G
1003- qqGAFLET }VS3 : Dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık. Nefsine ve hevesatına tabi olarak Allah’ı ve emirlerini unutmak ve alâkasız kalmak. Hak ve hakikatı unutma hali. Huzurun zıddı. (Bak: Huzur, Ülfet)
«Gaflet, hissi ibtal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede ibtal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tagutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalalete gidenlere ve onları körükörüne taklid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!» (M.N. 157)
1003/1- Bediüzzaman Hazretleri nim-manzum bir yazısında dalâletten doğan haleti şöyle tasvir eder:
«Mağdub ve dâllîn yolu, o yol verir vicdana, tâ en derin yerine hem bir hiss-i elîmi, hem bir şedid elemi. Şuur onu gösterir. Şuura zıd olmuşuz.
Hem kurtulmak için de muztar ve hem muhtacız; ya o teskin edilsin, ya ihsas da olmasın; yoksa dayanamayız, feryad u fizar dinlenmez.
Hüdâ ise şifadır; heva, ibtal-i histir. Bu da teselli ister, bu da tegafül ister, bu da meşgale ister, bu da eğlence ister. Hevesat-ı sihirbaz.
Tâ vicdanı aldatsın, ruhu tenvim edilsin, tâ elem hissolmasın. Yoksa o elem-i elîm, vicdanı ihrak eder; fîzâra dayanılmaz, elem-i ye’s çekilmez.
Demek sırat-ı müstakimden ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu hâlet tesir eder, vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var, birer iz.
Demek heves, heva, eğlence, sefahetten memzuc olan şaşaa-i medenî, bu dalâletten gelen şu müdhiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehir-baz» (S.744)
1004- «Şu medeniyet-i sefihe, küre-i arzı bir tek şehir hükmüne getirip ahalisi birbiriyle tanışmakta, her sabah ve akşam gazetelerle günahları ve mâlâyaniyatı birbirine nakledip öğretmektedirler. İşte bu sefih medeniyet sebebiyle, gaflet perdesi o kadar kalınlaşmış ve onun süs ve fantaziyeleriyle hicab o kadar kesafet peyda etmiştir ki; adeta yırtılmaz bir hale gelmiş. Çok büyük bir himmetin sarfı lâzımdır, ta yırtılsın.
Hem dahi o medeniyet-i habise, beşerin ruhuna dünyaya bakan hadsiz menfez ve ihtiyacat deliklerini açmıştır. (Bak: 719, 720.p.lar) Cenab-ı Hakk’ın hususi lütfuna mazhar olmuş olanlardan başka, (Bak: 986.p.) bu delikleri kapamak gayet çetin ve müşkil olmuştur.» (M.Nu. 246)
Evet «bu fırtınalı zamanın, hissi ibtal eden ve beşerin nazarını âfaka dağıtan ve boğan cereyanlar, ibtal-i his nevinden bir sersemlik vermiş ki, ehl-i dalalet manevi azabını muvakkaten tam hissedemiyor. Ehl-i hidayete dahi gaflet basıyor, hakiki lezzetini takdir edemiyor.» (H.Ş.15) (Mürur-u zamanla hakaika karşı gelen gaflet, bak: 3206, 3207.p.lar)
1005- Medeniyet-i sefihenin aşıladığı pek kalın gafleti ve acı neticelerini nazar-ı imanla müşahede eden Bediüzzaman, manevi meşhudatından ibretli bir levhayı şöyle ifade eder:
«Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve akıbetbinlik adesesiyle, gayet şa’şaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i hayatiyeleri göründüğü gibi, yakın bir istikbalde mezaristan ehli olanların müteharrik cenazelerini görmüş gibi oldum. O gülenlere ağladım. Birden bir tevahhuş, bir acımak hissi geldi. Aklıma döndüm, hakikattan sordum: “Bu hayal nedir?”
Hakikat dedi ki: “Elli sene sonra, bu kemal-i neş’e ile gülen ve eğlenen zavallılardan, elliden beşi, beli bükülmüş yetmiş yaşlı ihtiyarlar gibi; kırkbeşi, mezaristanda çürümüş bulunacaklar. O güzel simalar, o neş’eli gülmeler, zıdlarına inkılab etmiş olacaklar. ¯`<¬h«5 ¯³~ Çu6 (112) kaidesiyle; madem yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattır; elbette gördüğün hayal değildir. Madem dünyanın gafletkârane gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur; elbette biçare insanların ebed-perest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirane, huzurkârane, gafletsiz, masumane eğlencelerdir ve sevab cihetiyle baki kalan sevinçlerdir. Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istila edip gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullah’a ve şükre çok azîm tergibat vardır. Ta ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsim. Çünki şükür, nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır.» (L.274)
1006- Bediüzzaman, Yeni ve Eski Said’i mukayese ederken şöyle diyor:
«Geceye benziyen gençliğim zamanında gözlerim uyumuş idi, ancak ihtiyarlık sabahıyla uyandım, mealinde olan:
¯`[¬L«8 ¬d²AM¬" Ŭ~ ²y¬A«B²X«# ²v«7«— |¬B«A[¬A«- ¬u²[«V¬" ²a«8_«9 ²f«5 |¬X²[«2«—
şiirin şümulüne dâhilim. Çünki gençliğimde en yüksek bir intibah şahikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah intibah değilmiş. Ancak uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş. Binaenaleyh, medenilerin iftihar ile dem vurdukları tenevvür-ü intibahları, benim gençlik zamanımdaki intibah kabilesinden olsa gerektir. Onların misali, rüyasında güya uyanıp, rü’yasını halka hikâye eden naim meselidir. Halbuki rüyasında onun o intibahı, uykunun hafif perdesinden derin ve kalın bir perdeye intikal ettiğine işarettir. Böyle bir naim ölü gibidir. Yarıbuçuk uykuda bulunan insanları nasıl ikaz edebilir?
Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umur-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenilere yanaşmayın. Çünki aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalalete düşer boğulursunuz.» (M.N. 125) (Bak: Cehl-i Mürekkeb)
Atıf notları:
-Siyasetin verdiği gaflet, bak: 2346.p.sonu
-Gafleti dağıtan haletler, bak: 3077, 3078.p.lar
-Yusuf’a (A.S.) dünya saadeti gaflet vermedi, bak: 4018.p.
-Şu gaflet zamanında musibet bir lütf-u İlahîdir, bak: 121l.p.
-İnsan gafletle kendini unutur, bak: 3002.p.
1006/1- qqGALİBİYET }[A7_3 : Üstün gelme, yenme. Mağlub etme. (Bak: Cihad)
Atıf notları:
-Galibiyet ve mağlubiyette hak ve batıl vesileler, bak: l136.p.
-Vazifeyi yapıp vazife-i İlahiyeye karışmamak: (Bak: Vazife)
-Enbiyanın bazan mağlub olmalarının hikmeti (mübareze kânûnu), bak: 2703-2705.p.lar.
-Gazve-i Huneyn’deki mağlubiyetten alınan ibret, bak: 1367, 1370.p.lar
-Bin kişilik düşmana karşı 320 kişi ile kazanılan Bedir Zaferinden ibret alınması, bak: 408.p.sonu
-Firavuniyetin tefrika planıyla galibiyeti, bak: 1527.p.
-Din-i Hakkın bütün dinlere galebesini bildiren âyet, bak: 684.p.sonu
-Galibiyet ve mağlubiyet imtihanı, bak: 1658.p.ta âyet notu.
-Melaike yardımı ile gelen zaferde hakiki fail Allah’tır, bak: 2335.p.ta bir âyet notu.
-Fitne en sonda zâlimleri helâk eder, bak: 1000/5.p.
“İslâm garib başladı” rivayeti, bak: 1749.p.
İslâm dünyasının mevcud umumî şartlar karşısında müsbet hareketle kuvvetlenmesinin lüzumu, bak: 1975/1 ilâ 1975/3.p.lar
qqGAVS Y3 : Çağırma. Nida. Meded istemek. * Yardım edici. Meded verici. * Kurtuluş. (Bak: Aktab)
qqGAVS-ÜL A’ZAM vP2¶~ Y3 : Abdülkadir-i Geylani (K.S.) Hazretlerinin namı. En büyük Gavs. Evliyaullahın büyüğü. Gavs-ı Ekber de denir. (Bak: Abdülkadir-i Geylani)
1007- qqGAYB `[3 : Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey. (Bak: Âlem-i Gayb, Ebced, İspritizma, Mugayyebat, Tevafukat-ı Gaybiye)
«Gayb, gaybet ve gıyab manasına masdar veya gaib manasına isim ve sıfat olur ki, bu da ya adl gibi tesmiye bi-l masdar veya meyyit ve meyt gibi “gayyib” muhaf-fefidir... Gayb ve gaib ise ibtida idraki histe veya bedaheti akılda hazır olmayan, tabir-i âherle şuur-i evvelîde meş’ur olmıyan demektir.» (E.T.176)
«Gayb iki manada kullanılır ki birisine gayb-i mutlak, birisine de gayb-i izafî denilir. Gayb-i mutlak: Hiçbir mahlukun ne ihsası ne ilmi taalluk etmiyendir ki ona nisbetle gayb demektir.» (E.T.4869)
Hülasa gayb, başlıca iki nevi olarak ele alınıyor. Biri henüz vücuda gelmemiş olan imkânattır. Diğeri mevcud fakat insanın idrak ve ihsasatına girmeyen şeylerdir. Meselâ beşeriyet fıtratında koklama duygusu olmasaydı, kokular âlem-i gaybdan sayılırdı. Bu durumda bir şahsın koku alma duygusu açılsa, kerametkârane gayba nüfuz etmiş olacaktı. Keza her duygunun ihsasatını bu kıyasla düşünebiliriz. Demek ilmî, manevî ve kalbî kemalât ile inbisat eden bazı hislerle gayb âlemlerine muttali olmak mümkündür. Bu inkişafata medar olan sebeblere, dua-yı fiilî olarak riayet ve şükr-ü örfiyi ifa edenlere Allah’ın hikmeti iktiza ederse bazı hârika halleri ihsan eder. (Bak: 1159.p.)
Bu mesele ile alâkalı olarak Bediüzzaman Hz.nin bazı ifadeleri şöyledir:
«Beşerin san’at ve fennin imtizacından süzülen, maddi ve manevi fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi celb-i ervah ve cinlerle muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor.» (S.258)
«Beşerin havass-ul hams-ı zâhire ve bâtınadan başka âlem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur pek çok hisleri var...» (M.N. 254)
Evet insan, kâinatın maddi ve manevi âlemlerinin bir nüsha-i musaggarası olduğu cihetinde sahib kılındığı cami istidadatının tekâmülü ile, mevcud âlem-i gayba ihatasız ve tevile muhtaç ve gayr-ı müemmen bir tarzda nüfuzu ve müşahedata mazhariyeti (Bak: 209, 210.p.lar) varsa da, İlahî hakaiki ve murad-ı İlahîyi ve Levh-i Mahfuz’da mahfuz kabl-el vuku hâdisatı vuzuhan bilemez.
«Evet herkes bizzat gaybı bilmez. Fakat i’lam ve ilham-ı İlahî ile bilinebilir ki, bütün mu’cizat ve keramat ona dayanır.» (Ş.421)
Sonsuz ve ezelî olan ilm-i İlahîden gelen Kur’anın hakaik-i İlahiyeyi ihatası ve esma-i İlahiye ve kâinat hakikatlarında müvazeneyi muhafazası hususunda, vahye tebaiyetten daha çok meşhudatlarına istinad edenlerin nâkısiyetlerini gösteren şu ifadeler de dikkat çekicidir:
«İşte şu muhafaza ve müvazene ve cem’, bir hâsiyettir. Kat’iyyen beşerin eserinde mevcut değil ve eazım-ı insaniyenin netaic-i efkârında bulunmuyor. Ne melekûta geçen evliyaların eserinde, ne umûrun bâtınlarına geçen İşrakiyyunun kitablarında, ne âlem-i gayba nüfuz eden ruhanilerin maarifinde hiç bulunmuyor.» (S.439)
1007/1- Bediüzzaman Hazretlerinin istikbal-i dünyeiyeye ait bazı gaybî ihbarının bazan tevile muhtaç olmasının hikmetini açıklayan bir mektubu:
«Risale-i Nur’un tercümanı, hakiki vazifesinin haricinde dünyadaki istikbaliyata ara sıra bakması, bir derece zahirî bir müşevveşiyet verir. Meselâ: Bundan otuz kırk sene evvel diyordu: “Bir nur gelecek, bir nurani âlemi göreceğiz” deyip; o mana, geniş bir dairede ve siyasette tasavvur edilmiş.
Hem bundan on dört, on beş sene evvel, “Dinsizliği çevirenler müthiş semavi tokatlar yiyecekler” diye büyük geniş, küre-i arz dairesindeki bu dehşetli hâdiseyi, dar bir memlekette ve mahdud insanlarda tasavvur etmiş. Halbuki istikbal, o iki ihbar-ı gaybiyeyi tasavvurunun pek fevkinde tefsir ve tabir eyledi. Evet eski Said’in “Bir nur âlemi göreceğiz” demesi, Risale-i Nur dairesinin manasını hissetmiş; geniş
bir daire-i siyasiye tasavvur ettiği gibi, sırr-ı _«X²[«O²2«~ _Å9¬~ nın remziyle, onüç ondört
sene sonra, “Dinsizliği, zındıklığı neşredenler, pek müdhiş tokatlar yiyecekler.” deyip; o hakikatı dar bir dairede tasavvur etmiş. Şimdi zaman, o iki hakikatı tam tabir ve tefsir etti. Evet başta Isparta Vilayeti olarak Risale-i Nur dairesi, birinci hakikatı pek parlak ve güzel bir surette gösterdiği gibi; ikinci hakikatı da, medeniyet-i sefihenin tuğyanını ve maddiyunluk (*) taununun aşılamasını çeviren ve idare eden ervah-ı habisenin başlarına gelen bu dehşetli semavî tokatlar, geniş bir dairede, o
sırr-ı _«X²[«O²2«~ _Å9¬~ nın hakikatını, tam tamamına isbat etmiş.
Risale-i Nur kat’i bürhanlara istinaden hükümleri; sair hakaikte aynı aynına, tevilsiz, tabirsiz hakikat çıkması ve yalnız işarat-ı tevafukiye ve sünuhat-ı kalbiyeye itimaden beyanatı, böyle dünyevî olan mesail-i istikbaliyede neden bazan tabir ve te’vile muhtaç oluyor? diye hatırıma geldi.
Böyle bir cevab ihtar edildi ki: Gaybî istikbal-i dünyevîde ve dünya işlerinde başa gelen hâdisatı bildirmemekte; Cenab-ı Erham-ür-rahimîn’in çok büyük bir rahmeti saklandığını ve gaybı gizlemekte çok ehemmiyetli bir hikmeti bulunduğu cihetle, gaybî şeyleri haber vermekten yasak edip, yalnız mübhem ve mücmel bir surette, ya ilham veya ihtar ile bir emareyi vesile ederek, keşfiyatta ve rü’ya-yı sadıkada bir kısım gaybî hakikatları ihsas eder. O hakikatların hususi suretleri vukuundan sonra bilinir.» (K.L.215) (Bak: 3839, 3845.p.lar)
1008- Gaybdan yani gelecekteki hâdiselerden haber vermek yasağının hikmetleri vardır. Çünki «musibetlerin vakti muayyen olsaydı, musibet başına gelen adam, musibetin intizarında o gelen musibetin belki on mislinden ziyade manevi bir musibet- o intizardan çekmemesi için hikmet ve rahmet-i İlahiye tarafından gizli, perdeli bırakılmış. Ve ekser hâdisat-ı kevniye-i gaybiye böyle hikmetleri bulunduğundandır ki, gaibden haber vermek yasak edilmiş.
yÁV7~ Ŭ~ «`²[«R²7~ v«V²Q«< « düsturuna karşı hürmetsizlik ve itaatsizlik etmemek
içindir ki, medar-ı teklif ve hakaik-ı imaniyeden başka olan umur-u gaybiyeden izn-i Rabbanî ile haber verenler dahi, yalnız işaret suretinde perdeli ve kapalı ihbar etmişler. Hatta Tevrat ve İncil ve Zebur’da Peygamberimiz hakkında gelen müjdeler ve haberler dahi, bir derece perdeli ve kapalı gelmiş ki; o kitabların bir kısım tabileri te’vil edip iman etmediler. (Bak: 2595.p.)
Fakat itikadat-ı imaniyeye giren mes’eleleri tasrih ile ve tekrar ile ihbar etmek ve açık bir surette tebliğ etmek hikmet-i teklifin muktezası olduğundan, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ve Tercüman-ı Zişan’ı (A.S.M.) umur-u uhreviyeden tafsilen ve hâdisat-ı istikbaliye-i dünyevîden icmalen haber vermişler.» (Ş.581)
Atıf notları:
-Bazı velilerin gaybdan haber vermeleri, bak: 42 ilâ 44.p.lar
-Dünyevî geleceği mübhem, uhrevî geleceği açıkça haber vermenin hikmeti, bak: 1993, 2106.p.lar.
-Maneviyatta büyük şahsiyetlerin bazan her tarafı görür gibi, bazan da en yakını göremez olan halleri, bak: 1913.p.
-Bazı zâtlara eşya-i gaybiyenin inkişafı, bak: 1798.p.
1009- Peygamberimiz’in (A.S.M.) gaybdan ihbarları pek çoktur. Fakat
yÁV7~ Ŭ~ «`²[«R²7~ v«V²Q«< « sırrınca: Kendi kendine gaybı bilmezdi; belki Cenab-ı
Hak O’na bildirirdi, O da bildirirdi. Cenab-ı Hak hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Hikmet ve rahmeti ise, umur-u gaybiyeden çoğunun setrini iktiza ediyor, mübhem kalmasını istiyor. Çünki şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur. Vukuundan evvel onları bilmek elîmdir. İşte bu sır içindir ki: Ölüm ve ecel mübhem bırakılmış ve insanın başına gelecek musibetler dahi, perde-i gaybda kalmış.
İşte hikmet-i Rabbaniye ve rahmet-i İlahiye böyle iktiza ettiği için Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ın ümmetine karşı ziyade hassas merhametini ziyade rencide etmemek ve âl ve ashabına karşı şedid şefkatini fazla incitmemek için, vefat-ı Nebevîden sonra, âl ve ashabının ve ümmetinin başlarına gelen müdhiş hâdisatı, umumiyetle ve tafsilatıyla göstermemek mukteza-yı hikmet ve rahmettir.(113)
Fakat yine bazı hikmetler için mühim hâdisatı, fakat dehşetli bir surette değil, ona talim etmiş. O da ihbar etmiş. Hem güzel hâdiseleri kısmen mücmel, kısmen tafsil ile bildirmiş. O da haber vermiş. Onun haberlerini de, en yüksek bir derece-i takvada ve adlde ve sıdkda çalışan ve
¬‡_ÅX7~ «w¬8 ˜«f«Q²T«8 Ì~ ÅY«A«B«[²V«4 ~®f¬±W«Q«B8 Å|«V«2 ««g«6 ²w«8«— (114) hadisindeki tehdidden şiddetle korkan ve ¬yÁV7~|«V«2 ««g«6 ²wÅW¬8 v«V²1«~ ²w«W«4 (39:32) âyetindeki şiddetli
tehdidden şiddetle kaçan muhaddisîn-i kâmilîn bize sahih bir surette o haberleri nakletmişler.» (M.96)
Kur’an (7:188) âyeti de Resulullah’ın (A.S.M.) -Allah’ın dilediğinden başka-kendi kendine gaybı bilmediğini beyan eder.
1010- Şimdi de «umur-u gaybiyeye dair hadislerin birkaç misalini zikrederiz:
Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nakl-i sahih ile ve mütevatir bir derecede bize vasıl olmuş ki; minber üstünde, cemaat-ı Sahabe içinde ferman etmiş ki:
¬w²[«B«W[¬P«2 ¬w²[«B«\¬4 «w²[«" ¬y¬" yÁV7~ d¬V²M[«, °f¬±[«,~«g; °w«K«&|¬X²"¬~ (115)
İşte kırk sene sonra İslâm’ın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh, Hazret-i Muaviye (R.A.) ile musalaha edip, cedd-i emcedinin mu’cize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.» (M.98) (Bak: 1198.p.)
1011- «Hem Hazret-i Ali (R.A.) Hazret-i Zübeyr ile seviştiği bir zaman dedi: “Bu sana karşı muharebe edecek, fakat haksızdır.” (116)
Hem Ezvac-ı Tahiratına demiş: “İçinizde birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek.” ¬`«=²Y«E²7~ «Ÿ¬6 _«Z²[«V«2 d«A²X«#«— (117)
İşte şu sahih, kat’i hadisler; otuz sene sonra Hazret-i Ali’nin Hazret-i Aişe ve Zübeyr ve Talha’ya karşı Vaka-i Cemel’de ve Muaviye’ye karşı Sıffîn’de ve Havaric’e karşı Harevra’da ve Nehrüvan’da muharebesi, o ihbar-ı gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.» (M.98)
1012- «Hem -nakl-i sahih-i kat’i ile- ferman etmiş:
|«K«2 «yÁV7~ Å–¬~«— «r«E²MW²7~ ~«h²T«< «Y;«— –_«W²C2 u«B²T<
(118) y«Q²V«' «–—f<¬h< ²vZÅ9¬~«— _®M[¬W«5 y«K¬A²V< ²–«~
deyip, Hazret-i Osman halife olacağını ve hal’i istenileceğini ve mazlum olarak Kur’an okurken katledileceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.» (M.103)
1013- «Hem -nakl-i sahih-i kat’i ile- Emeviye Devleti’nin zuhurunu ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacağını ve
Hazret-i Muaviye ümmetin başına geçeceğini ²d¬D²,«_«4 «a²U«V«8 ~«†¬~«— (119) ferma-
nıyla, rıfk ve adaleti tavsiye etmiş. Ve Emeviye’den sonra,
~YU«V«8_«8 «¿_«Q²/«~ «–YU¬V²W«<«— ¬…YÇK7~ ¬_«<~ÅI7¬_" ¬‰_ÅA«Q²7~ f«7«— ‚h²F«< (120) deyip, Devlet-i Abbasiyenin zuhurunu ve uzun müddet devam edeceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.» (M.103) İşte bunun gibi daha pekçok istikbalî ve gaybî ihbarat-ı sadıka var ki, Nübüvvet-i Ahmediyenin (A.S.M.) hakkaniyetini isbat ederler.
Birkaç atıf notu:
Peygamberimiz’in gayb-aşina kalbi, bak: l194.p.sonu
Kâhin ve hatiflerin, Peygamberimiz’in (A.S.M.) geleceğine dair bazı gaybî ihbarları, bak: 597/1, 598-600.p.lar.
Abbasi Devleti’nin zuhur ve tahribine dair ihbar-ı gaybî, bak: 14.p.
Sahabeler hakkında Tevrat’ta ihbar-ı gaybî, bak: 3201, 3202.p.lar
Bazı fütuhata dair ihbar-ı gaybî, bak: 1441.p.
1014- Cin ve şeytanların semavattan gaybî haber hırsızlığını bildiren:
« ¯`¬9_«% ¬±u6 ²w¬8 «–Y4«g²T<«— |«V²2«²~ ¬³Ÿ«W²7~ «]7¬~ «–YQÅWÅK«< «ž
°`¬.~«— °~«g«2 ²vZ«7«— ~®‡Y&…
(37:8,9,10) °`¬5_«$ °_«Z¬- y«Q«A²#«_«4 «}«S²O«F²7~ «r¬O«' ²w«8 Åž¬~
(67:5) ¬w[¬0_«[ÅLV¬7 _®8Y%‡ _«;_«X²V«Q«%«— «d[¬"_«M«W¬" _«[²9Çf7~ «š_«WÅK7~ _ÅXÅ<«ˆ ²f«T«7«—
gibi âyetlerin mühim bir nüktesi, ehl-i dalaletin bir tenkidi münasebetiyle beyan edilecek. Şöyle ki: Cin ve şeytanın casusları, semavat haberlerine kulak hırsızlığı yapıp, gaybî haberleri getirerek, kâhinler ve maddiyyunlar ve bazı ispirtizmacılar gibi, gaibden haber vermelerini, nüzul-ü vahyin bidayetinde vahye bir şübhe getirmemek için onların o daimî casusluğu, o zaman daha ziyade şehablarla recm ve menedildiğine dair olan mezkûr âyetler münasebetiyle gayet mühim üç başlı bir suale muhtasar bir cevabdır.
1015- Sual: Şu gibi âyetlerden anlaşılıyor ki, cüz’î ve bazan şahsî bir hâdise-i gaybiyeyi de haber almak için, gayet uzak bir mesafe olan semavat memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüz’î hâdisenin bahsi varmış gibi; hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitecek, getirecek diye bir manayı akıl ve hikmet kabul etmiyor. Hem nass-ı âyetle, semavatın üstünde bulunan Cennet’in meyvelerini bazı ehl-i Risalet ve ehl-i keramet, yakın bir yerden alır gibi alıyormuş. Bazan yakından Cennet’i temaşa ediyormuş diye nihayet uzaklık nihayet yakınlık içinde bir meseledir ki, bu asrın aklına sığmaz? Hem cüz’î bir şahsın cüz’î bir ahvali; küllî ve geniş olan semavat memleketindeki Mele-i A’lanın medar-ı bahsi olması, gayet hakîmane olan tedvir-i kâinatın hikmetine muvafık gelmiyor? Halbuki bu üç mesele de hakaik-i İslâmiyeden sayılıyor?
1016- Elcevab: Evvela: Onbeşinci Söz namındaki bir Risalede, “yedi basamak” namında, yedi kat’i mukaddeme ile,
(67:5) ¬w[¬0_«[ÅLV¬7 _®8Y%‡_«;_«X²V«Q«%«— «d[¬"_«M«W¬" _«[²9Çf7~ «š_«WÅK7~ _ÅXÅ<«ˆ ²f«T«7«—
âyetinin ifade ettiği, yıldızlarla şeytan casuslarının semavattan ref’ ve tardı, öyle bir surette isbat edilmiş ki, en muannid maddiyyunu dahi ikna eder, susturur ve kabul ettirir.
Saniyen: Bu uzak zannedilen o üç hakikat-ı İslâmiyeyi, kısa zihinleri yakınlaştırmak için bir temsil ile işaret edeceğiz. Meselâ: Bir hükümetin daire-i askeriyesi memleketin şarkında ve daire-i adliyesi garbında ve daire-i maarifi şimalinde ve daire-i ilmiyesi cenubunda ve daire-i mülkiyesi ortasında bulunsa; telsiz telefon, telgrafla, gayet muntazam bir surette her daire alâkadar olduğu vaziyetleri görse, haber alsa; adeta umum o memleket, adliye dairesi olduğu halde, askerî dairesidir ve mülkiye dairesi olduğu gibi, ilmiye dairesi oluyor.
1017- Hem meselâ: Müteaddid devletler ve ayrı ayrı payitahtları bulunan hükümetlerin bazan oluyor ki, müstemlekat cihetiyle veya imtiyazat haysiyetiyle veya ticaretler münasebetiyle bir tek memlekette ayrı ayrı hakimiyetlikleri bulunur. Raiyet ve millet bir olduğu halde, herbir hükümet, kendi imtiyazı cihetiyle, o raiyetle münasebetdardır. Birbirinden çok uzak o hükümetlerin muamelatı, birbirine temas ediyor. Her hanede birbirine yakınlaşıyor ve her adamda iştirakleri oluyor. Cüz’î mes’eleleri, temas noktalarındaki cüz’î bir dairede görülür. Yoksa her cüz’î bir mes’ele, daire-i külliyeden alınmıyor, fakat o cüz’î mes’elelerden bahsedildiği zaman, doğrudan doğruya daire-i külliyenin kanunuyla olduğu cihetiyle daire-i külliyeden alınıyor gibi ve o dairede medar-ı bahsolunmuş bir mesele şekli verilir tarzda ifade edilir.
1018- İşte bu iki temsil gibi, semavat memleketi, payitaht ve merkez itibariyle gayet uzak olduğu halde, Arz memleketinde insanların kalblerine uzanmış manevi telefonları olduğu gibi, semavat âlemi, yalnız âlem-i cismanîye bakmıyor; belki âlem-i ervahı ve âlem-i melekûtu tazammun ettiğinden, bir cihette perde altında âlem-i şehadeti ihata etmiştir. Hem âlem-i bakiden ve dar-ı bekadan olan Cennet dahi, hadsiz uzaklığıyla beraber, yine o daire-i tasarrufatı, perde-i şehadet altında, her tarafta nurani bir surette uzanmış, yayılmış.
Sâni-i Hakîm-i Zülcelal’in hikmetiyle, kudretiyle, nasılki insanın başında yerleştirdiği duygularının merkezleri ayrı ayrı olduğu halde, herbiri umum o vücuda, o cisme hükmediyor ve daire-i tasarrufuna alabiliyor. Öyle de; bu insan-ı ekber olan kâinat dahi, mütedahil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi, binler âlemleri ihtiva ediyor. Onlarda cereyan eden ahvalin ve hâdiselerin küllî ve cüz’iyeti ve hususiyeti ve azameti cihetiyle medar-ı nazar olur, yani o cüz’ler, cüz’î ve yakın yerlerde ve küllî ve azametliler küllî ve büyük makamlarda görülür. Fakat bazan cüz’i ve hususi bir hâdise, büyük bir âlemi istila eder. Hangi köşede dinlenilse, o hâdise işitilir.
Ve bazan da büyük tahşidat, düşmanın kuvvetine karşı değil, belki izhar-ı haşmet için yapılır. Meselâ: Hâdise-i Muhammediye (A.S.M.) ve Vahy-i Kur’anın hâdise-i kudsiyesi, umum semavat memleketinde, hatta o memleketin her köşesinde en mühim bir hâdise olduğundan, doğrudan doğruya çok uzak ve çok yüksek olan koca semavatın burçlarına nöbetdarlar dizilip, yıldızlardan mancınıkları atarak, casus şeytanları tard ve defediyorlar vaziyetinde göstermek ve ifade etmekle, vahy-i Kur’anînin derece-i haşmetini ve şa’şaa-i saltanatını ve hiçbir cihette şübhe girmiyen derece-i hakkaniyetini ilana bir işaret-i Rabbaniye olarak, o vakitte ve o asırda daha ziyade yıldızlar düşürülüyormuş ve atılıyormuş. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan dahi, o ilan-ı tekvinîyi tercüme edip ilân ediyor ve o işaret-i semaviyeye işaret eder. Evet bir melaikenin üfürmesiyle uçurulabilir olan casus şeytanları böyle bir işaret-i azîme-i semaviye ile, melaikelerle mübareze ettirmek, elbette o vahy-i Kur’anînin haşmet-i saltanatını göstermek içindir. Hem bu haşmetli olan beyan-ı Kur’anî ve azametli tahşidat-ı semaviye ise; cinnilerin, şeytanların, semavat ehlini mübarezeye ve müdafaaya sevkedecek bir iktidarları, bir müdafaaları bulunduğunu ifade için değil, belki kalb-i Muhammedî’den (A.S.M.) ta semavat âlemine, ta Arş-ı Azam’a kadar olan uzun yolda, hiçbir yerde cin ve şeytanın müdahaleleri olmamasına işaret için, vahy-i Kur’anî, koca semavatta, umum melaikece medar-ı bahsolan bir hakikattır ki, bir derece ona temas etmek için, şeytanlar ta semavata kadar çıkmaya mecbur olup, hiçbir şeye muvaffak olamayarak recm edilmesiyle işaret ediyor ki; kalb-i Muhammedî’ye (A.S.M.) gelen vahy ve huzur-u Muhammediyeye (A.S.M.) gelen Cebrail ve nazar-ı Muhammedî’ye (A.S.M.) görünen hakaik-i gaybiye, sağlam ve müstakimdir, hiçbir cihetle şüphe girmez diye Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan mu’cizane haber veriyor.
Dostları ilə paylaş: |