İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə129/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   125   126   127   128   129   130   131   132   ...   169

S


3127- SABIKÎN-İ İSLÂM •Ÿ,É~ ¬w[T"_, : En evvel müslüman olan sahabeler. Kur’an (9:100) (56:10) âyetlerinde bahsedilir. (Bak: Ashab-ı Suffa ve Selef-i Salihîn)

3173- qqSABR hA. : (Sabır) Acıya ve zorluğa katlanmak. Bir musibet ve belaya uğrayanın, hikmet ve rahmet-i İlahiyeye itimaden, telaş ve feryad et­meyip sonunu bekleyerek tahammül ile katlanması. Kur’an ve hadislerde sa­bırdan çok bahsedilir. (Bak: Hecr-i Cemil, Hırs, Musibet)

İnsan hayatında sabrın yeri çok ehemmiyetlidir. Zira dünyanın zevk ve menfaatlerini şiddetli arzulayan nefisteki hislere karşı - ebedî hayatta o zevkler en âlâ şekliyle verileceğine istinaden - sabırla mukabele edilmezse, insan sefahete ve dalalete sapar. Keza dinî teklifler olan ibadetlerden de kaçmak isteyen nefsin tenbelliği sabırla yenilmezse, Allah’a karşı münasebet bağlarını koparmış bir insanın hazin haline düşülür. Halbuki Allah şu dünya hayatını sonsuz hikmetiyle imtihana sahne yapmıştır ki, dünya hırsıyla koşu­şanlar rıza-i İlahî için çalışanlar birbirinden ayrılsın.

İşte bu imtihan sahnesinin dünyaya ve ukbaya ayrılan iki yoldan, âhiret cihetinin tercih edilmesinde sabrın vazifesi büyüktür.

3174- Bir Sual: Kur’anda (2:153,8:46) âyetlerinde geçen «w<¬h¬"_ÅM7~«p«8 «yÁV7~ ¬±–¬~ de hikmet ve gaye nedir?

Elcevab: Cenab-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, vücud-u eşyada bir merdivenin basamakları gibi bir tertib vaz’etmiş. Sabırsız adam teenni ile ha­reket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır; maksud damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebebdir. Sabır ise müşkilatın anahtarıdır ki, ¬‚«h«S²7~ ­ƒ_«B²S¬8 ­h²AÅM7~«—  °h¬,_«' °`¬¶<_«' ­l<¬h«E²7«~ (271) durup-u emsal hükmüne geçmiştir. Demek Cenab-ı Hakk’ın inayet ve tevfiki, sabırlı adamlarla beraberdir. Çünki sabır üçtür.

Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvadır. (2:194) «w[¬TÅB­W²7~ «p«8 «yÁV7~ Å–¬~ sırrına mazhar eder.

İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir. (3:149)

«w<¬h¬"_ÅM7~Ç`¬E­< «yÁV7~ Å–¬~  «w[¬V¬±6«Y«B­W²7~ Ç`¬E­< «yÁV7~ Å–¬~ (3:159) şerefine mazhar ediyor. Ve sabırsızlık ise Allah’tan şikayeti tazammun eder. Ve ef’alini tenkid ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet musibetin darbe­sine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaif insan ağlar; fakat şekva O’na olmalı, O’ndan olmamalı.

Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın ¬yÁV7~ |«7¬~ |¬9²i­&«—|¬±C«" ~Y­U²-«~ _«WÅ9¬~ (12:86) demesi gibi olmalı. Yani musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insan­lara şekva eder gibi, “Eyvah! Of!” deyip, “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi” diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır.

Üçüncü Sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete kadar çıkarıyor. En büyük makam olan ubudiyet-i kâmile cani­bine sevkediyor.” (M. 280)

3175- Her şeyde olduğu gibi sabırda da sırat-ı müstakim vardır. Evet “Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fani hayatı baki tevehhüm etmsiyle sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp, hal-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar. Adete -haşa- Cenab-ı Hakk’ı insanlara şekva eder.

Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık göste­rir. Çünkü geçmiş herbir gün, musibet ise, zahmeti gitmiş rahatı kalmış; elemi bitmiş zevalindeki lezzet kalmış; sıkıntısı geçmiş, sevabı kalmış. Bun­dan şekva değil, belki mütelezzizane şükretmek lâzımgelir. Onlara küsmek değil bilakis muhabet etmek gerektir. Onun o geçmiş fani ömrü, musibet va­sıtasıyla baki ve mes’ud bir nevi ömür hükmüne geçer. Onlardaki âlâmı, ve­him ile düşünüp bir kısım sabrını onlara karşı dağıtmak, divaneliktir. Amma gelecek günler ise, madem daha gelmemişler; içlerinde çekeceği hastalık veya musibeti şimdiden düşünüp sabırsızlık göstermek, şekva etmek ahmaklıktır. Yarın, öbür gün aç olacağım, susuz olacağım diye bugün mütemadiyen su içmek, ekmek yemek, ne kadar ahmakçasına bir divaneliktir; öyle de, gelecek günlerdeki şimdi adem olan musibet ve hastalıkları düşünüp, şimdiden on­lardan müteellim olmak, sabırsızlık göstermek, hiçbir mecburiyet olmadan kendi kendine zulmetmek öyle bir belahettir ki; hakkında şefkat ve merha­met liyakatını selbediyor.



3176- Elhasıl: Nasıl şükür, nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de şekva, musi­beti ziyadeleştirir. Hem merhamete liyakatı sebeder.

Birinci Harb-i Umumi’nin birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat müdhiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim, bana dedi: “Yüz ge­cedir ben başımı yastığa koyup yatamadım” diye acı bir şikayet etti. Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim: “Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz gü­nün şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekva etme, on­lara bakıp şükret. Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler. Rabbin olan Rahmanurrahim’in rahmetine itimad edip, dövülmeden ağlamak, hiçten korkma, ademe vücud rengi verme. Bu saati düşün; sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir. Divane bir kumandan gibi yapma ki: Sol cenah düşman kuv­veti onun sağ cenahına iltihak edip ona taze bir kuvvet olduğu halde, sol ce­nahındaki düşmanın sağ cenahı daha gelmediği vakitte, o tutar, merkez kuv­vetini sağa sola dağıtıp merkezi zaif bırakıp, düşman edna birkuvvet ile mer­kezi harab eder. Dedim: Kardeşim, sen bunun gibi yapma, bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid et, rahmet-i İlahiyeyi ve mükâfat-ı uhreviyeyi ve fani ve kısa ömrünü, uzun ve baki birsurete çevirdiğini düşün. Bu acı şekva yerinde ferahlı bir şükret.”

O da tamamıyla bir ferah alarak: Elhamdülillah dedi, hastalığım ondan bire indi.” (L.10)

3176/1- Mevzumuzun diğer bir ciheti de şudur: Müslümanlar arasında meydana gelen dargınlık veya düşmanlıkta, menfi hareket etmeyip sabırlı olmak ve düşmanlık hissini fiile intikal ettirmemek, ehemmiyetli bir fazilettir. (Bak: 1059.p.)

3177- Sabır hakkında Kur’andan birkaç not:

-Sabır ve afvetmek en iyi harekettir. (42:43)

-Peygamberlerde bulunan yüksek sabır: (21: 85) (46:35)

-İntikam almayı terk ve sabır tavsiyesi: (16:126,127)

- Her türlü İlahî imtihan ve musibetlere karşı sabır: (2:155) (3:186) (22:35) (25:20)

-Din yolunda karşılaşılan musibetlere sabır: (31:17) (3:200)

-Muarızların sözlerine sabredip aldırmamak: (50:39) (73L:10) (Bak: Hecr-i Ce­mil)

-Sabır tavsiyeleşmek: (90:17) (103:3)

-Ehl-i Kitabdan sabır ehli olanlar: (28:54)

-Karun gibi dünyevî muaccel menfaatlara sarılmaya bedel, sabredip uhrevî hayatı ter­cih edenlerin hali: (28:79,80)

-Meşakkatlere sabredip ehl-i dünyaya boyun eğmemek, itaat etmemek: (76:24)

-(Musibetlere karşı sabırla imtihanı kazanan, Allah’ın merhamet ve yardımını celbedeceği cihetle) sabırla ve namazla Allah’a teveccüh edip istiane etmek: (2:45, 153)

-Sabrın uhrevî selâmeti: (13:23,24)

3178- Bir hadiste:

_®8²Y«5 Å`«&«~ ~«†¬~ «yÁV7~ Å–¬~«— ¬š«Ÿ«A²7~ ¬v«P¬2 «p«8 ¬š~«i«D²7~ ­v«P¬2

­n²FÇK7~ ­y«V«4 «n¬F«, ²w«8«— _«/¬±h7~ ­y«V«4 «|¬/«‡ ²w«W«4 ²v­;«Ÿ«B²"¬~

Yani: “Sevabın çokluğu, belanın büyüklüğü ile beraberdir. Allah bir kavmi (cemaatı) sevdiği zaman şüphesiz onları beliyyelerle imtihan eder. Kim ki (imtihan edildiği musibete) rıza gösterirse, Allah’ın rızası o kimseye­dir. Kim de öfkelenirse (İlahî hükme rıza göstermezse) Allah’ın gazabını celbeder.” (272) buyuruluyor.

İ.M. 4014. hadisin sonunda: Âhirzaman fitnesindeki devre-i istibdad ve çılgın sefahetlerine h²AÅM7~ •_Å<«~ = sabır günleri deniliyor. O zamanda sabre­denin sevabı çok olacağı müjdeleniyor.

Bir atıf notu:

-Said fitnelere karşı sabreden kişidir, rivayeti, bak: 993.p.

3179- Tasavvufî manada inzivaya çekilip şahsî ibadetle meşguliyete bedel halkın eziyetleri içinde, sadakatla dine hizmet ve sabretmenin daha faziletli olduğunu bildiren diğer bir hadis de şöyledir:

~®h²%«~ ­v«P²2«~ ²v­;~«†«~ |«V«2 ­h¬A²M«<«— «‰_ÅX7~ ­n¬7_«F­< >¬gÅ7~ ­w¬8²¶Y­W²7~

²v­;~«†«~ |«V«2 ­h¬A²M«< «ž«— «‰_ÅX7~ ­n¬7_«F­< «ž >¬gÅ7«~ ¬w¬8²¶Y­W²7~ «w¬8

(273) Bu hadisin mealiyle çok münasebetdar olan Said Nursî Hazretlerinin ba­şından geçmiş hayat hâdisesi, kendi ifadeleriyle şöyledir:”Her ne vakit hizmete fütur verir, “neme lâzım” deyip hususi nefsime ait işlerle meşgul ol­duğum zaman tokat yemişim. Hem de kanaatım geliyor ki, ihmalimden tokat yedim. Çünkü hangi maksadım beni iğfale sevketmiş ise, onun aksi ile tokat yerdim. Sair halis arkadaşlarımın da yedikleri şefkat tokatları, dikkat ede ede, benim gibi hangi maksad için ihmal etmişse, onun aksiyle şefkat tokatlarını yediklerinden kanaatımız gelmiş ki: O hâdiseler, hizmet-i Kur’aniyenin ke­rametindendir. Meselâ: Bu biçare Said, Van’da ders-i hakaik-i Kur’aniye ile meşgul olduğum miktarca Şeyh Said hâdisatı zamanında vesveseli hükümet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki “neme lâzım” dedim, kendi nefsimi düşündüm.Âhiretimi kurtarmak için Erek Dağı’nda harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebebsiz beni aldılar nefyettiler. Bur­dur’a getirildim. Orada yine hizmet-i Kur’aniyede bulunduğum miktarca o vakit menfilere çok dikkat ediliyordu. Her akşam isbat-ı vücud etmekle mü­kellef oldukları halde, ben ve halis talebelerim müstesna kaldık. Ben hiçbir vakit isbat-ı vücuda gitmedim, hükümeti tanımadım. Oranın valisi, oraya gelen Fevzi Paya’ya şikayet etmiş. Fevzi Paşa demiş: “Ona ilişmeyiniz, hür­met ediniz!” Bu sözü ona söylettiren, hizmet-i Kur’aniyenin kudsiyetidir. Ne vakit nefsimi kurtarmak, yalnız âhiretimi düşünmek fikri bana galebe etti. Hizmet-i Kur’aniyede muvakkat fütur geldi; aks-i maksadımla tokat yedim. Yani, bir menfadan diğerine (Isparta’ya) gönderildim. Isparta’da yine hizmet başına geçtim. Yirmi gün geçtikten sonra bazı korkak insanların ihtarlarıyla: “Belki bu vaziyeti hükümet hoş görmiyecek, bir parça teenni etsen, daha iyi olur.” dediler. Bende tekrar yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet buldu. “Aman halklar gelmesin” dedim. Yine o menfadan dahi üçüncü nefy olarak Barla’ya verildim. Barla’da ne vakit bana fütur gelmiş ise, yalnız kendimi dü­şünmek hatırası kuvvet bulmuş ise, bu ehl-i dünyanın yılanlarından, müna­fıklarından birisi bana musallat olmuş. Bu sekiz senede seksen hâdiseyi, kendi başımdan geçtiği için hikâye edebilirim. Usandırmamak için kısa kesiyeorum.” (L.41)



3180- Bediüzzaman devamla diyor: “Ben yirmi yaşında iken tekrar ile derdim: “Eski zamanda mağaralara çekilen târik-üd dünyalar gibi âhir öm­rümde ben de bir mağaraya bir dağa çekilip, insanların hayat-ı içtimaiyesinden çıkacağım.” Hem eski harb-i umumide şark-ı şamilîdeki esa­retimde karar vermiştim ki: “Bundan sonra ömrümü mağaralarda geçirece­ğim. Hayat-ı siyasiyeden ve içtimaiyeden sıyrılacağım. Artık karışmak yeter.” derken, inayet-i Rabbaniye, hem adalet-i kaderiye tecelli ettiler. Kararımdan ve arzumdan çok ziyade hayırlı bir surette, ihtiyarlığıma merhameten o mu­tasavver mağaralarımı hapishanelere ve inzivalara ve yalnızlık içinde çileha­nelere ve tecrid-i mutlak menzillerine çevirdi. Ehl-i riyazet münzevilerin dağlardaki mağaralarının çok fevkinde “Yusufiye Medreseleri” ve vaktimizi zayi etmemek için tecridhaneleri verdi. Hem mağara faide-i uhreviyesini, hem hakaik-ı imaniye ve Kur’aniyenin mücahidane hizmetini verdi.” (L.266)

3181- Gerçi Bediüzzaman Hazretlerinin Yeni Said tabir ettiği hayatının son yarısı ekseriyetle inzivada geçmiştir. Fakat bu inzivası mezkûr ifade­sinde de görüldüğü gibi, pek çok muarızlarının taarruzunu celbedecek olan Kur’an ve iman hakikatlarını keşfedip neşretmek hizmeti içindir. Bediüzzaman Hazretleri bir mektubunda şöyle der:

“Ben elli-altmış senedir küfr-ü mutlaka karşı imana hizmet etmek ve küfr-ü mutlakın neticesi olan anarşilikten milleti kurtarmak için bütün kuv­vetimle iman hizmetindeki ihlasın neticesi olan asayişi muhafaza ile, bir cani yüzünden on masumu zulümden kurtarmak için rahatımı, şerefimi, haysiye­timi hatta lüzum olsa hayatımı feda etmekle herbir tazyikata, manasız, lü­zumsuz şeylere karşı sabır ve tahammül etim. İşte benim otuz-kırk senedir bu hizmet-i imaniye için, benim hakkımda habbeyi kubbe yapıp bir bardak suda fırtına çıkarıp beni ta’ciz ettikleri halde, sırf hizmet-i imaniyenin bir neticesi olan asayiş için sabır ve tahammül ettim.” (E.L.II.199)

Tarihçe-i hayatında da şu ifadeyi görüyoruz: “Evet Said Nursî, gayet cami bir istidada malik bir zattır. Bu istidadların hepsinde çok ileri gitmiştir. Cüz’ ile küllü, âfakın en geniş dairesi ile enfüsî dairesini, meselâ zerre ile samanyolunu beraberce dikkatle tedkik eder, onlardaki envar-ı tevhidi görür, gösterir ve isbat eder. Bir yandan Âlem-i İslâm ve insaniyete uzanan küllî hizmet-i imaniye ile meşgul, bir yandan inziva hayatı geçirerek kalem-i kud­retin mektubatı olan fıtratın antika eserlerini, san’at-ı İlahiyenin mu’cizelerini temaşa ve tefekkür ile kitab-ı kâinatı mütalaa eder ve böylece her gün bu müteaddit ulvi vazifeleri yaparak marifet-i İlahiye ve huzurun nihayetsiz ezvak ve envarında terakki eder.” (T.H. 458)

3182- 3179. parağrafta mezkûr hadisin külî manasından şunu da anlıyo­ruz ki: Bir araya gelip din için çalışan mü’minler şahsî meselelerde birbirlerini üzdüklerinde, bunu sabır ve afv ile karşılamalıdırlar. Zira sabr, afv, metanet, hilm ilh... gibi yüksek vasıfların çekirdek-misal kaderî proğramını taşıyan in­san ruhundaki istidadların kuvveden fiile çıkması, muhtelif eziyetlere maruz kalmakla mümkündür. Meselâ, tek başına mağaradaki bir mü’minin insan­larla münasebeti yok ki, onlardan gelen eziyete sabredip afvedicilik sıfatı fiile çıksın. O halde mü’minler arasındaki münasebetlerde vuku bulan ve şahsî haklara taalluk eden incinme ve haksızlıklarda kusuru kendine almak, kemalat yoludur. Pek çok yüksek sıfat ve ahlâklar bu kıyasla düşünülmelidir.

Atıf notu:

-Bediüzzaman Hazretlerindeki yüksek sabır meziyeti, bak: 397,3264.p.lar

3182/-1 Sabır kuvvetinin tahakkuku ve fiile çıkması, bazı zor durum­larda mümkün olduğunu ihtar eden çok manidar bir rivayetin meali şöyledir.

“Allah’tan sabır isteyen bir kimseye, Peygamberimiz (A.S.M.) “Allah’tan belâ istiyorsun, evvela afiyet iste.” buyurmuştur. (Sabır belâ ile gelir.)” (R.E. 294/5)

Yani çok sabırlılık, sabrı gerektiren durumların çokluğuna ve şiddetine bağlıdır. Keza zarar, kötülük ve eziyetlerin şiddeti nisbetinde de, yüksek de­recede sabır gerektir. Böyle durumlarda sabır imtihanını kazanmak, büyük kemalat ve mükâfata vesiledir. Bundan dolayı belâlara en çok maruz kalan­lar, peygamberler olmuştur. (Bak: 1207.p.) Üstün sabır gerektiren durmlara tahammül edemiyen, ilahî imtihanı kazanamaz. Bunun için insan tahammül edemiyeceği imtihanlara maruz bırakılmamasını Allah’tan istemeli. Nitekim Kur’an lisaniyle mealen: “Ya Rabbena! Bizden evvelki ümmetlere yüklediğin musibetler gibi bize ağır yükler, çekemiyeceğimiz şiddetli imtihanlar, zor teklifler yükleme!” (2: 286) diye dua şekli talim buyurulmaktadır.

qqSA’DÜDDİN-İ TAFTAZANÎ z9~ˆ_BS# w

Taftazanî’nin yazdığı eserler, binlerce ilim ve kemal müştakları tarafın­dan mütemadiyen istinsah edilerek cihanın her tarafına neşredilirdi. Bu su­retle İslâm âlimleri iki devreye ayrılmıştır. Taftazanî’den evvelki devirlerdeki âlimlere “Mütekaddimîn”, ondan sonraki âlimlere de “Müteahhirîn” namı verilir.

Taftazanî, bir aralık Türkiye’yi ziyaret etmiş, Osmanlı ülemasıyla görüş­müş, aralarında mübahaseler vukua gelmiş, o tarihten itibaren kitabları Tür­kiye ilim müesseselerinde de okunmaya başlanmıştır.

Taftazanî, fıkhen Hanefî mezhebinde idi. Hanefî fıkhına ve fukahasına dair yazdığı eserler, buna şehadet etmektedir. “Bahr-i Raik” sahibi İbn-i Nüceym, Ahmed-üt Tahavî, aAliyy-ül Karî bu kanaattedirler. Aliyy-ül Karî, Taftazanî’yi “Tabakat-ı Hanefiyye”sinde zikrediyor. İbn-i Nüceym’e göre de Taftazanî, zamanında Hanefiyyenin riyasetini ihraz etmiş, Hanefî kadılığına tayin edilmiştir. Fakat bazı zevatın iddialarına nazaran Taftazanî, Şafiî mez­hebinde idi. Kefevî, Hasen Çelebi, “Keşf-üz Zünun” sahibi bu kanaattedir­ler. Kefevî diyor ki: “Taftazanî, Şafiî âlimlerinin büyüklerindendir, bununla beraber usul-i Hanefiyye üzere telif ettiği birçok eserleri de vardır.”

Taftazanî’nin bir kısım eserleri şunlardır: (Keşf-ül Esrar) tefsirdir. (Keş­şaf Haşiyesi), (Hadis-i Erbain Şerhi), (Telvih fi Keşfi Hakaik-it Tenkih), (El Fetavel’Hanefiyye), (Şerh-i Hutbetil’Hidaye), (Şerh-i Makasıd), (Şerh-i Müntehas’süvali vel’emel fi İlmil’usuli vel’cedel), (Şerh-i Akaid-in Nesefi), (Mutavvel), (Muhtasar), (Şerh-ül ‘Miftah), (Şerh-ül’Azud).

Taftazanî merhum, Hi. 727 tarihinde Horasan’da Nesa civarında büyük bir karye olan “Taftazan”da doğmuş, 793 tarihinde Semerkand’da vefat edip na’şı Serahs’e nakledilmiştir.” (H.İ. ci: l shf: 481)



3183- qqSADAKA y5f. : Allah rızası için fakirlere ve muhtaçlara yapılan yardımlar. *Müslüman zenginlerin fakirlere ve bilhassa din yolunda çalışan­lara verdikleri zekat. *Rıza-yı İlahî için yapılan dinî hizmetler.

“(9:60) ­€_5«fÅM7~ _«WÅ9¬~ Sadaka, insanın malından mahzâ Allah için muhtacına temlik edilmek üzere çıkardığı vergidir. Allah’a sıdk u sadakat mânasından me’huzdur... Sadaka mefhumunda üç vasf-ı aslî vardır: Fakr yani ihtiyaç, temlik, Allah için olmak. Sadaka, evvel emirde vâcib veya tatavvu’ yani nafile olmak üzere iki kısımdır ki; vâcib olan kısmına zekât tesmiye olunur. Her iki kısmın da enva-ı muhtelifesi vardır. Meselâ zekât-ı arazı “öşür”; “zekât-ı sevaim” “agnam vesaire”, zekât-ı ticaret ve nükud, ze­kât-ı rikâz ve meadin zekât-ı nefis “sadaka-i fıtır”, bir kısmı emval-i zâhire­den, bir kısmı emval-i bâtıneden olmak üzere hepsi sadakat-ı vâcibeden ve enva-ı zekâttandır. Ve sadakat, cem’-i esas i’tibariyle bunların hepsine şâmil­dir. Fakat âyetin nihayeti karinesiyle burada asıl murad ma’lum olan farz sa­dakalar, yani enva-ı zekâttır.” (E.T. 2572)

Allah’a sıdk u sadakat manasında olan bu kelime, hadis-i şeriflerde geniş manasıyla ele alınarak dinde emir ve teşvik edilen her türlü hayr ü hasenata ıtlak edilmiştir. (Bak: A’mal-i Saliha, Zekat)

3184- Bir rivayette: °}«5«f«. ¯¿—­h²Q«8 Çu­6 Her maruf sadakadır, buyuruluyor.

Ma’ruf, münkerin zıddıdır. İbn-i Ebi Cemre diyor ki: “Âdet olsun olma­sın iyi amellerden olduğu şer’î delillerden anlaşılan şeye ma’ruf adı verilir. Eğer o iş, niyetle yapılırsa sahibi kat’i olarak ecir kazanır. Niyetsiz yapıldığı takdirde ecir işi ihtimalî kalır.”

Bir hadiste: “Her tesbih sadaka, her tekbir sadaka, emr-i bilma’ruf iyiliği emir sadaka, kötülükten nehiy sadakadır.” buyurulmuştur. Hatta insanın kötülük yapmaktan kendini tutması, sadaka sayılmıştır. Zaten hadisimizdeki: “Her iyilik” tabiri bütün salih amellere âmm ve şamildir.

İmam-ı Tirmizi, Hz. Ebu Zerr (R.A.) dan mervi olarak tahriç ettiği bir hadisin meali de şöyledir:

“Din kardeşinin yüzüne gülümsemenin senin için bir sadaka, iyiliği emir, kötülükten nehyetmen senin için bir sadaka, dalalet diyarında bir adamı irşad etmen, senin için sadaka, kovandan din kardeşinin kovasına suyu boşaltman da sadakadır.”

Bu hadislerde sadakanın yalnız aslına münhasır kalmadığına işaret vardır. Yani sadaka yalnız maldan olmaz ve sadece zenginlere mahsus değildir. Bi­lakis onu herkes her zaman ve her şeyle yapabilir.” (Bülûğ-ul Meram ci: 4, shf: 352-353)



3185- Diğer bir hadiste de mealen: “Âhiret gününde herkes kendi sada­kasının gölgesinde barınacaktır. Nâs arasında hüküm oluncaya kadar.” diye buyuruluyor.” (274)

Amel-i salihin, dünya ve berzahta olduğu gibi mahşerde de mükâfatı gö­rüleceği, mezkûr hadisten anlaşılmaktadır.



3186- Günah işlenip zulüm yapıldığı zaman adalet-i İlahiye tarafından ceza olarak gelmeye hazırlanan mukadder musibetlere karşı hayr ü hasenatla mukabele edilirse, bu sadaka yani hayr u hasenat, gelecek belaya karşı çıkar, geri bırakır. Ezcümle, bir hadis-i şerifte:

¬š_«2Çf7~ ެ~ «‡«f«T²7~ Ç…«h­< «ž«— Çh¬A²7~ ެ~ ¬h²W­Q7²~ |¬4 ­f<¬i«< «ž

Yani: Birr (hayr ü hasenat gibi amel-i salihler) den başka birşey ömrü at­tırmaz ve duadan (bilhassa fiilî duadan) (Bak: 704-707.p.lar) başka bir şey ka­deri geri döndürmez.” (275) denilmiştir.

3187- Diğer bir hadiste de:

²Ä¬i²X«< ²v«7 _ÅW¬8«— «Ä«i«9 _ÅW¬8 ­p«S²X«< «š_«2Çf7~ Å–¬~

Yani: Şüphesiz ki, dua hem başa gelen hem de henüz gelmemiş olan şeylere faydalıdır. (İyiliği celb, şerri def’etmeye sebeb olur.” (276)

Aynı eserin 352. hadisi de aynı manada olup şöyledir:

Çh¬A²7~ެ~¬h²W­Q²7~|¬4 ­f<¬i«< «ž«— ­š_«2Çf7~ ެ~ «š_ÅN«T²7~ Ç…«h­< «ž (Bak: Ecel, 242. p. sonu ve Levh-i Mahfuz maddesinde 2206 p.)

3188- Bir âyette de, küllî bir mana ile buyuruluyor ki:

“(28: 54) «}«¶[¬±[ÅK7~ ¬}«X«K«E²7_¬" «–Η«‡²f«<«— Seiyyeyi hasene ile def’ ederler. Masiyyeti taat ile giderirler. Çünki, (ll:l14) ¬€´_¬±[ÅK7~ «w²A¬;²g­< ¬€_«X«K«E²7 ~Å–¬~ dır. Aleyhissalatü Vesselâm, Muaz radıyallahü anh a demiştir ki:

_«Z­E²W«# «}«X«K«E²7~ «}«¶[¬±[ÅK7~ ¬p¬A²#«~ (277) Seyyienin arkasından bir hasene yap, onu mahveder. “Maamafih ezayı, hilm ile; münkeri, maruf ile; şerri, hayır ile; cehli, ilm ile; gayzı, kazm ile; şirki, ­yÁV7~ ެ~ «y«7¬~ «ž ²–«~ ­?«…_«Z«- ile izale ediniz, diye de tefsir etmişlerdir.” (E.T. 3747) (Bak: 2805.p.)

3189- Malumdur ki, sadakanın yani hayr ü hasenatın en ehemmiyetlisi ve büyüğü, iman hizmetidir. Bilhassa küfrün intişar ettiği bu asırda, fedakârane ve ihlasla yapılan iman hizmeti, en büyük sadakadır. Bunun için Bediüzzaman en birinci vazife olarak iman hizmetini tercih etmiş ve eserle­rini de, küfrü imanla izale eden en makbul sadaka manasında neşretmiştir. Bu hakikatı, eserlerinin müteferrik yerlerinde ifade eden Hazret-i Bediüzzaman ezcümle şöyle diyor:

“Risale-i Nur,- bu Anadolu memleketine- belaların def’ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belayı def’ediyor, onun intişarı ve okunması küllî bir sadaka nev’inde semavî ve arzî belaların def’ine çok emareler ve çok hâ­diselerle tebeyyün etmiş. Hatta Kur’anın işaretiyle tahakkuk etmiş. Ve yaz­masını ve intişarını men’etmek zamanlarında dört defa zelzelelerin başlaması ve intişarıyla durmaları ve Anadolu’da ekser okunması, İkinci Harb-i Umumi’nin Anadolu’ya girmemesine bir vesile olduğu Sure-i ¬h²M«Q²7~«— işaret ettiği, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risale-i Nur’un beraetine ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını mahkeme-i temyiz tasdik ederek tam serbestiyetle Risale-i Nur’un intişar ve okunmasını beklerken, bütün bütün aksine olarak men’edilmesi ve mahkemedeki risalelerin sahiplerine iade edilmemesi ve bizi de o cihetle konuşmaktan men’etmeleri cihetiyle, belaların def’ine vesile olan bu küllî sadaka-i maneviye karşı çıkamadı, güna­hımız neticesi kuraklık başladı.” (E.L.I. 33)



3190- qqSADAKA-İ FITR hO4 šy5f. : Ramazan bayramından evvel fıtra olarak verilen sadaka. Zengin (nisaba malik) her müslümanın (ihtiyar, genç, çocuk ve hatta bunak da olsa) fakirlere vermeye mükellef olduğu sada­kadır, vacibdir. Nisaba malik olan bir müslüman, hem kendi nefsi için, hem de çocukları, hizmetçisi için sadaka-i fıtr verir. Fıtra: Fıtrat sadakası, yaratılış atiyyesi demektir. Sadaka-i fıtr: Buğday veya buğday unundan 1667 gram ve­yahut da arpa, kuru üzüm, hurmadan 3334 gram kadar yahut verildiği za­mandaki rayice göre bedellerinin muhtaç olanlara verilmesidir.

Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   125   126   127   128   129   130   131   132   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin