1945- qqKARUN –—‡_5 : Hz.Musa (A.S.) devrinde yaşamış ve zenginliğiyle mağrur bir azgındır. Cenab-ı Hakk’ın zekat emrini dinlemediğinden, mallarıyla birlikte Allah onu yere batırmış ve helâk olmuştur. Kur’an bu gibi azgınların kıssalarıyla kıyamete kadar bütün insanlara ibret derslerini veriyor. Fani dünya malı ile gururlanmak, enaniyete saplanmak ve âhireti ve ebedî saadeti unutmak veya inkâr etmek, Allah’ın nimetlerini kendi iktidarına maletmek gibi azgınlıklardan ve azgınlardan uzak durmak lâzımdır. Aksi halde Kur’anın böyle çok mühim derslerinden hissesiz kalınır ve helâket yoluna sapılmış olur.
1946- Evet nasılki “ menfi esesata bina edilen ve Karun gibi (28:78)
¯v²V¬2 |«V«2 yB[¬#~ _«WÅ9¬~ deyip ihsan-ı Rabbanî olduğunu bilmeyip şükretmiyen ve maddiyyun fikriyle şirke düşen ve seyyiatı hasenatına galib gelen şu medeniyet-i Avrupaiye öyle bir semavi tokat yedi ki; yüzer senelik terakkisinin mahsulünü yaktı, tahrib edip yangına verdi.” (K.L. 16)
Hem “ehl-i dalaletin şerrinden kâinatın kızdıklarını ve anasır-ı külliyenin hiddet ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana geldiklerini, Kur’an-ı Hakim mu’cizane ifade ediyor. Yani: Kavm-i Nuh’un başına gelen tufan ile semavat ve arzın hücumunu ve kavm-i Semud ve Âd’in inkârından hava unsurunun hiddetini ve Kavm-i Fir’avuna karşı su unsurunun ve denizin galeyanını ve Karun’a karşı toprak unsurunun gayzını ve ehl-i küfre karşı âhirette (67:8) o²[«R²7~ «w¬8 iÅ[«W«# …_«U«# sırrıyla, Cehennem’in gayzını ve öfkesini ve sair mevcudatın ehl-i küfür ve dalalete karış hiddetini gösterip ilan ederek gayet müdhiş bir tarzda ve i’cazkârane ehl-i dalalet ve isyanı zecrediyor.” (L. 83)
1947- Halbuki insan acz ve fakrını bilerek Allah’a iltica etmesi gerekmektedir. “Nasılki nazadar bir çocuk ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazin haliyle matlublarına öyle muvaffak olur ve öyle kaviler ona müsahhar olurlarki; o matlublardan binden birisine bin def’a kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek zaaf veacz, onun hakkında şefkat ve himayeti tahrik ettikleri için küçücük parmağıyla kahramanları kendine müsahhar eder. Şimdi böyle bir çocuk, o şefkati inkâr etmek ve o himayeti ittiham etmek suretiyle ahmakane bir gurur ile “Ben kuvvetimle bunları teshir ediyorum” dese, elbette bir tokat yiyecektir. İşte insan dahi Hâlikının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfran-ı ni’met suretinde Karun gibi: (28:78) ¯v²V¬2|«V«2 yB[¬#~ _«WÅ9¬~ yani “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” dese, elbette sille-i azaba kendini müstahak eder.Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemalat-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun za’fı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki, eşyayı ona teshir etmiştir. Evet bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlub olan insana, bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren onun iktidarı değil, belki onun za’fının semeresi olan teshir-i Rabbanî ve ikram-ı Rahmanîdir.
Ey insan! Madem hakikat böyledir; gurur ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin dergâhında acz ve za’fını istimdad lisanıyla; fakr ve hacatını, tazarru ve dua lisanıyla ilan et ve abd olduğunu göster.” (S.327)
1948- Kur’anda Karun kıssası: (28:76 ilâ 82) (29:39,40) (40:23,24,25) âyetlerinde geçer.
1949- qqKASİDE-İ ERCUZE ˜ˆY%‡~ š˜f[M5 : (Ürcuze) Hz. İmam-ı Ali (R.A.) tarafından bahr-ı recez vezni üzere yazılan ve istikbalden haber veren meşhur kasidenin adı. (Bak: 1393.p.)
“Mecmuat-ül Ahzab’ın 582. sahifesinden 597. sahifesine kadar o Erccuze’dir. O Ercuze’nin mevzuu ve içindeki maksad-ı aslî; İsm-i Azam’ı tazammun eden altı ismin ehemmiyetini beyan etmek, hem o münasebetle istikbaldeki bir kısım umur-u gaybiyeye ve te’sis-i İslâmiyette bir kısım mücahedatına işaret etmektir. Evet Hz. İmam, üstadı olan Habibullah’tan (A.S.M.) aldığı dersin bir kısmını, işarî bir surette zikrediyor.” (O.L.307) (Bak: Gayb)
1950- qqKAYYUM •Y±[5 : “Kıyam’dan (fey’ul) vezninde bir siga-i mübalağadır ki, kendi kaim, diğerlerini mukim ve mukavvim demektir.” (E.T. 849)
Başlangıç, nihayet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kaim, daim ve var olan manasında Allah’ın bir ismidir. Bütün eşyanın ancak kendisi ile kaim olduğu Cenab-ı Hak. (Bak.229.p.)
1951- “Sırr-ı kayyumiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki: Bütün mevcudatı ademden çıkarıp, her birisini bu nihayetsiz fezada (13:2)
_«Z«9²—«h«# ¯f«W«2¬h²[«R¬" ¬~«Y«WÅK7~ «p«4«‡ >¬gÅ7~ yÁV7«~ sırrıyla durdurup, kıyam ve beka verip, umumunu böyle sırr-ı kayyumiyetin tecelisine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa; hiçbir şey kendi başıyla durmaz, hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek.
Hem nasılki bütün mevcudat, vücudları ve kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyum-u Zülcelal’e dayanıyorlar; kıyamları onunladır. Öyle de, mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin; (temsilde hata olmasın) telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyumiyette
yÇV6 h²8«²~ p«%²h< ¬y²[«7¬~«— (ll:123) sırrıyla, uçları bağlıdır. Eğer o nuranî nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhal ve batıl olan binler devirler ve teselsüller lâzım gelecek; belki mevcudat adedince batıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir. Meselâ: Bu şey (hıfz veya nur veya vücud veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır; bu da ötekine; o da ona... gitgide herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak. İşte bütün böyle silsilelerin müntehaları; elbette sırr-ı kayyumiyettir. Sırr-ı kayyumiyet anlaşıldıktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve manası kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyumiyete bakar.” (L.346)
İki atıf notu:
-Faaliyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı kayyumiyete bakan hikmet, bak: 882/890.p.lar
-4081-4086.p.larda izah edilen zerratın harekâtındaki hikmetler, sırr-ı kayyumiyetle de alâkalıdır.
1952- “İsm-i Kayyum’un cilve-i azamını görmek istersek, hayalimizi bütün kâinatı temaşa edecek; biri, en uzak şeyleri; diğeri, en küçük zerreleri gösterecek iki dürbin yapıp birinci dürbinle bakıyoruz, görüyoruz ki:
İsm-i Kayyum’un cilvesiyle, Küre-i Arz’dan bin def’a büyük milyonlar küreler, yıldızlar, direksiz olarak havadan daha latif olan madde-i esiriye içinde kısmen durdurulmuş, kısmen vazife için seyahat ettiriliyor.
Sonra o hayalin hurdebini olan ikinci dürbiniyle, küçük zerratı görecek bir suretle bakıyoruz. O sırr-ı kayyumiyetle, zihayat mahlukat-ı Arziyenin herbirinin zerrat-ı vücudiyeleri, yıldızlar gibi muntazam bir vaziyet alıp hareket ediyorlar ve vazifeler görüyorlar.Hususan zihayatın kanındaki “küreyvat-ı hamra ve beyza” tabir ettikleri zerrelerden teşekkül eden küçük kütleleri, seyyar yıldızlar gibi, mevlevivari iki hareket-i muntazama ile hareket ediyorlar görüyoruz.” (L.351)
1953- “İsm-i Kayyum’un bir cilve-i azamına işaret eden:
(ll:56)_«Z¬B«[¬._«X¬" °g¬'³~ «Y; Ŭ~ ¯}Å"~«… ²w¬8 _«8 °•²Y«9 ««— °}«X¬, ˜g'Ì_«# « (2:255)
(39:63) ¬Œ²‡«²~«— ¬~«Y«WÅK7~ f[¬7_«T«8 y«7 gibi âyetlerin işaret ettiği hakikat-ı a-zamın bir vechi şudur ki: Şu kâinattaki ecram-ı semaviyenin kıyamları, devamları, bekaları; sırr-ı kayyumiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i kayyumiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı Küre-i Arz’dan bir defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayrimütenahi boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler.
Nasılki meselâ: Havada-tayyareler yerinde-binler muhteşem kasırları kemal-i intizamla durdurup seyahat ettiren bir zatın kayyumiyet iktidarı, o havadaki sarayların sebat ve nizam ve devamları ile ölçülür. Öyle de: O Zat-ı Kayyum-u Zülcelal’in madde-i esiriye içinde hadsiz ecram-ı semaviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek, bazısı Küre-i Arz’dan bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinadsız, boşlukta durdurmakla beraber, herbirini bir vazife ile tavzif edip gayet muhteşem bir ordu şeklinde “Emr-i Kün Feyekûn”den gelen fermanlara kemal-i inkıyadla itaat ettirmesi, İsm-i Kayyum’un azamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, herbir mevcudun zerreleri dahi, yıldızlar gibi sırr-ı kayyumiyetle kaim ve o sır ile beka ve devam ediyorlar.
Evet bir zihayatın cesedindeki zerrelerin herbir azaya mahsus bir hey’et ile küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları, bilbedahe kendi kendilerinden olmayıp, belki sırr-ı kayyumiyetle olduğundan; herbir cesed muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak bütün zihayat ve mürekkebatın zemin yüzünde ve yıldızların feza âleminde durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı kayyumiyeti ilan ederler.” (L.344)
1954- Kayyûm kelimesi Kur’an’da (Hayyul Kayyum) ifadesiyle (2:255) (3:2) (20:lll) ayetlerinde zikredilir.
1955- qqKAZA |N5 : Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ. *Vaktinde kılınmayan namazı sonradan kılmak. *Allah’ın takdirinin ve emrinin yerine gelmesi. *Hâkimlik, hâkimin hükmü. *İstemeden yapılan zarar.*Hükmeylemek, hüküm. *Bir şeyi birbirine lâzım kılmak, beyan eylemek. *Ahdini yerine getirmek. Ödemek, eda etmek. *İcab. *Ölüm. (L.R.) (Bak: Ecel) *Şeriat hâkimi olan Kadı’nın hükümetinin hududu olan memleket. (Yani, eskiden bir hâkimin şeriat namına davalara baktığı memlekete “Kaza Merkezi” denirdi.) *Fık: İnsanlar arasında vukubulan dava ve muhasamayı şer’î hükümler dairesinde fasletmek, halletmek. (Fetvanın kazadan farkı; mevzuu âmdır, gayr-ı muayyendir, hem mülzim değil. Kaza ise muayyen ve mülzimdir.)
Atıf notu:
-Cenab-ı Hakk’ın ata, kaza, kader kanunları, bak: 1914.p.
1956- qqKAZF-I MUHSANAT _XME8 ¬¿g5 : Namuslu bir kadına zina iftirasında bulunmak. Kur’an (24:4) âyetinde bildirilen bu iftiranın tahakkuku için, fukaha: İslâm, akıl, büluğ, hürriyet ve iffet olarak beş şart saymıştır. Bu şartlara sahib olan kadına muhsane denir. Erkekler de delaleten aynı hükme dahildir. (E.T. 3479 telhisen)
1957- Böyle bir iftirada bulunan kimseye, suçu sabit olması halinde şer’i ceza verilir. Hem bu gıybet ve iftirayı Kur’an şiddetle takbih eder.
“(49:12) _®B²[«8 ¬y[¬'«~ «v²E«7 «u6 ²_«< ²–«~ ²v6f«&«~ Ç`¬E<«~ Gıybet, şu âyetin kat’i hükmüyle nazar-ı Kur’anda gayet menfur ve ehl-i gıybet gayet fena ve alçaktırlar. Gıybetin en fena ve en şenii ve en zâlimane kısmı, kazf-ı muhsanat nev’idir. Yani gözüyle görmüş dört şahidi gösteremeyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zina isnad etmek; en şeni’ bir günah-ı kebair ve en zâlimane bir cinayettir, hayat-ı içtimaiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hıyanettir, mes’ud bir ailenin hayatını mahveden bir gadirdir.
Evet Sure-i Nur bu hakikatı o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürperttiriyor.
°v[¬P«2 °–_«B²Z"~«g«; «t«9_«E²A, ~«g«Z¬" «vÅV«U«B«9 ²–«~_«X«7 –YU«< _«8 ²vB²V5 ˜YWB²Q¬W«, « ²Y«7
(24:16) şiddetle ferman ediyor ve diyor ki: Gözüyle görmüş dört şahidi (Bk. Şahid-i âdil) gösteremeyen merdud-üş şehadettir. Ebedî şehadetlerini kabul etmeyiniz. Çünki yalancıdırlar. Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözüyle görmüş dört şahidi gösterebilir. Kur’an-ı Hakim bu şartı koşturmakla, böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz, bu kapıyı kapayınız demektir. (24:19) }«L¬&_«S²7~ «p[¬L«# ²–«~ «–YÇA¬E< tehdidiyle, öyleleri münafık gibi ehl-i imanın hayat-ı içtimaiyelerini böyle işaalar ile ifsad ediyorlar, ifade ediyor.” (B.L. 267) (Bak: Gıybet)
qqKEBAİR h¶<_A6 : (Kebire c.) Büyük şeyler. Büyük günahlar. (Bak: Günah, Mubikat-ı Seb’a)
Atıf notları:
-Dans ve tiyatro gibi kebairler, bak: 982.p.
-Kebairden ictinab edenin günahı örtülür, bak: 130.p.
1958- qqKELÂM •Ÿ6 : Söz. Bir manayı taşıyan, bir maksadı anlatan ifade. *Allah’a mahsus bir sıfat. *Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da haizdir. Onun kelâmı harften ve savttan (sesten) münezzehtir, ezelîdir, ebedîdir. *Ist.Hikmet ve mantık esaslarıyla Allah’ın (C.C.) varlığı, birliği, İslâmiyet’in doğruluğu ve hakkaniyetinden bahseden ilim. (Bak: ilm-i Kelâm, Kelimat-ı Rabbî)
Atıf notları:
-Musa (A.S.) ın kelâm-ı İlahîye mazhariyeti, bak: 2638.p.da âyet notu.
-Allah’ın kelâmı beşerin kelâmına benzememeli, bak: 465.p.
-Kelâmın dört makamı, bak: 566.p.
-Kelâmın hüsnünü arttıran hususlar, bak: 424.p.
-Kelâmullah ünvanının Kur’ana verilmesinin hikmeti, bak:2090/1.p.
-Kelâm-ı Mudari’nin korunması, bak: 256.p.
1959- qqKELİMAT-I RABBÎ z±"‡ ¬_WV6 : Allah’ın kelimeleri. (Bak: İlham)
Kur’anda geçen bu ifadenin taşıdığı mana, çok derin ve küllî olmasından ihtisas ehlinin beyanlarına havale ederiz. Şöyle ki:
“Kelime, bir manayı ifade eden şeye denir. Amma Nahvîlerin lafz ile takyid ve tahsis ettikleri, onlara mahsus bir ıstılahtır. Evet biri kal, diğeri hal olmak üzere iki lisan vardır. Lisan-ı kalin kelimatı elfaz ise, lisan-ı halin kelimatı da ahvaldir. Binaenaleyh, kudsi şairin °f¬&~«— yÅ9«~ |«V«2 ÇÄf«# °}«<³~ y«7 ¯š²|±- ¬±u6 |¬4«— dediği gibi; kitab-ı kebir-i kâinatta yaratılan herhangi bir şey, Hâlik’ın azametine delalet eden bir kelime-i haliyedir. Eşcar ile denizler, kâinat kitabında mevcud kelimat-ı haliyelerin yazılmasına kâfi geldiği takdirde, o denizlerin katreleri, o ağaçların zerreleri birer hâlî kelime olduğundan, onların da yazılması için mürekkeb, kalem lâzımdır. öyle ise, onlar içinde, onlar kadar başka eşcar ve denizler lâzımdır:Ve hakeza, herbir birincinin katreleri ve kelimatı yazıldıktan sonra, ona da onun kadar ikinci bir takım eşcar ve denizler lâzımdır. Hal böylece ilâ-gayr-ın-nihaye teselsül eder gider. Cenab-ı Hak’ın kelimatı, yani Cenab-ı Hakk’ın azametine delalet eden kelimat-ı hâliyesi bitmez. Demek hakikatta (18:109) ~®…«f«8 ¬y¬V²C¬W¬" _«X²\¬% ²Y«7«— |¬±"«‡ _«W¬V«6 «f«S²X«# ²–«~ âyetinin ifade ettiği manada hiçbir cihetle mübalağa, müzayede yoktur, belki tenakus vardır. Mütercim Abdülmecid.” (İ.İ.157)
1960- Evet “ şu âyet-i azîme çok büyük ve çok âlî ve çok geniş bir denizdir. onun cevherlerini beyan etmek için koca bir cild kitab yazmak lâzım gelir. Onun kıymetdar cevherlerini başka zamana ta’likan şimdilik yalnız birkaç gün evvel tahattur-u hakaik noktasında benim için ehemmiyetli bir zaman olan namaz tesbihatında uzaktan uzağa fikrin nazarına ilişen bir nüktenin şuaı göründü. O zamanda kaydedemedik, gittikçe tebaud ediyordu. Bütün bütün kaybolmadan evvel o nüktenin bir cilvesini avlamak için etrafında dairevarî bir kaç kelime söyliyeceğiz:
1961- Birinci Kelime: Kelâm-ı Ezelî; ilim, kudret gibi bir sıfat-ı İlahiye olduğu cihetle gayr-i mütenahidir. Nihayetsiz olan bir şeye denizler mürekkeb olsa elbette bitiremezler.
1962- İkinci Kelime: Bir zatın vücudunu ihsas eden en zâhir, en kuvvetli eser, tekellümüdür.Bir zatın kelâmını işitmek, bin delil kadar vücudunu belki şuhud derecesinde isbat ettiği nokta-i nazarda bu âyet-i Kerime mana-yı işarîsiyle diyor ki: Rabb-ı Zülcelal’in vücudunu gösteren Kelâm-ı İlahînin adedini denizler mürekkeb olsa ağaçlar kalem olsa, yazsalar bitiremezler. Yani bir zatın böyle bir kelâmı, vücuduna şuhud derecesinde delalet ettiğine bedel, Zat-ı Ehad-ı Samed’e, kelâmın mütekellime delaleti ve ihsası gibi haddü hesaba gelmeyen hadsizdir ki; umum denizlerin suyu mürekkeb olsa yazmasına kifayet etmez demektir.
1963- Üçüncü Kelime:Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, hakaik-ı imaniyeyi, umumtabakat-ı beşere ders verdiği için tesbit ve tahkik ve ikna’ etmek hikmetiyle, bir hakikatı zâhiren tekrar etiği için ehl-i ilim ve ehl-i kitab bulunan o zaman ülema-i Yehud, Peygamber-i Zişan Aleyhissalatü Vesselâm’ın ümmiliğine ve kıllet-i ilmine gayet haksız bir taarruz ettiklerine manen bir cevabdır. Şöyle ki:
Âyet-i Kerime der: Tahkik ve ikna’ gibi pekçok hikmetler için ayrı ayrı faideler nokta-i nazarında çok müteaddid neticeleri bulunan bir hakikatı, umumun bilhassa avamın kalbinde yerleştirmek için erkân-ı imaniye gibi herbir mes’elesi, bin mesail kıymetinde ve binler hakaikı tazammun eden mes’eleleri, ayrı ayrı mu’cizane tarzlarda tekrarını hasr-ı kelâmî ve kusur-u zihnî ve sermayenin noksaniyetinden değildir. Belki hadsiz nihayetsiz hazine-i ezeliye-i kelâm-ı İlahîden alınan ve âlem-i gayb hesabına âlem-i şehadete müteveccih olup, cin, ins, ruh, melekle konuşan ve her ferdin kulağında taninendaz olan Kur’anın menbaı bulunan Kelâm-ı ezelî’nin kelimatını saymak için denizler mürekkeb olsa, zişuurlar kâtib, nebatatlar kalem, belki zerratlar kalem ucu olsalar, yine bitiremezler. Çünki bunlar mütenahi, o ise nihayetsizdir.
1964- Dördüncü Kelime: Ma’lumdur ki, umulmadık bir şeyden kelâmın suduru kelâmı ehemmiyetleştirir, kendini dinlettiriyor. Hususan cevv-i sema ve bulutlar gibi büyük cirimlerde tekellümvari sadalar dahi, ehemmiyetle herkese kendini dinlettiriyor. Hususan dağ cesametinde bir fonoğrafın nağamatı, daha fazla kulağın nazar-ı dikkatini celb eder. Hususan semavat tabakalarını plaklar ittihaz edip, küre-i arzın kafasına işittirmek için sudur eden sada-i semavî-i Kur’anîyi radyo kuvvetiyle zerrat-ı havaiye hurufata âhize ve nâkile oldukları gibi, elbette bu kudsi hurufat-ı Kur’aniye’ye birer ayine, birer lisan, birer ibre ucu, birer kulak hükmüne geçtiğine remzen, Kur’an-ı Hakîm’in hurufatının ne derece ehemmiyetli, kıymetli, hasiyetli, hayatdar olduğuna işareten, âyet mana-yı işarîsiyle diyor ki: Kelâmullah olan Kur’an o kadar hayatdar ve kıymetdardır ki; onu dinleyen, işiten kulakların adedini ve o kulaklara giren o kudsi kelimelerin sayısını bütün denizler mürekkeb ve melaikeler kâtib ve zerreler, nutfeler ve nebatlar ve kıllar kalemler olsa bitiremezler: Evet bitiremezler çünki Cenab-ı Hak beşerin zayıf, ruhsuz kelâmının adedini havada milyonlar kadar teksir etse, elbette arz ve semavatın Padişah-ı Bîmisal’inin arz ve semavata bakan ve arz ve semavatta umum zişuurlara hitab eden kelâmının herbir kelimesi, zerrat-ı havaiye adedince kelimeler olur.
1965- Beşinci Kelime: İki harftir.
Birinci Harf: Nasılki sıfat-ı Kelâm’ın kelimeleri var. Öyle de; kudretin de mücessem kelimeleri var. İlmin de, hikmetli kaderî kelimeleri var ki; bütün mevcudattır. Hususan zihayatlar, hususan küçük mahluklar, herbiri birer kelime-i Rabbaniyedir ki; Mütekellim-i Ezelî’ye kelâmdan daha kuvvetli bir surette işaret eder. Ve onların adedini, denizler mürekkeb olsa bitiremezler demek olduğu manasına dahi şu âyet remzen bakıyor.
1966- İkinci Harf: Bütün melaikelere ve insanlara hatta hayvanlara gelen umum ilhamlar bir nevi Kelâm-ı İlahî’dir. Bu kelâmın kelimatı, elbette gayr-ı mütenahidir. Saltanat-ı mutlakanın nihayetsiz cünudunun mütemadiyen aldıkları ilham, evamir-i İlahiyenin kelimatı ne derece çok ve nihaytesiz olduğunu âyet bize haber veriyor, demektir.” (O.L.662)
1967- (31:27) âyeti de mevzu ile alâkalıdır. (6:15) âyeti ise, kelimat-ı Rabbî, sıdk ve adaletçe son derece mükemmel olup değiştirilemiyeceğini beyan eder.
-Âdem’ e(A.S.) gelen kelimat: (2:37)
-İbrahim’e (A.S.) gelen kelimat: (2:124)
-Allah’ın kelimeleri tebeddül etmez: (6:34,l15) (10:64) (18:27) (Bak. 3473.p.da âyet notu)
-Allah kelimatıyla hakkın tahakkuk ve izharını ve kâfirlerin arkasının kesilmesini istiyor: (8:7) ve (10:82) (42:24) âyetleri de aynı mana ile alâkalıdır.
qqKELİME-İ TEVHİD f[&Y# šyWV6 : (Bak Tevhid)
1968- qqKEMALAT _W6 : (Kemal c.) Faziletler, iyilikler, mükemmellikler. Ahlâk ve huy güzellikleri. Terbiyelilik, edeblilik.
Hakiki kemalat bütün cihazat-ı insaniyeyi gaye-i hilkatlerine tevcih etmekle kazanılır. Şöyle ki:
“İnsan bir çekirdeğe benzer. Nasılki o çekirdeğe kudretten manevi ve ehemmiyetli cihazat ve kaderden ince ve kıymetli proğram verilmiş. Ta ki, toprak altında çalışıp, ta o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hâlikından istidad lisanıyla bir ağaç olmasını isteyip, kendine lâyık bir kemal bulsun. Eğer o çekirdek, su-i mizacından dolayı ona verilen cihazat-ı maneviyeyi, toprak altında bazı mevadd-ı muzırrayı celbine sarfetse; o dar yerde kısa bir zamanda faidesiz tefessüh edip çürüyecektir. Eğer o çekirdek, o manevi cihazatını >«YÅX7~«— ¬±`«E²7~ s¬7_«4 nın emr-i tekvinîsini istimal edip hüsn-ü imtisal etse; o dar âlemden çıkacak, meyvedar koca bir ağaç olmakla, küçücük cüz’î hakikatı ve ruh-u manevîsi, büyük bir hakikat-ı külliye suretini alacaktır.
1969- İşte aynen onun gibi; insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kıymetli proğrmalar tevdi’ edilmiş. Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde, hayat-ı dünyeviye toprağı altında o cihazat-ı maneviyesini nefsin hevesatına sarfetse; bozulan çekirdek gibi bir cüz’î telezzüz için kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes’uliyet-i maneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir.
Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu, ile imanın ziyasıyla ubudiyet toprağı altında terbiye ederek, evamir-i Kur’aniyeyi imtisal edip cihazat-ı maneviyesini hakiki gayelerine tevcih etse, elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet’te hadsiz kemalat ve ni’metlere medar olacak bir şecere-i bakiyenin ve bir hakikat-ı daimenin cihazatına cami kıymetdar bir çekirdek ve revnakdar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi olacaktır. (Şükr-ü örfi ile istidadat-ı ruhiyenin inkişafı, bak: l159 ve 3610.p.da iki âyet notu)
Evet hakiki terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hatta hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususi bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır. Yoksa ehl-i dalaletin terakki zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek ve zevklerinin her çeşitlerini, hatta en süflisini tatmak için bütün letaifini ve kalb ve aklını nefs-i emmareye musahhar edip yardımcı verse; o, terakki değil, sukuttur.” (S.321)
İki atıf notu:
-Cihazat-ı insaniyeyi asıl vazifelerinde istihdam etmek, bak: 3598.p.
-Hakiki kemalat, kalbin bir kumandan olması ve bütün cihazatını istihdam etmesi iledir, bak: 3667.p.
-Bozuk cemiyetin menfi tesiri, Bak 710/1.p.
1970-Hem kazanılan kemalat nisbetinde gaye-i İlahiye ve hakikatler idrak ve tasdik edilir. (Bak: 1305.p.) Sefahet ise, kemalatın zıddına olarak tedenniye ve tefeyyüzat-ı maneviyeden mahrumiyete sebebdir. (Bak: 985.p.) Beşeriyet âleminde kemalatı kazanıp manevi imtiyaza sahib olan mümtaz kullar vardır. (Bak: Istıfa)
1971- Bütün enva’-ı kemalatın mercii olan Allah, sonsuz kemalat sahibi olup tecelli-i kemaliyle kâinatı envaen tezyin etmiştir. Evet”madem mevcudat, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi, kemalatın lem’alarıyla parlar geçer. O nehir, güneşin cilveleriyle parladığı gibi; şu seyl-i mevcudat dahi, hüsün ve cemal ve kemalin lem’alarıyla müvakkaten parlar gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem’aları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki: Cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler, nasıl kendilerinden değil; belki bir güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir. Öyle de şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehasin ve kemalat, bir Şems-i Sermedî’nin lemaat-ı cemal-i esmasıdır.” (S.621)
Dostları ilə paylaş: |