İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə96/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   92   93   94   95   96   97   98   99   ...   169

2316- Hem haber-i sahih ile ve haber-i kat’i ile ve manevi tevatür dere­cesinde, eimme-i hadis haber veriyorlar ki: “Hazret-i Cebrail çok defa, hüsn-ü cemal sahibi olan Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesse­lâm’ın yanında sahabeler görüyorlardı. Ezcümle, Hazret-i Ömer ve İbn-i Abbas ve Üsame İbn-i Zeyd ve Ha­ris ve Aişe-i Sıddîka ve Ümm-ü Seleme -kat’iyen sabittir ki- bunlar kat’iyen haber veriyorlar ki: “Biz, Hazret-i Ceb­rail’i Dıhye suretinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın yanında çok görüyoruz.” Acaba hiç mümkün müdür ki; bu zatlar, görmeden” görüyoruz” desinler?.

Hem nakl-i sahih-i kat’i ile, Aşere-i Mübeşşere’den İran fatihi Sa’d İbn-i Ebi Vakkas haber veriyor ki: “Gavze-i Uhud’da, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesse­lâm’ın iki tarafında, iki beyaz libaslı, ona nöbetdar gibi, muhafız suretinde gördük. İkisi de anlaşıldı ki, meleklerdir. Ve Hazret-i Ceb­rail ile Mikâil olduğunu anladık.” Acaba böyle bir kahraman-ı İslâm gördük dese, görmemek mümkün müdür?

Hem Ebu Süfyan İbn-i Haris İbn-i Abd-ül Muttalib (ammi-zade-i Ne­bevî) nakl-i sahih ile haber veriyor ki: “Gazve-i Bedir’de, gök ile yer ara­sında, beyaz li­baslı atlı zatları gördük.”

Hem Hazret-i Hamza Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan niyaz etti ki: “Ben Cebrail’i görmek istiyorum.” Kâbe’de ona gösterdi. Dayana­madı, bîhuş oldu, yere düştü. Bu çeşit, melaikeleri görmek vukuatı çoktur. Bütün bu vukuat, bir nevi mu’cize-i Ahmediye Aleyhissalatü Vesselâm’ı gösteriyor ve delalet ediyor ki; onun misbah-ı nübüvvetine, melaikeler dahi pervanelerdir.”(M.156)



2317- “Resull-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın nuruyla, terbiyesiyle ve onun arkasında gitmesiyle, binler Şeyh-i Geylani gibi aktablar, asfiyalar; me­laikeler ve cinler ile görüşmüşler ve konuşuyorlar; ve bu hâdise, yüz tevatür derecesinde ve çok kesrettedir.

Evet ümmet-i Muhammed’in (A.S.M.) melaike ve cinlerle temasları ve tekel­lümleri ise, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın terbiye ve irşad-ı i’cazkâranesinin bir eseridir.” (M.158)



2318- Kur’anda (17:85) |¬±"«‡ ¬h²8«~ ²w¬8 ­ƒ—Çh7~ ¬u­5

(97:4) ²v¬Z¬±"«‡ ¬–²ˆ¬_¬" _«Z[¬4 ­ƒ—Çh7~«— ­}«U¬¶<«Ÿ«W²7~ ­ÄÅi«X«# gibi âyatler melaike ve ruhaniyatın mevcudiyetlerini bildirir.”Melaike ve ruhaniyatın vücudu, insan ve hay­vanların vücudu kadar kat’idir, denilebilir. Hakikat kat’iyyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki; zemin gibi, semavatın dahi sekeneleri bulun­sun ve zişuur sekeneleri olsun ve o sekeneler, o semavata münasib bulun­sun. Şeriatın lisanında, pekçok muhtelif-ül cins olan o sekenelere melaike ve ruhaniyat tesmiye edilir. Evet hakikat böyle iktiza eder. Zira şu zeminimiz, semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle be­raber, zişuur mahluklarla dol­durulması, arasıra boşaltıp yeniden yeni zişuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki: Şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misali olan semavat dahi, nur-u vücudun nuru olan zihayat ve zihayatın zi­yası olan zişuur ve zevil-idrak mahluklarla elbette doludur. O mahluklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının müta­laacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellallarıdırlar. Küllî ve umumî ubudi­yetleri ile, kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbihatlarını temsil ediyorlar.



Evet şu kâinatın keyfiyatı, onların vücudlarını gösteriyor. Çünki kâinatı hadd ü hesaba gelmiyen dakik san’atlı tezyinat ve manidar mehasin ile ve hikmetdar nukuş ile süslendirip tezyin etmesi; bilbedahe ona göre mütefek­kir ve istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzarını ister, vücudlarını taleb eder. Evet nasılki hüsün elbette bir âşık ister, taam ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü san’at içinde gıda-yı ervah ve kut-u kulûb; elbette melaike ve ruhanilere bakar, gösterir. Madem bu niha­yetsiz tezyinat nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubudiyet ister. Halbuki ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu hikmetli nezarete, şu vüs’atli ubudiyete karşı milyondan ancak birisini yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve çok müte­nevvi olan şu vezaif ve ibadete, nihayetsiz melaike envaları, ruhaniyat ecnasları lâzımdır ki, şu mescid-i kebir-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendir­sin. Evet şu kâinatın herbir cihetinde, herbir dairesinde ruhaniyat ve melai­kelerden birer taife, birer vazife-i ubudiyetle muvazzaf olarak bulunurlar. Bazı rivayat-ı ehadisiyenin işaratıyla ve şu intizam-ı âlemin hikmetiyle deni­lebilir ki: Bir kısım ecsam-ı camide-i seyyare, yıl­dızlar seyyaratından tut, ta yağmur kataratına kadar bir kısım melaikenin sefine ve merakibidirler. O melaikeler, bu seyyarelere izn-i İlahî ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip ge­zerler ve o merkeblerinin tesbihatını temsil ederler.” (S.504)

2319- “Hem denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı hayvaniye, hadiste “Tuyurun Hudrun” (206) tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, ta sineklere kadar bir cins erva­hın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismaniyatı seyran edip o cesedlerdeki hasselerin pencerele­riyle, cismanî mu’cizat-ı fıtratı te­maşa ederler. Elbette kesafetli topraktan ve küdûretli sudan mütemadiyen letafetli hayatı ve nuraniyetli zevil-idraki halkeden Hâlik’ın, elbette ruha ve hayata münasib şu nur denizinden ve hatta zulmet bahrinden bir kısım zişuur mahlukları vardır.” (S.177)

2320- “elbette o Kadir-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikme­tiyle; nur gibi, esir gibi ruha yakın ve münasib olan sair seyyalat-ı latife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, camid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki madde-i nurdan, hatta zulmetten, hatta esir maddesinden, hatta mana­lardan, hatta havadan, hatta kelimelerden zihayat, zişuuru kesretle halkeder ki; hayvanatın pekçok muhtelif ecnasları gibi pekçok muhtelif ruhani mah­lukları, o seyyalat-ı latife maddelerinden halkeder. Onların bir kısmı melaike, bir kısmı da ruhani ve cin ecnaslarıdır.”(S.507)

2321- Mezkûr mahlukatın”uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyet­sizliği veya onların gizlenmekliği ile sana görünmemeleri, onların olmamala­rına hiçbir va­kit delil olamaz.”Adem-i rü’yet, adem-i vücuda delalet etmez.” “Görünmemek, ol­mamağa hüccet olamaz.” Ecram-ı ulviye ve ecsam’ı sey­yare içinde küre-i arzın ha­karet ve kesafeti ile beraber bu kadar hadsiz ziruhların, zişuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüz’leri dahi birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması, bizzarure ve bilbedahe ve bittarik-ıl evla ve bilhads-is sadık ve bilyakîn-il kat’i delalet eder, şehadet eyler, ilan eder ki: Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavat burçlarıyla, yıldızlarıyla zişuur, zihayat, ziruhlarla doludur.

Nardan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esirden ve hatta elektrikten vesair seyyalat-ı latifeden halkolunan o zi­hayat ve o ziruhlara ve o zişuurlara, Şeriat-ı Garra-yı Muhammediye (Aleyhissalatü Vesselâm), Kur’an-ı Mu’ciz-il Beyan, “Melaike ve can ve ruhaniyattır” der, tesmiye eder. Melaikenin ise, ecsamın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, Şems’e müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pekçok ecnas-ı muhtelifeleri vardır.” (S.508)



2322-”Hamele-i Arş ve yer ve göklerin melaike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadık’ın tasvir ettiği, meselâ kırkbinler başlı, herbir başta kırkbinler lisan ve her lisanda kırkbinler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs’at-ı ubudiyetlerini ifade eden hakikata çıkmak için, şuna dikkat et ki: Zat-ı Zülcelal (38:18) ­y«Q«8 «w²E¬±A«K­< «Ä_«A¬D²7~ _«9²hÅF«,«—

(17:44) Åw¬Z[¬4 w«8«— ­Œ²‡«ž~«— ­p²AÅK7~ ­€~«Y«WÅK7~ ­d¬±A«K­#

(33:72) ¬Ä_«A¬D²7~«—¬Œ²‡«ž²~«—¬€~«Y«WÅK7~|«V«2«}«9_«8«ž²~_«X²/«h2_Å9¬~ gibi âyetlerle tasrih ediyor ki: Mevcudatın en büyüğü ve küllîsi dahi, kendi külliyetine göre ve azametine münasib bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünü­yor. Evet bir bahr-i müsebbih olan şu semavatın kelimat-ı tesbihiyesi; gü­neşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu ze­minin dahi elfaz-ı tahmidiyesi; hay­vanlar, nebatlar ve ağaçlardır.

Demek herbir ağacın, herbir yıldızın cüz’î birer tesbihatı olduğu gibi, zeminin de ve zeminin herbir kıt’asının da ve herbir dağ ve derenin de ve ber ve bahrının da ve göklerin herbir feleğinin de ve herbir burcunun da bi­rer tesbih-i küllîsi vardır. Şu binler başları olan zeminin her başında yüzbinler lisanlar bulunan ve her lisanda yüzbin tarzda tesbihat çiçeklerini, tahmidat meyvelerini, âlem-i misalde tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i ervahta temsil edip ilan edecek, ona göre elbette bir me­lek-i müekkeli vardır.



2323- Evet müteaddid eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı manevîsi olacak­tır. Eğer o cemiyet, imtizaç edip ittihad şeklini alsa, onu temsil edecek bir şahs-ı manevîsi, bir nevi ruh-u manevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır.

İşte bak, misal olarak bu Barla ağzının, şu dağ lisanının bir muazzam ke­limesi olan bu odamızın önündeki çınar ağacına bak, gör: Ağacın şu üç başı­nın her ba­şında kaç yüz dal dilleri var ve her dilde bak kaç yüz mevzun ve muntazam meyve kelimeleri var ve her meyvede dikkat et kaç yüz kanatlı mevzun tohumcuk harfleri, emr-i Kün Feyekûn’e malik Sani-i Zülcelal’ine ne kadar beliğ ve medih ve fasih bir tesbih ettiğini işittiğin, gördüğün gibi; ona müekkel melek dahi, ona göre âlem-i manada müteaddid diller ile tesbihatını temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak ge­rektir.” (S.164)



2324- “Meleklerin hiçbir cihette hilaf-ı emir hareketleri yoktur. Halis bir ubudi­yetten başka hiçbir icad ve emirsiz hiçbir müdahale, hatta izinsiz şefaatları dahi ol­maz. Tam (16:50) «–—­h«8 ÌY­<_«8 «–Y­V«Q²S«<«—  «–Y­8«h²U­8 °…_«A¬2 ²u«" (21:26) sırrına mazhardırlar.” (Ş.265)

2325- Hem “onlarda mücahede ile terakkiyat yoktur. Belki herbirinin sabit bir makamı, muayyen bir rütbesi vardır. Fakat onların nefs-i amelle­rinde bir zevk-i mahsusaları var. Nefs-i ibadetlerinde derecatlarına göre te­feyyüzleri var. Demek o hizmetkârlarının mükâfatı hizmetlerinin içindedir. Nasıl insan ma, hava ve ziya ve gıda ile tagaddi edip telezzüz eder. Öyle de melekler, zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve muhabbetin envarıyla tagaddi edip telezzüz ediyorlar. Çünki onlar nurdan mahluk ol­dukları için, gıdalarına nur kâfidir. Hatta nura yakın olan ra­yiha-i tayyibe dahi onların bir nevi gıdalarıdır ki, ondan hoşlanıyorlar. Evet ervah-ı tayyibe, revayih-ı tayyibeyi sever. Hem melekler, Mabudlarının emriyle işledikleri iş­lerde ve onun hesabıyla işledikleri amellerde ve onun namıyla ettikleri hiz­mette ve onun nazarıyla yaptıkları nezarette ve onun intisabıyla kazandıkları şerefte ve onun mülk ve melekûtunun mütalaasıyla aldıkları tenezzühte ve onun tecelliyat-ı cemaliye ve celaliyesinin müşahedesiyle kazandıkları tena’umda öyle bir saadet-i azîme vardır ki; akl-ı beşer anlamaz, melek olmıyan bilemez.” (S.353)

2326- “Hem madem, bütün emirler, mana-yı melaikenin vücuduna şehadet ederler. Elbette, bilâşek velâ şüphe, melaike vücudlarının ve ruhani hakikatlarının en güzel sureti ve ukul-ü selime kabul edecek ve istihsan ede­cek en makul keyfiyeti odur ki; Kur’an, şerh ve beyan etmiştir. O Kur’an-ı Mu’ciz-il Beyan der ki: “Mela­ike, ibad-ı mükerremdir. Emre muhalefet et­mezler. Ne emrolunsa onu yaparlar. Melaike, ecsam-ı latife-i nuraniyedirler. (Bak: 2230/1.p.) Muhtelif nevilere münkasımdırlar.” Evet nasılki beşer bir ümmettir, “Kelâm” sıfatından gelen Şeriat-ı İlahiyenin hameleleri, mümes­silleri, mütemessilleridir. Öyle de melaike dahi muaz­zam bir ümmettirki, onların amele kısmı “İrade” sıfatından gelen şeriat-ı tekviniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i Hakiki olan Kudret-i Fatıranın ve İrade-i Ezeliyenin emirlerine tabi bir nevi ibadullahtırlar ki; ecram-ı ulviyenin herbiri onların birer mescidi, birer mabedi hükmündedirler.” (S.510)

2327- Hem “vahye istinad eden bütün edyan-ı semaviyenin icmaı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, melaike ve ervah sema­dan zemine geli­yorlar.” (S.177)

Evet “hava, su insanın yürüyüşüne; cam, ziyanın geçmesine, şuanın röntgen va­sıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ru­huna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mani yok­tur. Kezalik bu kesif âlemde ruhanileri deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men’edecek bir mani yoktur.” (M.N: 138)



2328- Hem Kur’an, meleklerin seyr ü seyahatına ve bir anda çok yer­lerde bu­lunduklarına işaret eder. Meselâ:

¯}«Z¬X²%«~ |¬7—­~ ®Ÿ­,­‡ ¬}«U¬¶<«Ÿ«W²7~¬u¬2_«%¬Œ²‡«ž²~«— ¬€~Y«WÅK7~¬h¬0_«4>¬gÅ7~ ¬y±V¬7 ­f²W«E²7«~

°h<¬f«5 ¯š²|«- ¬±u­6 |«V«2 «yÁV7~ Å–¬~ ­š_«L«< _«8 ¬s²V«F²7~ |¬4 ­f<¬i«< «_«"­‡«— «b­V­$«— |«X²C«8

(35:l) İşte şu surede, “semavat ve arzın Fâtır-ı Zülcelali, semavat ve arzı öyle bir tarzda tezyin edip âsâr-ı kemalini göstermekle hadsiz seyircilerinden Fâtırına hadsiz medh ü senalar ettiriyor ve öyle de hadsiz ni’metlerle süslen­dirmiş ki, sema ve ze­min bütün ni’metlerin ve ni’met-didelerin lisanlarıyla, o Fâtır-ı Rahman’ına nihayet­siz hamd ve sitayiş ederler.” dedikten sonra, yerin şehirleri ve memleketleri içinde Fâtır’ın verdiği cihazat ve kanatlarıyla seyr ü seyahat eden insanlarla, hayvanat ve tuyur gibi semavi saraylar olan yıldızlar ve ulvi memleketleri olan burçlarda gezmek ve tayeran etmek için o memle­ketin sekeneleri olan meleklerine kanat veren Zat-ı Zülcelal, elbette herşeye kadir olmak lâzımgelir. Bir sineğe bir meyveden bir mey­veye, bir serçeye bir ağaçtan bir ağaca uçmak kanadını veren, Zühre’den Müşteri’ye, Müşteri’den Zühal’e uçacak kanatları o veriyor. Hem melaikeler, sekene-i zemin gibi cüz’iyete münhasır değiller, bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir va­kitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret: «_«"­‡«— «b­V­$«— |«X²C«8 kelimeleriyle tafsil verir. İşte şu hâdise-i cüz’iye olan “Melaikeleri ka­natlarla teçhiz etmek” tabiriyle gayet küllî ve umumî bir azamet-i kudretin destgâhına işaret ede­rek, °h<¬f«5 ¯š²|«- ¬±u­6 |«V«2 «yÁV7~ Å–¬~ fezlekesiyle tahkik edip tesbit eder.” (S.428)



2329- “Melaikenin vücudunu ve vazife-i ubudiyetlerini isbat eden bütün deliller ve hadsiz müşahedeler, mükâlemeler dolayısıyla âlem-i ervahın ve âlem-i gaybın ve âlem-i bekanın ve âlem-i âhiretin ve ileride cin ve ins ile şenlendirilecek olan dar-ı saadetin, Cennet ve Cehennem’in vücutlarına de­lalet ederler. Çünki melekler, bu âlemleri izn-i İlahî ile görebilirler ve girerler. Ve Hazret-i Cebrail gibi, insanlar ile görüşen umum melaike-i mukarrebîn mezkûr âlemlerin vücutlarını ve onlar, on­larda gezdiklerini müttefikan haber veriyorlar. Görmediğimiz Amerika kıt’asının vücudunu, ondan gelenlerin ihbarıyla bedihî bildiğimiz gibi; yüz tevatür kuvvetinde bulunan melaike ihbaratıyla âlem-i bekanın ve dar-ı âhiretin ve Cennet ve Cehen­nemin’in vü­cutlarına o kat’iyette iman etmek gerektir ve öyle de iman ederiz.” (S.104)

2330- “Meleklerin bir kısmı âbiddirler, diğer bir kısmının ubudiyetleri amelde­dir. Melaike-i arziyenin amele kısmı, bir nevi insan gibidir. Tabir caiz ise, bir nevi çobanlık ederler, bir nevi de çiftçilik ederler. Yani ruy-i zemin, umumi bir mezraadır. İçindeki bütün hayvanatın taifelerine Hâlik-ı Zülce­lal’in emriyle, izniyle, hesabiyle, havl ve kuvvetiyle bir melek-i müekkel neza­ret eder. Ondan daha küçük herbir nevi hayvanata mahsus bir nevi çobanlık edecek bir melaike-i müekkel var. Hem de ruy-i zemin bir tarladır; umum nebatat onun içinde ekilir. Umumuna Cenab-ı Hakk’ın namıyla, kuvvetiyle nezaret edecek müekkel bir melek vardır. On­dan daha aşağı bir melek, bir taife-i mahsusaya nezaret etmekle Cenab-ı Hakk’a ibadet ve tesbih eden melekler var. Rezzakıyet arşının hamelesinden olan Hazret-i Mikâil Aleyhisselâm, şunların en büyük nazırlarıdır.

Meleklerin çoban ve çiftçiler mesabesinde olanların insanlara müşabe­hetleri yoktur. Çünki onların nezaretleri sırf Cenab-ı Hakk’ın hesabiyledir ve onun na­mıyla ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezaretleri, yalnız rububiyetin tecelliyatını me’mur olduğu nevide müşahede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini o nevide mütalaa etmek ve evamir-i İlahiyeyi o nev’e bir nevi ilham etmek ve o nev’in ef’al-i ihtiyariyesini bir nevi tanzim etmek­ten ibarettir. Ve bilhassa zeminin tarlasındaki nebatata nezaretleri, onların tesbihat-ı maneviyelerini melek lisanıyla temsil etmek ve onların hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelal’e karşı takdim ettiği tahiyyat-ı maneviyelerini melek lisanıyla ilan etmek; hem onlara verilen cihazatı, hüsn-ü istimal etmek ve bazı gaye­lere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibarettir. Melaikelerin şu hiz­metleri, cüz’-i ihtiyarîleriyle bir nevi kesbdir. Belki bir nevi ubudiyet ve iba­dettir. Tasarruf-u hakikileri yoktur. Çünki herşeyde Hâlik-ı Külli Şey’e has bir sikke vardır. Başkaları parmağını icad karıştıramaz. Demek melaikelerin şu nevi amelleri ise, on­ların ibadetidir. İnsan gibi âdetleri değildir.” (S.353)



2331- “Hilkat-ı kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münase­bet-ı Rabbaniyeyi tebliğ ve izhar eden Cebrail (A.S.) ve zihayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis et­mekte ki Hâlik’a mahsus olan icraat-ı İlahiyeyi yalnız temsil edip ubudiyetkârane nezaret eden İsrafil (A.S.) ve Azrail (A.S.) ve hayat daire­sinde rahmetin en cemiyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsanat-ı Rahmaniyeye nezaretle beraber şuursuz şükürleri şuur ile temsil eden Mikâil (A.S.) gibi meleklerin pek acib mahiyette olarak bulunmaları ve vücudları ve ruhların bekaları, saltanat ve haşmet-i rububiyetin muktezasıdır.” (Ş.263)

2332- “Meleklere iman meyvesinden bir cüz’ü ve Münker ve Nekir’e ait bir nümunesi şudur: “Herkes gibi ben dahi muhakkak gireceğim” diye meza­rıma ha­yalen girdim. Ve kabirde yalnız, kimsesiz, karanlık, soğuk, dar bir haps-i münferitte bir tecrid-i mutlak içindeki tevahhuş ve me’yusiyetten tedehhüş ederken, birden Münker ve Nekir taifesinden iki mübarek arkadaş çıkıp geldiler. Benimle münaza­raya başladılar. Kalbim ve kabrim genişlendi­ler, nurlandılar, hararetlendiler; âlem-i ervaha pencereler açıldı. Ben de şimdi hayalen ve istikbalde hakikaten gireceğim o vaziyete bütün canımla sevindim ve şükrettim.” (Ş.259)

“Hatta meşhur bir ehl-i keşf-el kubur, vefat eden ve İlm-i Sarf ve Nahvi oku­yan bir talebenin kabrinde, Münker-Nekir’e nasıl cevab verecek diye mu­rakabe et­miş ve müşahede edip eşitmiş ki: Melek-i Sual ondan sordu:

«tÇ"«‡ ²w«8 “Senin Rabbin kimdir?” dediği zaman, o Nahiv dersiyle iştigal ederken vefat eden talebe, o meleğin cevabında demiş: ²w«8 mübtedadır, «tÇ"«‡ onun habe­ridir.” Nahiv ilmince cevab vermiş...” (Ş.329)

Bir atıf notu:

-Rivayetlerde bildirilen kabir ahvali, bak: 1889.p.

2333- “Bir gün bir duada, “Ya Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetle­rine ve şefaatlerine, beni cin ve insin şerlerinden muhafaza eyle” mealinde duayı dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrail na­mını zikrettiğim vakit ga­yet tatlı ve tesellidar ve sevimli bir halet hissettim. Elhamdülillah dedim. Azrail’i cidden sevmeğe başladım. Melaikeye iman rüknünün bu cüz’î ferdinin pek çok meyvelerinden yalnız bir cüz’î meyve­sine gayet kısa bir işaret ederiz.

Birisi: İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zayi olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat’i hissettim. Ve insanın amelini yazan me­lekler hatırıma geldi. Baktım, aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var.



2334- Her insan kıymetli bir sözünü ve fiilini bakileştirmek için iştiyakla kitabet ve şiir, hatta sinema ile hıfzına çalışır. Hususan, o fiillerin Cennet’te baki meyveleri bulunsa, daha ziyade merak eder. “Kiramen kâtibîn” insanın omuzlarında durup onları ebedî manzaralarda göstermek ve sahiblerine daimî mükâfat kazandırmak, o kadar bana şirin geldi ki tarif edemem.” (Ş.257) (Bak: 544.p.)

Kur’anda melaikenin hangi şeyden yaratıldığı hakkında sarahat yoksa da Sahih-i Müslim 53. Kitab-üz Zühd 10. bab 2996. hadiste, melaikenin nur­dan, cann’ın ise maric ateşten yaratıldıkları beyan edilir. Ayrıca aynı mesele, Müsned-i ibn-i Hanbel Sadis/153, 168. sahifede de kaydedilmiştir.



Atıf notları:

-Bazı gazvelerde yardım için gönderilen melekler, bak: 409,1371.p.lar.

-Ecsam-ı nuranî olan melaikenin ferşten arşa, arştan ferşe kısa bir zamanda gidip gelmeleri, bak: 264.p.

-Melaikeye gelen ilham, bak: 1548.p.

-Melaike-i mukarrebînin itaatı, bak: 494/1.p.

-Hayvanatın melaikeden çobanları, bak: 1347.p.

-İmtihanları olmadığından melaikelerin makamları sabittir, bak: 1656.p.

-Melaikelerin çokluğu ve yaratılışları ile alâkalı bir rivayet, bak: 4006.p.

-Sevr ve Hut namındaki iki melek hakkında müteşabih bir rivayetin izahı, bak: 268.p.

-Kalb-i insanîde melek ile şeytanın mübarezesi, bak: 1020.p.

-Meleklerin kudret-i Rabbaniyeye perdedarlıkları, bak: 601.p.

-Meleklerin hamd etmesi, bak: l162.p. da âyet notu

2335- Melaike hakkında Kur’andan birkaç not:

-Muhafaza melekleri: (13:ll)

-Bütün ef’al ve ahval-i beşeriyeyi yazan Kiramen Kâtibîn melekleri: (50:17,18)

-Meleklerden resuller: (22:75)

-Melaike-i Mukarrebûn: (4:172)

-Melek-ül mevt: (32:ll)

-Melek-ül mevte işaret: (6:93) (8:50) (16:32,33) (41:30) (47:27)

-Melaike ile gelen zafer nusretinde hakiki fail Allah’tır: (8:9-12)

-Meleklerin şefaati, Allah’ın iznine bağlıdır: (52:26)

-Ra’d ve meleklerin tesbihi: (13:13)

-Meleklerin tesbihi: (42:5)

-Meleklerin kuvveti ve emre itaati: (66:6)

-Sayıları kâfirler için fitne olan Cehennem muhafızı olan melekler: (74:31)

2336- qqMELEKÛT €YUV8 : Tam bir hâkimiyetle saltanat-ı İlahiyenin mües­siriyet ve idaresinin esrarı. Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münasib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin içyüzü, iç ciheti.*Hükümdarlık. Salta­nat.*Ruhlar âlemi. (Bak: Arş)

Kur’anda (36:83) âyetinin tefsirinde “Melekût, mülkün mübalağa sigasıdır ki, tam bir hâkimiyetle saltanatın esrar-ı idaresi demektir.” (E.T. 4043) diye ifade edilir.

Kur’an (22:56) âyeti de âhirette esbab perdesinin kaldırılması ile, melekûtiyette olduğu gibi, mülkün de hakiki sahibi Allah olduğunun izhar edileceğine işaret eder.

2337- İlahî” kudret; melekûtiyet-i eşyaya taalluk eder. Evet kâinatın ayine gibi iki yüzü var. Biri mülk ciheti ki, ayinenin renkli yüzüne benzer. Diğeri melekûtiyet ciheti ki, ayinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ciheti ise, zıdların cevelangâhıdır. Güzel çirkin, hayır şer, küçük büyük, ağır kolay gibi emirlerin mahall-i vürududur. İşte şunun içindir ki: Sani-i Zülcelal, esbab-ı zahirîyi, tasarrufat-ı kudretine perde etmiştir. Ta dest-i kudret, zahir akla göre hasis ve nâ-lâyık emirlerle bizzat mübaşe­reti görünmesin. Çünki azamet ve izzet, öyle ister. Fakat o vesait ve esbaba hakiki te’sir vermemiştir. Çünki vahdet-i ehadiyet öyle ister. Melekûtiyet ciheti ise, her şeyde parlaktır, temizdir. Teşahhusatın renkleri, muzahrafatları ona karışmaz. O ci­het, vasıtasız kendi Hâlikına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbab, teselsül-ü ilel yoktur. Ona il­liyet, maluliyet giremez. Eğribüğrüsü yoktur. Maniler müdahale ede­mezler. Zerre, şemse kardeş olur.” (S.527)

2338- Kur’anda melekût: (6:75) (7:185) (23:88) (36:83) âyetlerinde geçer.

Atıf notu:

-Melekûtiyette şer ve çirkinlik olmadığından esbab-ı zahiriye vaz’edilmemiştir,bak: 836.p.

2339- qqMENFAATPEREST a,‡ }QSX8 : Yaptığı işin sadece faydasını düşünen, sadece nefsine ait kârları, faydaları düşünerek çalışan. Allah rızasını esas gaye yapmayan kimse. (Bak: 2882.p. ve Egosantrizm)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   92   93   94   95   96   97   98   99   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin