1345- qqHİSS-İ KABL-EL VUKU’ Y5Y7~ uA5 ¬±j& : Bir hâdiseyi olmadan önce hissetmek. Sezmek. (Bak: İlham, Tahteşuur)
“Mektubat” eserinde rüyanın hakikatını anlatan Bediüzzaman, hiss-i kabl-el vuku’ için de şu izahatı verir:
“Rüya-yı sadıka, hiss-i kablelvukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cüz’i külli vardır. Hatta hayvanlarda dahi vardır. Hatta bir zaman ben bu hiss-i kalelvukuu, zahirî ve batınî meşhur duygulara ilave olarak, insanda ve hayvanda “sâika” ve “şâika” namıyla aynı “samia” ve “bâsıra” gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmuştum. Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere; -hata ederek-ahmakçasına “sevk-i tabî” diyorlar. Haşa sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlahî sevkediyor. Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilaç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.
Hem ruy-i zeminin sıhhiye me’murları hükmünde ve bedevi hayvanatın cenazelerini kaldırmak ile muvazzaf kartal gibi âkilüllahm kuşlara, bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kablelvuku ilhamiyle ve o sâika-i İlahî ile bildirilir ve bulurlar.
1346- Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu; yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmiyerek, o sevk-i kaderî ile ve o sâika ilhamiyle döner, yuvasına girer. Hatta herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki; birisinden bahsediyorken, ani kapı açılarak tahminin fevkinde aynı adam gelir. Hatta Kürdçe durub-u emsaldendir: y«X<¬‡«— |¬7 ²‡~«f²9«« y«X[¬"²h6 ¬ê_«9 Yani:”Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla vur, çünki kurt geliyor.” Demek bir hiss-i kablelvuku ile, latife-i Rabbaniye, icmalen o adamın gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru ihata etmediği için; kasden değil, ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevkeder. Ehl-i feraset bazan keramet gibi geldiğini beyan eder. Hatta bir zaman bende şu nevi hassasiyet fazla idi. Bu hali bir düstur içine almak istedim, fakat yakıştıramadım ve yapamadım. Fakat ehl-i salahatta ve bahusus ehl-i velayette bu hiss-i kablelvuku fazla inkişaf eder, kerametkârane âsârını gösterir.” (M.348) (Rüya-yı sadıka, hiss-i kablelvukuun inkişafıdır, bak: 3161.p.)
1347- Emirdağ Lahikası namındaki eserinde de şu bilgi vardır:
“Emr ve izn-i İlahî ve havl ve kuvvet-i Rabbaniye ile, umum hayvanatın melaikeden bir çobanı, bir nâzırı olduğu gibi; kuş taifesinin de bir çobanı var. Onlar bilmese de emr-i İlahî ile ve ilham-ı Rabbanî ile çobanları onları sevkeder. O sevk-i fıtrî ise, kuşlara gelen ilhama dayanır. Kuşlar, ilhama mazhardırlar ki; yaşı bir günlük bir arı yavrusu, havada bir gün mesafede gider; o ilham-ı fıtrî ile o sevk-i Rabbanî ile yolunu şaşırmadan dönüp, gelip yuvasına girer.” (E.L.i.92)
1348- Bu sevk-i Rabbanî ve ilham-ı fıtrî gibi hakikatlardan anlaşılıyor ki; “herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve müvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alim-i Kadir’e şehadet eder.
Çünki zerre gibi bir camid, arı gibi küçük bir hayvan, Kitab-ı Mübinin mühim ve ince meseleleri olan nizam ve mizanı bilmez. Camid bir zerre, arı gibi küçük bir hayvan nerede? Semavat tabakalarını bir defter sahifesi gibi açıp, kapayıp toplayan Zat-ı Zülcelal’in elindeki Kitab-ı Mübin’in mühim ince meselelerini okumak nerede? Eğer sen divanelik edip; zerrede o kitabın ince hurufatını okuyacak kadar bir göz bulunduğunu tevehhüm etsen, o vakit o zerrenin şehadetini redde çalışabilirsin. Evet Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübin’in düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçta icmal edip derceder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaç ile amel etse, o Kitab-ı Mübin’in düsturlarını bilmiyerek imtisal eder.
Meselâ: Hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar; durmıyarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asasıyla vurur, ab-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harb gibi meharet gösterir. Acaba bu küçük tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahluka bu san’atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san’atını kim öğretmiş? Ve nerede öğrenmiş? Ben, yani bu biçare Said itiraf ediyorum ki: Eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım; bu san’atı, bu kerrüfer harbini ve su çıkarma hizmetini çok uzun dersler ve çok metaiddid tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.
İşte ilhama mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvanatı bu sineğe kıyas et. Hatta nebatatı da aynen hayvanata kıyas edebilirsin. Evet Cevvad-ı Mutlak (Celle Celaluhu), her ferd-i zihayatın eline lezzet midadıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş. Onunla evamir-i tekviniyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir. Bak o Hakim-i Zülcelal’e; nasıl Kitab-ı Mübin’in düsturlarından, arı vazifesine ait mikdarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, proğramını okur, emri anlar, hareket eder. (16:68) ¬u²EÅX7~|«7¬~ «tÇ"«‡|«&²—«~«— âyetinin sırrını izhar eder.” (L. 125) (İrade-i İlahiyenin tecellisine mümkinatın itaatı, bak: 815.p)
1349- qqHİZB i& : Cemaat. *Takım, kısım, cüz’, fırka. Parti. *Bir maksad etrafında birleşmiş topluluk. Âlim ve salih bir zatın re’yine veya herhangi bir lidere tabi olup onunla bir gaye uğrunda beraber çalışanlar. *Bir cemaatten ayrılanların meydana getirdiği grup. (Bak: Cemaat)
-Hizb’e ait Kur’andan birkaç not:
-Her hizb kendi hizbiyle fahirlenir: (23:53) (30:32)
-Bozuk hizblerden toplanmış mehzûm (yıkılmaya mahkûm) ordu: (38:ll,13)
-Hizblerin ihtilafı: (43:65)
1350- qqHİZB-ÜL KUR’AN –³~hT7~ i& : Kur’an cemaatı. Kur’ana ciddi ve samimi olarak bağlanıp, ona hizmet için mücahidane bir surette çalışan ve fenalıklardan korunan müslümanların topluluğu ve cereyanı. (Bak: Hizbullah) *Kur’anın bir cüz’ünün dörtte biri. *Zikir ve dua için Kur’andan alınmış bir kısım âyetler.
“Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın büyük bir kumandanı olan Hazret-i Üsame Radıyallahü Anh; bir gün “hamd” ait, bir gün “istiğfar”a ait âyetler, bir gün “tesbih”e ait, bir gün “tevekkül”e, bir gün de “selam” lafzına, bir günde “tevhid” ve “Lâ ilahe illa hu”ya ait, bir günde “Rab” kelimesine ait bütün Kur’andan müteferrik surelerden bir hizb-i Kur’anî çıkarmış kendine bir vird eylemiş. Demek böyle hizblere izn-i Peygamberî (Aleyhissalatü Vesselâm) var.” (E.L.II.152) (BakVird)
Mezkûr vird, Mecmuat-ül Ahzab’ın l. cild, 207. sahifesindedir.
1351- “ Başta sahabeler ve matbu Mecmuat-ül Ahzab’da bulunan Hazret-i Üsame Radıyallahu Anh hizb-i kuranîsi ki, herbir günde bir kısmını okumakla taksim edilmiştir. Ve aynı kitabda ve Mecmuat-ül Ahzab’ın aynı cildinde İmam-ı Gazalî’nin Radıyallahu Anh bir hizb-i Kuranisi ve çok ehl-i velayetin kendi meşreblerine muvafık bazı sureleri ve âyetleri bir hizb-i mahsus-u Kuranî yaptıkları meydandadır. Zaten Kur’an-ı Hakim’in bir mu’cizesi şudur ki; ehl-i hakikatten ve kemalattan herbir meslek sahibi, meşrebine muvafık, Kur’anda bir Kur’anını, bir hizb-i mahsusunu, bir üstadını bulur. Güya tek bir Kur’anda binler Kur’an var.
Bu mu’cizenin sırrı şudur ki: Kur’an-ı Hakim’in âyetlerinin ve kelâmlarının münasebetleri yalnız beraber olanlara değil, belki pekçok âyetlere ve kelâmlara ve kelimelere münasebeti var, bakıyor. İşarat-ül İ’caz tefsir-i Nuriyede bu sır bir derece gösterilmiş. Demek başka kelâmlara benzemez. Herbir âyet, binler âyetlere bakar birer yüzü ve gözü var. Bu vaziyet-i Kur’aniye çok hakaika medardırlar Ehl-i tarikat ve ehl-i hakikatın herbir kısmı kendi mesleğine göre o küllî Kur’an içinde bir mahsus hizbleri var.” (E.L.II.150)
1352- qqHİZB-ÜŞ ŞEYTAN –_O[L7~ i& : Şeytana ve nefislerine tabi olanların grubu. Allah’ın kanun ve nizamına tabi olmadan nefsanî arzularına uyanlar. Milleti, memleketi ve mukaddesatı yıkmağa çalışan ve ahlâksızlığa alıştıranların ve dinsizlerin topluluğu ve cereyanı.
Bu tabir Kur’anda, (58:19) âyetinde geçer ve (35:6) âyeti de bununla alâkalıdır.
1353- qqHİZBULLAH yV7~ i& : Allah için din uğrunda ciddi gayret sahibi olan ve din düşmanlarıyla asla hakiki dost olmayan mücahid cemaat. Hizb-ül Kur’an da denir. Kur’an (5:56) ve (58:22) âyetlerinde geçen “hizbullah” ünvanını “müfessirîn: Cünudullah, evliyaullah, ensarullah, şiatullah diye muhtelif tabirlerle tefsir etmişlerdir.” (E.T. 1721) (Bak.Cemaat ve 179.p.sonu)
Bir atıf notu:
-Hizb-ül Kur’anın fitneye karşı siyasi ve menfi mukabeleye girmemesi, bak: 387.p.
qqHİZMET }8f' : (Bak: Vazife)
qqHİZMET-İ İMANİYE y[9_W<~ }8f' : İmana ait hizmet. İman ve Kur’an hakikatlarının neşrinde, tebliğinde çalışmak. (Bak: Tebliğ, 1642-1645.p.lar)
Bir atıf notu:
-Hizmet-i imaniye yolunda cehenneme girmeye razıyım şeklindeki ifadenin mana ve muradı hakkında bir tavzih, bak: 651/2 ilâ 651/5 p.lar.
1354- qqHUD …Y; : (Haid. c.) Büyüklük. *Çok hürmet. *Bir Peygamber ismi. Rıfk, sükûn ve vakar ile muttasıf olduğu için bir Peygambere Hud ismi verilmiştir (A.S.) *Yahudilere de bu isim söylenilmiştir.
“Hazret-i Hud, Yemen’de “Hazremut” civarında “Ahkaf” denilen mahalde yaşayan “Âd” kavmine peygamber gönderilmiştir. Şöyleki: İnsanlar Tufan beliyesinden sonra yine azıtmışlar, yollarını sapıtmışlar. Hak Teala’nın dinine aykırı hareketlere cüret göstermişlerdi.
Bunlardan bir kısmı da Âd kavmi idi. Bunlar, bir çok nimetlere, kuvvetlere nail olmuş, muhteşem binalar yapmış, fakat Allah Teala’nın birliğini inkâr ederek putlara tapınmakta bulunmuşlardı. Kendilerine Hud Aleyhisselâm gönderildi. Bu muhterem peygamber birçok mu’cizeler gösterdi. Fakat inanmadılar. Nihayet yedi gece, sekiz gün devam eden şiddetli bir rüzgar ile helak oldular. Hazret-i Hud da kendisine iman edenler ile beraber başka bir tarafa çıkıp gitti. Yüz elli sene yaşadığı ve Mekke-i Mükerreme’de veya Hazremut’ta medfun bulunduğu rivayet olunmuştur.” (B.İ.İ.478) (Bak: Âd)
Hz. Hud’un (A.S.) tebliğ vazifesi ve hayatperest kavminin sefahet ve isyanlarını birer ders-i ibret olarak Kur’an (7:65 ilâ 72) (ll:50 ilâ 60) ve (26: 123 ilâ 140 âyetlerinde zikreder.
1355- qqHUDEYBİYE y[A: Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye giden yolun üzerinde ve Mekke’den bir merhale uzaklıkta küçük bir köy olup, yakınında bir kuyu ve bir ağaç vardır ki, bu ağacın altında Hz. Fahr-i Kâinat Efendimiz (A.S.) beşinci hicri senede ashabı tarafından biat olunmuştur.
Hicretten beş sene on ay geçtiğinde Hz. Peygamber, maiyetinde Muhacirîn ve ensardan 1400 kişi bulunduğu halde umre niyetiyle Kâbe-i Şerife’yi ziyaret maksadıyla gidip bu yere vardıklarında Kureyş’in harp için karşı çıktıklarını haber alması üzerine, harp niyetiyle gelmeyip ancak sıla-i rahm ve Beytullah’ı ziyaret niyetiyle geldiklerini beyan buyurmuşlarsa da, Kureyş o sene Hz Peygamberle müslümanların Mekke’ye girmelerine razı olmayıp ertesi sene kabul edecekleri şartıyla ve diğer bazı şartlarla muahede akdetmişlerdir. Bunun üzerine mezkûr sahabeler Hudeybiye’nin yakınında bulunan ağacın altında Hz. Peygamber Efendimize biat ettikten sonra Medine-i Münevvere’ye dönmüşlerdir.
1356- Evet (48:27) _®A<¬h«5 _®E²B«4 «t¬7«† ¬–—… ²w¬8 «u«Q«D«4 âyeti “ifade ediyor ki: Sulh-u Hudeybiye, çendan zahiri İslâm aleyhinde görülmüş ve Kureyşiler bir derece galib görünmüş olduğu halde manen sulh-u Hudeybiye, manevi büyük bir fetih hükmünde olacak ve sair fütuhatın da anahtarı olacak diye ihbar ediyor. Filhakika, sulh-u Hudeybiye ile çendan maddi kılınç, kılıfına muvakkaten konuldu. Fakat Kur’an-ı Hakim’in barika-asa elmas kılıncı çıktı, kalbleri akılları fethetti. Müsalaha münasebetiyle birbiriyle ihtilat ettiler. Mehasin-i İslâmiyet, envar-ı Kur’aniye; inad ve taassubat-ı kavmiye perdelerini yırtarak, hükmünü icra ettiler. Meselâ: Bir dahiye-i harb olan Halid Bin Velid ve bir dahiye-i siyaset olan Amr İbn-ül As gibi mağlubiyeti kabul etmiyen zatlar, sulh-u Hudeybiye ile cilvesini gösteren seyf-i Kur’anî, onları mağlub edip, Medine-i Münevvere’ye kemal-i inkıyad ile İslâmiyet’e gerdendade-i teslim olduktan sonra Hazret-i Halid, bir “seyfullah” şekline girdi ve fütuhat-ı İslâmiyenin bir kılıncı oldu.” (L. 29) Hudeybiye hâdisesi Kur’anda (48:12 ve 60:12) âyetlerinde geçer.
1357- qqHUDUD …—f& : (Hadd. c.) Sınırlar, hududlar. *Uçlar. Bucaklar. *Şeriatın ceza hükümlerinin tatbiki. (Bak: Hadd)
1358- qqHUDUS —f& : Yeniden meydana gelme, sonradan peyda olma. (Bak: Delil-i İmkânî)
Usul-üd din ve İlm-i Kelâm’ın dâhî ülemasının ve hükema-i İslâmiyenin gördükleri ve isbat ettikleri hudus ve imkân hakikatları için demişler ki:
“Madem âlemde ve her şeyde tagayyür ve tebeddül var; elbette fanidir, hâdistir, kadim olamaz. Madem hâdistir elbette onu ihdas eden bir Sani’ var. Ve madem her şeyin zatında vücudu ve ademi, bir sebeb bulunmazsa müsavidir. Elbette vacib ve ezelî olamaz. Ve madem muhal ve batıl olan devir ve teselsül ile birbirini icad etmek mümkün olmadığı kati bürhanlarla isbat edilmiş. Elbette öyle bir Vacib-ül Vücud’un mevcudiyeti lâzımdır ki, naziri mümteni’, misli muhal ve bütün maadası mümkin ve masivası mahluku olacak. Evet hudus hakikatı kâinatı istila etmiş. Çoğunu göz görüyor. Diğer kısmını akıl görüyor.” (Ş.141)
1359- “Gelelim imkân bahsine: Mütekellimîn demişler ki:
İmkân mütesaviy-üt tarafeyndir. Yani, adem ve vücud ikisi de müsavi olsa; bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mucid lâzımdır. Çünki mümkinat birbirini icad edip teselsül edemez. Yahut o onu, o da onu icad edip devir suretinde dahi olamaz. Öyle ise, bir Vacib-ül Vücud vardır ki, bunları icad ediyor.” (S. 684)
“Çünki görüyoruz ki; herşey, küllî ve cüz’î bulunsun, büyük ve küçük olsun arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar her mevcud; mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlar ile dünyaya gönderiliyor. Halbuki o mahsus zata ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek... hem suretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve farikalı ve münasib o muayyen sureti giydirmek...hem hemcisinden olan eşhasın mikdarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek... hem sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddid bulunan o masnua, o has ve muvafık, maslahatlı sıfatları yerleştirmek. hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkin olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalat içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahluka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek; elbette külli ve cüz’i bütün mümkinat adedince ve her mümkinin mezkûr mahiyet ve hüviyet, hey’et ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânatı adedince tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas edici bir Vacib-ül Vücud’un vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiç bir şe’n ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey ona ağır gelmediğine ve en büyük bir şey en küçük bir şey gibi ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar sühuletle icad edebildiğine işaretler ve delaletler ve şehadedler, imkân hakikatından çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler.” (Ş.141)
1360- qqHUKUK »YT& : (hakk. c.) Haklar. *İnsanın cemiyet hayatında riayet etmesi lâzım gelen kaideler, esaslar, yani şer’î ve adlî hükümler. Haklıyı haksızdan ayıran kaideler. *Şeriat kitablarında yazılı olan haklar, kanunlar ve kaideler. *Şeriat kitablarına yazılı olan haklar, kanunlar ve kaideler. *Üniversitenin hukuk tahsili yaptıran kısmı. Hukuk Fakültesi. (Bak: Beraet-i Zimmet, Laiklik, Mecelle, Şeriat)
1360/1- Hukuk-u İslâmiyenin bütün hukuk dünyası müvacehesinde mümtaz hususiyetlere ve İlahî istiklaliyete sahib, emsalsiz bir hukuk manzumesi olduğunu, munsif hukuk ve ilim dünyası kabul etmektedir. Ezcümle, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi yayınlarından ve 1949’da neşredilen “Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu” namında altı cildlik eserin l. cildinin 349. sahifesinde şu bilgi veriliyor:
“1937 senesinde Lahey’de ikinci defa olarak toplanan bir hukuk konferansına vaki olan davete mebni Mısır Cami-ül Ezher’i heyet-i ilmiyesi namına, iki İslâm âlimi de iştirak etmiş idi.
Ezher mümessilleri, bu konferansta iki esaslı mevzu hakkında mütalaada bulunmuştur. Bu mevzulardan biri: “Şeriat-ı İslâmiye= İslâm hukuku nazarında medenî ve cinaî mes’uliyetler” diğeri de “İslâm hukukuyla Roma kanunları arasında bir alâka olup olmaması ve İslâm hukukunun Roma kanunlarından müteessir olduğuna dair bazı müsteşriklerin zuumlarını red meselesi” idi.
Ezher mümessillerinin mütalaaları, İslâm hukukunun yüksekliği ve içtimaî hayatı en mükemmel bir surette mütekeffil bulunması hususunda konferanstaki Avrupalı azanın takdirlerini celbetmiş, bunun neticesinde konferansın bütün azası, rey birliğiyle aşağıdaki maddeleri karar altına almışlardır:
1- Şeriat-ı İslâmiye (İslâm hukuku), umumi hukukun (mukayeseli hukukun) kaynaklarından biridir.
2- İslâm hukuku canlıdır, tekâmüle salihtir.
3- İslâm hukuku, bizatiha kaimdir, başkalarından alınmış değildir.
4- Birinci mevzu (yani İslâm hukukundaki mes’uliyet bahsi) konferansın siciline Arapça ile tescil edilecektir. Bu, kendisine müracaat edilmek için hazırlanan mecmua-i ilmiyede de nazara alınacaktır.
5- Arapça, konferansta istimal edilecek ve müstakbel devrelerde de buna devam edilmesi tavsiye olunacaktır.
Velhasıl: İslâm hukukunun bu müstakil, yüksek mahiyeti; onu güzelce tedkik eden zatlar tarafından her zaman itiraf edilmektedir. Ancak şunu da ilave edelim ki: İslâm hukuku, kudsî ve istisnaî bir mahiyeti haizdir; bunun başka hukuk müesseselerinden istifade etmiş olması düşünülemez. Fakat Avrupa hukuk, alel-ıtlak İslâm fıkhından ve bilhassa Endülüs’te ve Afrika’da ziyade intişar cihetiyle Malikî fıkhından pek çok müstefid olmuştur.”
1361- Hem yine aynı eserin baş kısmında, o günün İstanbul Üniversitesi rektörü Ord. Prof. Dr. S.S. Onar, Hukuk-u İslâmiye hakkında şu itirafta bulunuyor:
“Hak ve adaletin en büyük ve feyizli kaynaklarından olan İslâm hukuku asırlarca en medenî milletlerin ihtiyaçlarına cevap verdiği halde bugün mukayeseli hukuk sahasında lâyık olduğu yeri alamamış bulunmaktadır. Hayat şartları birbirinden farklı ve ayrı ayrı medeniyetlere sahip olan Türk, Arap, İran, Hint gibi müteaddit İslâm milletlerinin içtimaî bünyelerine uymuş ve ihtiyaçlarına cevab vermiş olmasına ve bugün de içinde adalet ve faziletin en esaslı hükümleri saklı bulunmasına rağmen mukayeseli hukuk sahasında ve hukukun tekâmülünde bugün bir rolü bulunmaması, hukuk ilmi namına esefle karşılanmak icabeder.
Bugün İslâm hukuku esaslarının meydana konması, bunların ehemmiyet ve kıymetlerinin dünya hukuk âlemi ve ilmi içinde belirtilmesi, bu ilmin inkişafı bakımından büyük bir hizmet olacaktır.
Mazide İslâm hukukunun gelişmesinde ve hâdiselere tatbikinde büyük hizmetleri dokunmuş olan Türk hukukçularına bugün de bu hukukun zamanın kıymet hükümleri dahilinde tetkik ve izahı vazifesi düşmektedir. Fakat bu mühim işe başlamak için seleflerimizin bir bahr-i bîpâyan diye tavsif ettikleri fıkıh ilmini, İslâm hukukunu bütün incelikleriyle ortaya koymak lâzımdır.”
1362- Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi yayınlarından “Hukuk Tarihinde İslâm Hukuku” namındaki eserinde Ord. Prof. Sabri Şakir Ansay şunları kaydeder:
“İslâmda din, hukukun da kaynağı olmaktadır; dinî ve hukukî işler, dağılmaksızın ayrılmayacak surette birbiri içine sokulmuştur. Hukuk ve din hükümleri birlikte bütün halinde İslâm şeriatının muhtevasını teşkil etmiştir. İslâm hukukçuları, dinî, siyasî, ahlâkî, iktisadî ve zekat gibi mâlî meseleleri, hatta muaşeret âdabı münasebetlerini, dinî bir damga ile din çerçevesi içine almış, bunlara aynı dinî değer ve takdiri vermiş, hepsini dinî gerekçe altında bir tutmuştur.” (sh: 5) (Hukuk vaz’-ı İlahîdir, bak: 1405.p)
1363- “Mecelle’nin l. maddesine eklenen şu fıkralar, hukukun dinî telakkisini açıklar: “İnsan tabiatça medeni olduğundan öbür hayvanlar gibi tek başına yaşamayıp bir medeniyet çevresi içinde toplanmağa ve birbiriyle birleşmeğe ve yardımlaşmağa muhtaçtır. Halbuki kişi kendi hoşuna giden şeyi ister ve hoşlanmadığı şeyi iter olduğundan, aralarında adalet ve düzenin bozulmaması için gerek evlenme ve gerek yardımlaşma ve birleşme hususlarında bir takım tanınmış şer’î kanunlara muhtaç olur ki, birincisi fıkhın münakehat ve ikincisi muamelat kısmıdır. Medenileşme işinin böylece devam edebilmesi için ceza tertibi lâzım gelip, bu da fıkhın ukubat kısmıdır.”
Kur’an, İslâmın baş kitabıdır; şeriatın, İslâm kanununun asıl kurucusu Allah’tır.” (Aynı eser, sh: 10)
1364- İlk neşri 1936’da T.C. Diyanet İşleri Reisliği tarafından yapılan “Hak Dini Kur’an Dili” tefsirinin l. cildin 126. sahifesinde şu kaydı görüyoruz:
“Her kanun-u Hak, bir vaz’-ı İlahî olduğundan müstakimdirler. Vaz’-ı beşerî olan kanunlar ne ilim, ne din hiç biri olamazlar. Bunlar ilim nokta-i nazarından batıl, din nokta-i nazarından şer teşkil ederler ve gayr-i müstakimdirler. Bunun için beşerin hakkı, gerek ilimde ve gerek dinde kanunu vaz’etmek değil, Hakk’ın kanunlarını arayıp bulmak ve keşf ü izhar etmektir. Arşimet, müvazene-i mayiat kanununu; Nevton, cazibe kanununu; Aristo, tenakuz kanununu vaz’ettiler demek doğru olmadığı gibi; Ebu Hanife Hazretleri de kıyas-ı fıkhî kanunlarını vaz’etti demek doğru değildir. Bunlar onların vaz’ı olsa idi, eğri ve yalan olurlardı. Doğru olmaları kanun-u Hakk’ın keşfine mazhar olmalarından naşidir. Bunun için ülema, mucid değil, kâşif ve müzhirdirler. Zira kanun-u Hakk’ın hafi olanları da vardır.” (Bak: Naklî Delil)
İki atıf notu:
-Hukuk-u umumiye ve şahsiye olarak iki nevi hukuk, bak: 3487.p.
-Roma hukuku anlayışı, bak: 927.p.
1365- Hukukta büyük ehemmiyeti haiz olan hukuk-u ibada (kul hakkına) gayet dikkat edilmesini dinimiz ısrarla emreder. (T.T. 5. cild. sh: 42,2.bölüm)
Atıf notları:
-Veda Hutbesinde en şamil hukuk-u insaniyeyi tesbit, bak: 1423.p.
-Hukukta müsavat, bak: 1408 .p.
- Hukukun hâkimiyeti, bak: 2195.p.
-Sultan Fatih’in muhakeme altına alınması, hukuk devleti olmanın canlı bir misalidir, bak: 919.p.
qqHULEFA š_SV' : (halife. c.) Halifeler. (Bak: Halife)
1366- qqHULLE y±V' : Ağır, pahalı. *Belden aşağı ve belden yukarı olan iki parçadan ibaret olan elbise. *Cennet elbisesi. *Fık: Müslim bir erkek, karısını üç talak ile boşarsa bu kadın ile tekrar nikahlanması haram olur. Ancak kadın, başka bir erkek ile evlenir ve onunla da anlaşamaz ve boşanıp ayrılsalar, bu halde isterlerse ilk evlilik haline dönebilirler. Fakat üç talak ile boşananlar tekrar nikahlanmaları için şer’î imkân yok denecek kadar zayıf olduğundan başka hileli yollara gitmeleri haramdır. (Bak.Hile-i Şer’iye, Talak)
1367- qqHUNEYN w[X& : Hicretin 8. senesinde ve Mekke’nin fethinden 16 gün sonra vuku bulan Huneyn gazası, Kur’an (9:25,26) âyetlerinde zikredilir. Mezkûr âyetlerde bilhassa kemiyete, adet çokluğuna güvenmeyip nusret-i İlahiyeye dayanmak gerektiği ders verilmektedir.
1368- “Huneyn, Mekke ile Taif arasında bir vadinin ismidir. Mekke’nin fethi ile Kureyş’in ekserisi müslüman oldu; olmayanlar pek az kaldı ve bu suretle din-i İslâm bir mertebe daha meydan aldı. Mukaddema Kureyş’in taraftarı olan kabail ve aşair de müslümanlar tarafına mâil ve müteveccih oldu. Fakat Arab’ın en büyük kabilelerinden olan Hevazin Kabilesi ile Sakif Kabilesi beynlerinde ittifak ederek Resul-i Ekrem ile harb etmek üzere zikrolunan Huneyn vadisinde toplanmağa başladılar. Bu kabilelerin harb u darb işlerinde mehareti vardı. Mekke’nin fethi üzerine gayz u heyecanları artmış ve Resul-i Ekrem’in kendileri üzerine yürüyeceği fikrine zâhib olmuşlar ve daha bekliyecek olurlarsa muhakkak muzmahil olacaklarına kani olarak hazırlıklarını ikmal edip hemen harekete geçmişlerdi. Hevazin ve sakif kendileri dört bin kadar idiyse de, Beni Sa’d İbn-i Bekr ve Beni Cüşem gibi daha birtakım kabailin inzimamiyle bir cemm-i gafir teşkil eylemişlerdi ki; bazı rivayete göre mecmuu yirmi binden ziyade olduğu söylenmiştir.
1369- Resul-i Ekrem (A.S.M.) İslâm aleyhinde öyle büyük bir ordunun toplandığını işitti ve hemen tedarükat-ı külliyeye teşebbüs etti. Hatta Safvan İbn-i Ümeyye’den silah istedi. Safvan henüz müşriklerden idi. Müslüman olmak için iki ay muhlet istemişti. “Gasben mi ya Muhammed?” diye sordu. “Hayır, iade olununcaya kadar; telef olursa ödenmek şartiyle ariyet istiyorum” buyuruldu.O da “Öyle ise beis yok” diyerek üçyüz zırh verdi. Nevfel İbn-i Haris İbn-i Abdülmuttalib dahi bu vecihle üçyüz mızrak iare eyledi.
1370- Resul-i Ekrem (A.S.M.) oniki bin ve bazı rivayetlere göre belki biraz daha fazla askerle Mekke’den çıkıp Huneyn’e müteveccihen hareket buyurdu. Bu askerin onbini Mekke’nin fethinde hazır bulunan ashab, mütebakisi de Mekkelilerden yeni İslâma dâhil olmuş tuleka idi ve beraberlerinde seksen kadar da müşrik vardı ki biri de Safvan ibn-i Ümeyye idi. Bilahare alınan esirlerin altıbin kadar olduğu rivayet-i sahiha ile sabit bulunduğuna binaen bu İslâm ordusunun adetçe düşmanın mecmuundan fazla olmadığı anlaşılıyorsa da her halde müslümanların o ana kadar yaptıkları muzaeffer oldukları muharebelerde görülmedik bir kesret ve kuvvette mükemmel idi ve bu hal müslümanların hoşuna gitmiş, bu kesrete bayağı güvenmişlerdi. Hatta rical-ilmüslimînden birisi: “Bu gün asla azlıktan mağlub olmayız” demiş ve bu söz Resulullah’a iyi gelmemişti. Gerçi bu söz galebeyi, mücerred kesrette görmek manasından uzaksa da, kesrete bir itimad beslemek ¬y¬±V7~¬f²X¬2 ²w¬8Ŭ~h²MÅX7~_«8«—(3:126) (8:10) olduğunu kale almamak gibi bir gurur ve kusurdan da hâlî kalmıyordu. Âyette ihtar buyurulduğu üzere, şimdiye kadar bir çok mevakide nail oldukları zaferlerin hiç biri kesretlerine medyun olmamış bulunan asker-i İslâmın, bu kerre harbe girerlerken kesret ve kılleti mevzu-u bahis etmeleri, onlardan matlub olan ihlas ve ihtiyat ile mütenasib olmıyacak bir zühul oluyordu. Allahu Teala ve Resulünü mansur ve muzaffer kılan ancak kendisi olduğunu bildirmek için bu gazada ibtida asakir-i İslâmiyeye bir hezimet yüzü gösterdi ve filhakika kılletten değil kesrete güvenmekten dolayı ilk önce ordu-yu İslâm’da acib bir inhizam, adeta bir “panik” vaki oldu. Benî Süleym kabilesi ile yeni Mekke askeri, Halid ibn-i Velid kumandasında pişdar olarak önde gidiyorlardı. Benî Süleym ilerilemişti ve bir hamlede düşmana açılmıştı. Bunu gören Mekkeliler de ganaime doğru laübaliyane seğirdip giderlerken evvelce Huneyn vadisini tutmuş, pusularda gizlenmiş olan ve ok atmakta mehareti bulunan Hevazin askerinin birdenbire öyle şiddetli bir hücumlarına maruz oluverince öyle bir bozulup kaçmışlardı ki bu bozgunluk bütün orduya sirayet edivermiş ve bu haber Mekke’ye kadar ermişti ve imanı zaif olan yeni müslümanların bir çoğunun efkârı bozulmuştu. Bu öyle bir bozgunluk olmuştu ki, merkezde Resul-i Ekrem birkaç ashabıyla yapayalnız kalıvermişti. Oniki bin askerin ric’ate mecbur kaldığı ok sağnaklarına karşı yalnız Fahr-i Âlem fütursuz, telaşsız gidiyordu. Bütün azm-ü ikdamın şecaat ü sebatın yegane timsali ve i’caz-ı Nübüvvetin bürhan-ı bîmisali olan İlahî bir heyecan ile Düldülünü bütün düşmanlarının hamlelerine ve hatta bütün küfür dünyasının üzerine üzengileyip sürüyor. sürdükçe küffar kaçıyor, onlar hamle ettikçe durup bekliyordu. Rivayet olduğuna göre bu hal, on küsur kerre vaki olmuştu. (Peygamberimizin şecaatı, bak: 559.p.)
1371- Sonra Allah Resulüne ve mü’minlere sekinetini; kalblere sükûnet veren rahmetini ve görmediğiniz askerler indirdi ki bunlar melaikedir... Kavl-i muhtara göre bunların nüzulü mü’minlerin kalblerine havatır-ı hasene ilkasıyla takviye ve teyid ve müşriklerin kalblerine ilka-i ru’b için idi. O vakit Fahr-i Âlem, sağ cenahı tutup durmuştu ve Hazret-i Abbas’ın sesi gayet yüksek olduğundan ona “Ey ensar, ey ashab!” diye bağırmasını teklif eyledi. O da nida edip “Ey Akabe’de biy’at eden Ensar, ey Şecere-i Rıdvan altında dönmemek üzere söz veren Ashab, ey Ashab-ı Şecere, ey Ashab-ı Sure-i Bakare” diye çağırdı ve nidalar tevali etti. Her taraftan ashab-ı kiram “lebbeyk, lebbeyk” diyerek bir nesakta hemen döndüler ve Resul-i Ekrem’in yanına koşuştular. O bozgun asker derhal derlenip toplandı. Müslümanlar öyle bir sür’atle toplanıyorlardı ki, atları koşamıyanlar inip koşuyorlardı. Bu suretle mü’minlerin hepsi tekrar Resul-i Ekrem’in yanında birleştiler ve o havf ü helecanı atıp kemal-i sekinet ve metanetle cenge giriştiler. O vakit Resulullah yerden bir avuç toprak alıp müşrikler tarafına attı.” (E.T.2492-2496)
1372- Yukarıda zikredilen düşman ordusuna Hazret-i Peygamber’in (A.S.M.) bir avuç toprak atması hâdisesi, Mektubat adlı eserde şöyle beyan ediliyor:
“Gazve-i Huneyn’de, başta İmam-ı Müslim olarak ehl-i hadis haber veriyorlar ki: Gazve-i Huneyn’de - Bedir gibi- küffar, şiddetli hücum ederken, yine bir avuç toprak atıp, ˜Y%Y²7~ ¬a«;_«- (142) diyerek, herbirinin kulağına bir ˜Y%Y²7~ ¬a«;_«- kelimesi girdiği gibi; biiznillah herbirinin yüzüne bir avuç toprak gitti. Gözleriyle meşgul olup, kaçtılar. İşte Bedir’de ve Huneyn’deki hârika olan şu hâdise, esbab-ı adi ve kudret-i beşer dâhilinde olmadığından, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan (8:17) |«8«‡ «yÁV7~ Åw¬U«7«— «a²[«8«‡ ²†¬~ «a²[«8«‡ _«8«— ferman eder. Yani “O hâdise, kudret-i beşer haricindedir. Kuvve-i beşeriye ile değil; belki fevkalâde bir surette, kudret-i ilahiye ile olmuştur.” (M.136)
Bu gazada müslümanlardan 4 kişi şehid oldu. Düşman ordusundan ise 70 kişi öldü. Düşmandan çok miktarda ganimet kaldı. Huneyn gazasında mağlub olan düşman kuvvetleri Taif, Evtas gibi yerlere dağılmışlardı. Daha sonra İslâm ordusu buralara da hücum ederek kalan düşmanı da mağlub etti.
1373- “Eğer denilirse: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, madem Habib-i Rabb-il Âlemîndir. Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattır. Ve ordusundaki askerlerin bir kısmı melaikedir. Ve bir avuç su ile bir orduyu sular. Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın etiyle bin adamı doyuracak bir ziyafet verir. Ve küffar ordusunun gözlerine bir avuç toprak atmakla o bir avuç topraktan her küffarın gözüne bir avuç, toprak girmesiyle onları kaçırır. Ve daha bunun gibi bin mu’cizat sahibi olan bir Kumandan-ı Rabbanî, nasıl oluyor Uhud’un nihayetinde ve Huneyn’in bidayetinde mağlub oluyor?
Elcevab: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nev-i beşere mukteda ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir. Ta ki o nev-i insanî hayat-ı içtimaiye ve şahsiyedeki düsturları ondan öğrensin ve Hakim-i Zülkemal’in kavanin-i meşietine itaate alışsınlar ve desatir-i hikmetine tevfik-i hareket etsinler. Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyesinde daima hârikulâdelere ve mu’cizelere istinad etseydi, o vakit imam-ı mutlak ve rehber-i ekber olamazdı.
İşte bu sır içindir ki, yalnız davasını tasdik ettirmek için arasıra indel-hace, münkirlerin inkârını kırmak için mu’cizeler gösterirdi. Sair vakitlerde nasılki, herkesten ziyade evamir-i İlahiyeye itaat etmiştir. Öyle de, hikmet-i Rabbaniye ile ve meşiet-i Sübhaniye ile te’sis edilen âdetullah kavaninine herkesten ziyade müraat ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, “Sipere giriniz!” emrederdi. Yara alırdı, zahmet çekerdi. Ta tamamiyle hikmet-i İlahiye kanununa ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübraya müraat ve itaatı göstersin.” (L: 81)
1374- Huneyn hakkında ehadisten birkaç not:
-Huneyn gazasında bereket mu’cizesi: (S.B.M. ci: 7, 1103. hadis)
-Huneyn gazasında ordunun dağılmasına rağmen Resulullah’ın (A.S.M.)azm ü sebatı: (S.B.M. ci: 8, 1213.hadis)
-S.M. 5. cild sh: 422 (Kitab-ül cihad, 28. bab) Huneyn hakkındadır.
1375- qqHURİ z‡Y& : (Ahver ve Havra kelimelerinin c.) Ahu gözlüler. Gözlerinin akı karasından çok olan ve güzellikleri tarif ve tavsif edilemiyecek derece cemale sahib olan cennet kızları.
“Sual: Ehadiste denilmiş: “Huriler yetmiş hulleyi giydikleri halde, bacaklarının kemiklerindeki ilikleri görünüyor.” Bu ne demektir? Ne manası var? Nasıl güzelliktir?
Elcevab: Manası pek güzeldir ve güzelliği pek şirindir. Şöyle ki: Şu çirkin, ölü, camid ve çoğu kışır olan dünyada; hüsün ve cemal, yalnız göze güzel görünüp, ülfete mani olmazsa yeter. Halbuki güzel, hayatdar, revnekdar, bütün kışırsız lüb ve kabuksuz iç olan Cennet’te; göz gibi bütün insanın duyguları, latifeleri cins-i latif olan hurilerden ve huriler gibi ve daha güzel, dünyadan gelme Cennet’teki nisa-i dünyeviyeden ayrı ayrı hisse-i zevklerini, çeşit çeşit lezzetlerini almak isterler. Demek en yukarı hullenin güzelliğinden tut, ta kemik içindeki iliklere kadar, birer hissin birer latifenin medar-ı zevki olduğunu hadis işaret ediyor. Evet “Huriler yetmiş hulleyi giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi” tabiriyle Hadis-i Şerif işaret ediyor ki: İnsanın ne kadar hüsünperver ve zevkperest ve zinete meftun ve cemale müştak duyguları ve hassaları ve kuvaları ve latifeleri varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes’ud edecek, maddi ve manevi her nevi zinet ve hüsn-ü cemale huriler camidirler. Demek huriler, Cennet’in aksam-ı zinetinden yetmiş tarzını, bir tek cinsten olmadığından birbirini setretmiyecek surette giydikleri gibi; kendi vücudlarından ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyade ayrı ayrı hüsün ve cemalin aksamını gösteriyorlar” (S.500) (Bak: 545.p.)
1376- Huriler hakkındaki mezkûr hadis için: S.B.M. 9. cild 1342. hadis ve S.M. 8.cild. sh: 361, 17. ve R.E.99/8. hadise bakınız.
Kur’anda huriler (37:48,49) (44:54) (52:20) (55:75) (56:22) âyetlerinde zikredilir.
Bir atıf notu:
-Cennet’te yüzbinler kasr ve huri ihsan edilmesi, bak: 538.p.
1377- qqHURUF-UL MUKATTAA yQ±OTW7~ ¿—h& : Kur’an-ı Kerimde sure başlarında bulunan, kesik,kesik ikisi üçü birleşik veya tek başına yazılı harfler. Elif Lam Mim, Ya Sin, Elif Lam Ra.. gibi Bunlar İlahî birer şifre olup, manalarını anlayanlar Resul-i Ekrem (A.S.M.) ve onun vârisleridir.
Evet “surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa, İlahî bir şifredir. Has abdine onlarla bazı işaret-i gaybiye veriyor. O şifrenin miftahı, o abd-i has’tadır, hem onun veresesindedir. Kur’an-ı Hakim madem her zaman ve her taifeye hitab ediyor; her asrın her tabakasının hissesini zaman cami çok mütenevvi vücuhları, manaları olabilir. Selef-i Salihîn ise, en halis parça onlarındır ki, beyan etmişler. ehl-i velayet ve tahkik, seyr ü sülûk-u ruhaniyeye ait çok muamelat-ı gaybiye işaratını onlarda bulmuşlar. işarat-ül İ’caz Tefsirinde, “El Bakara” Suresinin başında i’caz-ı belagat noktasında bir nebze onlardan bahsetmişiz; müracaat edilsin.” (M.390)
1378- “Evet Kur’anın üslubları hem garibdir hem bedi’dir hem acibdir hem mukni’dir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklid etmemiş. Hiç kimse de onu taklid edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslublar taravetini, gençliğini, garabetini daima muhafaza etmiş ve ediyor. Ezcümle; bir kısım surelerin başlarında şifremisal sKQW& j< y0 h7³~ v7³~ gibi mukattaat hurufundaki üslub-u bediîsi, beş-altı lem’a-i i’cazı tazammun ettiğini “İşarat-ül İ’caz” da yazmışız. Ezcümle: Surelerin başında mezkur olan huruf, hurufatın aksam-ı malumesi olan mechure, mehmuse, şedide, rahve, zelaka, kalkale gibi aksam-ı kesiresinden herbir kısmından nısfını almıştır. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakilinden nısf-ı ekall olarak bütün aksamını tansif etmiştir. Şu mütedahil ve birbiri içindeki kısımları ve ikiyüz ihtimal içinde mütereddid yalnız gizli ve fikren bilinmiyecek birtek yol ile umumu tansif etmek kabil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beşerin işi olamaz. Tesadüf hiç karışamaz. İşte bir şifre-i İlahiye olan surelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş-altı lem’a-i i’caziyeyi gösterdikleriyle beraber, ilm-i esrar-ı huruf ülemasıyla evliyanın muhakkikleri şu mukattaattan çokesrar istihrac etmişler ve öyle hakaik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaat kendi başıyla gayet parlak bir mu’cizedir. Onların esrarına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede isbat edemediğimiz için o kapıyı açamayız. Yalnız “İşarat-ül İ’caz’da şunlara dair beyan olunan beş-altı lem’a-i i’caza havale etmekle iktifa ediyoruz.” (S.374)
1379- Evet, v7³~ i’cazın esaslarından îcazın en yüksek ve en ince derecesine bir misaldir. Bunda da birkaç letaif vardır:
1- v7³~ üç harfiyle üç hükme işarettir. Şöyle ki: Elif, ¬±|¬7«ˆ«²~ ¬yÁV7~ •«Ÿ«6 ~«g«; hükmüne ve kaziyesine; Lam, u<¬h²A¬% ¬y¬" «Ä«i«9 hükmüne ve kaziyesine; mim
Ú•‹Û ¯fÅW«E8 |«V«2 hükmüne ve kaziyesine remzen ve imaen işarettir.
Evet nasılki Kur’anın hükümleri uzun bir surede, uzun bir sure kısa bir surede, kısa bir sure bir âyette, bir âyet bir cümlede, bir cümle bir kelimede, o kelime de “sin, lam, mim” gibi huruf-u mukattaada irtisam eder, görünür. Kezalik v7³~ in herbir harfinde mezkûr hükümlerden biri temessül etmiş görünüyor.
2- Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa, İlahî bir şifredir. Beşer fikri ona yetişemiyor. Anahtarı, ancak Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’dadır.
3- Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselâmın fevkalâde bir zekaya mâlik olduğuna işarettir ki: Muhammed Aleyhisselatü Vesellâm remizleri, imaları ve en gizli şeyleri sarih gibi telakki eder, anlar.
4- Şu harflerin taktii; harf ve lafızların havi oldukları kıymet, yalnız ifade ettikleri manalara göre olmayıp, ilm-i esrar-ül huruf’da beyan edildiği gibi, adet ve sayılar misillü, harflerin arasında fıtrî münasebetlerin bulunduğuna işarettir.
5- v7³~ taktiiyle, bütün harflerinesas mahreçleri olan “halk, vasat, şefe” mahreçlerine işarettir.
Ve zihinlerin nazar-ı dikkatini şu mahreçlere çeviriyor ki; zihinler, gerek bu üç mahreçte, gerek bunlara bağlı küçük küçük mahreçlerde lafızların ve harflerin nasıl vücuda geldiklerin hayret ve ibretle mütalaa etsinler.” (İ.İ. 33)
qqHUSUF ¿YK' : (Bak: Küsuf)
1380- qqHUŞU’ YL' : Alçak gönüllülük. Haya etmek ve mütevazi olmak. Bir büyük zata karşı korku, sevgi ve hürmetten gelen edebli bir his ve hal. Yüksek ve heybetli bir zatın huzurunda sükûn ve tezellülde olmak.
İbn-i Mace Tercemesi, 5. kitab. 68.Bab-ül huşu’, ci: 3, sh: 348 ve T.T. ci: l, sh: 186 huşu’hakkındadır.
1381- Kur’anda şöyle buyuruluyor: “«–YQ¬-_«' ²v¬Z¬#«Ÿ«. |¬4 ²v; «w<¬gÅ7«~ (23:2) Onlar namazlarında haşi’dirler. Huşuu bazıları havf, rehbet gibi kalb fiillerinden olmak üzere tarif etmiş. Bazıları da sükûn ve terk-i iltifat gibi cevarih fiillerinden göstermiştir. Doğrusu huşu’, aslı kalbde, tezahürü bedende olmak üzere ikisini de cami’dir. Kalbe taalluk eden ciheti; azamet ve celal-i Rabbanî karşısında kendi küçüklüğünü göstererek nefsi emr-i Hakk’a serfüru ettirecek ve edeb ü tazimden başka bir hatıraya iltifat etmeyecek surette kalbin son derece bir saygı hissi duymasıdır. Zahire taalluk eden ciheti de, aza-yı bedende bu hissin tezahürüyle bir sükûn ve sekinet hasıl olması ve gözlerinin önüne secde mevziine bakıp, sağa sola, şuna buna iltifat etmemesidir. Binaenaleyh huşuun aslı, namazın şartlarından olan niyetin kemaliyle, tezahürü de namazın adab ve mükemmilatiyle alâkadardır. Hasen’den ve İbn-i Sirin’den rivayet olunduğuna göre; Resulullah ve ashabı namazda gözlerini semaya kaldırırlardı. Bu âyetin nüzulü üzerine önlerine eğdiler ve ihtisarı (ellerini böğrüne koymayı) terkettiler. Buhari ve Müslim’de, Hz. Aişe’den rivayet olunur ki: Resulullah’a namazda iltifattan sual ettim. Buyurdu ki: O bir ihtilastır ki, şeytan onu kulun namazından ihtilas (hırsızlık) eder.
Hakim-i Tirmizi’nin Kasım ibn-i Muhammed tarikiyle esma binti Ebubekir’den, Hz.Aişe’nin validesi Ümm-ü Ruman’dan tahric ettiği bir hadisde de müşarunileyha Ümm-ü Ruman (Radıyallahü anha) demiştir ki: “Namazımda sallanıyordum. Ebubekir (R.A.) gördü. Beni öyle bir azarladı ki, az daha namazdan çıkacaktım. Sonra da dediki: Resulullah’ı dinledim şöyle buyurdu: Herhangi biriniz namaza durduğunda her tarafı sâkin olsun, Yahudiler gibi sallanmasın. Zira namazda sükûn-u etraf namazın tamamındandır.” (E.T. 3428) (Bak: 1388,2803.p.lar)
1382- Huşu’ hakkında âyetlerden birkaç not:
-Kur’anı dinledikçe huşu’ları artan zatlar: (17:109) (bak: 1940.p)
-Allah’a karşı huşu’ sahibi olanlar: (2:45) (21:90)
-Zikr-i İlahîye ve Hakka karşı huşu’ : (57:16)
-Dağ dahi Kur’ana karşı haşyetten dayanamayacağı temsiliyle müminleri ikaz: (59:21)
-Erkek ve kadınlar için teşvik edilen on mühim sıfat: Müslim, mümin, kanit (ibadette sebatkâr), sâdık, sâbir, haşi’, mütesaddık, saim, hâfızîne fürucehüm (takva), zâkir: (33: 35)
Huşu’ hakkında ehadis de vardır. Ezcümle, İ.M. 5. kitab, 68. bab namazda huşu’a dair hadislerdir.
1383- qqHUTAME yWO& : Cehennem’in beşinci tabakası. İnatçı münkirlerin yeri olup, Gayya Kuyusunun bulunduğu kısım.
“Hümeze lümeze vezninde (Hutame): Karia’da haviye, nar-ı hamiye; Tekasür’de Cahim diye ismi geçen cehennemin isimlerindendir. Bazıları dördüncü, bazıları altıncı, bazıları da ikinci tabakası demişlerdir. Mevlidde: “Korkarım ki yerleri ola Tamu” denildiği gibi, eski Türkçelerde cehenneme tamu denildiği cihetle burada Hutame’yi Tamu diye tercüme etmek de yakışabileceğinden dolayı mealde ona da işaret eyledik. Maamafih Tamu: hapishane, zindan manasına olan dam’dan gibi görünür. Bu da (17:8) âyetinin mazmununa muvafıktır.
1384- Hutame kelimesinin aslı ise, kırıp geçirmek demek olan hatm’dan müştaktır. Bu fuale vezni de, âdet ifade ettiği için hutame: Son derece kırmak âdeti ve tabiatı olan, yani kıran geçiren demek olur. Ve Türkçemizde filan yere kıran girdi demekle; orası kırıldı, tükendi, mahvoldu manasını ifade eder. Kızgın ateşin de tabiatı böyle önüne geleni kırıp geçirmek, mahvetmek; tabir-i âhirete yakalayıp yutmak olduğundan, böyle kırıp geçirici, yahut yakalayıp yutucu ateş mefhumiyle Cehennem’e de hutame denilmiş demektir.”(E.T.6092)
Bu kelime Kur’anda (39:21) (56:65) (57:20) (104: 4 ve 5( âyetlerinde geçer.
1385- qqHUZUR ‡YN& : Hazır olmak. Mevcud bulunmak. *Hürmete lâyık bir kimsenin yanında olmak. *İbadet neticesi hasıl olan rahatlık, gönül ferahlığı. (Bak: Gaflet)
Huzur tabirinin en bariz manası: Büyük bir zatın yanında hazır olmak ve bu sebeble kalbde hissedilen rahatlık, emniyet, şeref, huşu’ ve manevi haz gibi hislerin mecmuundan hasıl olan bir halettir. Allah her yerde hazır nazır olduğu için daima Allah’ın huzurunda, nazarı altındayız. Binaenaleyh, Cenab-ı Hakk’ın her halimizi, niyet ve düşüncelemizi her an görüp bildiğini unutmamak ve Allah’ın nazarında olduğumuzu bilmek şuuruna, dinî tabirle “huzur” denir. Kendisinde huzur hali meleke haline gelmiş olan mü’minlere, günahtan kaçmak kolaylaşır. (Bak: 1241.p.) Allah ve meleklerine karşı gizlilik olmadığı ve müsbet, menfi her tablo âlem-i misalde kaydedildiği hakikatını bilen mü’min, gizli ve aşikâr kendi hakkında günah manzarasının tesbit edilmemesi için gayretli olur. Kaydedilen günahları için de, _«X¬#_«¶[¬±[«, _ÅX«2 ²h¬±S«6«— (3: 193) dualarıyla o günahların silinmesi için niyaz eder.
1386- Huzur hakikatını unutmak, gaflettir. Bu gaflete düşmemek için huzur haletini telkin eden ve marifetullahı ders veren eserleri tekrarla okumak veya dinlemek gerektir. Çünkü unutmamanın çaresi, tekrardır. Kur’anda çok âyetlerin tekrarındaki bir hikmet de budur.
Evet “iman-ı tahkikînin kuvvetiyle ve marifet-i Sanii netice veren masnuattaki tefekkür-ü imanîden gelen lemeat ile bir nevi huzur kazanıp Hâlik-ı Rahim’in hazır nazır olduğunu düşünüp ondan başkasının teveccühünü aramıyarak, huzurunda başkalarına bakmak, meded aramak o huzurun edebine muhalif olduğunu düşünmek ile o riyadan kurtulup ihlası kazanır.” (L. 163)
“Amiyane olan tevhid-i zâhirî, hiçbir şey’i Allah’ın gayrisine isnat etmemekten ibarettir. Böyle bir nefiy, sehl ve basittir. Ehl-i hakikatın hakiki tevhidleri ise, her şeyi Cenab-ı Hakk’a isnad etmekle beraber her şeyin üstünde bulunan mührünü, sikkesini görüp okumaktan ibarettir. Bu, huzuru isbat, gafleti nefyeder.” (M.N. 212)
1387- Mezkûr manadaki huzur-u kâmileyi kazandıran en cami’ meslek, cadde-i kübra denen Kur’an mesleğidir ki, akıl ve kalbi beraber çalıştırır. (Bak: 2253. p. ve Velayet-i Kübra)
İşte kâinat kitabını okutan Kur’an mesleğinde, sinekten çiçeğe, zerreden seyyarata kadar âlemdeki bütün İlahî san’at eserlerine mana-yı harfi ile (Bak: Mana-yı Harfi) bakarak meleke kazanan bir mü’min, âlemde her ne müşahede ederse, ondan hâlî bir şekilde Saniine intikal eder, huzur kazanır.
Dinî emirlere ve sünnet-i seniyeye ittiba’ yoluyla da huzur kazanılır. (Bak: 3465,3466.p.lar)
1388- Namazda huzur haleti ise çok önemlidir. Kur’an (2: 186) âyetinde de beyan edilen hakikatı izah eden bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:”
«¾~«h«< yÅ9¬_«4 ˜~«h«# ²wU«# ²v«7 Å–¬_«4 ˜~«h«# «tÅ9«_«6 «yÁV7~ «fA²Q«# ²–«~ –_«K²&¬«~
Yani: Asıl ihsan, Allah Teala’ya zat-ı akdesini görüyorsun gibi ibadette bulunmandır. Her ne kadar sen onu görememekte isen de şüphe yok ki o seni görmektedir.” (H.G.hadis: 49, Buharî iman/ 37, SBM. c.1, hadis no: 47) (Bak. Huşu’)
Bir atıf notu:
-Huzur hakikatı, bak: 697,1553.p.lar.
“Namaz, kul ile Allah larasında yüksek bir nisbet ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe’nindendir. Namazın erkânı, “Fütuhat-ı Mekkiye”nin şerhettiği gibi, öyle esrarı havidir ki, her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe’nindendir. Namaz, Hâlik-ı Zülcelal ltarafından her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevi huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe’nindendir ki, her kalb kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin. Ve mi’racvari olan o yüksek münacata mazhar olsun.” (İ.İ. 43)
1389- Namazda okunan “teşehhüd ve fatiha kelimelerinin geniş ve yüksek manaları kasdî değil, belki dolayısiyle meşguliyet ve huzura bir nevi gaflet veren tafsilatı değil, belki mücmel ve kısa manaları, gafleti dağıtır, ubudiyeti ve münacatı parlatır görüyorum. Namazın ve fatiha ve teşehhüdün pek yüksek kıymetlerini tam gösterir. (Evet) O manaların tafsilatıyla bizzat iştigal, bazan namazı unutturur, huzura belki dokunur. Yoksa dolayısiyle ve muhtasar bir tarzda büyük faidelerini hissediyorum.” (Ş.619)
Bir atıf notu:
-Hz.Ali’nin (R.A.) huzur-u salât için ifrit istemesi, bak: 3461.p.
qqHÜCCET }±D& : Senet. Vesika. Delil. Bir iddianın doğruluğunu isbat için gösterilen resmî vesika. *Şahid. (Bak: Delil)
1390- qqHÜDHÜD f;f; : Kur’an (27:20) de adı geçen bir kuş ismi. Çavuş kuşu veya ibibik denilir. Peygamber Hz. Süleyman’ın ‘(A.S.) zamanında, Hicaz ile Yemen arasındaki Sebe’nam yerde melike olan ve güneşe tapan Belkıs ile Hız. Süleyman Aleyhisselâm arasında muhabereye vesile olduğundan meşhur ve mübarektir.
“Kamus tercemesinde der ki; “Hüdhüd” _; ların zammıyla mutlaka karkara eden, yani elhan ve nağamat ile öten kuşa denir. Ve hasseten ma’ruf kuşun ismidir ki, çavuş kuşu ve ibibik tabir ettikleridir. “Hedhede”den me’huzdur. Hüdhüd, kesir-ül hedhede olan güvercin kuşuna dahi denir.” (E.T.) 3669) “Müfessirîn, hüdhüdü, maruf olan çavuş kuşu ile tefsir etmişlerdir.” (E.T. 3670)
1391- “Suyun mühendisi olan Hüdhüd-ü Süleyman’ın Sebe’den getirdiği nebe’ ve haberi dinle! Nasıl inzal-i Kur’an ve ibda’-ı semavat ve arz eden Zülcelal’in tavsiifini etmiştir. Hüdhüd diyor: “Bir kavme rast geldim. Zemin ve asumandan mahfiyyatı çıkaran Allah’a secde etmiyorlar.” Bak evsaf-ı kemaliye içinde Hüdhüd’ün hendesesine telvih eden yalnız vasf-ı mezburu ihtiyar eyledi.” Mu.82)
İşte hüdhüd kendi mesleğinin nazarıyla baktığından, Allah’ı yalnız bir sıfatıyla bildiği gibi; hakaik-ı Kur’anıyiye de kendi hususi meşrebinin te’siri altında bakan dahi hakikatı berrak göremez. Bu cihette yanlışa düşmemek için asafiya mesleğinin irşadına ve düsturlarına teslimiyet gerektir. (Bak: Velayet-i Kübra)
1392- qqHÜLAGU Yó Ÿ; : Mi. 1258’de Bağdad’ı zabtederek halkını kılıçtan geçirmiş, Abbasi Halifesi Musta’sımı ve bütün aile efradını öldürtmüştür. Cengiz Han’ın torunu, Tülay Han’ın oğludur. Tarihde en çok kan döken hükümdar olarak bilinir. Abbasi Devleti’ni yıkan Moğol Başkumandanıdır. (Bak: Cengiz ve 9,14,15.p.lar)
1393- İmam-ı Ali (R.A.), Kaside-i Ercuze’sinin şu fıkralarıyla Cengiz ve Hülagu fitnesini haber vermiştir:
|¬._«Q«W²7~ ¬p¬,_«# ¯–²h«5 ¬f²Q«" ²w¬8 ¬‰¬‡_«S²7~ ¬_«K¬& «w[¬Q²K¬# ¬v²V¬2|¬4
¬~«—Åf7~ ¬}¬V²B«T«6 ²vZVB²T«# ¬~«h²2«²~ |«V«2‰²hS²7~ h«Z²P«B«,
¬‰¬…_«X«E²7~ ¬}«W²VP«6 °}«W¬V²P8 ¬j¬"~«Y«2 ¬w«B¬4 ~«f²A«8 –YU«#
“Yani “Dokuz karn sonra “Fürüs” yani akvam-ı şarkiye A’rab üzerine hücum edecek. Galebe edip, hayvan gibi A’rabı kesecek. Öyle müdhiş fitneler, karanlıklı musibetlerle en karanlıklı gecelerden daha ziyade karanlık olacak.”
İşte Hazret-i Ali’nin (R: A.) bir keramet-i bahiresi ki; kendinden beşyüz sene sonra gelen ve Arab Devlet-i Abbasiyesini mahveden, hadsiz kütüb-ü İslâmiyeyi nehr-i Fırat’a döken ve A’rabı gayet zalimane katleden Hülagu vakıa-yı meşhuresini haber veriyor. Çünki meşhur olan karn kırk sene değil, o zaman ıstılahınca ağleb-i ömür olan altmış seneden ibarettir. Çünki bir devir, altmış senede değişir. Bu suretle İmam-ı Ali’nin (R.A.) hicretten otuz sene sonra Kûfe’de yazdığı bu Ercüze’deki dokuz defa altmış, otuza ilave edilse beşyüz yetmiş oluyor ki, Cengiz’in ve Hülagu’nun hücum ve tahribat zamanıdır.” (O.L. 307)
1394- qqHÜMANİZM •i[9_8Y;) : Latinceden yani bugünkü Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dilleri doğurmuş olan eski Roma dilinden alınmış bir terimdir. Bu terim. eski Yunan ve Latin kültürünü canlandırıp müdafaa eden ve orta çağın Hristiyanlığa dayanan düşüncelerine karşı 14. yy. da ortaya çıkan bir cereyana isim olmuştur. San’at ve insan sevgisi perdesi altında (Bak: 2258, 2259. p.lar) rağbet-i umumiyeyi toplamak isteyen bu cereyan, Rönesans hareketinin aslını teşkil eder. (Bak: 930.p.)
Dine bağlı milletlere tesir edebilmek planıyla zahirde dinleri reddetmez görünürken, hakikatte dinleri ve bilhassa Hak Dinini asliyetinden çıkarıp reform namıyla dini tahrif ve tahrib edip insanı insana hâkim kılmak davasını takib eder.
Bu ise mutlak nefis hürriyeti, yani hayvanî bir hürriyettir. Burada takib edilen ana gaye, insanları dinî bağlardan ve Allah’a bağlanmaktan koparmaktır. Esasen yalnız dünya hayatını ve zevklerini gaye edinen ve tek gözlü bir anlayış olan Hümanizm, laikliğin felsefî tarifine giren temel anlayışıyla, kâinatta hâkim olan rububiyet-i İlahiyeyi inkâr ederek, insanın yalnız dünya hayatının menfaat ve zevklerini tek değer ölçüsü görüp, bu ölçüyü mutlak hâkim kılmak ister.
Bu meselede dikkate değer bir husus şudur ki: Avrupa’da ilim ve akla değer vermeyen orta çağ kilise hâkimiyetine karşı, ezilen avam ve fikir adamlarında bir küsmek meydana geldi. İçtimaî hayat içinde zamanla ortaya çıkan bu gibi ğergin içtimâi halet ve tarihî hâdiseleri, kendi maksadı istikametinde kullanmayı fırsat telakki eden gizli ifsad cereyanının, Rönesans hareketini menfi istikamete götürmüş olması ihtimali de düşünülebilir.
1395- Felsefe tarihine göre hümanizm hareketinin başı, İtalyan şairi Petrarka (Petrarca)’dır. (Mi.1304-1374) Ve kendi enesi (ben’i), düşüncelerinin temelidir. Hiçbir dış tesire bağlanmak istemiyen nefsinin ve enesinin istek ve hürriyeti içinde yaşamak, temel gayesini teşkil eder. Yine felsefe tarihinin kaydettiğine göre; ölüm endişesini çok şiddetli hisseden Petrarca, Allah’a inanmanın bu endişeyi kaldıracağını söylerse de muharref Hristiyanlık inancındaki Allah anlayışı, tatminkâr olamadığından bedbinliğe, karamsarlığa (pesimizm’e) düşer. Aynı hal, bu cereyan mensublarında da bulunduğundan, kendini unutup bu vicdanî azabı duymamak için aşırı zevk ve alkolik hayata atılırlar. Halbuki bu cereyan, insanlık için huzur aradığını iddia ediyordu. Gittikçe yayılan bu hareket, Avrupa’nın ve Avrupa’yı taklid eden memleketlerin çoğunu istila ederek beşeriyeti umumi bir buhrana itmiştir.
1396- Bu buhranlı hali tasvir eden Bediüzzaman, Avrupa’ya hitaben şöyle diyor.
“Avrupa ikidir. Birisi, İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nafi’ san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takib eden bu birinci Avrupa’ya hitab etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, beşeri sefahete ve dalalete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitab ediyorum. Şöyle ki: O zaman, o seyahat-ı ruhiyede, mehasin-i medeniyet ve fünun-u nafiadan başka olan malayani ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı manevisine karşı demiştim:
Bil ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakim ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dava edersin ki, beşerin saadeti bu ikisi iledir. Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek.
Ey küfür ve küfranı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba hem ruhunda hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın cismiyle, zahirî bir surette aldatıcı bir zinet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mes’ud denilebilir mi?
Aya görmüyor musun ki, bir adamın cüz’î bir emirden me’yus olması ve fehmî bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler onu tazib ediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki senin şeametinle, kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun ta esasında dalalet darbesini yiyen ve o dalalet cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş’et eden bir biçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba zail, yalancı bir Cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu Cehennem’de azab çeken bir insana mes’ud denilebilir mi? İşte sen biçare beşeri böyle baştan çıkardın. Yalancı bir Cennet içinde Cehennemî bir azab çektiriyorsun.
1397- Ey beşerin nefs-i emmaresi! Bu temsile bak, beşeri nereye sevkettiğini bil. Meselâ bizim önümüzde iki yol var. Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her adım başında biçare âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malını, eşyasını gasbederek kulübeciğini harab ediyorlar. Bazan da yaralıyorlar. Öyle bir tarzda ki, acınacak haline sema ağlıyor. Nereye bakılsa hal bu minval üzerine gidiyor. O yolda işitilen sesler, zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları olduğundan umumi bir matem, o yolu kaplıyor. İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellümü tahammül edemediğinden; o yolda giden, iki şeyden birisine mecbur olur. Ya insaniyetten tecerrüd edip ve nihayetsiz vahşeti iltizam ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyle beraber umumun helaketi onu müteessir etmesin veyahut kalb ve aklın muktezasını ibtal etsin.
1398- Ey sefahet ve dalalette bozulmuş ve İsevi dininden uzuklaşmış Avrupa! Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere Cehennemî haleti hediye ettin! Sonra anladın ki, bu öyle ilaçsız bir illettir ki, insanı a’la-yı illiyyinden, esfel-i saefiline atar, hayvanatın en bedbahd derecesine indirir. bu illete karşı bulduğun ilaç, muvakkaten ibtal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevasat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilacın, senin başını yesin ve yiyecek!..” (L.l15-l16)
İşte hatasının cezası olarak böyle müthiş huzursuzluğa düşen beşeriyetin yegane çaresi, bu dehşetli hatasından dönüp hakaik-i Kur’aniyenin şifabahş derslerini dinlemesidir.
1399- qqHÜRMET }8h& : Riayet. *Haysiyet. Şeref. *Haramlılık. Irz, namus gibi başkasına helal olmayan husus.
Hürmet: Müslüman bir cemiyette küçüklerin mü’min büyüklere nesebî yakınlık veya yaş itibariyle veya diyanet, ilim, hamiyet, fedakârlık, dirayet gibi faziletlere sahib olduklarından dolayı kendinden üstün olana, üstünlüğünü kabul etmenin neticesi olarak kalb’de duyulan his ve bu hissin neticesi olarak da o şahsa karşı tavır ve hareketlerinde edebli davranış diye tarif edilebilir. Buna göre hürmetin hakikatı, kalb ve vicdanda bulunur; fiil ve hareketlerde tezahür eder. O halde yalnız zahiren gösterilen hürmet, ciddiyete sahip değildir. Bu tarz zahirî hürmetler, ya bir âdet ve alışkanlık veya hürmet edilen şahsın zararlarından korunma veya bazı menfaatler görme gibi sebeblere dayanır. Bu hal asrımızda olduğu gibi, bozuk cemiyetlerde daha çok yaygınlaşır.
Her şeyin bir hakikati ve asliyeti olduğu gibi, hürmetin de bir hakikati vardır. Evet hürmet, bir kimsenin şahsında bulunan İslâmî ahlâk, fazilet ve meziyetlerinden dolayı o zâta karşı kalbde duyulan bir his ve bu hissin fiilî tezahürü olduğuna nazaran, hürmet edenin de, hürmet etmesinin sebebi olan meziyetleri bilen ve takdir eden kâmil bir kimse olduğu anlaşılır. Çünki bu hürmet, şahsın zâtına değil, şahsında görülen vasfınadır. Buna göre şayan-ı hürmet olan zâtlara hürmet etmeyen kişinin, sebeb-i hürmet olan kâmil sıfat ve meziyetlere takdir hisleri bulunmıyan sönük bir kalb ve vicdan sahibi olduğuna, manevi değerlere değer veremeyen basitlikte kaldığına veya “Enesini sevenler başkasını sevmezler” (S.708) hükmünce hissine mağlub olduğuna bir alâmet göstermiş oluyor. Zira kâmil bir insanın kemalatı sevip takdir etmesi ihtiyarî olmaktan daha vicdanî ve fıtrîdir. Yani kâmil insan kemalatı vicdanen takdir eder.
İslâm cemiyeti veya cemaatlerinde hakiki hürmetlilik ve hürmetsizlik sebebi, daha çok hürmet edilecek tarafta aranır. Zira samimi hürmet, hürmete lâyık meziyetlerin bulunmasına mütevakkıftır. Bununla beraber vicdanen bozuk veya ideolojik menfi cereyanlara bağlı veya aşırı tarafgirliğe girmiş olanların, kâmil ve fâzıl zatlara hürmetsizlikleri ve aksine olarak da zâlim ve fâsık başlarına hürmetleri, doğru yoldan ayrılmış olmaklığın neticesidir. Bu hal, sabit ve ebedî hak ölçüleri içinde mütalaa edilmez, şahsî ve hissîdir. Bu tarzda müfritane ve ölçüsüz hareket eden Avrupa hayranlarının, İslâm büyüklerine hürmeti ifratkârlıkla itham etmelerine karşı Bediüzzaman Hazretleri şöyle cevab veriyor:
“Mutaassıblara hücum eden Avrupa kâselisleri, herbiri yüz mutaassıb kadar meslek-i sakîminde mutaassıbdır. Bunlardan birisi Şekspir medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh Geylanî (K.S.) medhinde etse idi, tekfir olunacaktı.” (S.T.İ. 62)
İmanlı olmak şartiylı bir kimsenin iyilikleri fenalıklarından fazla ise, o kimse hürmet ve muhabbete lâyıktır. Uhuvvet-i İslâmiyenin mühim bir esası olan bu kaideye muhalif düşen ve “insanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü’mine adavet ederler. Halbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mal-i mükellefini tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır. Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zatın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adavet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder göstermez. Öyle de, insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur, mü’min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.” (L.88)
1400- Herşeyde olduğu gibi hürmet mevzuunda da şeair manasında fiilî dersin ehemmiyeti büyüktür. Yani, ciddi manada ve adab-ı İslâmiyeye uygun hürmet eden ve edilen, tatbikatta bulunmalı ve görünmelidir ki; cemiyet hayatında fiilî bir ders ve telkin olsun. Meselâ, fazilet ve yaşça büyüklere âdabına uygun olarak hürmet eden, kendinden küçüğü de kendisine hürmet etmesine; aksi halde hürmet etmiyen dekendisine hürmet edilmemesine fiilen teşvik etmiş oluyor demektir. Böylece cemiyette hürmetsizliğin artmasına vesile olunmuş olur. Mukaddesata hürmette de durum aynıdır.
Birkaç atıf notu:
-Hürmet mana-yı harfiyle olmalı, bak: 450 .p.
-Ülemaya hürmet, bak: 1578,1584.p.lar.
-Bediüzzaman’a gösterilen hürmetin sebebi, bak: 353.p.
-Mürşide vesilelikten fazla makam verilmemeli, bak: 2734, 2735,2737.p.lar.
1401- Bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyurulur:
“Bizim küçüklerimize merhamet etmeyen ve bizim büyüklerimizin hakkını bilmeyen kimse bizden değildir.” (H.G. hadis: 437)
Diğer bir rivayette de:
«v²V¬Q²7~ y«9YW¬±VQ# ²w«8 ~—h¬±5«—«— v²V¬Q²7~ y²X¬8 «–YWÅV«Q«# ²w«8 ~—h¬±5«—
Kendisinden ilim tahsil ettiğiniz zata tazim ediniz; kendisine ilim öğrettiğiniz kimseye de ihtiramda bulununuz.” buyurulmuştur. (H.G. hadis: 481)
Hürmete lâyık büyüklere hürmet etmeyi ifade eden bir rivayet de mealen şöyledir: “Nebiyy-i Ekrem (A.S.M.) buyurdu ki: Rü’yamda kendimi bir misvak ile dişlerimi ovar gördüm. Yanıma biri diğerinden yaşlı iki kişi geldi, misvağı küçüğüne uzattım. Bana: “Büyüğüne ver” denildi. (Bunu diyen Cebrail (A.S.)dır.) Ben de büyüğüne verdim.” (S.B.M. 182. hadis meaili)
1402- Hürmete lâyık muhterem zatlar olduğu gibi, hürmete lâyık olmayanlar da vardır. Ezcümle bir hadiste şöyle buyurulur:
°h¬¶<_«% °–_«O²V,«— >®Y«; `¬&_«.«— ¬y¬T²K¬S¬" °w¬V²Q8 °s¬,_«4 ²vZ«7 «}«8²h&« °}«$«Ÿ«$
Yani: Üç kimseye hürmet yapılmaz: Fıskı açık işleyen fasık, hevasına uyan kişi, zâlim hükümdar.” (R.E.sh: 267)
İki atıf notu:
-Bediüzzaman Hazretlerinin Rus başkumandanına karşı ayağa kalkmaması, bak: 363 .p.
-Bid’at ehline hürmet etmemek, bak: 455.p.
S.M. 53. Kitab-üz zühd 14. babı, gurur ve enaniyeti tahrik edici veya övülmeyi sevenleri medihten nehyeder.
1403- Beşerî münasebetlerde hürmet cari olduğu gibi, mukaddesata da hürmet vardır. Ezcümle bir âyette şöyle buyuruluyor:
“(22:30) ¬yÁV7~¬_«8h& ²v¬±P«Q< ²w«8«— Her kim de Allah’ın hürmetlerine tazim ederse-yani Allah’ın ahkâmına, emirlerine, nehiylerine ve Beyt-i Haram, Mescid-i Haram, Beled-i Haram, Meş’ar-ı Haram, Şehr-i Haram ve saire gibi muhterem kıldığı şeylere riayetin vücubunu bilerek ve mucebince amel ederek ihtiram ederse, ¬y¬±"«‡ «f²X¬2 y«7 °h²[«' «YZ«4 Rabbi indinde o onun için hayırdır.” (E.T. 3401)
Dinimizde hürmete çok ehemmiyet verilmiştir. Hürmet ve âdab kaideleri içinde yaşayan insanın manevi şahsiyeti teali eder, kemal bulur.
1403/1- Atıf notları:
-Hürmete lâyık zatlara hürmet, bak: 147.p.
-Hürmet verilir, istenilmez, bak: 148.p
-Hakiki hürmet, sabit ve ebedî hakikat olan iman nazarıyla mümkündür, bak: 156, 1651.p.lar.
-Mimsiz medeniyet sebebiyle ailede hürmetin bozulması, bak: 162. ve 250.p. başı ve 279.p.
-Nazarları bizzat Kur’ana çeviremiyen müellif âlimlere hürmeti kırmadan hatanın düzeltilmesi, bak: 1494.p.
-Süfyan hürmeti izale eder, bak: 249.p.
-Hürmetsiz ve merhametsiz insan canavarlaşır, bak: 3993.p.
1404- qqHÜRMET-İ MÜSAHERE ˜h;_M8 ¬}8h& : Sıhriyet sebebi ile hasıl olan haramlık, yani evlenmek sebebi ile meydana gelen akrabalık dolayısıylı hasıl olan haramlıktır. Bu ister meşru’ nikahla olsun, ister gayr-ı meşru’ olsun “hürmet-i müsahere” meydena getirir.
Meselâ: Hanefi mezhebinde, bir kimse kendisiyle gayr-ı meşru suretle mukarenette bulunmuş veya bir uzvunu hailsiz şehvetle tutmuş veya öpmüş veya tenasül cihazına şehvetle bakmış olduğu bir kadının neseb veya süt itibari ile onun anasını, ninesini, kızını, torununu asla nikahlayamaz ve onlarla hiçbir surette evlilik tesis edemez. Bunlar arasında ebedî bir haramiyet mevcuttur. Buna hürmet-i müsahere denir. (Bak. Muharremat)
qqHÜRMET-İ RİBA š_"‡ }8h& : Ribanın yani faizin haram oluşu. (Bak: Riba)
1405- qqHÜRRİYET }
Dostları ilə paylaş: |