İsmail arabaci kiMDİR


DOĞU ANADOLU VE YUKARI MEZOPOTAMYA KİMİN ANAVATANI?



Yüklə 2,91 Mb.
səhifə181/269
tarix07.01.2022
ölçüsü2,91 Mb.
#83021
1   ...   177   178   179   180   181   182   183   184   ...   269
DOĞU ANADOLU VE YUKARI MEZOPOTAMYA KİMİN ANAVATANI?
Şikago Üniversitesinde tarih profesörü olan Walter E. Kaegi’nin ‘’Bizans ve İlk İslam Fetihleri’’ adındaki kitabına göre, 600’lü yıllarda (7.yy.), Bizans’ın Mezopotamya (Diyarbakır ve Batman illeri) ve Osrhoene (Mardin ve Urfa illeri ile bu illerin güneyinde kalan Suriye’nın Fırat nehrine kadar olan bölgesi) eyaletlerinde Hristiyan Araplar ve Ermeniler yaşıyordu. Bu eyaletlerin doğusu (Dicle nehrinin Hasankeyf’den güneye doğru kıvrıldığı yerin doğusu) Pers Sasani İmparatorluğu’na aittir. Mezopotamya eyaletinde çoğunluk Ermeni olmak üzere azınlık olarak da Hristiyan Araplar, Süryaniler ve Rumlar yaşamaktadır. Osrhoene eyaletinin çoğunluğu Hristiyan Arap, azınlık olarak Ermeni, Süryani ve Rumlar’dır. Bizans kayıtlarında Kürtler ile ilgili bir kelime dahi geçmemektedir. Kürtler bu tarihlerde Hakkari dağlarında ve güneydoğuya doğru uzanan günümüz İran-Irak sınırının dağlık kesimlerinde yaşamaktadırlar. Türkiye topraklarına ilk gelen Müslümanlar 7. yy. da Hz. Ömer zamanındaki Araplardır. Arapların, Kürtlerle ilk karşılaşmaları da bu devirdedir. Araplara coğrafik yakınlık itibarıyla Kürtler, Türklerden daha önce Müslüman olmuşlardır. Kürtler, Müslümanlığı kabul ettikten sonra Araplar ile Bizansın fetihlerine katılmışlar ve Diyarbakır, Batman ve Siirt illerinin Güneydoğu Toros dağlarına bakan topraklarına (Coğrafi olarak Yukarı Mezopotamya’nın kuzey sınırları) yerleşmeye başlamışlardır. Türkmenler tarafından Anadolu fethedilmeye başlandığında ise; Kürtler, tarihi anavatanlarının kuzey sınırı olan Hakkari dağlarından başka sadece Mezopotamya’nın kuzey sınırına yerleşebilmişlerdi. Daha kuzeye ve batıya yayılmaları ancak dindaşları Türkler sayesinde olabilmiştir.

Diyarbakır’ın Bizans İmparatorluğu zamanındaki adı Amid’dir. Diyarbakır adı ise buraya ilk yerleşen Müslüman Arap aşiretinin lideri ‘’ Bekir bin Vail’’den gelmektedir. Bekir’in memleketi anlamına gelen ‘’Diyar-ı Bekr’’ denilmiştir.

Tarihte Türkiye sınırları içinde kurulan tek Kürt devleti Mervani Emirliğidir. 984 yılında kurulmuş olup merkezleri o zamanki adı Meyyafarkin olan Silvan’dır. Toprakları, günümüzün Diyarbakır, Batman ve Siirt illeridir. Sonradan göç ile ilk defa düz bir araziye yerleştikleri bu bölgede devlet yapılanması gösterebilmişlerdir. Malazgirt savaşında Sultan Alparslan’ın 50.000 kişilk ordusunun içinde Mervani Emiri Nizameddin’in 10.000 kişilik Kürt ordusu da vardır. 1087 yılında Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan’ın oğlu Melikşah tarafından bu devlete son verilmiştir. O dönemde Ahlat, Büyük Selçuklu imparatorluğunun Anadolu’daki giriş kapısı üssüdür. Malazgirt savaşının olduğu yıllarda, Diyarbakır, Silvan, Batman, Siirt ve Van gölünün güneyinde kalan Van’ın ilçeleri ile Şırnak ve Hakkari’de Kürt nüfus bulunmaktadır. Fakat bu, Kürtlerin buralarda çoğunluk olduğu anlamına gelmemelidir. Çünkü o zamanın tarihçi ve gezginleri Silvan hariç şehir merkezlerinde Kürtçe diye bir dilin konuşulduğundan söz etmemektedirler. Kürtlerin genelde dağlarda göçebe hayat sürdükleri anlatılmaktadır. Ancak, Mervaniler zamanında Kürt Emirleri şehirleri yönetebilmiştir. Türkiye’ye ilk gelen Kürtlerin merkezi Silvan olmasına rağmen, Anadolu Selçuklu Sultanlarından dördünün ve Artukoğulları beylerinin mezarları da burada bulunmaktadır.

Zazaların ataları olan Deylemliler ise, Zaza tarihçisi ve edebiyatçısı olan Seyfi Cengiz’in Dersim ve Zaza tarihi adlı yazısına göre, Selçuklu sultanları Tuğrul bey ve Çağrı bey zamanında (1040 dolayları) Selçukluların Anadolu’ya yaptıkları akınlarla birlikte Muş ve Erzurum dolaylarına Türklerle birlikte yerleşmeye başlamışlardır. Doğu Anadolu bu tarihlerde yine çoğunluk olarak Ermeni’dir. Daha sonraki yıllarda Kürtlerin güneyden kuzeye doğru gelen baskısıyla, Zazalar, Muş ve Erzurum taraflarından daha batıya Bingöl, Erzincan, Tunceli ve Elazığ dolaylarına doğru göç etmek zorunda kalmışlardır.

Zazalar, Proto-Zaza olan Deylemliler olarak ancak İran’da bazı devletler kurabilmiştir. Bunların en önemlisi Büveyhoğulları ve Alamutlardır. Büveyhoğulları Şii karakterli olup, Bağdat’taki Abbasi halifesinide egemenliği altına almış ve Sünni müslümanlara baskı uygulamıştır. 940 yılında kurulan bu devlet, 1050 yılında Selçuklu sultanı Tuğrul bey tarafından yıkılmış ve Şii hakimiyetine son vererek Bağdat’taki Abbasi halifesini Şii baskısından kurtarmıştır. Diğer bir devlet olan Alamut devleti ise, 1011 yılında İran’ın kuzeyindeki dağlık bölgede Hasan El-Sabah tarafından kuruldu. İsmailiye mezhebini kabul eden devlet işi daha ileriye götürerek komünizmin ilk temellerini atmıştır. Cenneti bu dünyada vaadederek, ahlak kurallarını ortadan kaldırdı. Hasan El-Sabah kendine dini bir hüviyet kazandırdı. Ahlaki ve dini sapıklığı bir devlet anlayışı haline getirdi. Müritlerine, haşhaş kullandırarak döneminin hükümdarlarına suikastler düzenlettirdi. Devletin askerlerinin hepsi haşhaşdan kafayı bulmuş (günümüzün tinercileri gibi) birer müritti. Selçuklu devlet adamlarının da öldürülmesi gibi işler de yaptırıldı. 179 yıl yaşayan bu devlet 1256’da Moğol hükümdarı Hülagü Han tarafından ortadan kaldırıldı.

Tarihteki en ünlü Kürt kökenli hükümdar ve komutan Selahaddin Eyyubi’dir. Selahaddin Eyyubi’nin babası Kürt Ravvadi aşiretine mensuptur. Türk hükümdarı Atabeg Nurettin Mahmud’un veziri ve komutanı olarak Mısır’a gönderilmiş ve Mısır’daki Şii Fatımi devletine son vermiş ve Nurettin Mahmud öldükten sonra da kendi hükümdarlığını ilan etmiş iyi bir din eğitimi alan halis bir müslümandır. Kudüs’ü Haçlılardan geri alarak bütün İslam dünyasının saygısını ve sevgisini kazanmıştır. Kudüs’ü Müslümanlara geri kazandırmasından dolayı kendisine Selahaddin adı verilmiştir. Ordusunun çoğunluğu ve komutanları Türkmen’dir.


Bazı Kürt yazarlar, Kürtlerin Anadolu’da 5.000 yıllık tarihi olduğunu yazar. Doğu Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’da (Güneydoğu Anadolu bölgesi) yaşayan Hurri’lerin, Mitanni’lerin, Urartular’ın ve Med’lerin kendilerinin ataları olduğunu iddia ederler. Büyük İskender ordularının karşılaştığı, sadece tarihçi Ksenefon tarafından yazılan Karduklar adındaki (sırf isim benzerliğinden yola çıkılarak) bilinmeyen bir halkın, kendileri olduğunu söylerler. İran’ın batı sınırını teşkil eden Zağros dağlarında M.Ö. 3000’li yıllarda yaşamış olan Gutiler’in ilk ataları olduğunu kabul ederler. Özellikle, Rus Kürdoloji uzmanı Viladimir Minorsky’nin etkisiyle Medlerin, dil bakımından gerçek ataları olduğu konusunda ısrarlıdırlar. Bunların hepsi birer varsayımdır. Bunlar içinde ciddiye alınabilecek olanlar Gutiler ve Medler ile ilgili olandır. Gutilerin ülkesi ve Medler’in ülkesi anlamına gelen Medya, Urmiye Gölü’nün güneyinde bulunan günümüz İran’ın Kordestan eyaletidir. Zaten bütün Kürdoloji uzmanları Kürtler’in anavatanlarının burası olduğunda hemfikirdir. Fakat, Medce’nin nasıl bir dil olduğu belli değildir. Çünkü Medce ile ilgili günümüze kadar hiçbir tarihi eser ulaşmamıştır. Fakat diğer bir Kürdoloji uzmanı David N. Mackenzie ise, Kürtlerin gerçekte en eski atalarının İran – Irak sınırında bulunan Zağros dağlarının kuzey ve orta kısımlarında (İran’daki Kordestan ve Kirmanşah eyaletleri) yaşayan Cyrtii (Kirtii)’lerin olduğunu söylemekte ve bunların Medler ile komşu olduklarını yazmaktadır. Yani Kürtlerin kökeni tam olarak açıklığa kavuşmamış olup, kesin budur denilen tek bir doğru yoktur. Yukarıda isimleri zikredilen Hurriler, Mitanniler ile Urartular’ın dil bakımından Zagrokaspiyan (Zağros-Hazar) halklarından olduğu sanılmaktadır. Mizahi açıdan, Anadolu’da yaşamış olan Hurriler ve Mitanniler ne kadar Kürt ise, Hititliler de o kadar Türk’tür diyebilirler. Ayrıca Doğu Anadolu ve Yukarı Mezopotamya bölgelerinde bu halklar yaşamış olsa ve Kürtlerin ataları olduğunu varsaysak bile, bu topraklar üzerinde 1000 yıl hakimiyet sürmüş olan Bizans İmparatorluğu döneminde Anadolu’nu tüm otantik yerli halkları çoğunlukla Rumlaşmış, kısmen de Ermenileşmiştir. Anadolu’ya ilk fetih hareketlerinin yapan Müslümanlar Araplardır. Yukarı Mezopotamya veya diğer adıyla Güneydoğu Anadolu bölgesine geldiklerinde etnik olarak 4 halkla karşılaşmışlardır: Hristiyan Araplar, Ermeniler, Süryaniler ve Rumlar. Diğer halklar varsa bile adları literatürlerde geçmeyecek kadar önemsizdirler. Doğu Anadolu bölgesinde ise, Malazgirt savaşının olduğu tarihte bile ezici çoğunlukla Ermeniler bulunmaktadır.
Kürtler ve Ermeniler arasında politik açıdan her zaman eşitsiz bir ilişki olagelmiştir; Ermeniler genellikle ekonomik açıdan sömürülmüş ve Kürt aşiret liderleri tarafından pek çok kıyıma uğratılmışlardır. Bu baskıdan kaçmak için bilinmeyen sayıda Ermeni, 19. yüzyılda Müslüman olmuş ve Kürt kimliğini benimsemiştir. 20. yüzyılın başlarında Dersim bölgesini ziyaret eden bir Avrupalı, bir çok Alevi’nin son zamanlarda Ermenilikten dönmüş olduğunu kaydeder. Türkiye’nin doğu ve güneydoğusundaki bir çok köyde, kökenlerinin Ermeni olduğunu söyleyen, Kürtçe konuşan ve kendilerinin Kürt olarak tanımlayan insanlar bulunmaktadır. Süryaniler’in ise tarihi mekanları Mardin’in doğusunda bulunan Tur Abdin bölgesidir. Günümüzde, Türkiye’de yaşayan Süryaniler’in merkezi hala bu bölgede bulunan Midyat’tır.
Prof. Dr. Osman Turan, =Doğu Anadolu Türk Devletleri= adlı kitabında şunları yazmaktadır. (Osman Turan, yabancı tarihçilerin referans olarak kabul ettikleri değerli tarafsız tarihçilerimizden biridir.):

‘’ Türkler Anadolu’ya akmaya başladıklarında; Ermeniler Hısn Mansur (Adıyaman), Hısn Ziyad (Harput), Muş, Bitlis ve Van vilayetlerinde, Süryani ve Yahudiler de Urfa, Mardin, Hısn Keyfa (Hasankeyf), Meyyafarkin (Silvan) ve Amid (Diyarbakır) şehir ve bölgelerinde daha fazla bulunuyordu. Bu nüfus durumu bakımından Urfa güzel bir örnek teşkil eder. 1070 yılında Urfa’da 20.000 Süryani, 8.000 Ermeni ve 6.000 Rum ile Frenk bulunuyordu. 1200’lü yılların başında dahi Urfa’da Süryani ve Ermeniler çoğunluktadır.

Selçuklu istilası, Türkmen göçü ile birlikte, Kürtlerin doğudan batıya doğru ilerlemelerine ve Fırat nehri berisindeki bölgelerde yayılmalarına neden oldu. Güneyden de bir takım Kürt aşiretleri 1300’lü yılların başında kuzeye doğru kaymışlardı. Nitekim XV. asır coğrafyacısı el-Ömeri, Kürtlerin dağlık İran havalisinden Hemedan’dan başlayıp) Kilikya Ermeni Krallığı (Maraş’a kadar) sınırına kadar dağılmış olduğunu yazar. Fakat Kürtlerin şehir ve kasabalarda bir topluluk olarak bulunduğuna dair hiçbir işaret yoktur. Bu bölgelerin sadece dağlık kısımlarında göçebe hayat sürmektedirler. Kürtler genellikle dağ kavmi olduğu için hayvancılık ve eşkiyalık yapıyor; yerleşik hayatı gerektiren çiftçilikle az meşgul oluyorlardı. 1500’lü yıllara gelindiğinde (Yavuz Sultan Selim devri), Güneydoğu Türkiye’de artık Kürtler damgasını vurmaya başlamaktadırlar.

Göçebe hayatları dolayısıyla 1185 yılında Türkmenler ve Kürtler arasında başlayan ve uzun süren mücadele sonunda barış olunca, bu iki müslüman kavim, çarpışmalar zamanında, bazen bir tarafa, bazen diğer tarafa yataklık ve yardım ettikleri için, bu sefer Ermenilere karşı birleşmiş ve intikam amacı ile onlardan pek çok insanı esir edip Mardin, Koçhisar (Kızıltepe) ve başka şehirlerde satmışlardı.

Bununla beraber buhran zamanlarında, Süryanilerin daima sadakat göstermelerine karşın, Ermenilerin karakteri icabı, Türklere karşı ayaklanma ve ihanetlerine rastlanmıştır. Gerçekten Bizanslılara karşı Türkleri tutan Ermeniler, Haçlıların gelişini ümitle karşılamış; münferit veya toplu olarak Türklere karşı hareketleri görülmüştür.

Selçuklular, Kösedağ savaşında (1243 yılı) Moğollara mağlup olunca Malatya, hükümetsiz kalmış; Türkler ve Süryaniler toplanıp ortak bir hükümet kurmuş ve eski ahengi muhafaza etmişlerdir. Hristiyan halklar arasında Süryaniler Türklere karşı dostluklarına daima sadık kaldılar. İlim ve kültürleri, kilise ve manastırları ile diğer hristiyanlardan üstün bir seviyede bulunuyorlardı. Ermeniler ilim ve kültür bakımından Süryanilerden geri, fakat Rumlardan ileri bir seviyede idi. Buna karşılık Ermeniler çeşitli sanatlarda ve ticarette çok ileri bulunuyor; çalışkanlık ve zekaları ile yurtlarını imar ediyorlardı. Köylerde çiftçilik, bağcılık ve hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Bununla beraber onlar tarihleri boyunca siyasette kabiliyet gösterememiş; kendi aralarında birleşememiş ve Bizans, Arap ve Türk idarelerinde ölçüsüz hareketleri eksik olmamış ve hatalarının cezasını görmüşlerdir.’’


Sosyoloji Profesörü Cahit Tanyol, Türkler ile Kürtler isimli kitabında (sayfa 68-69) şöyle yazmaktadır: Fatih Sultan Mehmet zamanında , Erzincan dolaylarında, bütün doğu Anadolu’ya egemen olan Akkoyunlu Türkmen aşiretine dayanan, bir devlet vardı. Onun başında da Uzun Hasan bulunuyordu. Uzun Hasan’ın devleti göçebe Türkmenlere dayanıyordu. Fatih Sultan Mehmet ile 1473 yılında yapılan Otlukbeli savaşında, Uzun Hasan’ın ordusu mağlup oldu ve Türkmenlerin bir kısmı İran’a gitti. Bir kısmı Suriye’deki Rakka havalisine yerleşti. Humus’a kadar yayıldı. Halep Türkmenleri adı ile anılan kendilerine özgü bir göç tarihi bulunan Güney Anadolu Türkmenleri Uzun Hasan’ın dağılan devletinin serpintileridir. Türkmenlerin Doğu Anadolu’dan çekilmeleri üzerine büyük çoğunluğu dağlarda ve yüksek yaylalarda yaşayan Kürt aşiretleri kendi reislerinin etrafında dağlardan inerek şehirlere ve köylere yerleşmeye başladılar.
Kaynaklar:

1. Prof. Walter E. KAEGİ. Bizans ve İlk İslam Fetihleri. Kaknüs Yayınları.

2. Seyfi CENGİZ. Dersim ve Zaza tarihi. www..zazaki.de

3. Eski Kürt Devletleri. www.geocities.com

4. Ethem XEMGİN. Kürdistan Tarihi. Doz Yayınları.

5. Rafael BLAGA. İran Halkları El Kitabı.

6. David N. MACKENZİE. Etnik Yapılanmada Kürt Dilinin Rolü.

7. Prof. Claude CAHEN. Osmanlılardan Önce Anadolu. Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

8. Prof. Dr. Osman TURAN. Doğu Anadolu Türk Devletleri. Boğaziçi Yayınları.

9. Cahit AKYOL. Türkler ile Kürtler. Gendaş Kültür Yayınları.



OSMANLILAR ZAMANINDA DİYAR-I BEKİR

Evliya Çelebi 1655 yılında Diyarbakır’ı gezmiş, şehir ve eyalet hakkında değerli bilgiler vermiştir. Diyarbakır uzun bir dönem boyunca Ermenistan’ın bir parçası olmuştu, dolayısıyla Evliya Çelebi’nin köylülerin çoğunun Ermeni olduğunu belirtmesi şaşırtıcı değildir. Benzer şekilde, şehirdeki zanaatkarların çoğunun değilse de, önemlice bir kısmının Ermeni olduğu anlaşılıyor. Ne var ki Ermeniler artık kesinlikle eyalet nüfusunun çoğunluğunu oluşturmuyordu. O tarihlerde Diyar-ı Bekir eyalet nüfusunun yalnızca %14’ü hristiyandı. Gerek kır gerekse kent nüfusu çok heterojendi; farklı dinlerden, çeşitli dilleri konuşan kesimler vardı; hem göçerler hem de yerleşik hayatı sürdürenler bulunuyordu. Gerek Evliya Çelebi, gerekse Katip Çelebi Diyarbakır’da Arapça, Türkçe, Farsça, Kürtçe ve Ermenice konuşulduğunu belirtir. Bunlara Süryanilerin ve Nasturilerin konuştukları çeşitli Arami lehçelerini, bir de Zazaca’yı ekleyebiliriz. Zazaca, daha çok Murat nehri kıyılarında yaşayan bir kesimin konuştuğu arkaik İran dilidir.

Eyalet Müslüman nüfusunun çoğunluğu 1655 yılında Kürt’tü ama Diyarbakır merkez (Amid) ve başka şehirlerde ana dili Türkçe olan kalabalık bir kitle vardı. Diyarbakır’da konuşulan Türkçe, Azerbaycan Türkçe’sine yakın bir ağızdı. Evliya Çelebi’nin Diyarbakır ağzına örnek olarak aktardığı pasajda yer alan pek çok kelime bugünde kullanılmaktadır ve bu kelimelere başka yerlerde rastlanmamıştır. Bu bölgede Türkler Hanefi, Kürtler Şafii’ydi, Kürtlerin küçük bir bölümü de Yezidi idi. 18. yüzyılda bölgeyi gezen İran’lı seyyah Zeynelabidin Şirvani ise şunları yazmıştır: ‘’ Şehir (Diyarbakır) civarındaki köy ve kasabalarda yaşayanlar Şafii Kürtler ve Aliallahiler (yani Aleviler’dir); ayrıca Hristiyanlar, Yezidiler ve Şiiler vardır. Aleviler ve Yezidiler devletin tutumundan dolayı inançlarını saklıyorlar.’’ Bugün Tunceli’de genellikle Zazaca ve Kürtçe konuşan Aleviler yaşamaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi mezhebi olan Hanefllik, tabiiki bu taşra merkezinde de üstünlük sağlamaktaydı. Üstelik şehrin (ama eyaletin değil) Müslümanları içinde Hanefiler çoğunluk oluşturuyordu. O tarihteki camilerin büyük çoğunluğu Hanefi camisi idi. Fakat Kürtlerin çoğunun mensup olduğu Şafii mezhebi, Diyarbakır’da resmi Hanefi mezhebine yakın güçlü bir konuma sahipti.

Arapça konuşanlar arasında, ilk Müslüman fatihlerin torunları olduklarını iddia eden kesimler (bugün, uzun süre nüfusun çoğunluğunu oluşturdukları Siirt dışında, büyük ölçüde asimile olmuşlardır) vardır.

Ermenilerin yanı sıra, Diyarbakır’da önemli bir Süryani cemaati ve daha küçük bir Nasturi cemaati bulunuyordu. Hristiyanlar, şehrin ekonomik hayatında da önemli bir rol oynuyordu. Bütün fırıncılar, kasaplar, bakkallar, çorbacılar ve kebabçılar Ermeni’ydi. Ayrıca darphaneyi, gümrükleri, hanları ve şehrin başka önemli ticaret merkezlerini Ermeniler işletiyordu. Gümüş ve altın işleyen kuyumcular ise Süryani idi.

Bölgede Yezidi ve Şemsiler’de yaşamaktaydı. Yezidilik, Şiiliğe karşı Muaviye ve oğlu Yezid tarafını tutan Şeyh Adi bin Musafir tarafından ortaya atılmış; ilk zamanlarda Sünnilik ile çelişmeyen fikirler ihtiva etmesine rağmen, Şeyh Adi ölünce bu şahısa tanrılık kisvesi müritleri tarafından verilmiş ve giderek İslam ile bağı kalmayan bir yol haline gelmiştir. Yezidilere, genellikle yanlış olarak şeytana tapanlar denir. Yezidilik, muhtemelen önceleri heterodoks bir Sünni mezhebiydi, daha sonra eski İran ve Anadolu dinlerinden güneşe tapınma ve reenkarnasyon (öldükten sonra başka birinin bedeninde yeniden doğmak) inanışı da dahil bir çok unsuru bünyesinde birleştirdi. Taptıkları Melek Tavus, şeytan olarak tanımlanabilir fakat Yezidilere göre O, Müslüman ve Hıristiyan inançlarındaki kötülüklerin kaynağı değildir. Yezidiler Kurmançi lehçesini konuşurlar, ancak bazı dindar Müslümanlar inanışlarından dolayı onları Kürt olarak kabul etmeyi reddetmektedirler. 17. yüzyılda Yezidi nüfusu kalabalıktı, fakat nüfusları fiziki baskı, zorla din değiştirme ve göçle azaldı. Günümüzde dört önemli Yezidi topluluğu bulunmaktadır; Halep’in kuzeybatısındaki Kürtdağı bölgesinde, Suriye-Irak sınırındaki Sincar dağlarında, Musul’un kuzeyindeki Şeyhhan bölgesinde ve güneybatı Kafkaslarda. Türkiye’de ise Urfa, Mardin ve Siirt’te az sayıda Yezidi yaşamaktadır. Şemsiler hakkında ise pek bilgi bulunmamaktadır. Ermeni tarihçi Siemon’a göre bunlar cumartesi günleri toplanır, karanlık çökene kadar içki içer, sonra da ayrım gözetmeden cinsel ilişkiye girmektedirler. Fakat bu olay, heterodoks gruplara yöneltilen çok sık bir suçlamadır. Osmanlı valilerinden biri bu törenlere son vermiş ve Şemsileri İslam’a veya Hristiyanlığa geçmeye zorlamış, Şemsiler de Süryani Hristiyanları gibi görünmeye başlamışlardır.

Diyarbakır şehir nüfusu 1650 yılı dolaylarında 50.000 civarında idi. 1870 yılındaki kolera salgınında şehir nüfusu yarı yarıya düşmüştür.1878 yılında ise şehir nüfusu 10.655’e inmiştir. Bunun 5.010 ‘u Müslüman ve 5.645’i gayrimüslimdir. Diyarbakır eyaletinin 1880 yılındaki toplam nüfusu 471.462’dir ve bu nüfusun da %70’i Sünni Müslümandır. Eyalette Müslüman halklar içinde Kürtler en kalabalık olanıydı, fakat şehirde ise Sünni Müslüman nüfusun büyük bir bölümünü, belki de çoğunluğunu Türkler oluşturuyordu.

Diyarbakır eyaletinde önemli bir göçer nüfus yaşıyordu. 1540 yılında Boz Ulus’a (Zülkadriye aşireti ve bazı küçük gruplar dahil) mensup 7.500 Türkmen hanesi sayılmıştı, bu da eyaletin toplam nüfusunun yaklaşık %10’una eşitti. Ayrıca Suriye çölündeki büyük (Arap) Tay aşireti ile daha küçük bedevi aşiretleri vardır. Ne var ki, 17. yüzyıl ortalarına gelindiğinde (1650 yılları) Boz Ulus konfederasyonu dağılmıştı ve Boz Ulus’u oluşturan aşiretlerin çoğu Diyar-ı Bekir’i terk ederek Batı Anadolu’ya ve İran’a gitmişti. Karacadağ’da kalan Karakeçili Türkmen aşireti ise yıllar içinde zamanla Kürtleşti. Türkmenlerin göçerlerinin bölgeyi terk etme nedenlerinin en önemlisi Şii Türkmen İran Safevi devletinin bölgeye saldırılar düzenleyip, bölgenin güvenliğini sarsmasıdır. Kürtler gibi güçlü aşiret yapıları olmadığı için, Sünni olan Türkmenler Batı Anadolu’ya, Şii olanları ise İran’a göç etmiştir.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da aşiret bağlarının güçlü bir birliktelik yaratmasından ötürü, şehir merkezlerinde çoğunluğu oluşturamamalarına rağmen bölge, otonom (özerk yapıdaki) Kürt emirleri tarafından yönetildiği için, Evliya Çelebi ‘’Seyahatname’’sinde bu bölgeden Kürdistan diye bahsetmektedir. Kırsalda yaşayan Türkmen göçer gruplar bu baskın aşiret yapısı ve güvenlikleri nedeniyle Kürtleşmeye başlamıştır.

Evliya Çelebi Diyarbakır’ı ziyaret ettiği sırada, Osmanlı İmparatorluğu’nda ekonomik gerileme başlamış olmasına rağmen, Diyarbakır zengin bir kültür hayatı yaşıyordu. Bu da Osmanlılardan önce bölgede hakimiyet kuran ve bir ara başkentleri de olan Diyarbakır’a Artukoğulları ile Akkoyunlular’ın şehire mimari ve ekonomik damgasını vurmuş olmasından kaynaklanmaktaydı. Bu iki Türk hanedanı döneminde de Diyarbakır’da bilim ve sanat büyük bir gelişme göstermiştir. Bu gelişme çoğu günümüze dek ulaşan, o dönemlere ait mimari eserlerin yanı sıra, kültürlü bir şehir elitinin varlığından da anlaşılmaktadır. Kale içindeki saray Artukoğulları’na, şehirdeki bir çok camii de Akkoyunlulara aittir. 16. yüzyıl Osmanlı valileri, 11.-15. yüzyıl arasında Diyarbakır’a hakim olan Türkmen beylerinin yerini alınca mimari eserler yaptırma işin de üstlenmişlerdi. Osmanlı valilerinin yaptırdıkları eserler, şehirdeki Osmanlı damgasının kaynağını teşkil etmeye başlamıştır.

Evliya Çelebi, Diyarbakır’ı şöyle anlatır: Diyarbekir şehri Osmanoğlu ülkesinde öyle bir yerdir ki, Hz. Yunus’un hayır duasının bereketiyle yaratılmış olan her cinsle doludur. Ama halkının çoğunluğu Türkmen, Kürt, Arap ve Fars’dır. Reayası ve berayası Ermeni olduğundan dolayı Ermeni diyarı da sayılır. Kalesi Şat nehri (Dicle) kıyısında olduğundan ve Fırat ile Şat nehri arası ‘’Dicle adası’’ (Mezopotamya) kabul edildiğinden ‘’Dicle adası’’ndan sayılır. Suyunun ve havasının tatlılığından dolayı, halkı gayet zeki, çocukları gayet akıllı ve soyludur. Bütün halkı Türkçe, Kürtçe, Arapça, Farsça ve Ermenice konuşur. Bütün halkı Müslüman ya da bir kitaba inanan temiz, inançlı, tevhid ehli ve dindar insanlardır. Kadınları arasında Rabia-i Adevviye düzeyinde son derece namuslu, dindar ve güzellik sahibi olanları vardır. Doğrusu Diyarbekir’in kendisi taşlık yerdedir. Ama geniş vilayeti bakımlı, ovaları güzel ve amber kokulu toprağı insanlar arasında rağbet gören, mezraları çok, hayrat ve bereketi bol bir bakımlı şehirdir. Diyarbekir’de akan çeşmelerdeki su, Karadağ’daki Hamverat pınarından gelir, bu pınarın suyunun içimi çok güzeldir. İç kale içinde de bol su kaynağı bulunmaktadır.

Evliya Çelebi’nin örnek şiirinden 17. yüzyıl Diyarbakır Türkçe’sinin bir Azerbaycan Türkçe’si ağzı olduğu anlaşılmaktadır:
Migreb çağı Kavs bağından gelmişdim

Şeyh Matar’dan men pürçihli almışdım

Kör Muharrem gimi müflis olmışdım

Monla Mahmud gıçım derem mahkul mı?


Zeyni der Haci gel gel böyle etme

Kara körpide neyleyipsen gel gitme

O hürmeyi isidipdir isitme

Yandırıpdır içim derem mahkul mı?


Sekiz nügü miskineyi almışdım

Dam üstinde sittareyi görmişdim

Hazekile hatırına degmişdim

Heze bildim suçum derem mahkul mı?


Diyarbekrün bagla ile çakılı

Şatar gezengevi butum tut balı

Zeyni oğlanun o mirçite şakalı

Biter biter kırkam derem mahkul mı?


Kaynak: Martin Van BRUINESSEN. Evliya Çelebi Diyarbekir’de. İletişim Yayınları.

DİYARBAKIR’IN KÜRTLEŞMESİ

Tarih kitapları Diyarbakır’ın Eylül 1515’de Osmanlı İmparatorluğu’na katıldığını yazıyor. Yani Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in Çaldıran’da karşılaşmasından hemen önce oluyor. Ondan önce Diyarbakır valisi Safevi Devleti tarafından atanırmış. Yani Diyarbakır Türkmen Safevi Devleti’ne idare olarak bağlı imiş. Erzincan valisi gibi Diyarbakır valisi de Erdebil’den atanırmış.

Diyarbakır’ın Kürtleşmesi Osmanlı ile birlikte olmuştur. Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi(1) Adlı kitabında Çaldıran Savaşı’nı Şah İsmail yani Türkmenler kaybettiği için Doğu Anadolu Kürtleşti. Şah İsmail yani Safeviler kazansaydı Doğu Anadolu ve dolayısiyle Diyarbakır Türkleşirdi. Çünkü İdrisi Bitlisi aracılığı ile Kürt Ağaları, aşiret reisleri ve Kürt şeyhleri Osmanlı-Safevi Savaşı’nda Osmanlı’nın yanında yer aldılar. karşılığında da Doğu Anadolu’yu adeta aldılar demektedir.

Sosyolog Ziya Gökalp Kürt aşiretleri üstüne yaptığı araştırmasında Diyarbakır’ın Kürtleşmesi üstünde de duruyor. Diyor ki; “Diyarbakır şehrinde oturan ahali ta Selçukiler, İnaloğulları ve Artukoğulları zamanından beri Türk’tür. Sonradan Harzem Türkleri, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenleri de gelerek bu Türklüğü artırmıştır.”(2)

Gökalp bu yazdıklarının ardından şehirdeki tarihi eserler, camiler, kitabeler, şairlerin divanları, halkbilime ait masallar, şarkılar, darbımeseller ve şehrin tarihi ile ilgili tüm veriler Diyarbakır’ın Türk kimliğini ele veriyor diyor. Arkasından da; Diyarbakır’daki hars en zengin Türk harsıdır, diyor. Diyarbakır’ın lisanı, ahlakı ve adeti de Türklüğünü gösterdiğini iddia ediyor.

Ziya Gökalp; “Bütün Karadeniz ahalisine Laz, bütün Suriyeliler’e ve Iraklılar’a Arap, bütün Rumeli halkına Arnavut dedikleri gibi, bizim gibi Vilayeti Şarkiye ahalisinden bulunanlara da Kürt milliyetini izafe ettiklerini gördüm” diye bir ön tesbit yaptıktan sonra; “ o zamana kadar kendimi hissen Türk sanıyordum.” Ama gerçeği görmek için Türklüğü de Kürtlüğü de inceledim. Diyarbakır’da ana dil Türkçe olduğu halde her fert biraz Kürtçe de bilir. Dildeki bu ikili yapı nereden ileri gelebilir. Ya Diyarbakır’ın Türkçesi bir Kürt Türkçesiydi, veya Diyarbakır’ın Kürtçesi bir Türk Kürtçesiydi. Dil üstüne yaptığım araştırmalar Diyarbakır’ın Türkçesi’nin Akkoyunlu, Karakoyunlu Türkleri’ne özgü Azeri lehçesi olduğunu gördüm diyor. Bu dilde hiçbir yapaylık yok diyor. Bu Türkçe Kürtler’in bozduğu bir Türkçe değildir, sonucuna varınca Diyarbakırlılar’ın konuştuğu Kürtçe’nin suni olduğunu söylüyor. Bu şivenin Türk Kürtçesi olduğu tesbitini yapıyor. Diyarbakırlılar’ın Türk olduğuna ilişkin en önemli delil dildir diyor.(3)

Ayrıca Diyarbakırlılar’ın bu dili Kürtlerle konuştuğunda kullandıklarını, kendi aralarında sadece Türkçe konuştuklarını yazıyor. Diyarbakır’lı konuştuğu bu Kürtçe’deki boşlukları ise Türkçe ile doldurur diyor. Gökalp, Diyarbakırlılar’ın Türk olduğuna ilişkin önemli bir bulgu olarak da mezhep meselesini görüyor. Diyor ki Diyarbakır’ın hakiki yerli halkı Hanefi’dir. Kürtler ise Şafiidir. Kürtlerden başka Şafii yoktur. Türkler’in ise çoğunluğu Hanefidir. Sosyolog Gökalp bu tesbitlerinden sonra şu sonuca varıyor:“Bu alametler bana Diyarbakır’ın Türk olduğunu gösterdiği gibi, babamın iki dedesinin bir kaç batın evvel Çermik’ten yani bir Türk muhitinden geldiklerine nazaren ırken de Türk neslinden olduğumu anladım” diyor. Ama ardından milliyetin esas olarak alınan terbiyeye ilişkin olduğunu da sosyolojik incelemelerimle öğrendim diye ekliyor.

Gökalp’in bu satırlarını okuyunca Abdullah Öcalan’ın Ziya Gökalp’in tesbitlerine çok benzeyen ifadelerini anımsadım. Onları sizlerle paylaşmak isterim. Halbuki; Ziya Gökalp bizde Türkçülük tezinin önemli bir ismi hatta babası sayılır. Türk deyince “öcü” görmüş olanlar Ziya Gökalp’e pek itibar etmezler. O’nun sosyologluğunu da yok sayarlar. Kürt Meselesi, Kürt Tezi v.s. denilince de bu kavram adeta Abdullah Öcalan ile özdeşleşmiştir. Ama Abdullah Öcalan’ın 1988-1989 yıllarında yazdıkları ile Ziya Gökalp’in 1920’li yıllarda bu kitaba yaptığım aktarmalara ne kadar benzediği görülebilinir. İşte Abdullah Öcalan’ın konu ile ilgili yazdıkları:(4)

“Benim meselem bir Kürtçülük icat etmek değildir. Benim ana tarafım Türk. Benim anam Türk’ten çok, Türkmen’e benzer. Dikkatli bir değerlendirmeci bunu anlar. Ama ben şunu tesbit ettim ki; ben çocuk yaşta diyordum; “Keşke Türk filan doğsaydım. Anam-babam Kürt değil de Türk olsaydı diyordum kendi kendime. Böyle anılarımı hatırlıyorum.” Burada Öcalan da Türk olma özlemi olduğunu öğreniyoruz. Gökalp’te kendi kimliğini nasıl keşfettiğini anlattıktan sonra; “Mamafih dedelerimin bir Kürt yahut Arap muhitinden geldiğini anlasaydım yine Türk olduğuma hüküm vermekte tereddüt etmeyecektim. Çünkü, milliyet yalnız terbiyeye istinat ettiğini de içtimai tetkiklerimden anlamıştım” diyor.(5)

Ziya Gökalp’in Diyarbakır ve yöresi ile ilişkin aşiretlerin Türk vurgusu bazı okuyucuları kaygılandırdığını düşünerek şimdi aynı konu ile ilgili olarak Abdullah Öcalan’dan yakalanmadan önce yazdığı kitaptan yaptığı saptamaları okumak istiyorum: “Selçuklu tarihini inceleyin Kürt ve Türk beylikleri iç içedir. Daha başka örnekler de verebilirim. Karakoyunlular, Akkoyunlular, Artukoğulları Kürt coğrafyası içerisindedir ve çoğu Kürt onu kendi beyi sanır ve bazı Kürt beylikleri de Türkmen boylarının beyidir. Bu kadar iç içelik vardır.” (6). Abdullah Öcalan’ın bu yazdıklarının Ziya Gökalp’ın yazdıklarından bir farkı var mı? Örnek verilen beylik isimleri bile aynı. Okumaya devam edelim. “Bir çok Türk beyinin Mardin’de, Diyarbakır’da, Ahlat’da, Erzurum’da kurduğu beylikler var. Hepsinin içinde Kürt-Türk karışmıştır ve işin ilginç yanı, bir çok Türk boyu Kürtleşmiştir. Örneğin Karakeçililer, bugün Karacadağ eteklerinde yaşıyorlar, hepsi de benden daha fazla Kürt ve hiç Türkçe bilmezler. Karakeçililer aslında bir Türkmen boyudur, buna benzer bir çok boy var.”(7)

Abdullah Öcalan’ın bu yazdıklarının daha önce okuduğunuz Ziya Gökalp’in yazdıklarından bir farkı yoktur. Üstelik örnek verilen aşiret isimleri bile aynı. Yani Abdullah Öcalan da bu konuda Ziya Gökalp’in saptamalarını tekrarlamaktan başka bir şey yapmamış.

Kürtler konusunda araştırma denilince ilk akla gelen isimlerden Dr. İsmail Beşikçi de Ziya Gökalp’i doğruluyor. Diyor ki; “Uzun asırlar içerisinde Kürtler tarafından asimile edilmiş Türkler’in de varlığından” söz etmek gerekir.(8)



 


Yüklə 2,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   177   178   179   180   181   182   183   184   ...   269




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin