfire ait şiddeti, tefe’ül eden insana çıktığı vakit yeis veri­yor, kalbi müşevveş ediyor. Hem rü’ya dahi hayr iken, bazı aks-i hakikatla göründüğü için şer telakki edilir, yeise düşürür, kuvve-i maneviyeyi kırar, su’-i zan verir. Çok rü’yalar varki: Sureti dehşetli, zararlı, mülevves iken; tabiri ve manası çok güzel oluyor. Herkes rü’yanın suretiyle manasının hakikatı ma­beynindeki münasebeti bulamadığı için; lüzumsuz telaş eder, me’yus olur, keder eder.

3158- Üçüncüsü: Hadis-i Sahih ile nübüvvetin kırk cüz’ünden bir cüz’ü nevmde rüya-yı sadıka suretinde tezahür etmiş. Demek rü’ya-yı sadıka hem haktır, hem nübüvvetin vezaifine taalluku var. Şu üçüncü mes’ele, gayet mü­him ve uzun ve nübüvvetle alâkadar ve derin olduğundan, başka vakte talik ediyoruz; şimdilik o kapıyı açmıyoruz.

3159- Dördüncüsü: Rü’ya üç nevidir: İkisi, tabir-i Kur’an’la ¯•«Ÿ²&«~ ­_«R²/«~ da dahildir; tabire değmiyor. Manası varsa da ehemmiyeti yok. Ya mizacın inhirafından kuvve-i hayaliye şahsın hastalığına göre bir terkibat, tasvirat yapıyor; yahut gündüz veya daha evvel, hatta bir iki sene evvel aynı vakitte başına gelen müheyyic hâdisatı, hayal tahattur eder; tadil ve tasvir eder, başka bir şekil verir. İşte bu iki kısım ¯•«Ÿ²&«~ ­_«R²/«~ dır, tabire değmi­yor.

3160- Üçüncü kısım ki, “Rü’ya-yı Sadıka”dır. O doğrudan doğruya ma­hiyet-i insaniyedeki latife-i Rabbaniye, âlem-i şehadetle bağlanan ve o âlemde dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla, âlem-i gayba karşı bir mü­nasebet bulur, bir menfez açar. O menfez ile, vukua gelmeye hazırlanan hâ­diselere bakar ve Levh-i Mahfuz’un cilveleri ve mektubat-ı kaderiyenin nümuneleri nevinden birisine rastgelir, bazı vakıat-ı hakikiyeyi görür. Ve o vakıatta, bazan hayal tasarruf eder, suret libasları giydirir. Bu kısmın çok enva’ı ve tabakatı var. Bazı aynen gördüğü gibi çıkar, bazan bir ince perde altında çıkıyor, bazan kalınca bir perde ile sarılıyor.

Hadis-i Şerifte gelmiş ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın bida­yet-i vahiyde gördüğü rü’yalar; subhun inkişafı gibi zahir, açık, doğru çıkı­yordu.



3161- Beşincisi: Rü’ya-yı sadıka, hiss-i kablelvukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cüz’î-küllî vardır. Hatta hayvanlarda dahi var­dır.

...Umum avam için dahi bir nevi velayete mazhariyet var ki, rü’ya-yı sadıkada evliya gibi, gaybî ve istikbalî olan şeyleri görüyorlar. Evet uyku nasılki avam için rü’ya-yı sadıka cihetinde bir mertebe-i velayet hükmünde­dir; öyle de umum için, gayet güzel ve muhteşem bir sinema-i Rabbaniyenin seyrangâhıdır. Fakat güzel ahlâklı güzel düşünür, güzel düşünen güzel lev­haları görür, fena ahlâklı fena düşündüğünden, fena levhaları görür. Hem herkes için, âlem-i şehadet içinde âlem-i gayba bakan bir penceredir.

Hem mukayyed ve fani insanlar için, saha-i ıtlak bir meydan ve bir nevi bekaya mazhar ve mazi ve müstakbel, hal hükmünde bir temaşagâhtır. Hem tekâlif-i hayatiye altında ezilen ve meşakkat çeken ziruhların istirahatgâhıdır. İşte bu gibi sırlar içindir ki, Kur’an-ı Hakîm (78:9) _®#_«A­, ²v­U«8²Y«9 _«X²V«Q«%«— nev’indeki âyetlerle, hakikat-ı nevmiyeyi ehemmiyetle ders veriyor.

3162- Altıncısı ve en mühimmi: Rü’ya-yı sadıka benim için hakkalyakîn derecesine gelmiş ve pek çok tecrübatımla, kader-i İlahînin her şeye muhit olduğuna bir hüccet-i katı’ hükmüne geçmiştir. Evet bu rü’yalar, benim için hususan bu birkaç sene zarfında o dereceye gelmiştir ki; meselâ yarın başıma gelecek en küçük hâdisat ve en ehemmiyetsiz muamelat ve hatta en adi muhaverat yazılı olduğunu ve daha gelmeden muayyen olduğunu ve gecede onları görmekle, dilim ile değil, gözüm ile okuduğum bana kat’i olmuştur. Bir değil, yüz değil, belki bin def’a gecede, hiç düşünmediğim halde gördü­ğüm bazı adamlar veyahut söylediğim mes’eleler, o gecenin gündüzünde, az bir tabir ile aynen çıkıyor. Demek en cüz’î hâdisat vukua gelmeden evvel hem mukayyeddir, hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok. Hâdisat başı boş gelmiyor, intizamsız değillerdir.” (M: 346-349)

3163- Rü’yalar, ahkâm-ı şer’iyeye medar olamazlar, fakat müsbet rüya-i sadıka bazı gizli hâdiselerin keşfine medar olur. Ezcümle, Mustafa Çavuş ismindeki Bediüzzaman’ın bir talebesine “ehl-i dünya onun safvet-i kalbin­den istifade ederek dediler ki: “Sözlerin bir kâtibi olan Hâfız’ın sarığına ilişe­cekler. Hem gizli ezan, muvakkaten terkedilsin. Sen kâtibe söyle, cebir gör­meden evvel sarığı çıkarsın.” O bilmiyordu ki: Hizmet-i Kur’aniyede bulu­nan birisinin sarığını çıkarmağa dair sözü tebliğ etmek, Mustafa Çavuş gibi yüksek ruhlulara pek ağırdır. Onların sözlerini tebliğ etmiş. O gece rü’yada ben görüyordum ki: Mustafa Çavuş’un elleri kirli, kaymakam arkasında ola­rak odama geldi. İkinci gün ona dedim: “Mustafa Çavuş sen bugün kim ile görüştün? Seni elin mülevves bir surette kaymakamın arkasında gördüm.” Dedi: “Eyvah! Bana böyle bir söz, muhtar söyledi, kâtibe söyle. Ben arka­sında ne olduğunu bilmedim.”“ (L. 48) dedi ve hatasını anladı.

3164- Diğer bir vakıa-i sadıkayı da Bediüzzaman şöyle anlatır:

“Eski Harb-i Umumi’den evvel ve evailinde, bir vakıa-i sadıkada görüyo­rum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, müthiş infilaketti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O deh­şet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: “Ana korkma! Cenab-ı Hakk’ın emridir; o Rahim’dir ve Hakîm’dir.” Birden o halette iken baktım ki, mühim bir zat bana âmirane diyor ki: “İ’caz-ı Kur’anı beyan et”.

Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabdan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an, kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ana hücum edilecek; i’cazı, onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fev­kinde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak. Ve namzed olduğumu anladım.” (M. 368)

Bu vakıa-i sadıkanın bir derece meal ve te’vilini anlamak için: 386, 387. p.lara bakınız.

Not: 364. p.da bulunan (Rü’yada Bir Hitabe) başlıklı yazıda anlatılan hâ­dise de, mezkûr vakıa-i sadıkanın benzeridir.

3165- Kötü rü’yaların anlatılmamasını emreden bir hadis-i şerif mealinde şöyle buyurulur:

“Sizden biriniz sevdiği bir rüya görürse, bilsinki o Allah’tandır, bunun için Allah’a hamdetsin ve rüyasını anlatsın. Sevmediği bir şey görürse bu şeytandandır; bunun için şerrinden Allah’a sığınsın ve bu rü’yayı kimseye anlatmasın. (Böyle yaptıktan sonra) bu rü’ya kendisine bir zarar vermez.” (269)



Bir atıf notu:

-Dinde yasaklanan fal şekli, bak: 3718.p.

3166- Kur’an (8:43) âyeti, Resulullah’a rü’yada harb edecekleri düşman­ları az miktarda gösterildiğini, (37:102) âyeti ise, İbrahim (A.S.) oğlunu kur­ban etmesini rü’yada gördüğünü bildirir.

3167- Rüya ve tabirleri hakkında hadis kitablarından birkaç me’haz:

-Sahih-i Buhari, 91. Kitab-ı Ta’bir. (Bu kitab Buhari tercemesinde: 12. cildin 295. sahifesindedir.)

-Sahih-i Müslim, 42. Kitab-ür Rüya. (Bu kısım dahi aynı kitabın tercemesinde 7. cild, 129. sahifesindedir.)

-İbn-i Mace, 35. Kitab-ür Rüya. (Aynı kitabın tercemesinde 10. cild, 89. sahifede.)

-T.T. 4. cild, 576. sahifede.

3167/1- Rüya hakkında âyetlerden bir kaç not:

-Yusuf (A.S.)’ın onbir yıldızın kendisine secde ettiğini rüyada görmesi ve rüya tabi­rindeki mahareti: (12:4, 7,100)

-Yusuf (A.S.)’ın isabetli rüya te’vili: (12:43-49)

-Peygamberimiz’in (A.S.M.) gördüğü rüyasının Hudeybiye zaferiyle tasdik edilmesi: (48:27)

-Peygamberimiz’in (A.S.M.) Mi’rac müşahedeleri veya bazı zaferleri müjdelemek gibi çeşitli tefsirleri yapılan ve bir imtihan vesilesi olan rüya ve rü’yeti: (17:60)

3168- qqRÜ’YETULLAH yV7~ }<¶—‡ : Cennet’te mü’minlerin ehadiyet sırrıyla Allah’ı görmeleri ki, Kur’an (75:23) âyetinde bu müjdeyi veriyor. Bu gelen âyet de kâfirlerin rü’yetullahtan mahrumiyetlerini şöyle beyan ediyor:

“(83:14) ÅŸ«6 Hayır, hayır-bu okunan âyetler esatîr-i evvelîn değildir. ²u«" Fakat - öyle diyenlerin «–Y­A¬K²U«<~Y­9_«6_«8 ²v¬Z¬"Y­V­5|«V«2«–~«‡ kazançları, kesbedip durdukları ve kâr sandıkları günahlar, kalblerinin üzerine pas bağlamıştır... (83:15) ŶŸ«6 Hayır hayır- öyle reyn veren, kalb körleten kesiblerden zecirdir. Sebebi de ¯g¬¶[«8²Y«< ²v¬Z¬±"«‡ ²w«2 ²v­ZÅ9¬~ çünkü onlar; o tekzib edenler, o kıyam günü Rablarından «–Y­"Y­D²E«W«7 muhakkak mahcub kalırlar. Yani hicab ve hail arkasında kalır, onu görmekten memnu’ ve mahrum bırakılırlar.” (E.T. 5658)



3169- Fakat mü’minler için,”iman ve muhabbetullahın neticesi: Ehl-i ke­şif ve tahkikin ittifakiyle; dünyanın bin sene hayat-ı mes’udanesi, bir saatine değmeyen Cennet hayatı... ve Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat mü­şahedesine değmeyen bir kudsi, münezzeh cemal ve kemal sahibi olan Zat-ı Zülcelal’in müşahedesi, rü’yetidir ki (270) hadis-i kat’i ile ve Kur’anın nassıyla sabittir. Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm gibi muhteşem bir kemal ile meş­hur bir zatın rü’yetine iştiyaklı birmerak; Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir cemal ile mümtaz bir zatın şuhuduna meraklı bir iştiyak; herkes vicdanen hisseder. Acaba dünyanın bütün mehasin ve kemalatından binler derece yüksek olan Cennet’in bütün mehasin ve kemalatı, bir cilve-i cemali ve ke­mali olan bir zatın rü’yeti, ne kadar mergub, merak-aver ve şuhudu ne de­rece matlub ve iştiyak-aver olduğunu kıyas edebilirsen et...” (S.650) (Bak: 537.p).

3170- Mi’racda Resulullah’ın rü’yetullaha mazhariyeti hakkında imamlar arasında bazı rey’ farkı varsa da, Cennet’te mü’minlerin rü’yete mazhar ola­cakları müttefekun aleyhtir. Mi’racdaki rü’yet de vahidiyetle değil, ehadiyet sırrıyla olduğu beyan edilmiştir. (Bak: Ehadiyet ve 2452.p.)

Bir rivayette Cebrail (A.S.) ile Cenab-ı Hak arasında nurdan yetmiş bin perde olduğu ve bu perdelerin en ednasını görse Cebrail’in yanacağı zikredi­lir. (R.E. 294)

Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi, Ahmed Davudoğlu, l. Kitab-ül İman 77. Babı; Mi’racdaki rü’yetullaha dairdir.

3170/1- Tecelli-i İlâhiye ile alâkalı olarak İ.M. 1262. hadîsin bir kıs­mında: Allah bir mahluka tecelli ettiği zaman o şey Allah’a karşı huşu’ eder diye geçer. S.M. kitab-ül imanın 316. hadîsin bir kısmında: cennette de Al­lah’ın kullarına tecelli edeceği bildirilir.

Bu gibi rivayetlerde bahsolunan tecelli-i esmânın mahiyeti ve hakikatı bu dünyada aynıyla bilinmez. Nitekim bir âyette şöyle buyuruluyor:

(7:143) _«X¬#_«T[¬W¬7 |«,Y­8 «š_«% _ÅW«7«— vaktaki Musâ- biraderini halef bırakıp mîkatımızda, yani, tayin ettiğimiz vakt-i mahsusta geldi.

­yÇ"«‡ ­y«WÅV«6«— ve Rabb’i onu kelâmiyle bekâm etti - meleklere olan kelâmı gibi bilâ vasıta ve vera-i hicabdan ona kelâm söyledi.

_È[¬D«9 ­˜_«X²"Åh«5«— (19:52) kavl-i İlahisi delalet eder ki, bu kelam « necvâ» (*) idi. Musa Aleyhisselam kelâmullahı her cihetten işitiyordu diye bir rivayet vardır. Bu da gösterir ki Allah’ın kelâmını işitmek, mahluk kelâmı işitmek gibi değildir. Rabbi onu böyle doğrudan doğru fakat vera-i hicabdan kelâ­mıyla bekâm edip (muradına erdirip) kelîm kılınca kelâmullahın neş’e-i zev­kiyle Musâ’da şevk-i rüyet galeyana geldi de «t²[«7¬~ ²h­P²9«~ |¬9¬‡«~ |¬±"«‡ «Ä_«5 ya Rab, bana göster sana bakayım dedi - yani hicabı kaldır, bana bizzat tecelli et de dîdârını görmek nasib eyle diye yalvardı.

|¬9~«h«# ²w«7 «Ä_«5 Rabbi dedi: Beni kat’iyyen görmeyeceksin

¬u«A«D²7~|«7¬~ ²h­P²9~ ¬w¬U«7«— ve lâkin dağa bak |¬9~«h«# «¿²Y«K«4 ­y«9_«U«8 Åh«T«B²,~ ¬–¬_«4 eğer yerinde durursa beni göreceksin. Bunun üzerine ¬u«A«D²V¬7 ­yÇ"«‡ |ÅV«D«# _ÅW«V«4 Rabbi dağa tecelli edince - ki bu bir tecelli-yi izafidir. Yani zatındaki bütün azamet ve kudret-i mutlaka değil, azamet-ü kudretinden bir lemha zuhur ve bir emr ü iradesi dağa tasaddî ediverince _È6«… ­y«V«Q«% onu hürd u haş eyledi, ufalayıverdi. Musâ’da şiddetle baygın düştü. (E.T. 2276-2277) (Bak: 465.p.sonu)

3171- Cennet’te mü’minlerini rü’yetullaha mazhar olacakları, hadislerde de kat’iyetle müjdelenmiştir. Ezcümle: T.T. 5. cild, l176, l177, l178 . hadisler sarihtir. S.B.M. 2 cild, 450. hadis, Cennet ve Cehennem ehlinin ahvalini tas­vir eden rivayette de zikredilir.

Sahih-i Buhari Kitab-üt Tevhid, 24. Bab ve Sahih-i Müslim Kitab-ül İman, 80 ve 81. Bablar ve İbn-i Mace, Mukaddime 13. Babda, Cennet’te rü’yetullahı bildiren hadisler vardır.



Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   124   125   126   127   128   129   130   131   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin