İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə19/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   169

379- Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiye sebebiyle camusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret.

Hem darb-ı mesel olmuş “keçinin kurttan havfı” ızdırar vaktinde muka­ve­mete inkılab eder. Boynuzuyla kurdun karnını deldiği vakidir. İşte hârika bir şe­caat. Fıtrî meyelan, mukavemetsûzdur. Bir avuç su kalın bir demir gülle içinde atılsa, kışta so­ğuğa maruz bırakılsa meyl-i inbisat demiri parçalar. Evet şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ızdırarî şecaatı gibi... Fıtrî bir heyecan demir gül­lede su gibi, zulmün bürudetli husumet-i kâfiranesine maruz kal­dıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahiddir.

Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâ­miyet’in tabiatındaki âlem-pesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit muci­zeleri gösterebilir.» (A.B.l14-l19) diyerek İngiliz emperyaliz­mine karşı idamı da göze alarak mukabele etmiştir.

Hem yine İngilizlere karşı başka bir beyanatında şöyle diyor:

«Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı’nın toplarını tahrib ve İstan­bul’u istila ettiği hengamda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Angli­kan Kilisesinin başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiye’den dinî altı sual so­ruldu. Ben de o zaman, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye’nin azası idim. Bana de­diler: “Bir cevab ver. Onlar, altı suallerine altıyüz kelime ile cevab istiyorlar.” Ben dedim: “Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime ile değil, belki bir tükürük ile cevab veriyorum. Çünki o devlet, işte görüyorsu­nuz ayağını bo­ğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor.. Tükü­rün o ehl-i zul­mün o merhametsiz yüzüne!... demiştim.» (T.H.138)

380- Evet 1921 senesinde İngiltere’nin en büyük dinî dairesi olan Angli­kan Kili­sesi başpapazının Meşihat-ı İslâmiye’den sorduğu mezkûr suale, o zaman Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azası olan Bediüzzaman Said Nursî Haz­retlerinin verdiği nim-manzum cevabı şöyledir:

381- «Bir zaman bî-aman İslâm’ın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte ken­dini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle, hem inkâr sure­tinde, hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde, pek şematetkârane bir istifhamiyle dört şey sordu bizden. Altıyüz kelime istedi. Şematetine karşı, yü­züne “tuh!” de­mek; desisesine karşı küsmekle sükût et­mek; inkârına karşı da, tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatab etmem. Bir hak-perest adama böyle cevabımız var. O dedi birin­cide:

Muhammed (Aleyhissalatü Vesselâm) dini nedir?”

Dedim: İşte Kur’andır. Erkân-ı sitte-i iman, erkân-ı hamse-i İslâm, esas maksad-ı Kur’an.

Der ikincisinde: “Fikir ve hayata ne vermiş?”

Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet.

Buna dair şahidim: (l12:l) ²f«&«~­yÁV7~«Y­;²u­5 da (ll:l12) «€²h¬8­~_«W«6²v¬T«B²,_«4

Der üçüncüsünde: “Mezahim-i hazıra nasıl tedavi eder?”

Derim: Hurmet-i riba, hem vücub-u zekatla. Buna dair şahi­dim:~Y«"¬±h7~­yÁV7~­s«E²W«<

(2:276) da. (2:110) «?_«6Åi7~~Y­#´~ «— «?«ŸÅM7~~Y­W[¬5«~«— (2:275) ~Y«"¬±h7~«•Åh«&«— «p²[«A²7~ ­yÁV7~ Åu«&«~«—

Der dördürcüsünde: “İhtilal-i beşere ne nazarla bakıyor?”

Derim: “Sa’y, asıl esastır. Servet-i insaniye zalimlerde toplanmaz, sak­lanmaz el­lerinde. Buna dair şahidim: (53:39) |«Q«,«_8 ެ~ ¬–_«K²9¬Ÿ¬7 «j²[«7

_«Z«9Y­T¬S²X­< «ž«— ¬}ÅN¬S²7~«— «`«;Åg7~ «–—­i¬X²U«< «w<¬gÅ7~«—

(9:34) ¯v[¬7«~ ¯~«g«Q¬" ²v­;²h¬±L«A«4 ¬yÁV7~ ¬u[¬A«, |¬4 » (S.746)



382- «İstanbul’daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffakiyetli hizmetinden, Türk Milletine pek ziyade menfaatler husule geldiğini müşahede eden An­kara Hükümeti; Bediüzzaman’ın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek An­kara’ya davet ederler. M.Kemal Paşa şifre ile davet etmiş ise de, cevaben:

-Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede et­mek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade, burayı daha tehli­keli görüyorum, de­miştir.

Üç defa şifre ile davet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu mebus Tahsin Bey vası­tasıyla davet edildiği için, nihayet karar verir ve Ankara’ya gelir. An­kara’da alkışlarla karşılanır. Fakat ümid ettiği muhiti bulamaz. Kendisi Hacı Bayram civarında ikamet eder. Meclis-i Meb’usanda dine karşı gördüğü lâkaydlık ve garblılaşmak bahanesi altında, Türk Milleti’nin kudsi mefahir-i tarihiyesi olan Şeair-i İslâmiyeden bir so­ğukluk gördüğü için, meb’usların ibadete, bilhassa namaza müdavim olmalarının lüzum ve ehemmiyetine dair bir beyanname neş­reder ve meb’uslara dağıtır.

Kâzım Karabekir Paşa da M. Kemal’e okur. O beyanname şudur:



383- “Ey mücahidîn-i İslâm ve ey ehl-i hall ve akd!.

Bu fakirin, bir mes’elede on sözünü, birkaç nasihatını dinlemenizi rica edi­yo­rum.

l- Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlahiye bir şükür ister ki devam et­sin, ziyade olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse, gider. Madem ki Kur’anı, Allah’ın tevkifiyle düşmanın hücumundan kurtardınız. Kur’anın en sarih ve en kat’i emri olan salât gibi feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Ta onun feyzi, böyle hârika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.

2- Âlem-i İslâm’ı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. La­kin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira müslümanlar, İslâmiyet hasebiyle sizi severler.

3- Bu âlemde, evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandan­lık etti­niz!.. Kur’anın evamir-i kat’îsine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nurani güruha refik olmaya çalışmak, âlî himmetlilerin şe’nidir. Yoksa burada kuman­dan iken, orada bir neferden istimdad-ı nur etmeğe muztar kalacaksı­nız. Bu dünya-yı deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir meta’ değil ki, aklı başın­daki insan­ları işba’ etsin, tatmin et­sin ve maksud-u bizzat olsun.

4- Bu millet-i İslâm’ın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hatta fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum şarkta, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş. Acaba namaz kılıyorlar mı? derler, namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa na­zarlarında müttehemdir.

Bir zaman Beytüşşebab aşairinde isyan vardı. Ben gittim sordum: “Sebeb ne­dir?”

Dediler ki: “Kaymakamımız namaz kılmıyordu; öyle dinsizlere nasıl itaat ede­ceğiz?” Halbuki bu sözü söyliyenler de namazsız, hemde eşkiya idiler.

5- Enbiyanın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garbda gelmesi Kader-i Ezelî’nin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir; akıl ve felsefe değil­dir.

Madem şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebâen-mensûra gider veya sathî kalır.

6- Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı İngiliz, dindeki kayıdsızlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki; Yunan kadar İslâm’a za­rar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına bu ihmali, a’male tebdil etmeniz gerektir. Görülü­yor ki; İttihadcıların o ka­dar azm ü sebatı ve fedakârlıklarıyla; hattâ İslâmın şu intiba­hına da sebeb oldukları halde, bir kısmı dinde lâübalilik tavrını gös­terdikleri için, dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâm­lar, dindeki ihmallerini görmedikleri için, onlara takdir ve hürmet verdiler ve veriyorlar.

7- Âlem-i küfür bütün vesaitiyle ve medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, mis­yonerleriyle âlem-i İslâm’a hücum ve maddeten uzun zaman­dan beri galebe ettikleri halde âlem-i İslâm’a dinen galebe edemedi. Ve dahilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet metanetini ve salâbetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir za­manda, lâübaliyane, Av­rupa medeniyet-i habisesinden süzülen bir cereyan-ı bid’akârane sinesinde yer tu­tamaz. De­mek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılabvari bir iş görmek; İslâmiyetin desatirine inkıyad ile olabilir, başka ola­maz. Hem olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş.

8- Za’f-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tut­tuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’an’ın zaman-ı zuhuru geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfice tahribkârane iş ise, bu kadar rah­nelere mâruz kalan İslâm, zaten muhtaç de­ğildir.

9- Sizin muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven, cum­hur-u mü’minîndir ve bilhassa tabaka-i avamdır ki, sağlam müslümanlardır. Sizi ciddi se­ver ve tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler ve inti­baha gelmiş en cesim ve müdhiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evamir-i Kur’aniyeyi imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz, masla­hat-ı İslâm namına zaruridir. Yoksa İslâmiyet’ten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu, frenk mukallidlerini avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâm’a münafi olduğun­dan; âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecektir.

10- Bir yolda dokuz ihtimal-i helaket, tek bir ihtimal-i necat varsa; haya­tın­dan vazgeçmiş mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmidört saatten bir saati işgal eden namaz gibi zaruriyat-ı diniyenin imtisalinde yüzde doksan dokuz ih­timal-i necat var; yalnız gaflet, tenbellik haysiyetiyle, bir ihti­mal zarar-ı dünyevî ola­bilir.

Halbuki feraizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaf­lete, da­lâlete istinad eden tek bir ihtimal-i necat olabilir.



384- Acaba, dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne ba­hane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bahusus, bu mücahidîn ku­mandanlar ve büyük meclis taklid edilir. Kusurlarını, millet ya taklid veya tenkid edecek. İkisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibadı da tazammun edi­yor. Sırr-ı te­vatür ve icmaı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delaili dinlemiyen ve safsata-i nefs ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla, hakiki ve ciddi iş gö­rülmez. Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek.

Şu meclisin şahsiyet-i mâneviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle, mânâ-yı salta­natı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek ve et­tir­mekle mânâ-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse; hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muh­taç, olan şu fıtratı bozulma­yan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan milletin hâcât-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye, mânâ-yı hilafeti tamamen kabul et­tiğiniz isme ve resme ve lafza verecek ve o mânâyı idame et­mek için, kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan öyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir.

İnşikak-ı asâ ise, (3:103) _®Q[¬W«% ¬yÁV7~ ¬u²A«E¬" ~Y­W¬M«B²2~«— âyetine zıddır.

Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha me­tindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifini deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduddur. Cemaatın gayr-ı mahduddur. Ha­rice karşı kazandığınız iyi­liği, dahildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki; ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâm’ın şeairini tahrib edi­yorlar. Öyle ise zaruri vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuur­suz olarak, şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za’f-ı milliyeti gösterir. Za’f ise, düşmanı tevkif etmez, teşci’ eder. ­u[¬6«Y²7~ «v²Q¬9«— ­yÁV7~ _«X­A²K«& (3:173)”



385- Bu meb’usana hitab, namaz kılanlara altmış meb’us daha ilave eder. Na­mazgâh olan küçücük odayı, büyük bir odaya tebdil ettirir. Bu parça; meb’uslara ve umum kumandanlara ve ülemalara okutturulmakla, reisle şid­detli bir münakaşaya sebebiyet verir. Bir gün divan-ı riyasette, elli-altmış meb’us içinde, karşılıklı fikir te­atisinde, M.Kemal Paşa:

-Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır; sizi, yüksek fikirlerinizden isti­fade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdı­nız, aramıza ihtilaf verdiniz, der. Bu söz üzerine Bediüzzaman, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzata­rak:

-Paşa.... paşa! İslâmiyet’te, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur, der. Fakat paşa tarziye ve­rir, ilişemez.» (T.H.138-143)

Bediüzzaman Hazretleri bu hâdiseyi kendileri şöyle anlatıyor:

«Ankara’da divan-ı riyasetinde pek çok meb’uslar varken Mustafa Kemal şid­detli bir hiddet ile divan-ı riyasetine girip, bana karşı bağırarak: “Seni bu­raya çağır­dık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şey­ler yazıp içimize ihtilaf verdin.” Ben de onun hiddetine karşı dedim: “Namaz kılmayan haindir, hai­nin hükmü merduddur.” Dehşetli bir pot kırdım. Hâzır meb’us dost­larım telaş et­tikleri ve herhalde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada, bana karşı bir nevi tar­ziye verip o mecliste hiddetini geri alması, âdeta dehşetli bir kuvveti ve hakikatı his­sedip geri çekilmesi, ikinci gün hususi ri­yaset odasında: “Hücumat-ı Sitte”nin “Bi­rinci Desise” içinde bulunan “Me­selâ: Ayasofya Camii ehl-i fazl ve kemâlden ilââhir ....” cümlesinden başlıyan, tâ “İkinci Desise”ye kadar, bir saat tamamen ona söyle­dim. (*) Bütün hissi­yatını ve prensibini ren­cide ettiğim halde bana ilişmemesi, hatta taltifime çok çalışması, kat’iyyen bu üç cebbar fevkalâde kumandanların (**) bu üç acib hâletleri, âdeta Eski Said’den korkmaları, şüphesiz ki Risale-i Nur’un, ile­ride kahraman şâkirdlerin şahs-ı mâ­nevîsinin hârika bir kuvveti ve Risale-i Nur’un par­lak bir kerametidir.» (E.L.I.246)

386- «Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsanıyla, böyle en el­zem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de bera­ber çalışmak ümidiyle Ankara’ya gelmişti. Avn-i İlâhi ve mu­cize-i Pey­gamberî ile düşman taarruzlarını def’eden ve milletin idaresinin ba­şına geçen yeni Hükümet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur’an’a istinad eden ve Âlem-i İslâm’ın vahde­tini nokta-i istinad yapacak ve İslâmi­yet’in hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddi ve manevi medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere mec­liste çalışıyordu.

Fakat pek kuvvetli mâniler karşısına çıktı. (Lozan’ın iç yüzü, bak: 3979/1.p.) Âlem-i İslâm’ı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesin­den istiaze ettiği (Allah’a sığındığı) bir zamanı ve fitneyi ateşlendi­receklerin kimler oldu­ğunu anlamış bulunuyordu. Bir gün riyaset odasında, M.Kemal Paşa ile iki saat ka­dar konuştular. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazan­mak emeliyle, Şeair-i İslâmiyeyi tahrib etmenin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm hakkında bü­yük zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılâb yapmak icab edi­yorsa, doğrudan doğruya İslâmiyet’e müteveccihen Kur’an’ın kudsi kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâ­zım geldiği mealinde ihtarlarda bulunur.» (T.H.145)



387- «M.Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman’a Meb’usluk, hem Darülhikmet’teki eski vazifesini, hem Şark’ta Şeyh Sünusî’nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi tek­lifler yapar.

Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mü­him bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da te’vilini söylediği Hadislerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zu­hur etti­ğini görür. Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve muka­bele ede­cek olan Hizb-ül Kur’an hakkında, “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset câni­biyle onlara galebe edilmez; ancak manevi kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edile­bilir.”(*) tavsiyesine müraatla, Ankara’da teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen mebusluk, Dar-ül Hikmet-i İslâmiye gibi Diyanet’teki azalığı, hem Vilayat-ı Şarkiye vaiz-i umu­miliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar ge­len bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu ba­şında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.» (T.H.147)

Bundan sonraki hayatında, iman hizmeti yolunda karşılaştığı meşakkatlara, sa­bır ve sebatla mukabele eder. (Bak: 3179, 3180p.lar.)

Yukarıda bahsi geçen hâdise ile alâkalı olarak Kur’an, dinî şahsiyetlerin si­yasetin içine girip âlet edilmemeleri dersini verir. (Bak: 3416/1.p.)



Birkaç atıf notu:

-Bediüzzaman Hazretlerinin çektiği meşakkatın mühim bir sebebini anlatan bir istida, bak: 396/1.p.

-Fitne öncesi yapılan tebliğlere rağmen fitne hâkim olursa, ondan uzaklaşılır, bak: 813/1, 813/2.p.lar.

-Firavun cereyanının ifsadatını ıslaha çalışan zatın kıssasının asrımıza ba­kan yönü, bak: 3727/1, 3727/2.p.lar.

388- «Van’da, mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şark’ta ihtilal ve isyan hare­ketleri oluyor. “Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir” diyerek yardım isteyen bir zâ­tın mek­tubuna: “Türk Milleti asırlardan beri İslâmiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiş­tirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez, siz de çekme­yiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!” diye cevab gönderiyor. Fakat yine hükümet, Bediüzzaman’ı Garbî Anadolu’ya nefyediyor.

389- Evvelâ, Burdur Vilayetine askerî muhafızlarla nefyediliyor. Nihayet Bur­dur’da Said Nursî boş durmuyor, dinî musahabelerde bulunuyor, diye gizli din düşmanları tarafından rapor tanzim ettiriliyor ve gurbet hayatı içinde kendi kendine ölür gider düşüncesiyle dağlar arasında tenha bir yer olan Isparta Vila­yetine bağlı Barla Nahiyesine gönderilmeye karar veriliyor.» (T.H.150-151)

1926 senesinde Barla’ya gelen Bediüzzaman, Risale-i Nur namındaki eserle­rini te’life başlıyor. Eserler elyazma olarak çoğaltılıp okunuyor.

«Risale-i Nur’un gittikçe inkişaf ettiğini, iman ve İslâmiyet’in kuvvetlen­meye başladığını anlayan gizli din düşmanları, “Bediüzzaman gizli cemiyet ku­ruyor, rejim aleyhindedir, rejimin temel nizamlarını yıkıyor!” gibi uydurma ve hükümeti aldatıcı tertib ve ittihamlarla 1935 senesinde Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde, idam kasdıyla ve muhakkak surette mahkûm edilmesi direkti­fiyle hakkında dâva açtırılı­yor. Bunun üzerine, Dahiliye Vekili ve Jan­darma Umum Kumandanı, teçhiz edilmiş askerî bir kıt’a ile birlikte Is­parta’ya geli­yorlar. Isparta-Afyon yolu boyunca süvari askerleri yerleştiriliyor. Isparta Vila­yeti ve civarı, askerî birliklerle kontrol altında bulunduruluyor. Bir sabah vakti; mâsum ve mazlum Bediüzzaman inzivagâhından çıkarılarak, talebeleriyle bera­ber, elleri kelepçeli olarak kamyonlarla Eskişehir’e sevkediliyor. Yolda Bediüzzaman ve talebelerine yakın bir alâka duyan Müf­reze Kumandanı Ruhi Bey, kelepçeleri çözdürüyor. Bu suretle, namazlar ka­zaya bırakıl­madan yola devam ediliyor. Hakikatı ve Bediüzzaman’ın masu­miyetini idrak eden Müfreze Kumandanı, Bediüzzaman ve talebelerinin bir dostu olmuştur..

390- Yüzyirmi talebesiyle Eskişehir Hapishanesine getirilen Said Nursî, tam bir tecrid-i mutlak içerisine alınarak, kendisine ve talebelerine dehşetli işkence­ler tatbi­kine başlanıyor. Bediüzzaman Said Nursî, kendisine yapılan bu işkence ve azablara rağmen, Otuzuncu Lem’a ve Birinci ve İkinci Şualar’ı te’lif ediyor. Hapisteki birçok kimseler Üstad Bediüzzaman hapse girdekten sonra ıslah-ı nefs ederek mütedeyyin bir hale geliyorlar.» (T.H.215)

391- «Burada, hârika bir hâdiseyi nakletmeden geçemiyeceğiz. Şöyle ki: Bediüzzaman hapiste iken, bir gün, o zamanın Eskişehir Müdde-i umumisi Üs­tadı çarşıda görür. Hayret ve taaccüble ve vazifesine son vereceği ihtarıyla ha­pishane müdürüne: “Ne için Bediüzzaman’ı çarşıya çıkardınız? Şimdi çar­şıda gördüm.” Müdür de: Hâyır efendim! Bediüzzaman hapishanede, hattâ tecriddedir; bakınız.” diye cevap verir. Bakarlar ki, Üstad yerindedir. Bu hâ­rika vakıa adliyede şâyi olur. Hâkimler “Bu hale akıl erdiremiyoruz” diye birbirle­rine naklederler.

Aynen bunun gibi bir vakıa da, Bediüzzaman Denizli hapsinde iken ol­muş­tur. Üstadı, halk iki-üç defa muhtelif camilerde sabah namazında görür. Savcı işitir. Ha­pishane müdürüne pür-hiddet: Bediüzzaman’ı sabah nama­zında dışa­rıya, camiye çı­karmışsınız, der. Tahkikat yapar ki, Üstad hapisha­neden dışarı kat’iyyen çıkarılma­mış.

Eskişehir hapishanesinde iken de; bir Cuma günü hapishane müdürü, kâtip ile otururken bir ses duyuyor: “Müdür bey! Müdür bey!”

Müdür bakıyor. Bediüzzaman yüksek bir sesle: “Benim mutlaka bugün Ak Cami’de bulunmam lâzım.”

Müdür: “Peki Efendi Hazretleri” diye cevap veriyor. Kendi kendine: “Her­halde, Hoca Efendi kendisinin hapiste olduğunu ve dışarıya çıkamıyacağını bi­lemi­yor” diye söylenir ve odasına çekilir. Öğle vakti; Bediüzzaman’ın gönlünü alayım, Ak Cami’ye gidemiyeceğini izah edeyim düşüncesiyle Üstadın koğu­şuna gider. Ko­ğuş penceresinden bakar ki, Bediüzzaman içeride yok! Hemen jandarmaya sorar, “İçeride idi, hem kapı kilitli” cevabını alır. Derhal camiye ko­şar. Bediüzzaman’ın ileride, birinci safta, sağ tarafta namaz kıldığını görür. Namazın sonlarında Bediüzzaman’ı yerinde göremeyip, hemen hapishaneye dö­ner. Hazret-i Üstad’ın “Allahu Ekber” diyerek secdeye kapandığını hayretler içerisinde görür. (Bu hâdiseyi bizzat o zamanki hapishane müdürü anlatmıştır.)» (T.H.217) (Bak: 1982/1.p.)

392- 27 Mart 1936’da Eskişehir hapsinden tahliye edilen Bediüzzaman, Kasta­monu’da ikamete mecbur edildi.

«Risale-i Nur’un neşriyat ve fütuhat dairesi gittikçe genişliyor.. İştiyakla Nurları okuyanlar, günden güne ziyadeleşiyor. Risale-i Nur’daki hârika kuv­vet ve tesiratın neticesini müşahede eden gizli İslâmiyet düşmanları, yine bir entrika çevirip Risale-i Nur’a ve müellifi Bediüzzaman’a suikasdla: “Bediüzzaman gizli cemiyet kuruyor, halkı hükümet aleyhine çevriyor, inkılabları kökünden yıkı­yor, Mustafa Kemal’e deccal, süfyan, din yıkıcısı di­yor, bunu Hadislerle isbat ediyor.” gibi bir sürü baha­neler ve planlarla ittiham edilerek Kastamonu’dan Denizli Ağızceza Mahkemesine, yüz yirmialtı talebesiyle beraber 1943 sene­sinde sevkediliyor. Sonra, Risale-i Nur Külliyatında siyasî bir mevzu olup ol­madığını tedkik için bir kaç memurdan müte­şekkil bir ehl-i vukuf teşkil edile­rek, müsadere edilen Nur Risaleleri ve mektublar tedkike başlanınca, Bediüzzaman “Bu vukufsuz ehl-i vukuf, Ri­sale-i Nur’u tedkik edemez. An­kara’da yüksek, ilmî bir ehl-i vukuf teşkil etti­rilsin. Avrupa’dan feyle­soflar geti­rilsin. Eğer onlar bir suç bulurlarsa, en ağır cezaya razıyım.” der.

Bunun üzerine Risale-i Nur Külliyatı ve bütün mektublar Ankara’da profe­sör­ler ve yüksek âlimlerden mürekkeb bir ehl-i vukufa satır satır tedkik ettirilir. Ehl-i vukuf tarafından “Bediüzzaman’ın siyasî bir faaliyeti yoktur. Onun mesle­ğinde ce­miyetçilik ve tarikatçılık mevcud değildir. Eserleri ilmî ve imanîdir, Kur’an’ın bir tefsiridir” diye rapor veriliyor. Mahkemeye verili­şindeki ittihamlar, delilsiz ve isbatsız olduğu için, bir takım uydurma bahane ve tertiblerden ibaret olduğu anlaşı­lıyor. Neticede, Bediüzzaman büyük bir müda­faa yapıyor. Nihayet, mahkeme itti­fakla 15/6/1944 tarih ve 199/136 sayılı beraet kararını veriyor. Yüzotuz parça Ri­sale-i Nur Külliyatının hep­sine serbestiyet verip, sahiblerine tamamen iade ediyor. Beraet kararını, Temyiz Birinci Ceza Dairesi, 30/12/1944 tarihli ilamla ittifakla tas­dik edip, Risale-i Nur dâvâsının hakkaniyeti kaziyye-i muhkeme halini alıyor.

393- Bediüzzaman ve talebelerinden bir kısmı hapiste dokuz ay kaldık­tan sonra beraet kararı üzerine tahliye ediliyor. Fakat Said Nursî Hazretlerini hapis­hanede ze­hirliyorlar, ölüm tehlikesi geçiriyor. Cenab-ı Hakk’ın inaye­tiyle kur­tuluyor.» (T.H.399)

«Denizli Ağızceza Mahkemesinin Haziran 1944 tarihli beraet kararı ile ha­pisten tahliye olunan Nur talebeleri memleketlerine gitmişler, Üstad ise An­kara’dan bir emir alıncaya kadar Denizli’de Şehir Otelinde kalmıştır..

Said Nursî Denizli’de iki ay kaldıktan sonra, Afyon vilayetinin Emirdağ ka­za­sında ikamete memur edilir. Emirdağ’ına 1944 senesi Ağustos ayında nefyedilir. İlk önce onbeş gün kadar bir otelde kalır, sonra kira ile bir eve yerle­şir.» (T.H.458)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin