İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə41/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   ...   169

F


882- qqFAALİYET-İ RUBUBİYET }["Y"‡ }[7_Q4 : Allah’ın rububiyet faali­yeti ve icraatı. (Bak: İcad, Rububiyet, Zerre)

Kur’anda: « (11:107) ­f<¬h­< _«W¬7 °Ä_ÅQ«4 (55:29) ¯–Ì_«- |¬4 «Y­; ¯•²Y«< Åu­6

(5:17) ­š_«L«< _«8 ­s­V²F«< (30:50) _«Z¬#²Y«8 «f²Q«" «Œ²‡«ž²~ ¬|²E­< «r²[«6 ¬yÅV7~ ¬}«W²&«‡ ¬‡_«$³~ |«7¬~ ²h­P²9_«4

(23:88) ¯š²|«- ¬±u­6 ­€Y­U«V«8 ¬˜¬f«[¬" gibi âyetleri işaret ettikleri hallakıyet-i İlahiye ve fa­-

aliyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı Kayyumiyetin bir derece inkişafına bir-iki mukad­deme ile işaret edeceğiz:

883- Birincisi. Şu kâinata baktığımız vakit görüyoruz ki zaman seylinde müte­madiyen çalkalanan ve kafile kafile arkasından gelip geçen mahlukatın bir kısmı, bir saniyede gelir, derakab kaybolur. Bir taifesi, bir dakikada gelir, geçer. Bir nev’i, bir saat âlem-i şehadete uğrar, âlem-i gayba girer. Bir kısmı bir günde, bir kısmı bir se­nede, bir kısmı bir asırda, bir kısmı da asırlarda bu âlem-i şehadete gelip, konup, vazife görüp gidiyorlar. Bu hayret verici seya­hat ve seyeran-ı mevcudat, o sefer ve seyelan-ı mahlukat öyle bir intizam ve mizan ve hikmetle sevk ü idare edilir ve on­lara ve o kafilelere kumandanlık eden öyle basirane, hakimane, müdebbirane ku­mandanlık ediyor ki bütün akıllar faraza ittihad edip bir tek akıl olsa, o hakîmane idarenin künhüne yeti­şemez ve kusur bulup tenkid edemez!....

884- İşte bu hallakiyet-i Rabbaniyenin içinde o sevimli ve sevdiği mas­nuatın hususan zihayatların hiçbirine göz açtırmıyarak âlem-i gayba gönderi­yor hiçbirine nefes aldırmıyarak dünyadaki hayattan terhis ediyor, mütema­diyen bu misafirhane-i âlemi doldurup misafirlerin rızası olmıyarak bo­şaltıyor. Kalem-i Kaza ve Kader,

Küre-i Arzı yazar bozar tahtası gibi yaparak |¬[²E­< ­a[¬W­<«— cilveleriyle mü­temadi­yen

Küre-i Arzda yazılarına yazar ve yazıları tazelendirir, teb­dil eder.

İşte bu faaliyet-i Rabbaniyenin ve bu hallakiyet-i İlahiyenin bir sırr-ı hikmeti ve esaslı bir muktazisi ve bir sebeb-i daîsi, üç mühim şubeye ayrılan hadsiz, nihayetsiz bir hikmettir. O hikmetin birinci şubesi şudur ki:



Faaliyetin her nev’i, cüz’î olsun küllî olsun bir lezzet verir. Belki her faa­liyette bir lezzet var. Belki faaliyet ayn-ı lezzettir. Belki faaliyet, ayn-ı lezzet olan vücudun tezahürüdür ve ayn-ı elem olan ademden tebaud ile silkinme­sidir. Evet her kabiliyet sahibi, bir faaliyetle kabiliyetinin inkişafını lezzetle takib eder. Herbir istidadın faali­yetle tezahür etmesi, bir lezzetten gelir ve bir lezzeti netice verir. Herbir kemal sa­hibi, faaliyetle kemalatının tezahürünü lezzetle takib eder... Madem herbir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir kemal, bir lezzet vardır ve faaliyet dahi, bir kemaldir... ve madem zihayat âleminde daimî ve ezelî bir hayattan neş’et eden hadsiz bir muhab­betin, nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor ve o cilveler gösteriyor ki ken­dini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bulunan Zatın kudsiyetine lâ­yık ve vücub-u vücuduna münasib o hayat-ı sermediyenin muktezası olarak hadsiz derecede (tabirde hata olmasın) bir aşk-ı lahutî, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuunat-ı kudsiye o Hayat-ı Akdes’de var ki, o şuunat böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallakiyetle kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor..

885- Sırr-ı Kayyumiyete bakan hadsiz faaliyet-i İlahiyedeki hikmetin ikinci şu­besi, Esma-i İlahiyeye bakar. Malumdur ki: Herbir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek ister herbir hüner sahibi, kendi hüne­rini teşhir ve ilan et­mekle nazar-ı dikkati celbetmek ister ve sever ve hüneri gizli kalmış bir güzel haki­kat ve güzel bir mana, meydana çıkmak ve müşte­rileri bulmak ister ve sever. Ma­dem bu esaslı kaideler, herşeyde derecesine göre cereyan ediyor elbette Cemil-i Mutlak olan Zat-ı Kayyum-u Zülcelal’in binbir esma-i hüsnasından herbir ismin kâinatın şehadetiyle ve cilvelerinin delaletiyle ve nakışlarının işaretiyle, her birisinin herbir mertebesinde hakiki bir hüsün, hakiki bir kemal, hakiki bir cemal ve gayet güzel bir hakikat, belki herbir ismin herbir mertebesinde hadsiz enva-ı hüsünle had­siz hakaik-ı ce­mile vardır. Madem bu esmanın kudsi cemallerini irae eden ayineleri ve gü­zel nakışlarını gösteren levhaları ve güzel hakikatlarını ifade eden sahifeleri bu mevcudattır ve bu kâinattır... elbette o daimî ve baki esma, hadsiz cilvele­rini ve ni­hayetsiz manidar nakışlarını ve kitablarını; hem müsemmaları olan Zat-ı Kayyum-u Zülcelal’in nazar-ı müşahedesine, hem hadd ü hesaba gelmiyen ziruh ve zişuur mahlukatın nazar-ı mütalaasına göstermek ve niha­yetli mahdud bir şeyden nihayet­siz levhaları ve bir tek şahıstan pek çok şa­hısları ve bir hakikattan pek kesretli hakikatları göstermek için, o aşk-ı mu­kaddes-i İlahiyeye istinaden ve o sırr-ı Kayyumiyete binaen, kâinatı umumen ve mütemadiyen cilveleriyle tazelendiriyorlar, değiştiriyorlar.

886- Kâinattaki hayret-nüma faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü şu­besi şu­dur ki: Herbir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur olur herbir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur herbir muhabbet sahibi, se­vindirmeye lâyık mahlukları sevindirmekle sevinir herbir alicenab zat, başkasını mes’ud etmekle lezzet alır herbir âdil zat, ihkak-ı hak etmek ve müstahaklara ceza vermekte hukuk sahiplerini minnettar etmekle keyiflenir hüner sahibi herbir san’atkâr, san’atını teşhir etmekle ve san’atının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.

İşte bu mezkûr düsturların herbiri birer kaide-i esasiyedir ki, kâinatta ve alem-i insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin esma-i İlahiyede cereyan ettiklerini gösteren üç misal, Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfında izah edilmiştir. Bir hüla­sası bu makamda yazılması münasip olduğundan, deriz:



887- Nasılki meselâ gayet merhametli, sehavetli, gayet kerim alicenab bir zat, fıtratındaki âlî seciyelerin muktezasıyla büyük bir seyahat gemisine, çok muhtaç ve fakir insanları bindirip, gayet mükemmel ziyafetlerle, ikramlarla o muhtaç fakirleri memnun ederek denizlerde Arzın etrafında gezdirir ve ken­disi de onların üstünde, onları mesrurane temaşa ederek o muhtaçların minnetdarlıklarından lezzet alır ve onların telezzüzlerinden mesrur olur ve onların keyiflerinden sevinir, iftihar eder. Madem böyle bir tevziat me’muru hükmünde olan bir insan, böyle cüz’î bir ziyafet vermekten bu derece mem­nun ve mesrur olursa elbette bütün hayvanları ve insan­ları ve hadsiz melek­leri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i Rahmanî olan Küre-i Arz gemisine bin­direrek, ruy-i zemini enva-i mat’umatla ve bütün duyguların ezvak ve erza­kıyla doldurulmuş bir sofra-i Rabbaniye şeklinde onlara açmak ve o muhtaç müteşekkir ve minnetdar ve mesrur mahlukatını aktar-ı kâinatta seyahat et­tirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrur etmekle beraber dar-ı bekada Cennetlerinden herbirini ziyafet-i daime için birer sofra yapan Zat-ı Hayy-ı Kay­yum’a ait olarak o mahlukatın teşekkürlerinden ve minnetdarlıklarından ve mesruriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve tabi­rinde âciz olduğumuz ve me’zun olmadığımız şuunat-ı İlahiyeyi “memnuni­yet-i mukaddese” “iftihar-ı kudsî” ve “lezzet-i mukaddese” gibi isimlerle işa­ret edilen maani-i rububiyettir ki, bu daimî faaliyeti ve mütemadî hallakıyeti iktiza eder.

888- Hem meselâ bir mahir sanatkâr plaksız bir fonoğraf yapsa, o fonoğraf is­tediği gibi konuşsa, işlese sanatkârı ne kadar müftehir olur, mü­telezziz olur kendi kendine “mâşâallah” der.

Madem icadsız ve surî bir küçük sanat, sanatkârının ruhunda bu derece bir ifti­har, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sani-i Hakim’i, kâina­tın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envaiyle sada veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musiki-i İlahiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber, kâi­natın herbir nev’ini, herbir âlemini ayrı bir sa­natla ve ayrı sanat mucizeleriyle göste­rerek zihayatların kafalarında birer fonoğraf, birer fonoğraf, birer telgraf gibi çok makineleri, hatta en küçük bir kafada dahi yapmakla beraber herbir insan kafasına, değil yalnız plaksız fonoğraf, birer ayinesiz fonoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlar­dan yirmi defa daha hârika, her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve iste­diği tarzda işleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsî ve memnuniyet-i mukaddese gibi manaları ve rububiyetin bu nev’inden olan ulvi şuunatı; el­bette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi istilzam eder.



889- Hem meselâ bir hükümdar-ı âdil, ihkak-ı hak için mazlumların hak­kını za­limlerden almakla ve fakirleri kavilerin şerrinden muhafaza etmekle ve herkese müstehak olduğu hakkı vermekle lezzet alması, iftihar etmesi, mem­nun olması; hü­kümdarlığın ve adaletin bir kaide-i esasiyesi olduğundan, el­bette Hâkim-i Hakîm, Adl-i Adil olan Zat-ı Hayy-ı Kayyum’un bütün mah­lukatına, hususan zihayatlara “hukuk-u hayat” tabir edilen şerait-i hayatiyeyi vermekle ve hayatlarını muhafaza için onlara cihazat ihsan etmekle ve zaifleri kavilerin şerrinden Rahimane himaye etmekle ve umum zihayatlarda bu dünyada ihkak-ı hak etmek nev’i tamamen ve haksızlara ceza vermek nev’i ise kısmen sırr-ı adaletin icrasından olmakla ve bil­hassa Mahkeme-i Kübra-yı Haşirde adalet-i ekberin tecellisinden hasıl olan ve tabi­rinde âciz olduğumuz şuunat-ı Rabbaniye ve maani-i kudsiyedir ki, kâinatta bu faa­liyet-i daimeyi iktiza ediyor.

890- İşte bu üç misal gibi Esma-i Hüsnanın umumunda, herbirisi bu fa­aliyet-i daimede böyle kudsi bazı şuunat-ı İlahiyeye medar olduklarından, hallakıyet-i daimeyi iktiza ederler. Hem madem her kabiliyet, herbir istidad, inbisat ve inkişaf edip semere vermekle bir ferahlık, bir genişlik, bir lezzet verir. hem madem her vazifedar, vazifesini yapmak ve bitirmekle, vazifesin­den terhisinde büyük bir rahat­lık, bir memnuniyet hisseder. Ve madem bir tek tohumdan bir çok meyveleri almak ve bir dirhemden yüz dirhem kâr ka­zanmak, sahiplerine çok sevinçli bir halettir, bir ticarettir. Elbette bütün mahlukattaki hadsiz istidadları inkişaf ettiren ve bütün mahlukatını kıymetdar vazifelerde istihdam ettikten sonra terakkivari terhis ettiren, yani unsurları madenler mertebesine, madenleri nebatlar hayatına, nebatları rızık vasıtasıyla hayvanların derece-i hayatına ve hayvanları insanların şuurkârane olan yüksek hayatına çıkarıyor.

İşte herbir zihayatın zahirî vücudunun zevaliyle; (Yirmidördüncü Mektub’da izah edildiği gibi) ruhu, mahiyeti, hüviyeti, sureti gibi pek çok vücudlarını arkasında bıraktıran ve yerinde vazife başına geçiren faaliyet-i daime ve hallakıyet-i Rabbani-yeden neş’et eden maani-i kudsiyenin ve rububiyet-i İlahiyenin ne kadar ehem-miyetli oldukları anlaşılır.» (L: 347-350) (Kâinattaki faaliyetlerin sırrı, bak: 1313.p.)



891- Hem «bakıyoruz ki, kâinatta herhangi bir şey, hadd-i kemale vasıl olma­yınca hareket etmekten durmuyor. Kemaline vasıl olduğu zaman hare­keti terk edip sükûnda oturur. Bundan anlaşılıyor ki, vücud kemali ister, ke­mal de sübutu iktiza eder. Öyle ise, vücudun vücudu, kemal iledir. Kemalin kemali de devam ile olur. » (M.N. 62)

892- «Mümkin ünvanı altındaki eşyanın vücudunda tagayyür var. Yani keyfi­yetleri, halleri değişir. Binaenaleyh, mümkin olan bir şeyin daima bir halde tevakkuf ve sükût etmekle atalette kalması, o şeyin ahval ve keyfiyet­leri için bir nevi ademdir. Çünki o şeyin istikbal halleri ademde kalır, yol bulup vücuda gelemez. Adem ise büyük bir elem ve bir şerr-i mahzdır. Bina­enaleyh faaliyette lezzet olduğu gibi, ah­val ve şuunatta da bir tebeddül olup, bu tahavvül ve tebeddülden neş’et eden tees­sürat ve teellümat, bir cihetten çirkin ise de bir kaç cihetten güzeldir. Evet bir şeyin şekillerinde vukua gelen devir ve teslim sırasında gidenler müteessir, gelenler de memnun olurlar. Ve bu sayede hayat tasaffi eder, temizlenir. Vücud da teceddüd eder.» (M.N: 190)

893- «Kuvveden fiile geçmek olan faaliyetteki şedid ve mütenevvi lezzet, tagay­yür-ü âlemin mayesi ve kanun-u tekâmülün nüvesidir. Zindandan bos­tana çıkmak, daneden sünbüle geçmek aynı lezzettir. Faaliyet istihaleyi ta­zammun etse, lezzet tezayüd ederek taşar. Vazifedeki külfeti taşıttıran o tat­tır. Zişuura nisbeten gayetteki kemal, ne kadar cazibedarsa, “Lamüdrike”ye nisbeten nefs-i faaliyet öyle de cazibe­dardır, sa’ye sevkeder. Bu sırdandır ki: Rahat zahmettir, zahmet rahattır.» (H.Ş.138)

894- «Sükûn ve sükûnet, atalet, yeknesaklık, tevakkuf; bir nevi ademdir, zarar­dır. Hareket ve tebeddül; vücuddur, hayırdır. Hayat, harekâtla kemalâtını bulur; beliyyat vasıtasıyla terakki eder. Hayat; cilve-i esma ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffi eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbi­sat eder, kendi mukadderatını yaz­masına müteharrik bir kalem olur, vazife­sini ifa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i is­tihkak eder.» (M.45)

895- qqFAİZ m¶<_4 : (Feyz’den) Lügatta taşan, dolan manasındadır.

Faiz: ²m¬¶<«_4 kelimesi aynı şu şekliyle Kur’anda geçmiyor. Ancak ke­lime­nin

masdarı olan (feyz: m[4 den müştak olarak çeşitli şekilleriyle geçer ve ha­ram olan

faizden başka manaları ifade ederler.

Kur’anda haram olan faiz, “Riba” kelimesiyle ifade edilmiştir. Lisanı­mızda bu haram olan ribaya (faiz: ²m¬¶<«_4 de denir. Nasıl ki, Kur’anda geçen “salât” ve “savm”a, lisanımızda “namaz” ve “oruç” dediğimiz gibi...

Şeriatta faiz, “ödünç verilen mal veya para için alınan ve şer’an haram olan kâr’dır. Faizin iş hayatındaki manası, “sen çalış, ben yiyeyim”dir. Küçük tasarruf sa­hiplerinin paraları bankalarda toplanıp, büyük yekûnlere ulaşır. Banka, bu parayı al­dığından daha büyük faizle iş sahiplerine kredi olarak ve­rir. İstihsal edilen (üretilen) malların fiatına masraf olarak bu faiz eklenir. Bu sebeble malların fiatı, faiz nisbetine göre artar. Bu malı satın alanlar ödedik­leri fiatla birlikte, vaktiyle yatırım­cının ödediği faizi kendileri ödemiş olurlar. Böylece tasarruf sahipleri bankadan al­dıkları faizden çok daha fazlasını, bu malı satın almakla geri ödemiş olurlar. Ayrıca fiatların yükselmesiyle dar ge­lirlilerin haklarına tecavüz etmiş olurlar. Çalışmadan para alıp vermekle zen­ginleşen bir zümrenin türemesine de sebeb olurlar. İslâm, faizi haram kıl­makla bu haksızlıkları önler (O.A.L.) (Bak: Banka, Riba)

İbn-i Mesud rivayet ediyor: “Peygamberimiz (A.S.M.) faiz yiyeni, yedi­reni, şahitlerini ve yazıcısını lanetlemiştir” (Bu hadisi Ahmed bin Hanbel, Ebu Davud, İbn-i Mâce ve Tirmizî rivayet etmiştir. Ayrıca İbn-i Hebban ve Hakim in­celeyerek sahih kabul etmişlerdir.)

qqFAL Ä_4 : Uğur. Baht. Tali’. (Bak: Tefe’ül)

896- qqFANİ z9_4 : Muvakkat, kaybolan, gelip geçici, devamlı olmayan. (Bak: Beka)

«Ey insanlar! Fani, kısa, faidesiz ömrünüzü baki, uzun faideli, meyvedar yap­mak ister misiniz? Madem istemek, insaniyetin iktizasıdır. Baki-i Ha­kiki’nin yoluna sarfediniz. Çünki Baki’ye müteveccih olan şey, bekanın cilve­sine mazhar olur. Ma­dem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır ve ma­dem bu fani ömrü baki ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o ça­reyi arayacak ve o imkâni bilfiile çe­virmeye çalışacak ve tevfik-i hareket edecek. İşte o çare budur: “Allah için işleyiniz. Allah için görüşünüz. Allah için çalışınız. Lillah, livechillah, lieclillah rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün daki­kaları seneler hükmüne geçer.» (L.17)



897- «Eğer şu fani dünyada beka istiyorsan, beka fenadan çıkıyor. Nefs-i emmare cihetiyle fena bul ki, baki olasın..

Dünyaperestlik esasatı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et. Fani ol! Daire-i mül­künde ve malındaki eşyayı, Mahbub-u Hakiki yolunda feda et. Mevcu­datın adem-nüma akıbetlerini gör. Çünki şu dünyadan bekaya giden yol, fe­nadan gidiyor..

Ey nâdan nefsim! Bil ki, çendan dünya ve mevcudat fanidir. Fakat her fani şeyde, bakiye isal eden iki yol bulabilirsin ve can ve canan olan Mahbub-u Lâyezal’in tecelli-i cemalinden iki lem’ayı, iki sırrı görebilirsin. An şart ki: Suret-i faniyeden ve kendinden geçebilirsen.

Evet nimet içinde in’am görünür, Rahman’ın iltifatı hissedilir. Nimette in’ama geçsen, Mün’im’i bulursun. Hem her eser-i Samedanî, bir mektub gibi, bir Sani-i Zülcelal’in esmasını bildirir. Nakıştan manaya geçsen, esma yoluyla müsemmayı bulursun. Madem şu masnuat-ı faniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et. Manasız kabuğunu, kışrını, acımadan fena seyline atabilirsin.» (S.216)

«Faniyim, fani olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim fakat bir yâr-ı baki isterim. Zerreyim fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim fakat bu mevcu­datı umumen isterim.» (S.221)

898- qqFANTAZİYE y<ˆ_B9_4 : Yalandan gösteriş, boş debdebe. Zahirî süs ve zinet. Lüzumlu ihtiyaçtan olmayan ve zevk için kullanılan pahalı eşya, (Bak: İsraf, Sıbgatullah)

Fantazi; israfa, harama ve gaflete götürdüğünden dinimizde kötülenmiş­tir. Fantaziyenin menşei olup, sefahet ve israfatı milletlere aşılayan Av­rupa’nın mimsiz medeniyeti, millî şahsiyetimizi ve fazileti korumak için mil­letçe taklid değil, takbih edilmelidir. Şeair-i İslâmiyeyi yaşamak, en müessir fiilî takbih olduğu gibi; fikren ve lisanen de Avrupa’nın bozuk kısmına şöyle hitab ediliyor:

«Ey sefahet ve dalalette bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere cehennemî haleti hediye ettin! Sonra anladın ki, bu öyle ilaçsız bir illettir ki, insanı âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne atar. Hayvanatın en bedbaht derecesine indirir. Bu illetearşı bulduğun ilaç, mu­vakkaten ibtal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevasat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilacın, senin başın yesin ve yiyecek!..» (L.116) (Bak: Avru­palılaşmak)

899- qqFARABÎ z"~‡_4 : (Mi. 870-950) Ebu Nasr Muhammed Bin Tur­han Bin Uzluğ El-Farabî Et-Türkî. Türk âlim ve filozofudur. Batı Türkis­tan’da, Sir Derya ırmağı üzerinde, devrin mühim merkezlerinden biri olan Farab (Otrar) şehrine bağlı Vasık Kalesi komutanının oğludur.

Farabî, eski Yunan filozofu Aristo’nun felsefi eserlerini, bilhassa mantık ve metafiziğini şerh ve izah etmiştir. Hayatı hakkında bilgileri, kendisinden 200 yıl ka­dar sonra yaşamış felsefe tarihleri ve Tabakat kitablarından geldiği için, kaynaklarda az çok ihtilaf vardır. Türkçe’den başka Arapça, Farsça ve Süryanice bilirdi. Eserle­rini devrin ilim dili olan Arapça ile yazmıştır. Babası­nın tavsiyesi üzerine, gençliği­nin başlangıcında tahsil için Bağdad’a gitmiş ve orada fıkıh ve diğer İslâmî ilimleri tahsil etmiştir. Sonra bir müddet kadılık yapmıştır. Fakat öğrenmeye karşı merakı çok kuvvetli olduğundan felsefe ve tabiat ilimlerini de öğrenmiştir. Bu meyanda mantık, matematik, astronomi, tıb, edebiyat, gramer ve müzik sahasındaki eserleri okumuştur. Kısacası, za­manının bütün ilimleriyle meşgul olmuş; Buhara, Haleb ve Şam gibi mühim İslâm ve kültür merkezlerini görmüştür.

Son yıllarını Haleb’de geçirmiş ve en mühim eserlerini orada yazmıştır. Haleb’de Emir Seyfüddevle’nin himayesinde çalışmalarına devam etmiştir. Emir ile birlikte Şam’a yaptığı seyahatte hastalanarak 80 yaşlarında iken vefat etmiştir. Şam civarında, Bab-üs Sagir dışında medfundur. Evlenmediği, sade ve mütevazi bir ha­yat yaşadığı kaydedilir.

899/1- Felsefedeki şöhreti daha çok mantık sahasındaki çalışmalarından ileri gelmiştir. Felsefî görüş olarak Aristo’nun akılcı ve icabiyeci (determinist) görüşün tesirinde kalmıştır. Bu sahada İslâm dünyasındaki Meşşaiye felsefe­sinin öncülüğünü yapmıştır. Aristo metafiziği ile Yeni Eflatuncu metafiziği, İslâm inançlarıyla uzlaş­tırmaya çalışmış ve Kur’an hakikatlarının bir kısmını, bu felsefelere göre tevil et­miştir. Bu istikametteki eser ve görüşleri, Kur’an ve İslâm’dan az çok bir inhirafa yol açmış ve kendisinden sonra gelen filo­zoflara da tesir etmiştir. Bu inhiraflar se­bebiyle, başta Gazalî ve diğer Kelâm üleması tarafından Farabî ve muakibleri esaslı tenkidlere uğramış ve fikirleri kabul görmemiştir.

Bir atıf notu:

-Farabî’nin yanlış fikirleri, bak: 942,976,1819.p.lar.

qqFARMASON –Y._8‡_4 : Mason. Dinsiz, imansız. (Bak: Mason)

900- qqFARZ Œh4 : Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek veya maaş bağ­lamak. *Bir kimsenin kendi nefsine ait iken başkasına hibe ettiği muayyen bir şey. (Bunun zıddı “karz”dır.) *Takdir veya beyan eylemek. *Bir şeyi del­mek. Gedik açmak. *Bir davaya mevzu ve rükün kılınan husus. *Addetmek, saymak, tutmak. *Fık: Din hu­susunda icrası vâcib, terki masiyet olan hükm-ü İlahî. Kur’an-ı Kerim veya hadis-i şerifle sabit olan Cenab-ı Hakk’ın kat’î emri. Şirk koşmamak, iman etmek, namaz kılmak, yalan söy­lememek gibi..

900/1- Farz kelimesi Kur’anda (2: 197) (24:l) (28:85) (33:50) âyetlerine “farz kılmak” manasında; (2:236, 237) (33:38) âyetlerinde “takdir etmek” manasında; (4:7,118) âyetlerinde “tayin ve takdir edilmiş” manasında; (66:2) âyetinde “açıkla­mak” manasında; (4:11, 24) (9:60) âyetlerinde “farz kılınmış” manasında olarak ge­çer.

901- qqFASAHAT }&_M4 : Doğru ve düzgün, açık ve güzel ifadeli ko­nuşma.

«Fasahat: Sözün lafız, mana ve ahenk itibariyle kusursuz olmasıdır. Diğer ta­birle, lafızların söylenişinin tatlı, manasının da söylenirken hemen zihne girmesidir. Bu keyfiyetlerin birincisi, kelime ve cümle ahengi ile; ikincisi de kullanan kimsenin kelime hazinesi ve seçme kudreti ile alakalıdır. Fasahatın daha yüksek derecesine belagat denir ki; fasih bir sözün, yerine ve adamına göre söylenmesidir. Her beliğ söz, yerine göre denmemişse, beliğ olamaz.» (Edebiyat Sözlüğü)

«Kelimenin aslı: “Südün köpüğü gidip halis kalması” manasına idi. Sonra bir şeyin safi ve şaibelerden, şüphelerden halis olmasında kullanılmıştır. Bir şeyin belli ve aşikâr olması...» (Lügat-ı Remzi)

902- «Kur’an manen üslub-u beyan cihetiyle fevkalâde beliğ olduğu gibi, laf­zında gayet selis bir fesahatı vardır. Fesahatın kat’i vücuduna, usandırma­ması delil­dir ve fesahatın hikmetine, fenn-i beyan ve maaninin dâhî ülemasının şehadetleri bir bürhan-ı bahirdir. Evet binler defa tekrar edilse usandırmıyor, belki lezzet veri­yor. Küçük basit bir çocuğun hafızasına ağır gelmiyor, hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzi olan bir kulağa nahoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına serbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur’an onun kulağında ve dimağında ay­nen ağzında ve dama­ğında ma-i zemzem gibi leziz geliyor.

Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur’an, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınadır ve ruha ma ve ziya ve nüfusa deva ve şifa olduğun­dan usandır­maz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir mey­veyi hergün yesek, usandıracak. Demek Kur’an hak ve hakikat ve sıdk ve hi­dayet ve hârika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor. Daima gençliğini muhafaza ettiği gibi taravetini, halavetini de muhafaza ediyor. Hatta Kureyş’in rüesasından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur’anı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş demiş ki: Şu kelâmın öyle bir hala­veti ve taraveti var ki, kelâm-ı beşere benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyo­rum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa etbaımızı kan­dırmak için, sihir demeliyiz.” İşte Kur’an-ı Hakim’en en muannid düşmanları bile fesahatından hayran oluyorlar.» (S.378) (Bak: Beyan)



903- qqFASIK s,_4 : (Fısk’dan) Günahkâr. Hak yolundan hariç olan. Al­lah’ın emirlerine karşı zıt hareket eden. Büyük günahı işleyen veya küçük günahta ısrar eden kimse. (Bak: Fısk, Fücur, Günah, Mürted)

Kur’an-ı Kerim’de fasıkların sıfatları beyan edilir. Ezcümle: (2:26 ve 27) âyetle­rinin «gayet kısacık bir meali şöyledir:

Cenab-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere, sivrisinek gibi hakir, kıymetsiz bir hayvanla veya bir mahlukla misal getirmeyi kâfirlerin keyfi için terketmez. İmanı olanlar, onun Rablerinden hak olduğunu bilirler. Amma kâfirler, Allah bu gibi hakir misallerden neyi irade etmiştir. diyorlar. Allah, onun ile çoklarını dalalete atar ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat fasıklardan maada dalalete attığı yoktur. Fasıklar da ol adamlardır ki; Allah’ın taatinden huruçla, misak-ı ezelîden sonra ahidlerini bozarlar ve Allah’ın ak­rabalar arasında veya mü’minler beyninde emrettiği hatt-ı muvasalayı keser­ler; yer yüzünde işleri ifsaddır; dünya ve âhirette zarar ve hüsrana maruz ka­lan ancak onlardır.» (İ.İ. 155)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   37   38   39   40   41   42   43   44   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin