KÜRTLER HAKKINDA
KÜRLERDE DİL
Büyük doğubilimci ve Kürt uzmanı Vladimir Minorsky, özellikle Pamirler gibi diğer bir dağlık bölgenin yerlileri tarafından konuşulan birbirlerinden çok farklı İran dillerinin zengin çeşitliliğiyle kıyaslandığında, (Zaza ve Gurani dilleri hariç tutulmak kaydıyla) çeşitli Kürtçe diyalektlerinin birbirlerinden belirgin farklılıklarının altında kayda değer bir birlik olduğunu iddia eder. Buradan yola çıkarak Kürt dilinin temeldeki birliğinin, büyük ve önemli bir topluluk tarafından konuşulan tek bir dilden geldiği sonucuna varır ve bu topluluğun da (aslında Kürt milliyetçilerinin de ataları olarak gördükleri) Medler olabileceğini söyler.
David N. MacKenzie Kürtçe diyalektlerinin az sayıda da olsa ortak kimi özelliklerinin olduğunu kabul eder, ancak diğer İrani dillerle de ortak kimi özelliklerinin bulunduğunu belirterek Minorsky’nin görüşünü eleştirir. MacKenzie’ye göre Kürtçe’nin temel özellikleriyle diğer İrani dillerle arasında sistematik bir karşılaştırma, Kürtçe’nin bir dizi önemli farkından dolayı Med dilinden ayrıldığını göstermektedir. Kürtçe’de güçlü bir güneybatı İrani dil etkisi görülmektedir, oysa Med dili özellikle bir kuzeybatı İrani dilidir. Kürtlerin yaşadığı bölgenin kuzeybatı ve güneydoğu uçlarında konuşulan iki akraba İrani dil olan Zazaca ve Gurani kesin bir şekilde kuzeybatı İrani dil ailesindendir ve Kürtçe’nin kuzey (Kurmanci) ve güney (Sorani) diyalektleri arasındaki farklılıklarının çoğu Gurani’nin Sorani diyalekti üzerindeki kayda değer etkisine bağlıdır. MacKenzie’nin, Minorsky’i olduğu kadar Kürt milliyetçi ideologlarını da hedef alan mesajı, Kürtlerin ortak kökenlere ve temel kültür birliğine sahip olmadıklarıdır.
Milliyetçilerin Kürt ulusu olarak adlandırdıkları nüfusun içinde büyük kültürel farklılıklara rastlamak zor olmayacaktır. Bazı milliyetçiler, akraba diller konuşan Lur ve Bahtiyari’leri de bu nüfusun içine dahil etmektedirler. Bu gruplar geçmişte zaman zaman Kürt olarak tanımlanmış olsalar bile, şu anda kendilerini Kürt kabul etmemektedirler. Diğer tarafta Gurani ve Zazaca konuşanlar, uzun yıllar boyunca kendilerini Kürt saymış ve Kürtçe konuşan komşuları ve Türk, Arap ve yabancı otoriteler tarafından, Kürt olarak kabul edilmişlerdir. Hem de dillerinin (Zazaca’yı öğrenmek için kayda değer bir çaba sarfetmiş olanlar dışında) ana dili Kürtçe olan komşuları tarafından anlaşılamamasına rağmen.
Kürtçe’nin ana diyalekt grupları olan Kurmanci ve Sorani diyalektlerini konuşanlar, bir diyalekti konuşanın diğerini kolaylıkla öğrenebilmesine rağmen, karşılıklı olarak birbirlerini anlayamazlar. Gerçekte bu ana diyalektlerde de büyük farklılıklar vardır, öyle ki farklı bölgelerden gelenler, diğerlerinin Kürtçe’sini eksiksiz bir biçimde anlayamadıkları için birbirleriyle Türkçe, Farsça veya Arapça konuşmayı tercih edebilmektedirler.
Irak Kürdistan’ın Kurmanci lehçesi konuşulan kuzeyiyle (Bahdinan), Sorani lehçesi konuşulan güneyi arasındaki derin ekonomik ve kültürel farklılıkları görülür. Bahdinan bölgesi ekonomik olarak geri kalmıştır ve aşiretlerin güçlü egemenliği altındadır, güneydeki bölgeler ise daha şehirleşmiştir, eğitim düzeyi ve ekonomik gelişmesi daha yüksektir ve bu durum aşiretlerin rolünü daha az önemli kılmaktadır. Irak’ta, Sorani Kürt Lehçesi resmi statüye sahiptir ve bir edebiyat ve eğitim dili olarak desteklenmektedir. Oysa Kurmanci lehçesi ihmal edilmiştir ve Bahdinan’da eğitim dili Arapça ya da Sorani lehçesidir. Kuzey Irak’daki Kurmanci lehçesi konuşan aşiret lideri Barzani ile Sorani lehçesi konuşan entellektüel Süleymaniye’li Talabani arasındaki çekişmenin de ana kaynağı budur.
KÜRTLERDE DİN
Kültürün bir başka temel unsuru olan din de Kürtleri birleştirmekten ziyade ayırıyor gibi görünmektedir. Dini yükümlülüklerin detayları hususunda Şafii mezhebine bağlı olan Sünni Müslümanlar çoğunluktadır. Fakat (İran ve Irak’ın bir kısmını içeren) güney ve güneydoğu Kürdistan’da da büyük miktarda Oniki imam Şiiliğini benimsemiş Müslüman (Caferi) yaşamaktadır. Bu Şii Kürtler , kuzeybatı Kürdistan’ın Alevi Kürtleri ile karıştırılmamalıdır. Aleviler de Ali’ye ve diğer onbir imama saygı gösterseler de, genel olarak Ortodoks İslam’daki dini esaslara ait yükümlülükleri kabul etmezler. Aleviler, Sünnilerinki kadar Şiilerinkine de uzak, kendilerine özgü dini ritüellere sahiptirler. Türkiye’deki Alevilerin içinde Alevi Kürtler sadece bir azınlıktır ve kendilerini Sünni Kürtlere değil Türkçe konuşan dindaşlarına daha yakın hissederler. Aleviliğe benzer bir başka din de Ehl-i Hak dini veya (Irak’da adlandırıldığı şekilde) Kakai’dir. Ehl-i Hak inancına sahip olanların çoğunluğu bu inancı, Şii İslam’ı içinde ezoterik bir mezhep olarak olarak görmektedir, fakat bu inanışa sahip olanların bir kısmına göre de bu inanç apayrı bir dindir. Ayrıca Ortodoks İslam’dan daha da uzak olan Yezidi dini vardır; bu din bir zamanlar orta ve kuzeybatı Kürdistan’da hayli yayılmış ancak, şu anda Irak ve Ermenistan Cumhuriyeti’ndeki küçük alanlarda ve Suriye ve Türkiye’de daha küçük bölgelerde sıkışmış durumdadır. Bölgenin sayıları gün geçtikçe azalan Hıristiyan ve Yahudi cemaatleri, bazıları ilk dil olarak Kürtçe’yi kullansalar da, Kürt olarak kabul edilmemektedirler.
TÜRK-KÜRT AYRILIK BAŞLANGICI
Sultan II. Mahmut zamanına kadar, Kürt aşiretleri, Kürt emirleri tarafından devletten yarı özerk bir biçimde yönetiliyordu. Genellikle emirler bölgelerindeki aşiretler arasında bir denge sağlayabiliyorlardı. II. Mahmut söz konusu Kürt bölgelerini merkezin denetimi altına aldı. Emirliklerin feshedilmesinden sonra aşiretler arası çatışmalar çoğaldı, hırsızlık, eşkiyalık ve yağma gibi olaylar arttı. Önceleri Kürt emirleri tarafından idare edilen bölgelere yerleşen şeyhler, aşiretler arası aracılık işlevlerini üstlendiler. Aşiretler üzerinde siyasi etkinliği olan şeyhler vardı, fakat bir emirin bulunduğu yerde onun otoritesi şeyhin gücünü aşmaktaydı. Emirlerin ortadan kalkması, şeyhlerin artan etkinliklerin nedenlerinden biri olmuştur. Bununla beraber, belki de bundan önemli bir sebeb daha vardı: Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasında giderek artan gerginlik. Bugünkü Kuzey Irak’ta ve Doğu Türkiye’de Kürtler arasında büyük Hıristiyan azınlıklar yaşıyordu: Ermeniler, Nasturiler ve Süryaniler. Bunlar genellikle kendilerini Kürtlerle aynı safta görmezlerdi ama ilişkileri barışçıydı. Osmanlı toplumsal reformları, Avrupalı ve Amerikalı misyonerlerin Hıristiyan toplulukları içerisinde daha özgürce çalışabilmelerine imkan vermişti. Hem Kürtler, hem de Hıristiyanlar bu misyonerlere Hıristiyan güçlerin yerleşik Hıristiyanları kollamaya, Müslüman üstünlüğünü tehdit etmeye yönelik daha çok siyasi ve muhtemel askeri müdahalelerinin öncüleri gözüyle bakıyorlardı. Avrupalıların bu desteğinden cesaret alan Hıristiyan çiftçiler (özellikle Ermeniler) Kürt toprak sahiplerine geleneksel toprak vergisini vermeyi reddetince ilk çatışmalar çıktı. Kürtler ve Hıristiyan komşuları arasındaki ilişkiler gitgide daha düşmanca bir hal alıyordu. Ermeni milliyetçiliğinin ortaya çıkması ve bağımsız bir Ermenistan hakkındaki söylentiler gerginliğin artmasına katkıda bulundu. Gerginlik ve çatışmalar farklı dinlere mensup topluluklar arasında meydana geldiğinden, Kürtlerin dini önderlerin arkasında toplanması çok doğal bir gelişme sayılmalıdır. Bazı şeyhler İslam’ın güç kaybetmesi karşısında endişeye kapılıyor, bazı dini çatışmaları siyasi etkinlik ve güç kazanmak için akıllıca kullanıyorlardı.
Böylece, Kürt emirlerinin 1800’lü yılların başlarında ortadan kaldırılması sonucu, aşiretleri birleştirici unsur olarak şeyhler devreye girmiş, ayrıca bölge Hıristiyanlarının Avrupalı ve Amerikalı misyonerlerce desteklenmesi sonucunda da, Müslümanların komşularını İslam’a tehdit olarak algılaması ve bunun neticesi olarak, Kürtlerin İslam dinine daha fazla sarılmasına yol açmıştır.
İlk olarak bağımsız bir Kürt devleti kurmak isteyen Cizre’nin son emiri Bedirhan ile Şeyh Ubeydullah bu emellerini gerçekleştirmek isterken bile, padişah-halifeye bağlılıklarını bildirip, kuracakları devletin merkezinin İran’daki Kürt toprakları olacağını söylüyorlardı. Ayaklanmanın en ateşli günlerinin olduğu 1880 yılında bile Bedirhan, padişahın hükümranlığını kabul ediyordu. Aşiret Kürtlerinin çoğu bu tutumlarını Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına dek sürdürmüşlerdir. Vilayet yönetimleri ile olan sorunlarına, hükümete karşı giriştikleri isyanlarına rağmen, padişahın meşruiyetini nerdeyse hiçbir zaman inkar etmemişleridir. Özellikle II. Abdülhamit’in panislamist düşünceleri olması ve fiiliyatada bunu uygulaması nedeniyle, padişaha karşı Kürtler arasında büyük bir saygı ve sevgi vardı. II. Abdülhamit, halifeliği bir güç merkezi olarak çok iyi kullandı. Kürtler, halife-padişah II. Abdülhamit’e ‘’Kürtlerin babası’’ adını vermişlerdi. Bu nedenle halifeliğin Kürtler için çok büyük önemi vardı ve Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki artan çelişkiler, büyük bir olasılıkla halife-padişaha olan bağlılık duygularını daha da güçlendirmiştir. Ama hiçbir zaman padişah ile hükümeti özdeşleştirmemişleridir. Şeyh Ubeydullah bağımsız bir Kürt devleti kurmak istiyordu. Ruslar’dan ve İngilizler’den yardım talep etti; bununla beraber padişaha hükümranlığını kabul ettiğini bildirmeyi de ihmal etmedi. Ordularını Osmanlı toprakları yerine İran Kürdistanına yönelterek, burayı devletin çekirdek bölgesi yapmayı düşünmesi, padişaha karşı takındığı tavrın çift yönlülüğünü açıkça gösterir.
Türklerle Kürtleri 1921 yılına kadar bir arada tutan en önemli bağ, Ermeni düşmanlığı idi. Çünkü Ermeniler, bazı yerlerde Kürtlerin bazı yerlerde de Türklerin çoğunluğunu teşkil ettikleri Osmanlı Türk toprakları üzerinde, bağımsız Ermenistan kurmak istiyorlardı ve Avrupalı Hıristiyan devletler sayesinde de böyle bir devletin kurulma ihtimali vardı. Bu ancak güçlü bir Türk-Kürt Müslüman ittifakı ile önlenebilirdi. Nitekim böyle de oldu. 1921 yılında Bolşevik Ruslarla Moskova Antlaşması imzalandı, Kars ve Ardahan Türkiye’ye bırakıldı. Böylece, artık Kürt bölgelerinin Ermenilerin eline geçmesi tamamen imkansız hale geldi ve Türklerle Kürtleri bir arada tutan en önemli nedenlerden biri böylece ortadan kalktı.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türkler ve Kürtler kendilerini her zaman için Hıristiyan ve Yahudi milletlerin karşısında, aynı Sünni-Müslüman milletin bireyleri olarak görüyorlardı. Etnik milliyetçilik her iki grubun eğitim görmüş kişileri arasında 20. yüzyılın başlarında yayılmaya başladıysa da, hiçbir zaman kitleleri etkileyememiştir. İstiklal savaşı sırasında Türkler ve Kürtler her şeyden önce tehditkar Hıristiyan egemenliği karşısındaki direnişleri ve halife-padişaha ortak bağlılıkları sayesinde, birlikteliklerini koruyabilmişlerdi. Padişahın başlangıçta Kemalistlere karşı mücadele vermesi ciddiye alınmıyordu, çünkü genel olarak, galip müttefik güçlerin onu buna zorladıkları düşünülüyordu. Kürt aşiret ve dini liderlerine gönderdiği çok sayıda mektup ve telgrafında Mustafa Kemal her defasında Kürtler ve Türkler arasındaki dostluğa işaret ederek, savaşın halifeliğin korunması için yapıldığını vurguladı. Hatta Kemalistler, milliyetçi fikirlerden etkilenmiş çok sayıdaki Kürt aydınını kültürel özerklik ve merkezi idareye daha az bağımlılık sözleri vererek kendi saflarına katmışlardı.
Kemalist yönetimin rayına oturmasıyla beraber, Ermeni tehlikesi ortadan kalktı ve bağlayıcı nitelikteki ikinci olgu, yani halifelik 1923’de Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte ilk darbeyi yedi. Ertesi yıl halifeliğin kaldırılması bir çok Kürt için şok oldu. Bölgesel sorunlara fazlaca karışan reformculara karşı duyulan şüpheler, Padişah Abdülhamit’in zamanınkinden az değildi. Denetimi tamamen reformcuların eline geçen devlet, bir çok Kürt’ün gözünde meşruluğunu yitirdi. Geleneksel İslami okulların kapatılması ve özellikle hükümetin başlattığı idare ve vergi reformları yeni rejime karşı olan hoşnutsuzlukları arttırdı.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonunda milliyetçilik rüzgarlarına kapılmayıp Ermeni tehdidi ve halifeye bağlılıkları nedeniyle Türkleri tercih eden Kürtler için artık isyanlara kadar varacak olan yol ayrımı başlıyordu.
Kaynak: Martin Van BRUINESSEN. Kürdistan Üzerine Yazılar. İletişim Yayınları.
Dostları ilə paylaş: |