2067- Komünizmin en dehşetli iki hususiyeti vardır.:
Biri. Allah’ maneviyatı, manevi değerleri ve ahlâkî esasları inkâr eden ateistliği ve materyalistliğidir.
İkincisi: Ferd mülkiyetini ve hiçbir hürriyet hakkını tanımayan ve idareciler zümresi diktatörlüğü olan aşırı devletçiliğidir.
Komünizmin mezkûr iki hususiyetini kabul eden kimse, insaniyetini kaybeder, behimî hayat içine sıkışır. Fakat aklını tam iptal edemediğinden, ölümle sonsuz hiçliğe düşmek nöbetini beklemekten doğan Cehennemî bir manevi azab içerisinde kalır. Ya sarhoş, ya canavar olur.
2068- Peygamberimiz (A.S.M.), âhirzamanda çıkacak olan Büyük Deccal’ın şimalden çıkıp İslâm dünyasına tecavüz edeceğini 1400 sene evvel şöyle bildirmiştir:
“Rivayetlerde var ki: “Deccal’ın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür.” (197)
yÁV7~ Ŭ~ «`²[«R²7~ v«V²Q«< « Bunun iki te’vili vardır. Birisi: Büyük Deccal’ın kutb-u şimalî dairesinde ve şimal tarafından zuhur edeceğine kinaye ve işarettir. Çünkü kutb-u şimalînin mevkiinde bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Bir gün şimendifer ile bu tarafa gelse, yaz mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş gurub etmez. Daha bir gün otomobil ile gelse, bir hafta daima güneş görünür. Ben Rusya’daki esaretimde bu mevkiye yakın bulunuyordum. Demek Büyük Deccal şimalden bu tarafa tecavüz edeceğini mu’cizane bir ihbardır.” (Ş.586)
2069- Evet “şimalde koca bir devlet, gençlik hevasatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünki akıbeti görmiyen kör hissiyatla hareket eden gençlere ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibahe eder. Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helal eder ki; bütün beşer, bu müsibete karşı titriyor.” (Ş.479)
2070- “Rivayette var ki: “Deccal’ın mühim kuvveti Yahudidir. Yahudiler severek tabi olurlar.” (198) (Bak: 3979/2 ve 3980.p.lar)
Allah’u a’lem.. diyebiliriz ki, bu rivayetin bir parça te’vili Rusya’da çıkmış. Çünki her hükümetin zulmünü gören Yahudiler, Almanya memleketinde kesretle toplanıp intikamlarını almak için, Komünist komitesi’nin te’sisinde mühim bir rol ile, Yahudi milletinden olan “Troçki” namında dehşetli bir adamı, Rusya’nın başkumandanlığına ve terbiyegerdeleri olan meşhur Lenin’den sonra, Rus hükümetinin başına geçirerek Ruya’nın başını patlatıp bin senelik mahsulatını yaktırdılar. Büyük Deccal’ın komitesini ve bir kısım icraatını gösterdiler. Ve sair hükümetlerde dahi ehemmiyetli sarsıntılar verip karıştırdılar.” (Ş.587)
2071- Dinsizlik ve komünistliğin tahribatını durduracak ancak ittihad-ı İslâm kuvveti ve hakaik-ı Kur’aniyedir:
“Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla mani olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil; belki muhtaçtırlar. Çünki komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik; doğrudan doğruya anarşistliği intac ediyor. Ve bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur’aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanibden ve bu milleti anarşılıkten kurtaracak yalnız odur.” (E.L.II.24)
2072-”Komünistin manevi tahribatına karşı şimdiye kadar Rus’un Amerika ve İngiliz’e karşı tecavüzünden ziyade, bin senelik adavetinden dolayı en evvel bize tecavüz etmesi adavetinin muktezası iken, o tecavüzü durduran, şüphesiz hakaik-ı Kur’aniye ve imaniyedir. Öyle ise bu vatanda her şeyden evvel o acib kuvvete karşı hakaik-ı Kur’aniye ve imaniyeyi bilfiil elde tutup dinsizliğin önüne kuvvetli bir Sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî yapılması lâzım ve elzemdir. Çünki dinsizlik Rus’u, şimdiye kadar yarı Çin’i ve yarı Avrupa’yı istila ettiği halde bize karşı tecavüz ettirmeyip tevkif ettiren, hakaik-i imaniye ve Kur’aniyedir. Yoksa Ruslar’ın tahribat nev’inden manevi kuvvetlerine karşı adliyenin binden birine maddi ceza vermesiyle; serserilere ve fakirlere, zenginlerin malını peşkeş çeken ve hevesli gençleri ehl-i namusun kızlarını ve ailelerini mübah kılan ve az bir zamanda Avrupa’nın yarısını elde eden bir kuvvete karşı, ancak ve ancak manevi bombalar lâzım ki, o da hakaik-i Kur’aniye ve imaniye atom bombası olup o dehşetli solculuk cereyanını durdursun. yoksa adliye vasıtasıyla yüzden birine verilen maddi ceza ile bu küllî kuvvet tevkif edilmez.
İki dehşetli harb-i umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavi ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat’iyyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’an ile bir musalaha veya tabi olabilir. O vakit dörtyüz milyon ehl-i Kur’ana kılınç çekemez.” (E.L.II.71)
qqKOSTANTİNİYYE y[XOXOK5 : İslâm dünyasında İstanbul için kullanılmış isimlerden biri. (Bak: Istanbul)
2073- qqKÖLE y7Y6 : Bütün tarihî devirlerde başka milletlerden, yabancılardan zorla kaçırılıp hürriyetten mahrum hale getirilerek alınıp satılabilen ve hizmette kullanılan erkek.
İslâmiyet köleliği en âdil usullerle kaldırmağa çalışmış ve Resul-i Ekrem (A.S.M.) insanları kölelikten kurtarmayı ibadet olarak ilan etmiştir.Bununla beraber, İslâm dininde bazı yasaklara ceza olarak da, köle azad edilmesi şartı getirilmiş ve beşer âleminden köleliğin izalesine en büyük âmil olmuştur. Kur’an ve hadislerde buna dair bir çok beyanlar bulunmaktadır. Ezcümle:
2074- “(58:3) ¯}«A«5«‡ ‡¬h²E«B«4 Onun için ya’ni zıhardan dönmek için çare, bir rakabe azad etmektir. Rakabe, esasen boyun kökü demek ise de mecazen zatta ve alelhusus hürr olmayan zatta şayi’dir. Yani büyük veya küçük, erkek veya dişi, bir kul azad edip hürriyete kavuşturmak keffaret olarak vacibdir. Demek ki indallah o çirkin sözü söylemek, kadının haysiyet ve mevcudiyetini öldürmek manasını tazammun etmek i’tibariyle bir insanı hataen öldürmek cinayeti kadar büyük bir günahtır. Ancak ona benzer bir keffaretle örtülebilir.” (E.T.4780)
2075- Ve keza “(90:12) }«A«T«Q²7~ _«8 «¾~«‡²…«~ _«8«— “Bildin mi o akabe, iktihamı büyük bir kahramanlık olan o zor yüksek iş, o sarp yokuş nedir?
¯}«A«5«‡ Çt«4 (90:13) Bir rakabeyi fekk etmek -ma’lum ki rakabe boyun demek olup zikr-i cüz irade-i kül tarikiyle mecaz olarak zat ve şahıs manasında müteareftir ve bilhassa hürriyetini gaib etmiş esir veya memlûkte şayi’dir. Binaenaleyh (fekkü rekabe) esaret bağıyla bağlanmış bir koyunu, bir kimseyi esaretten kurtarıp hürriyete kavuşturmaktır ki bu evvela insanın kendi hürriyetine malik olarak nefsini kurtarmış olmasına mütevakkıf ve bunun en basit misali köle azad etmektir ve bunun fazileti çoktur. Buhari, Müslim, Tirmizi vesairede Ebu Hüreyre’den (R.A.) mervidir, Resulullah (A.S.M.) buyurmuştur. ki: “Her kim bir mü’min azad ederse, Allah Teala onun her uzvuna mukabil azad edenin bir uzvunu Cehennem ateşinden azad eyler.” (Buhari ci: 7, Hadis No: llll)” (E.T.5842)
2076- “Ebu Hüreyre Radıyallahu Anh’dan Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu, dediği rivayet edilmiştir.
Aziz ve Celil olan Allah: Üç sınıf insan vardır ki, kıyamet gününde ben bunların hasmıyım:
l- O kimse ki bana, (mukaddes ismime) yemin ederde sonra ahdini bozar.
2- Yine bir kimse ki, hür (bir insan)’ı köle diye satar da onun bahasını yer.
3- Öbür kimse de ki, bir işçi tutar, onu çalıştırır da ücretini vermez buyurmuştur.
.... İslâm dini, dünya kurulalı kendi zamanına kadar devam edip gelen esareti kaldırmağa, hiç olmazsa bu zavallı esirleri hürlerin müstefid oldukları müsavi hayata kavuşturmağa uğraşırken, hürriyette yekdiğerine küfv olan müslümanların birbirinin şahsî hürriyetine taarruz etmelerine ve binnetice bir fevza-yı içtimaî vukuuna lâkayd kalamazdı. Bu sebeble husumet-i İlahiye gibi en şiddetli bir ceza tayin buyurulmuştur.”(S.B.M. ci: 6.Hadis no: 1020)
Köle azadı hususunda Kur’an (4:92) (5:89) (58:3) (90:13) âyetleriyle kölelerin hürriyeti lehinde teşvikte bulunmuş ve bazı durumlarda da köleyi azad etmek şartını getirmiştir.
Atıf notu:
-Bazı ecnebilerce serrişte edilen köle gibi mesaile cevab, bak: 3613.p.
2077- qqKUBH dA5 : Günah ve çirkin hareket. Kabahat. Suç. *Fık: Aklen ve şer’an müstehcen olup dünyada zemme, âhirette azaba ve itaba mahal olan şey. (Bak: Hüsün)
2078- qqKUDRET ?‡f5 : Güç. Takat. *Her yeri kaplayan kudretullah. *Varlık. Ehliyet. *Becerebilme. *Zenginlik. Kabiliyet. *İlm-i Kelâm’da: Allah Teala’ya mahsus ezelî ve ebedî ve bütün kâinatta tasarruf eden sıfattır.
Kâinatta âsâr-ı tecelli-i kudret olan cazibe ve dafia gibi kuvvelerden intikal ile kudret-i İlahiyenin sırr-ı tecellisine bir misal şöyle verilebilir: Çok kuvvetli mıknatısiyeti bulunan bir çelik parçasında aynı zamanda yine gözle görülmiyen ve hikmetli eserleriyle vücudu anlaşılan idrak ve ilim de bulunduğunu farzetsek; idrak sahibi farzettiğimiz bu mıknatıs, demir tozlarını sıraya koyup kelimeler yazsa, nasıl bu fiilin faili olan mıknatıs ve ilmin tasarrufllarındaki temasları görünmezdi ve hayret-amiz bir hâdise olurdu. Hem bu mıknatıs, hiç inkısam etmeden bir demir parçasına tesir ettiği gibi, bütün demir parçacıklarına da aynı zamanda tesir eder ve işini de birbirine mani olmadan bir anda yapardı. Öyle de bilkıyas, sonsuz olan ve ilim, irade ve sair sıfat-ı İlahiye ile mümteziç bulunan İlahî kudretin atom denen zerrat-ı kâinatı icad edip onunla kitab-ı kâinatı pek manidar yazması şuhud derecesinde makul görünür ve görülmelidir.
2079- Evet “Kudret-i Ezeliyenin feyz-i tecellisi ve eser-i ibdaı olan kâinattaki kuvvetten umum zerrata -herbir zerreye- birer zerre-i cazibe halk ve ihsan ederek ve ondan kâinatın rabıtası olan müttehid, müstakil, muhassal cazibe-i umumiyeyi inşa ve icad etmiştir.” (S.T.İ. 8)
2080- “Vacib-ül Vücud zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef’alinde de benzemiyor. Çünki Vacib-ül Vücud’un kudretine nisbeten yakın uzak, az-çok, küçük-büyük, ferd-nev’, cüz’-küll aralarında fark yoktur. Ve keza onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vacib-ül Vücud’un ef’alini fiillerine benzetemiyor. Hakikatını fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili failsiz zannediyor.” (M.N. 186) (Bak: 1476.p.)
2081- Hem tabiatperest bir nazarla” o Sultan-ı Ezelî’nin hikmetinden gelen nizamat-ı kâinatın manevi kanunlarını, birer maddi madde tasavvur ederek ve saltanat-ı rububiyetin kavanin-i itibariyesi ve o Mabud-u Ezelî’nin şeriat-ı fıtriye-i kübrasının manevi ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan ahkâmlarını ve düsturlarını, birer mevcud-u haricî ve maddi birer madde tahayyül ederek, kudret-i İlahiyenin yerine o ilim ve kelâmdan gelen ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan o kannuları ikame etmek ve ellerine icad vermek, sonra da onlara “tabiat” namını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbaniye olan kuvveti, kudret ve müstakil bir kadir telakki etmek. bir vahşettir.” (L.186)
2082- “Hem maddiyun denilen bir kısım ehl-i dalalet, zerrattaki tahavvülat-ı muntazama içinde Hallakiyet-i İlahiyenin ve kudret-i Rabbaniyenin bir cilve-i azamını hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedaniyenin cilvesinden gelen umumi kuvvetin nereden idare edildiğini anlıyamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlahiyeyi isnad etmeye başlamışlar.” (L. 342)
2083- “Kudret-i Ezeliye, Zat-ı Akdes-i İlahiyenin lâzıme-i zaruriye-i zatiyyesidir. Yani, bizzarure zatın lâzımesidir. Hiçbir cihet-i infikâki olamaz. Öyle ise, kudretin zıddı olan acz, o kudreti istilzam eden zata bilbedahe ârız olamaz. Çünki o halde cem’-i zıddeyn lâzım gelir. Madem acz, zata ârız olamaz; bilbedahe o zatın lâzımı olan kudrete tahallül edemez. Madem acz, kudretin içine giremez; bilbedahe o kudret-i zatiyede meratib olamaz. Çünki herşeyin vücud meratibi, o şeyin zıtlarının tedahülü iledir. Meselâ: Hararetteki meratib, bürudetin tahallülü iledir; hüsündeki derecat, kubhun tedahülü iledir ve hakeza, kıyas et.. Fakat mümkinatta hakiki ve tabii lüzum-u zatî olmadığından, mümkinatta zıtlar birbirine girebilmiş; mertebeler tevellüd ederek ihtilafat ve tagayyürat-ı âlem neş’et etmiştir. Madem ki kudret-i ezeliyede meratib olamaz. Öyle ise makdurat dahi, bizzarure kudrete nisbeti bir olur. En büyük, en küçüğe müsavi ve zerreler, yıldızlara emsal olur. Bütün haşr-i beşer, birtek nefsin ihyası gibi; bir baharın icadı, birtek çiçeğin sun’u gibi; o kudrete kolay gelir. Eğer esbaba isnad edilse; o vakit birtek çiçek, bir bahar kadar ağır olur.” (S.526)
2084- Hem “eşyada görünen nev’i ve ferdî vahdetler Sani’deki sırr-ı vahdetten neş’et etmiştir. Çünki kuvvet dağılmıyor. Bir kısmına çok, bir kısmına az sarfedilmekle kudrette, kuvvetin tecezzi ve inkısamı olmuyor. Eğer vahdet olmasa idi, kudretin yaptığı sarfiyatta tefavüt olsa idi, masnuatta da tefavüt ve intizamsızlık olurdu. Demek kudretin vahdetle beraber masnuata yaptığı tasarrufu, şemsin tenviri gibidir ki, bir şems-i vâhid, cüz’ ve küllü bilâ-tefavüt her şeyi ziyalandırdığı gibi, tecellisiyle de her şeyin yanında mevcuddur.” (M.N.110)
2085- “Evet müsavat ve adem-i tefavütü göz ile görünür. Bak! Mahiyeti meçhul, mu’cizatıyla malum olan Kudret-i Ezeliyenin bilhassa semerat ve sebzelerdeki nakışları, san’atları, esbaba havale edilirse, esbab altında ezilecektir.” (M.N. 94)
2086- Kur’anın muhtelif âyetlerinde tekrar edilen °h<¬f«5 ¯š²|«- ¬±u6 |«V«2 «Y;«—
Yani: Hiçbir şey ona ağır gelemez. Daire-i imkânda ne kadar eşya var, o eşyaya gayet kolay vücud giydirebilir. Ve o derece ona kolay ve rahattır ki: (36:82)
_®¶[²[«- «…~«‡«~ ~«†¬~ ˜h²8«~ _«WÅ9¬~ ilh. sırrıyla, güya yalnız emreder, yapılır. Nasılki gayet mahir bir san’atkâr, ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makina gibi işler: Ve o sür’at ve mehareti ifade için denilir ki: O iş ve san’at, ona o kadar müsahhardır ki; güya emriyle dokunmasıyla işler oluyor, san’atlar vücuda geliyor. Öyle de: Kadir-i Zülcelal’in kudretine karşı, eşyanın nihayet derecede müsahhariyet ve itaatine; ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve sühuletle iş gördüğüne işareten (36:82)
«–YU«[«4 ²w6 y«7 «ÄYT«< ²–«~ _®¶[²[«- «…~«‡«~ ~«†¬~ ˜h²8«~ _«WÅ9¬~ ferman eder.” (M.245)
Atıf notları:
-Havas ve hasiyetler kudretin tecelliyatındandır, bak: 839.p.
-Kudret-i İlahiyede tagayyür olamaz, bak: 227.p.
2087- qqKUMAR ‡_W5 : Para vs. karşılığında oynanılan oyun. Meşru bir ihtiyacın karşılanması için bir çalışma sonucu olmadan piyango ve şans oyunları gibi haram yollarla kazanç elde etmektir.
Dinimizde böyle oyunların her türlüsü haramdır. Bir müslüman kendi menfaatini isteyip zararını istemediği gibi; diğer bir müslümanın da menfaatini gözetir, kötülüğünü isteyemez. Halbuki kumara katılan herkes, karşı tarafın zararıyla kendi çıkarlarını düşünmektedir.
Eğer böyle bir menfaat ve zarar, ortaya konulmamışsa ve dince yasaklanan maksadlar da yoksa, yine de her insan için en kıymetli mal olan zamanını boş yere harcayarak, maksadsız fikirsiz ve dünyaya ne için geldiğini bilmeyen basit bir insan durumunda olmak da büyük bir zarardır.
Halbuki insan, ulvi bir gaye, yüksek bir şahsiyet sahibi olmalı ve intizamlı bir hayat yaşamalıdır. (Bak: Meysir)
2088- qqKUNUT YX5 : Yatsı veya sabah namazlarında ayakta okunan dua. *İbadet. Dua. !Taat. Şükür eylemek. *Namazda dünya kelâmından imsak eylemek, yani kendini tutup konuşmamak.
“Kunut, bir şeye o suretle devam ve mülazemet edip durmaktır ki, taat, huşu, sükût, kıyam manalarını tazammun eder ve lisanımızda, divan durmak tabir edilir. Bunun için kunut taattir, kunut tûl-u kıyamdır, kunut sükûttur, kunut huşu ve hafd-ı cenah ve sükûn-u etraftır diye çeşitli nokta-i nazardan tarif edilmiştir.... Bir hadis-i şerifde ¬YXT²7~ ÄY0 ¬?«¶ŸÅM7~ u«N²4«~ buyurulmuştur ki, kıyam demektir. Binaenaleyh namazda kıyam ve kıraeti, duayı veya huşu ve sükûtu uzatmağa da kunut denilir.” (E.T. 807)
Kunut hakkında pek çok rivayetler vardır. Ezcümle, T.T. l. ci. 188. sahife ve S.B.M. hadis: 445,531 ve S.M. ki. 5, hadis: 268, 294, 308 ve İbn-i Mace 5. kitab l15, l17-120 ve 145 . bablar kunut hakkındadır.
2089- qqKUR’AN –³~h5 : Allah (C.C.) tarafından Hz. Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’a Cebrail Aleyhisselâm vasıtası ile (yani vahiyle) gönderilen ve beşeriyetin bütün saadet düsturlarını havi, en mukaddes, en son kitab-ı semavidir.
“Kur’an-ı Kerim bir kitaptır ki; onun manası da, nazmı da Allah’tandır. Hak Teala’nın vahyi iledir, vahye vasıta olan Cibril-i Emin’in peygamberimize gelip bildirmesiyledir.
Binaenaleyh Kur’an-ı Azim’in manasıyla amel edilir, o müslümanların bir ebedî kanunudur. Mübarek nazmı da bir ibadet olmak üzere okunur, kendisiyle teberrük edilir ve Kur’anın manası ancak bu İlahî nazım sayesinde bihakkın anlaşılabilir, ruhlara tesir eder, bununla Hakk’ın rızası kazanılır.
Kur’an-ı Mübin, hiçbir kitaba benzemez, bunun manasını bir kimse değiştiremez, nazmının yerine de başka bir lafız konulamaz ve hiçbir tercüme, Kur’an hükmünü alamaz.” (B.İ.İ.sh: 22)
Hem Kur’an, kelâm-ı ezelîdir. (Bak: 1621,1622.p.lar)Lügat manasına göre Kur’an: Tilavet, okumak, cem’ ve zammolunmuş okunmuş manalarına gelir. Furkan, Zikir, Hüda, Hitab, Kitab, Mushaf, Nur, Necm, Tenzil, Mev’iza, Aziz, Besair, Bürhan... gibi elli beş kadar isimle de anılır. (Bak: Âyet, Belagat Cezalet, Hizb-ül Kur’an, Huruf-u Mukattaa, Kıraat-ı Seb’a, Kitab, Kütüb-ü Münzele, Müteşabihat, Tefsir, Terakkiyat, Terceme, Tezkir, Vahy)
Bir atıf notu:
-Kur’ana bîtarafane nazarla bakılamıyacağı, bak: 463-467.p.lar
2090- “Kur’an nedir? Tarifi nasıldır?
Elcevab: Ondokuzuncu Söz’de beyan edildiği ve sair Sözler’de isbat edildiği gibi Kur’an, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi... ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi... ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri... ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin manevi hazinelerinin keşşafı ve sütûr-u hâdisatın altında muzmer hakaikin miftahı... ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı... ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi... ve şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli, hendesesi... ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası ve zat ve sıfat ve esma ve şuun-u ilahiyenin kavl-i şarihi, tefsir-i vazıhı, bürhan-ı katıı, tercüman-ı satıı.. ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyet’in ma ve ziyası... ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi ve insaniyeti saadete sevkeden hakiki mürşidi ve hâdîsi... ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci’ olacak çok kitabları tazammun eden tek, cami’ bir Kitab-ı Mukaddes’tir. Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefa ve muhakkikînin muhtelif meşreblerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her birindeki meşrebin mezakına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesakına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütübhane hükmünde bir Kitab-ı Semavî’dir.
2090/1- İkinci cüz ve tetimme-i tarif:
Kur’an, arş-ı azamdan, ism-i azamdan, her ismin mertebe-i azamından geldiği için,-Onikinci Söz’de beyan ve isbat edildiği gibi-Kur’an, bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın İlahı ünvaniyle Allah’ın fermanıdır. Hem bütün Semavat ve Arz’ın Hâlikı namına bir hitabdır. Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem saltanat-ı amme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem Rahmet-i vasia-i muhita nokta-i nazarında bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir. Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem ism-i azamın muhitinden nüzul ile arş-ı azamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir Kitab-ı Mukaddes’tir. Ve şu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı, kemal-i liyakatla Kur’ana verilmiş ve daima da veriliyor. Kur’andan sonra sair enbiyanın kütüb ve suhufları derecesi gelir.
Sair nihayetsiz Kelimat-ı İlahiyenin ise, bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz’î bir ünvan ile, hususi bir tecelli ile, cüz’î bir isim ile ve has bir rububiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zahir olan ilhamat suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibariyle çok muhteliftir.
2091- Üçüncü cüz’: Kur’an, asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüblerini ve meşrebleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden ve cihat-ı sittesi parlak ve evham u şübehatın zulümatından musaffa ve nokta-i istinadı, bilyakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî.. ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede saadet-i ebediye... içi, bilbedahe halis hidayet... üstü, bizzarure envar-ı iman... altı, biilmelyakîn delil ve bürhan... sağı, bittecrübe teslim-i kalb ve vicdan... solu, biaynelyakîn teshir-i akıl ve iz’an Meyvesi, bihakkalyakîn rahmet-i Rahman ve dar-ı cinan... Makamı ve revacı, bilhads-i sadık makbul-ü melek ve ins ü cân bir Kitab-ı Semavî’dir.” (S.366)
2092-”Kur’an-ı Kerim, bütün mebahis-i esasiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda beyan eder ki, o beyan, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden ve dünyayı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan; ve zemin bir bahçe, ve sema, misbahlarıyla süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden; ve mazi ve müstakbel, bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sahife hükmünde temaşa eden; ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuunatın iki tarafı birleşmiş ittisal peyda etmiş bir surette, bir zaman-ı hazır gibi onlara bakan bir Zat-ı Zülcelal’e yakışır bir tarz-ı beyandır. Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki haneden bahseder, proğramını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar; Kur’an dahi, şu kâinatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini, -tabir caiz ise- proğramını yazan, gösteren bir zatın beyanına yakışır bir tarzdadır.Hiç bir cihetle eser-i tasannu’ ve tekellüf görünmüyor. Hiç bir şaibe-i taklid veya başkasının hesabına ve onun yerinde kendini farzedip konuşmuş gibi bir hud’anın emaresi olmadığı gibi, bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulusiyle safi, berrak, parlak beyanı, nasıl gündüzün ziyası, “Güneşten geldim” der. Kur’an dahi, “Ben Hâlik-ı Âlem’in beyanıyım ve kelâmıyım” der.
Evet şu dünyayı antika san’atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san’atperverane ve nimetperverane şu derece san’atının acibeleriyle şu derece kıymetdar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravari tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sani’, bir Münim’den başka şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhane, bir mescid, bir temaşagâh-ı san’at-ı İlahiyeye çeviren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sahib çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran beyan-ı Kur’an, Şems-i Ezelî’den başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki, ona nazire getirsin? Onun taklidini yapsın?
2093- Elhak, bu dünyayı san’atlarıyla zinetlendiren bir san’atkârın, san’atını istihsan eden insanla konuşmaması muhaldir. Madem ki, yapar ve bilir, elbette konuşur. Madem konuşur, elbette konuşmasına yakışan Kur’andır. Bir çiçeğin tanziminden lâkayd kalmayan bir Malik-ül Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayd kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi?” (S.397)
Dostları ilə paylaş: |