İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə98/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   94   95   96   97   98   99   100   101   ...   169

2360- qqMESİH d[K8 : Bir şey üzerinde eli yürütmek. bir şeyden on­daki eseri gidermek manasındaki mesh kökünden gelen bu kelime, “mesih eden” de­mektir. *İsa Aleyhisselâm’ın bir ismidir. Bir kısım din âlimlerine göre; elini sürdüğü, meshettiği hastaların iyileşmesinden kinaye olarak “İsa Mesih” denmiştir.

“Rivayetlerde Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a Mesih namı verildiği gibi her iki dec­cala dahi Mesih namı verilmiş ve bütün rivayetlerde

¬Ä_Å%Åf7~ ¬d[¬K«W²7~ ¬}«X²B¬4 ²w¬8 ¬Ä_Å%Åf7~ ¬d[¬K«W²7~ ¬}«X²B¬4 ²w¬8 (208) denilmiş. Bunun hik­meti ve te’vili nedir?

Elcevab: Allahu a’lem bunun hikmeti şudur ki: Nasılki emr-i İlahî ile İsa Aleyhisselâm, şeriat-ı Museviye’de bir kısım ağır tekalifi kaldırıp şarap gibi bazı müştehiyatı helal etmiş. Aynen öyle de; büyük deccal, şeytanın iğvası ve hükmü ile şeriat-ı iseviyenin ahkâmını kaldırıp hıristiyanların hayat-ı içtimaiyelerini idare eden rabıtaları bozarak, anarşistliğe ve “Ye’cüc ve Me’cüc”e zemin hazır eder. Ve İslâm deccalı olan Süfyan dahi, şeriat-ı Muhammediye Aleyhissalatü Vesselâm’ın ebedî bir kısım ahkâmını nefis ve şeytanın desiseleri ile kaldırmağa çalışarak hayat-ı beşeriyenin maddi ve ma­nevi rabıtalarını bozarak, serkeş ve sarhoş ve sersem ne­fisleri başıboş bıraka­rak, hürmet ve merhamet gibi nurani zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine bataklığında, birbirine saldırmak için cebri bir serbestiyet ve ayn-ı istibdad bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o in­sanlar gayet şiddetli bir istibdaddan başka zabt altına alınamaz.” (Ş. 593)

Bu parağrafta zikredilen şarabın şeriat-ı İseviyede mübahiyeti, azimet değil, bir ruhsattır. Kitab-ı Mukaddes’te Matta İncili 9. babın 17. âyeti ve Yuhanna İncili 2. bab l ilâ ll. âyetlerinin ifade tarzından şarabın caiziyeti ma­nası anlaşılıyor. Fakat Matta İncili 27. bab 34. âyeti ile, Markos İncili 15. bab 23. âyeti, İsa (A.S.)ın şarabı hiç içmediğini zikreder.

2361- “Deccal’a da mesih ismi verilmesinin bir sırrı şudur ki: Bir gözü silik, yani kör ve ayıplı olmasındandır. Sadece bu dünyayı görüp, âhireti gö­recek gözünün kör olmasındandır.” (O.A.L.) “Mesih, uğursuzluğundan naşi Deccal’ın laka­bıdır. Nakşı silinmiş para, çok gezen adam, çok cima’ eden kimse, yalancı, kezzab ve bir tarafında gözü silik olan adama denir.” (Lügat-ı Remzi)

Hak Dini Kur’an Dili, cilt: 5, sahife: 4172’de şu izahat vardır: “Yalancı bir Me­sih demektir. Varid olan hadis-i şeriflerde, Deccal: Bir yalancı ve halkı aldatmakta meharetli bir sahtekârdır ki, kâfirliği sahtekârlığı yüzünden belli olduğu halde bir ta­kım hârikalar göstererek uluhiyet da’va eder. Deccal’ın bu suretle yalancı bir Mesih olması, onu Hıristiyanlık taklidi altında zuhur ede­ceğini anlatır.” (Bak: Deccal)



2362- qqMESLEK tVK8 : Yol. usul. Gidiş. *San’at. Geçim için tutulan yol. *Sistem. *Mezheb. Maneviyatta tutulan yol. (Bak: Tarikat, Nurculuk, Velayet-i Kübra)

Atıf notları:

-Bir mesleğin hak olup olmamasının ölçüsü, bak: 447.p.

-Risale-i Nur’un meslek-i esası, bak: 398.p.

-İslâmî meslekler arasında münaferet olmamalı, bak: 1833.p.

-Meslek taassubu, bak: 1828.p.

-Yalnız benim mesleğim haktır denmemeli, bak: 1513.p.

-Risale-i Nur’un değişmeyen esasları, bak: 2926.p.

2362/1- Risale-i Nur Mesleğini değiştirmemekle alâkalı iki hatıra:

“Bir gün Galatasaray Lisesi’nde okuyan ve sonradan eczası olan bir zât ziyarete gelmişti. Ben son ânında geldim. Tatsız bir vaziyet vardı, o anda anlayamadım. Onun ayrılmasından sonra Hazret-i Üstad, o anda hizmetinde bulunan kardeşlere çok hiddet etti. ‘Çocuk bunlar, çocuk olmasa tardedeceğim, bilmiyorlar. Çocuk bunlar!’ dedi. Ben de mes’eleden çok endi­şeli bir halet-i ruhiyeye girmiştim. Bu sı­rada Üstad Hazretleri karyolada otu­ruyorlardı. Ben ise yerde ve halının üzerindey­dim. Birden bana hitaben şöyle dedi:

“Muhammed, kardeşim sen hakem ol, ben diyorum ki; Risale-i Nur’un neşir ve medrese tarzı hizmetlerinin devam ve inkişafı lâzım, bunlar ise başka şeyler, başka hizmetler düşüncesinde.” Ben mes’eleyi “başka hizmet­ler” tabirinden anlamakla beraber, “Üstadım bizim vazifemiz, Risale-i Nur’un neşri ve medreselerin devamı­dır.” deyince Üstad yüksek sesle “Ta­mam” diye ifadede bulundu. Ve o hiddet hali akşama doğru hayli hafifledi. Sonra Muhsin Ağabeye sordum. Gelen kardeşin bizim tarz-ı hizmetimizi pa­sif telakki etmesi ve orada bazı konuşmaların cereyan etmesi, Üstad’ın hid­detlenmesine sebep olmuş.” (Son Şahitler-3 sh: 235)

2362/2- “Neşriyat esnasında Isparta’ya forma götürdüğüm bir defa­sında, dersten ağabeyler yeni çıkmışlardı. Üstad Hazretleri dersin sonunda şöyle bir soh­bette bulunmuş. Zübeyr Ağabey taze taze nakletmişti:

“Kardaşlarım! Abdülkadir-i Geylanî şimdi gelse, ‘Said sen bu mesleğin­den bir parça taviz versen, milyonlar insanlar senin kitaplarını okuyacak, fa­kat öyle yapma­san hem bunlardan mahrum kaldığın gibi, hapislerde zulüm­lerle, eziyetlerle cefa çe­keceksin’ dese: ‘Hayır Üstadım ben bu zulümlere iş­kencelere razıyım, fakat mesle­ğimden en küçük bir taviz vermem’ diye ona söyleyeceğim” (Son Şahitler-3 sh: 246)



2363- qqMES’ULİYET }[7¶YK8 : Mes’ul olma hali. Yaptığı iş ve hare­ketten hesap vermeye mecbur oluş. (Bak: Adalet, Ceza, Cehennem, Fetret)

2364- Mes’uliyet mevzuu ile alâkalı “mühim ve mahrem bir mes’ele ve bir sırr-ı velayet: Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azimesi, hakaik-ı Kur’aniyeyi ve imaniyeyi, istikamet dai­resinde hüve hüve­sine Sünnet-i Seniyeye ittiba’ ederek muhafaza etmişler. Ehl-i velayetin ekseriyet-i mutlakası, o daireden neş’et etmişler. Diğer bir kı­sım ehl-i velayet, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bazı desatirleri haricinde ve usullerine muhalif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım ehl-i velayete ba­kanlar iki şıkka ayrıldılar.

Bir kısım ise, Ehl-i Sünnetin usûlüne muhalif oldukları için velayetlerini inkâr ettiler. Hatta onlardan bir kısmının tekfirine kadar gittiler. Diğer kısım ki, onlara ittiba’ edenlerdir. Onların velayetlerini kabul ettikleri için, derler ki: “Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mesleğine münhasır değil.” Ehl-i bid’adan bir fırka teşkil ettiler, hatta dalalete kadar gittiler. Bilmediler ki; her hâdi zat, mühdi olamaz. Şeyh­leri hatasından mazurdur. Çünki meczubdur. Kendileri ise mazur olamazlar. muta­vassıt bir kısım ise; o velilerin velayetle­rini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mes­leklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: “Hilaf-ı usûl olan sözleri, ya hale mağlub olup hata ettiler veyahut manası bilinmez müteşabihat misillü şatahattır.”

Maatteessüf birinci kısım, hususan ülema-i ehl-i zâhir, meslek-i Ehl-i Sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hatta tadlil etmeye mecbur olmuşlar. İkinci kısım olan tarafdarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp, bid’ate hatta dalalete girdik­leri olmuş.

2365- İşte şu sırra dair, pek çok zaman zihnimi işgal eden bir halet vardı. Bir zaman ben, bir kısım ehl-i dalalete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Bedduama karşı müthiş bir kuvvet-i maneviye çıktı. Hem duamı geri veri­yordu, hem beni men’eti.

Sonra gördüm ki: O kısım ehl-i dalalet, hilaf-ı hak icraatında bir kuvve-i maneviyenin teshilatıyla, arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor, muvaffak oluyor. Yalnız cebr ile değil, belki velayet kuvvetinden gelen bir arzu ile imtizac ettiği için, ehl-i imanın bir kısmı o arzuya kapılıp hoş görüyorlar, çok fena telakki etmiyorlar.

İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım, Fesübhanallah dedim. “Tarîk-i haktan başka velayet bulunabilir mi?” dedim. Sonra bir mübarek arefe gününde müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binaen Sure-i İhlas’ı yüzer defa tekrar ederek oku­yup, onun bereketiyle “Mühim bir suale cevab” na­mında yazılı mes’ele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlahiye ile kalb-i âcizaneme gelmiş. Hakikat şudur ki:

2366- Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve ma­nidar “Cibali Baba Kıssası” nev’inden olarak; bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi, bazan sahvede ve daire-i akılda görünür; bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı ehl-i iltibastır; tefrik etmiyor. Sekir ha­linde gördüğü bir mes’eleyi, halet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata et­tiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise, indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise, mahfuz değiller; bid’at ve dalalet fırkalarında bu­lunabilirler. Hatta kâfirler içinde bulunabileceği, ih­timal verilmiş.

İşte muvakkat veya daimî meczub olduklarından, manen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için, muaheze olunmuyorlar. Kendi vela­yet-i meczubaneleri baki kalmakla beraber, ehl-i dalalete ve ehl-i bid’aya tarafdar çı­karlar. Mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’umane bir sebe­biyet verirler.” (M. 342)



Bir atıf notu:

-Allah tarafından istediği kabul edilen bir latife, bak: 1980.p.

2367- Ferdlerde mes’uliyetin tahakkuku bazı şartlara bağlıdır. Akıl, büluğ, hakkıyeti sabit olan İlahî teklifin gelmiş olması, teklife ıttıla, teklifin ifasında gereken iktidar, teklife ikrahla değil, ihtiyaren muhalefet etmek gibi bir kısım şartlar vardır ki, tafsilatı fıkıh kitablarındadır.

Keza dinî teklifler gelmeden önceki fetret halinin neticesi olarak, cemi­yette mevcut anlayış ve âdetlere ünsiyet etmiş olan cahiliye devri insanlarına, yeni gelen dinî tekliflerden cezaî müeyyideleri bulunan yasaklar tedricen ha­yata intikal ettirildi ve mer’iyete girdi. Ferdî ve içtimaî terbiyede tedric kai­desi olan bu husus, küllî bir düsturdur. Umum zaman ve mekânları içine alır. Yani herhangi bir zaman veya mekânda İslâmiyet’ten habersiz bir cemiyet bulunsa, yapılan dinî tebliği kabul edenlere aynı kaide tatbik olunur. Mevzumuzla bir derece alâkalı bahisler için 620, l169/1, 2166, 2294/3. p. sonu ve 3613. p.lara bakınız.

Mes’uliyet hakkında, bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

¯~«‡ ¬‰_ÅX7~|«V«2 >¬gÅ7~ ­h[¬8«ž²_«4 ¬y¬BÅ[¬2«‡ ²w«2 °ÄÎY²K«8 ²v­UÇV­6«— ¯~«‡ ²v­UÇV­6 «ž«~

°}Å[¬2«‡ ­?«~²h«W²7~«— ²v­Z²X«2 °ÄÎY²K«8 «Y­;«— ¬y¬B²[«" ¬u²;«~ ¯~«‡ ­u­%Åh7~«— ¬y¬BÅ[¬2«‡ ²w«2 °ÄÎY²K«8

¬˜¬f¬±[«, ¬Ä_«8 |«V«2 ¯~«‡ ­f²A«Q²7~«— ²v­Z²X«2 °}«7ÎY²K«8 «|¬; ¬˜¬f«7«— _«Z¬V²Q«" |«V«2

¬y¬BÅ[¬2«‡ ²w«2 °ÄÎY²K«8 ²v­UÇV­6«— ¯~«‡ ²v­UÇV­U«4 |«V«2 ­y²X«2 °ÄÎY²K«8 «Y­;

“Haberiniz olsun ki, her birerleriniz birer çobandır ve her birerleriniz idaresi altındakilerden mes’uldür. İnsanlar üzerinde emîr bulunan bir kimse bir çobandır ve idaresindeki milletten mes’uldür. Erkek, ev halkı üzerinde bir çobandır ve idare­sindeki aile efradından mes’uldür. Kadın kocasının evi ve çocukları üzerinde bir çobandır ve o da çobanlığından mes’uldür. Hiz­metçi, efendisinin malı üzerinde bir çobandır. O da ondan mes’uldür. Habe­riniz olsun. Her birerleriniz birer çobandır. Ve her birerleriniz güttüklerin­den (yani elinin altında ne varsa ona lâyıkıyla bakıp korumaktan) mes’uldür.” (209) (Bak: 172. p.)

2368- Dünyada idlal eden ve edilenlerin mes’uliyetleri ve Cehennem’deki hal­leri

Kur’anda tasvir ediliyor. Dünyada iken münafık ve dalalet önderlerine aldanıp onlara uyanlar şöyle derler:

“(7:38) ¬‡_ÅX7~ «w¬8_®S²Q¬/ _®"~«g«2 ²v¬Z¬#³_«4 _«9YÇV«/«~ ¬š«žÎY«; _«XÅ"«‡

Ya Rabbena! Şunlar yok mu! İşte bizi bunlar şaşırttılar. Binaenaleyh sen bun­lara ateşten katmerli bir azab ver. Buna karşı «Ä_«5 Allah der ki ¯r²Q«/ ¬±u­U¬7 He­pi­nize katmerli, lahzadan lahzaya artan katlama usulüyle mütezayid muzaaf bir azab var. -Çünki bir kere iki taraf dalalde müşterektir. Saniyen; öndekilerin idlali, sonra­kilerin de bu idlali kabul ile tervicleri vardır. Tâbi ile metbu yekdiğerinden mütekabilen kuvvet almıştır. Bu suretle bir tarafın dalal ve idlali, diğer tarafın onları taklid ve küfürleri yekdiğerin seyyiat ve azabını katlama tezyid eder.” (E.T. 2160)



İki atıf notu:

-Zalimleri safdilane affetme hatası, bak: 126.p.

-Âmirin hilaf-ı kanun emri, memuru mes’uliyetten kurtarmaz, bak: 3887.p.

2369- Diğer bir âyette de şöyle buyurulur: “(29:13) ²v­Z«7_«T²$«~ kendi işle­dikleri günahların ağırlıklarını ²v¬Z¬7_«T²$«~ «p«8 ®ž_«T²$«~«— ve o ağırlıklarıyla beraber daha bir çok ağırlıkları –başkalarını idlal etmeğe, günaha sokmağa çalışmala­rının günahla­rını– yüklenecekler.” (E.T. 3667) (9:l15) (17:36) âyetleri de mes’uliyet hakkındadır.

Atıf notları:

-Muhabbetin taşkınlıklarından ehl-i hal mazur olabilir, bak: 1327.p.

-Ehl-i Sünnet haricinde olan bazı şahısların mes’uliyet durumları, bak: 2677, 3673-3676.p.lar

-Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz, bak: 1709.p.

qqMEŞAİYYUN –Y[¶<_L8 : (Bak: Meşşaiye)

qqMEŞİHAT-I İSLAMİYYE }[8Ÿ,É~}F[L8 : İslâmî işlerin ilmî mes’eleleri ile uğraşan devlet dairesi. (Bak: Şeyh-ül İslâm)

Atıf notları:

-Meşihat-ı İslâmiyeyi makam-ı lâyıkına is’ad etmek, bak: 23.p.

-Meşihat-ı İslâmiye hem âlî hem nezzare olacak, bak: 1339.p.

-Meşihatın za’fından doğan mahzurlar, bak: 3579.p.

2370- qqMEŞRUTİYYET }[0—hL8 : Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi. Osmanlı İmparatorluğu’nda 23 Tem­muz 1908 İkinci Meşrutiyet’in ilanından 30 Ekim 1918 Mondros Müta­rekesi’ne ka­dar geçen devir, meşrutiyet devridir. (Bak: İttihad ve Terakki, Mo­narşi)

2371- İkinci Meşrutiyet devrinde iktidarı elinde bulunduran İttihad ve Terakki Partisini müsbet mecraya sevketmeyi düşünen Bediüzzaman, bir ara Meşrutiyet Hükümeti’nin lehinde bulunarak makaleler neşretmişti. Ezcümle meşrutiyete teşvik ettiği devresinde irad ettiği “Hürriyete Hitab” başlıklı bir nutkunda: Hürriyet-i şer’î, şeriata istinad etmek, siyasî tarafgirliklerin ve menfaat-ı şahsiyenin terki, hem şeriat dairesinde ittihad-ı kulûb, muhabbet-i milliye, maarif, say’-i insanî, terk-i sefahet gibi şartlar, meşrutiyetin tahakkuk ve tealîsinde ana unsurlar olduğunu beyan eder. Hitabe aynen aşağıda ko­nulmuştur.

“Hürriyete Hitab

Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sada ile ça­ğırıyor­sun ki, benim gibi bir bedeviyi tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette kala­caktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum. Eğer aynülhayat-ı şeriatı menba-ı hayat yapsan ve o cennette neşv ü nema bulsan; bu millet-i mazlumenin de eski zamana nisbeten bin derece te­rakki edeceğini müjde ve­riyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse ve ağraz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse..

Ya Rab! Ne saadetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki,

Ês«& ¬€²Y«W²7~ «f²Q«" ­b²Q«A²7~«— hakikatının küçük bir misalini bu zaman bize tasvir edi­yor. Şöyle ki:

Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış; menfaatini mazarrat-ı umumiyede arayan ve istibdadı arzu edenler (78:40) _®"~«h­# ­a²X­6 |¬X«B²[«7_«< demeye başladılar. Yeni Hükümet-i Meş­rutamız mu’cize gibi doğduğu için inşaallah bir seneye kadar,

_È[¬A«. ¬f²Z«W²7~|¬4 «–_«6 ²w«8 ­v¬±V«U­9 sırrına mazhar olacağız.

Mütevekkilane, saburane tuttuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun seva­bıdır ki, azabsız cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâ­kimiyet-i milliyenin beraat-i istihlali olan kanun-u şer’î, hâzin-i Cennet gibi bizi duhûle davet ediyor.

Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim dahil olalım! Birinci kapısı, şeriat dai­resinde ittihad-ı külûb; ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif; dör­düncüsü, sa’y-i in­sanî; beşincisi, terk-i sefahettir.

Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum...

Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde laübaliliklerle tekrar öldür­meyiniz. Ve bütün efkâr-ı fâsideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı; şeriat-ı garra üzerine müesses olan kanun-u esasî Azrail hükmüne geçti, onları susturdu.

Sakın ey ihvan-ı vatan! İsrafat ve hilafat-ı şeriat ve lezaiz-i nameşrua ile tekrar ihya etmeyiniz! Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve meşrutiyet ile rahm-ı madere geçtik; neşv ü nema bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden inşaallah mu’cize-i Peygamberî ile, şimen­difer-i kanun-u şer’iye-i esasiye amelen ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bine­ceğiz. Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri kısa zamanda tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler. Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi mebadiye binece­ğiz, geçeceğiz. Belki cami-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiyenin ve istidad-ı fıt­rînin ve feyz-i imanın ve şiddet-i açlığın hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fer­sah geçe­ceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

Talebeliğin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle ihtar ediyorum ki: Ey ebna-yı vatan! Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz, ta eli­mizden kaçma­sın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın. (*) Zira hürriyet, müraat-ı ahkâm ve âdab-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk eder ve neşvünema bulur.” (T.H.55)



2371/1- Fakat sonraları görüldü ki; yüzde on teşkil eden gizli komite mensublarının iğfal ve ifsadlarıyla, meşrutiyet istibdada ve tahribata inkılab etti. Bediüzzaman Hazretleri de muhalefetle ta’diline çalıştı.

2371/2- Bediüzzaman, Sultan II. Abdülhamid devrinde, hürriyet-i şer’iye ve hakikat ilminin ihyasını isterken tımarhaneye sevkedildi. Adeta o zaman “akla hu­sumet” ediliyordu. İttihad ve Terakki hükümetinde de zalimane idamlarla “hayata adavet” edildi. Ve meşrutiyet ismi altında yürütülen istibdad şiddetlendi. Bediüzzaman o zamanın askerî mahkemesindeki müda­faasının müteferrik yerle­rinde bu hususları beyan eder. Bu müdafaasının meşrutiyetle alâkalı bazı kısımlarını aynen alıyoruz:

“Vakta ki hürriyet divanelikle yâdolunurdu; zaif istibdad, tımarhaneyi bana mekteb eyledi. Vakta ki i’tidal, istikamet; irtica’ ile iltibas olundu, meş­rutiyette şid­detli istibdad, hapishaneyi mekteb eyledi....

Bu hükümet, zaman-ı istibdadda akla husumet ediyordu; şimdi de ha­yata ada­vet ediyor. Eğer hükümet böyle olursa, yaşasın cünun! Yaşasın mevt!... Zalimler içinde yaşasın Cehennem! Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfi iyi bir zemin oldu.” (T.H. 61)

“Mukaddeme olarak söylüyorum: Mert olan, cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa, cezadan korkmaz. Hem de, haksız yere idam olunsam, iki şehid seva­bını kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lafızdan ibaret bulunan gaddar bir hükümetin en rahat mevkii hapishane olsa gerek­tir. Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır.” (T.H. 62)

“Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ülema ve ta­lebeye hitaben müteaddid nutuklar ile şeriatın ve müsemma-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın, şeriatla bir müna­sebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki: ²v­Z­8¬…_«' ¬•²Y«T²7~ ­f¬±[«, hadisinin sırrıyla; şe­riat âleme gelmiş, ta istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin. Herhangi bir nu­tuk irad ettim ise; herbir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa, bürhan ile isbata ha­zırım. Ve dedim ki: “Asıl şeriatın meslek-i hakikisi, hakikat-ı meşrutiyet-i meşrua­dır.” Demek meşrutiyeti, delail-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklidî ve hilaf-ı şeriat te­lakki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim. Ve ülema ve şe­riatı, Avrupa’nın zünûn-u fasidesinden iktidarıma göre kurtarmaya çalıştığımdan ci­nayet ettim ki, bu tarz muamelenizi gördüm!” (T.H. 63)

“Herkesin şevkini kıran ve neş’esini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cem’iyat-ı akvamiye teşkiline sebebiyet ve­ren ve ismi meşrutiyet ve manası istibdad olan ve İttihad ve Te­rakki ismini de lekedar eden buradaki şube-i müstebidaneye muhalefet ettim.

Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumi, aff-ı umumi ve ref’-i imtiyaz lâzım. Ta ki biri bir imtiyaz ile, başkasına haşarat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın.” (T.H: 72)

“Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise ve hilaf-ı şeriat ha­reket ise: °p¬D«#²h­8 |¬±9«~ ¬–«Ÿ«TÅC7~ ­f«Z²L«[²V«4 (*) Zira yalanlarla ittihad yalandır ve ifsadat üze­rine müesses olan ism-i meşrutiyet fasiddir. Müsemma-yı meşru­tiyet; hak, sıdk ve imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır.” (T.H. 73)



2371/3- “Ey Paşalar, Zabitler! Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevab isterim. İslâmiyet ise insaniyet-i kübra ve şeriat ise medeniyet-i fuzla (en faziletli medeniyet) olduğundan; âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Efla­tuniye olmağa seza­dır.” (T:H. 74)

“İkinci Sual: Bir insan yılan suretine girse, yahut bir veli haydut kıyafe­tine girse, veyahut meşrutiyet, istibdad şekline girse; ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdaddırlar.

Sekizinci Sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşruti­yet altında olan muannid istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?..

Onuncu Sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muahaze olunsa, acaba bi­çare milleti ateşe atmak için bir plan olmaz mı?..” (T.H. 75)

Elhasıl: Şedid bir istibdad ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hüküm­fermadır. Güya istibdad ve hafiyelik, tenasuh etmiş. Ve maksad da, Sultan Abdülhamid’den istirdad-ı hürriyet değilmiş, belki hafif ve az istibdadı, şid­detli ve kesretli yapmak­mış!” (T.H.76)

“Eski Said’in İttihad Terakki komitesine şiddet-i muhalefetiyle beraber, onların hükümetine ve bilhassa orduya karşı tarafgirane yüksek takdiratı ve iltizamları ise, bir hiss-i kablelvuku ile-yağı içinde bulunan- o cemaat-ı aske­riyede ve o cemiyet-i milliyede bir milyona yakın evliya mertebesinde olan şüheda, altı yedi sene sonra te­zahür edeceğini hissetmiş. İhtiyarsız olarak, meşrebine muhalif onlara dört sene ta­rafgir bulunmuş. Sabık Harb-i Umumi çalkamasıyla o mübarek yağı alındı, yağı alınmış bir ayrana döndü. Yeni Said dahi Eski Said’e muhalefet edip mücahedesine döndü.” (K.L. 79) (Meşruti­yette şiddetli istibdad, bak: 1716.p.)



2372- qqMEŞŞAİYE y[¶<_L8 : İslâm dünyasında, Aristo’ya dayanan bir fel­sefe ekolüne verilen addır. Bu felsefe mensublarına “Meşşaiyyun” denir. “Meşşaiyyun” kelime manası ile “gezinenler” demektir. Bu adlandırmanın aslı, eski Yunanca “Peripatos” sözüdür ki, manası “gezinenler” demektir. Eski Yunan filo­zofu Aristo, Atina yakınında lise (likeion) okulunu kurmuş ve bu okulda derslerini öğrencileriyle beraber gezinerek verdiği için Aristo felsefesine bağlı bu okula, Peripatos okulu denmiştir. Peripatosculuk, yani Aristoculuk, Arabça ve Osmanlı­cada yani İslâm dünyasında Meşşaiyye ve Batı dillerinde Peripatetizm tabiriyle ifade edilmiştir. Bu tabir, Aristocu fel­sefe çığırını anlatır.

2373- Meşşaiyye Aristo’ya atfedilen bir felsefi çığırın adı olmakla beraber mü­dafaa edilen fikirler yalnız Aristo’ya ait değildir. Aristo’nun yanında Ef­latun’un bir takım fikirleri ve onun felsefesinin “Monizm” (bircilik, bir cev­herden türeme) naza­riyesi istikametinde te’vilini yapan Plotinos’un (Mi. 3. yy.) fikirleri ile, eski İran, Hint, Mezopotamya medeniyetlerinden gelen bazı fikirler, Meşşaiyye içine karışarak mezcedilmiştir. Meşşaî filozofları benim­sedikleri felsefeyi temel alarak, İslâmın iman hakikatlarını bu felsefeye uy­durma ve’dini, akıllarınca bu felsefe gözü ile anla­yıp açıklamaya çalışmışlar, felsefelerine uymayan iman hakikatların te’vil yolu ile de­ğiştirmişlerdir. Böy­lece İslâm dinine ters düşen bir takım neticelere varmışlardır.

Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   94   95   96   97   98   99   100   101   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin