ANADOLU’NUN TÜRKLEŞMESİ - I
Türkler Anadolu’ya sızmaya başladığı sırada bazı istisnai yerler dışında bölgenin bütününde nüfus çok azdı. Fetihler sürerken bölgeden kaçanlar, katliamlar ve tutsak alınanlar dolayısıyla bu nüfus daha da azalmıştı. Anadolu’da Rum bölgeleri ve Ermeni bölgeleri vardı ama Türkler her tarafa yayılmıştı. Orta Asya’dan her iki Moğol saldırısından kaçan Türklerin en büyük bölümünün Azerbaycan ve Anadolu’ya yerleştiklerine dair en ufak bir şüphe yoktur ve Anadolu’ya yerleşenlerin sayısı Azerbaycan’a yerleşenlerin sayısından fazladır. Türkler Arap ülkelerinde ya da Orta veya Güney İran’da bulamadıkları, alıştıkları yaşam koşullarına çok benzer koşulları Anadolu’da bulmuşlardı. Bir istilanın etnik etkisini, anlık statik bir olgu olarak düşünemeyiz. Bu olguda önemli olan yalnızca göçmenlerin sayısı değil, onların sosyoekonomik durumu ve özellikle evlenme ve doğum açısından, yerleşik halklarla yeni gelenlerin ilişkileridir. Yeni gelenlerin egemenliği altına giren yerleşik halklarda tutsaklık veya umutsuzluk doğumu azaltan bir etki yaratırken, istilacı halklarda geleceğe daha güvenle bakmayı, bolluğa veya başarıya çocuklarının sayısının artmasıyla ulaşacağına inanmayı getirir, dolayısıyla yerli halkın aksine doğumlar çoğalır. Diğer taraftan ister kaçırma yoluyla olsun, ister ülkenin yeni sahiplerinin kendilerinin rahat bırakmalarını sağlamak için yerli aile reislerinin rızalarıyla olsun, yerli kızlar istilacılar ile evlenecekler ve sonuçta doğan çocuklar Türk olarak yetiştirileceklerdir. Bu durumda doğurganlık açısından Türkler kazançlı, yerli halk ise zararlı çıkacaktır. Aynı bağlamda Türk toplumuyla bütünleşen sayısız savaş esirinin de etkisi olacağı kesindir. Bu ırk karışımının sonucu olarak Türk tipinin de kısmen değişmiş olması doğaldır, ancak bu değişme doğan çocukların Türk olduklarına inanmalarına ve başkalarının da onları Türk kabul etmelerine engel teşkil etmemiştir. Yaptıkları savaşlar ve bu savaşlardaki kayıplarının çokluğu, egemen halk grubunun etnik üstünlüğünü tehlikeye düşürebilir. Bu durum Kuzey Afrika’da Vandalların ve daha az oranda da olsa Moğolların başına gelmiştir. Ancak, Anadolu Türkleri için savaşlar yöresel veya geçici de olsa hiçbir zaman böyle bir sonuca neden olacak kadar sürekli ve fazla zaiyatlı olmamıştır; ayrıca dengeyi sağlayacak diğer etkenler de her zaman mevcut olmuştur.
Her ne kadar Müslüman yazarların Anadolu’dan, Selçuklular orada devlet kurduktan sonra bile, hiçbir siyasal anlamı kalmamasına rağmen ‘’Rum / Roma’’ diye söz etmeye devam ettikleri biliniyorsa da, Friedrich Barbarossa’nın Haçlılardan itibaren Batılı yazarlar bu ülkeden, Türk egemenliği altına giren hiçbir ülkeye vermedikleri adla ‘’Turchia’’ (Türkiye) diye söz etmeye başlamışlardır. Anadolu’da Türkleşme yoğunluğu ne olursa olsun, bu ‘’Turchia’’nın sınırları ne kadar belirsiz olursa olsun, çağdaşlarının gözünde Anadolu’nun Türk niteliğinin ülkenin bütününe damgasının vurmuş olduğu kesindir. Bu arada söylenmesi gereken bir husus da, Moğol döneminden önce Anadolu’nun Türk Müslüman halkı arasında bu Türk olma duygusunun açık seçik belirginleşmemiş olmasıdır.
Coğrafi açıdan Türkleşme her yerde aynı yoğunlukla değildi. Siyasal açıdan Türk olan bölgelerin kuzey ve batıda Rumlarla güneyde Ermenilerle sınırları civarında Türkleşme çok yoğun yaşanmıştı.Anadolu’nun iç bölgelerinde de bir Türk nüfus olduğu kesindir; eğer bundan şüphe duyuluyorsa, kanıtlayacak pek çok delil vardır. Ancak, gerçek Türkmen unsurunun, gerek kendi istekleri gerekse olayların zorlamasıyla sınır bölgelerinde yoğunlaştıkları bilinmektedir. Batılılar Turchia dediklerinde, özellikle çarpışmak zorunda kaldıkları Türkmenlerin ellerinde tuttukları kırsal alanlardan söz etmektedirler.
Kırsal alanların Türkleşmesi esas olarak Türkmenlerin eseridir. Genellikle nüfusun çoğunluğunu oluşturanlar, bölgelere göre değişen oranlarda yerli halktı; bu halkın hepsi öldürülmüş ya da kaçmış değildi; özgür veya bağımlı olarak pek çoğu Kapadokya’da Doğu Anadolu’da ve İç Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kalmışlardı. Batı sınırındaki bölgelerde ise Bizanslılar, Türkmenlerle savaşıp kazandıktan sonra bile, bu yörelerin halkını çoğu zaman birliklerinde götürüyorlar ve bir nevi insansız bölgeler yaratıyorlardı; böylece Türkmenlerin önemi bir o kadar artıyordu.
Orta Asya Türkmenlerinin iki hörgüçlü develeri vardı; bu develer karşılıklı ticaretten dolayı İran sınırındaki Arapların tek hörgüçlü dişi develeriyle çiftleşince çeşitli iklim koşullarına dayanıklı yavrular türemişti. Ancak her iki cins devenin de savaş aracı olmadığını hatırlatmamamız gerekir; onların sütlerinden ve kıllarından yararlanılabilirdi ama asıl işlevleri yük taşımaktı. Oysa Türkmenler için asıl önemli hayvanlar at ve koyundu. At, ikibin yıldan beri bir savaş hayvanıydı ve ‘’İskitler’’in torunu olan Türkler, atı bir savaş aracı olarak kullanmakta, özellikle onun üstündeyken ok atmakta ustaydılar. Araplar ve Bizanslılar bu yöntemi bilmiyor ve uygulamıyorlardı. Koyun ise beslenme ve giyinme için yeğledikleri tek hayvandı. Koyun yetiştiriciliği için ise Batı ve Orta Anadolu’nun toprakları çok uygundu.
Anadolu’daki Türklerin resmen Müslüman olmalarına karşın yerli halk Müslüman değildi. Fetih döneminde yada daha sonraları, topraklarının koruyabilmek, iyi bir iş sahibi olabilmek, parlak bir evlilik yapabilmek veya bunun gibi nedenlerle, önceleri bazı soylu Ermeni ve Gürcüler sonra da Rumlar İslamiyeti kabul etmişlerdir. Bu olay, onların neslinden gelenlerin zamanla kültürel ve etnik açıdan Türkleşmelerini doğurmuştur.
Türklerin Anadolu’ya göçleri sırasında, İran’dan küçümsenmeyecek sayıda Farslar da gelmişti. Aralarında Harzemli Türklerin ve Moğolların yerlerinden ettikleri sivil ve dini aristokrasiye mensup kişiler de vardı. Yine bu Fars göçmenler arasında mütavazi din adamları, memurlar, sanatkarlar ve tüccarlar da vardı. Türkmenler kırsal alanda yaşamalarına karşın, kentlerde de yaşıyorlardı. Fakat kentlerde yaşayanlar sadece Türkler değildi. Bu Fars göçmenler kentlere damgasını vurmaya başlamıştı. Farsların, Türkler üzerinde İranlılaşmaya hatta Türklükten uzaklaştırmaya giden etkileri oldu. 13. yy.ın sonunda bazı söyleyiş biçimlerinden hiç kuşkusuz Türk olduğunu anladığımız Selçukname’yi yazan bir Konyalı, kitabını Farsça kaleme almıştı; ‘’Türkler’’ diye hafifçe küçümseyerek Türkmenleri kastediyordu. Kent sakinlerini de Müslüman diye nitelendiriyordu. Halbuki bu sıralarda Mısır’da Memluklar, yerli halk karşısında kendilerini Türk duyumsuyor ve Türk olduklarını da söylüyorlardı. Oysa Anadolu’da Türk kökenli kentliler, gerçekte bu bilince sahip olmadıklarından, Türkmenlerin karşısında kendilerinin Müslüman olduklarının düşünüp çoğu zaman bu düşüncelerini Türkçe olduğu kadar Farsça da söylüyorlardı. Kesin olarak Türkleşme Anadolu’daki Moğol egemenliği sırasında ve onlardan sonra gerçekleşecekti.
Anadolu’nun, içindeki Türk unsurlarıyla birlikte düşünürsek Türkiye’nin, yabancılara ve özellikle Müslüman yabancılara , bilhassa da Arap dünyasına karşı bütünüyle gerçekten çok garip ve yabancı bir ülke izlenimi verdiğinden hiç şüphe edilmemelidir. 12. yy.a kadar Anadolu’ya hemen hemen hiçbir seyyah gelmemiştir. Nureddin’in temsilci gönderdiği el-Belhi, dönüşünde gördüğü ülkeden günümüzde Asya ve Afrika’nın en ücra bölgelerinden birine gitmiş bir seyyah gibi söz etmektedir. 13.yy.da halifenin elçisi İbnü’l- Cevzi’nin gezi izlenimleri de aynıdır. Çok yaygın olarak kullandıkları giysileri Araplarınkinden, kırsal alanlardaki giysilerde İranlılarınkinden farklıydı. Serbest bir hayat süren Türk kadınları Avrupalılar kadar Müslümanları da şaşırtmışlardı; yüzlerine peçe takmıyorlardı, en azından Türkmen kadınları öyleydi; sağlam vücut yapıları da bir başka çarpıcı konuydu. Ricoldo de Monte Croce, onların birlikte olduğu kervanı durdurmaya bile gerek görmeden doğurduklarını söylüyordu.
Tarihi anlamıyla Batı Ermenistan (Erzincan, Tunceli, Bingöl, Muş, Bitlis, Erzurum, Erciş ve Ağrı illeri) genelde bir Ermeni ülkesi olarak kalmıştır. En yoğun olarak Erzincan’da daha sonra da Erzurum’da yaşamaya devam etmişlerdir. Buna karşılık Batı Ermenistan’ın güneyinde o dönemden itibaren Kürtler yaşamaktaydı. Daha batıda Bizanslıların izlediği politika sonucu Kapadokya Ermenileşmişti. Türk fetihleri, onları zamanla bir Ermeni presliği şeklinde örgütlenen Kilikya’ya (Çukurova havzası) doğru sürdü. Fakat Kapadokya Ermenilerinin hepsi Kilikya’ya gitmeyip yerlerinde kaldı. Rumlara veya Helenleşmiş halklara gelince, bütün kıyı bölgelerinde ve Yozgat-Tokat topraklarından geçerek Trabzon ve hinterlandından, İsauria’nın arka bölgelerine kadar uzanan Anadolu’nun dağlık yörelerinde, Kastamonu eyaletinde hatta Ankara’da, Ege ve Marmara denizine dökülen ırmakların yukarı vadilerinde ve Antalya bölgesinde yaşamaktaydılar. Ancak Kapadokya’nın göbeğinde, Anadolu yaylasının tarıma elverişli bölgelerinde ve kentlerinde çok sayıda Rum kalmıştı.
Ancak bu dönemde pek tanınmayan Kürtlerden de birkaç kelimeyle söz etmek gerekir. İran dağları hariç Kürtler esas olarak, Yukarı Mezopotamya’ya bakan Güneydoğu Toros dağlarının eteklerinde ve Hakkari dağlarında yaşıyorlardı. Belki de Türk istilası ile geleneksel yerleşim yerlerinden kısmen uzaklaştırılıp diğer bölgelere de göç etmişlerdi. Kürtler, Selçuklu devletiyle, doğuya doğru genişlemesi sırasında birleşeceklerdir. Germiyanlar denilen özel grup için de bir şeyler söylemeliyiz. Moğol istilası sırasında, Moğollar Batı Anadolu’daki göçebe Türkmenleri denetim altına almak için, casus olarak Kürt Germiyan aşiretini, Kütahya-Afyon civarına gönderip onlara toprak vermişti. Bunlar daha sonra beylik kurmuş ve bu beylik de Osmanlılar tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bu aşiret daha sonraları Türkmenlerin içinde eriyerek Türkleşmiştir.
Kaynak: Prof. Claude CAHEN. Osmanlılardan Önce Anadolu. Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
ANADOLU’NUN TÜRKLEŞMESİ –II
Kuzey Çin’de hüküm süren ve Proto-Moğol bir kavim olan Kıtaylar, Uygurlar yerine Moğolistan’da yerleşmiş bulunan Kırgızları buradan püskürtüp eski vatanları Yukarı Yenisey bölgesine atınca, 924 yılında yılında Orhun havalisine hakim olmuşlardı.
Kıtaylar, 924 yılında Moğolistan’a saldırınca Orta Asya’da zaten çok artmış bulunan nüfus kesafetinin taşırmış; bütün Orta Asya Türk kavimleri birbirlerinin sıkıştırarak kaynaşmaya başlamışlar ve ilk göç de bu baskı ile oluşmuştur. Zira Türk halkları bu zamana kadar, ciddi bir yer değişikliğine uğramadan, eski vatanlarında oturuyor ve bir göç de bahis mevzu değildi. Nitekim Volga Bulgarlarının İslamiyeti kabulleri üzerine onlara gden Halife’nin elçisi İbn Fadlan, 922 yılında bu ülkeleri geçerken, Oğuz ve Peçeneklerin eski yurtlarında yaşadıklarının görmüş; onlar ve diğerleri hakkında önemli bilgiler vermiş fakat bunların göç ve yer değiştirmelerine dair hiçbir işarette bulunmamıştır.
Gerçekten Kıtayların, Kırgızlara saldırıp Moğolistan’a gelmeleriyle nüfus baskısı ve hareketleri kendini göstermiştir. Bu baskı neticesinde Oğuz, Karluk ve Kıpçaklar arasında, Aral Gölü sahillerinde bir takım hareketler ve savaşlar olmuş; Peçenek, Başgırt, Bulgar ve Macar kavimleri birbirlerini iterek Tuna boylarına ve Balkanlara yayılmış ve ilerlemişlerdir.
Oğuzlar ilk baskı sonunda, Hazar sahillerine ve Ural nehri kıyılarına kadar uzanmışlardı.Hazar sahillerinde bulunan diğer Türk kavimlerini yerlerinden püskürten Oğuzlar bu münasebetle işgal ettikleri siyah-kuh yarımadasına da Mankışlag Min (bin) –kışlag adını vermişlerdir ki, Hazar sahilinde bulunan bu yarımada bugüne kadar bu adını ve eski Oğuz (Türkmen) halkını muhafaza etmiştir. Oğuzlar Hazar ve Ural nehrinin doğusundaki bütün bozkırlara hakim olunca, buraları İslam kaynaklarında artık Oğuz çölleri (Mefazat ul-Guziye) adını almış; daha sonra Kıpçakların baskısı ile Oğuzların yerini onlar işgal edince bu bozkırlar Farsça kaynaklara göre ‘’Deşt-i Kıpçak’’ (Kıpçak Çölü) ve Avrupa müelliflerine göre Kumania (Kuman-ili) adını almıştır. Kıpçak veya Kumanların yayılışı ile bu isim Güney Rusya’dan, Tuna havzasına kadar yayılmıştır. Peçenekler, Ural ve İdil nehirleri arasında gelmiş iken Oğuz ve Hazarların baskısı ile, 934 senesinde yurtlarından atılıp Balkanlara göçünce onlara karşı mevcut bulunan Oğuz-Hazar ittifakı da sona ermiş ve birinciler tamamıyla bağımsız bir duruma gelmiş; onlara ve Harizm ülkesine karşı da akınlara girişmişlerdir.
XI. asrın başlarından sonra çok genişleyen İslamlaşma ve göç Müslüman Oğuzların artık güneye ve İslam ülkelerine doğru göçmelerine imkan vermiştir. Gerçekten Türk halklarının birbirlerini sıkıştırmaları, o derece şiddetlenmiştir ki, Müslüman Oğuzlar artık Sırderya boylarından akın halinde Maveraünnehir’e doğru göçüyor, 934 yılında başlayan nüfus yoğunluğu XI. Asrın ilk yarılarında sel halini almış bulunuyor, bununla beraber bu sıralarda Kıtay’ların yeni bir baskısı da bunda etkili oluyordu.
Kıtay’ların ilk baskısı ile doğu Türklerinin başlayan ilk hareketinden yarım asır sonradır ki, büyük Türk göçü vukubulmuştur. Bu da yine Kıtay’ların Moğolistan’dan Orta Asya’ya doğru istilaları ile alakaladır. Diğer Türklerle birlikte bu kavim 1017 yılında 300.000 çadır halkı halinde Balasagun şehrine kadar ilerledi. Türk halkları yerlerinden oynadığı ve kaynaştığı bir zamanda vukubulan bu istila da göçün şiddetlenmesine neden oldu.
Büyük Türk ve Oğuz göçünden bir asır sonra doğudan gelen yeni bir baskı da Kıtay’ların bir kolu olan Kara-Hıtay’lardan geldi. 1137 senesinde Karluk, Kanglı ve Yağmalar, Oğuz bakiyeleri ile birlikte, Türkistan’ı, yani Karahanlılar ülkesini istila ettiler. Son Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Sancar ‘’İslam’ın Sultanı ve Cihan Padişahı’’ olarak hem kendi tabiyetinde bulunan Karahanlıları himaye etmek ve hem de Türk İslam dünyasını bu yeni istiladan kurtarmak maksadı ile 1141 yılında 300.000 kişilik büyük bir ordu ile Semerkant seferine çıktı. Yarım asırdan fazla saltanat sürüp daima muzaffer bulunan Sultan Sancar, Kara-Hıtay’larla birlikte doğudan gelen Türklere karşı Katvan’da giriştiği bir savaşta ilk defa olarak mağlup oldu; çok insan, bir takım önemli devlet ve ilim adamlarını kaybetti. Büyük Oğuz göçünden sonra, Oğuz bakiyeleri de yeni bir istilaya girişerek, Horasan, Afganistan, İran, Irak ve Azerbaycan taraflarına ve nihayet Anadolu’ya doğru ilerlediler. Bununla beraber tarih boyunca dünyaya göçler gönderen Orta Asya son sözünü Moğol istilası ile söylüyordu. XIII. Asrın birinci yarılarına doğru tarihin en şiddetli ve en dehşetli istilalarından birini ve belki de birincisini yapan Kara-Hıtay Cengiz Moğolları, Selçuklulardan farklı olarak, mühim bir nüfus hareketi ile birlikte vukubulmamakla ve askeri mahiyette kalmakla beraber, istilaları ile Asya’yı alt üst ederlerken Orta Asya halkları ve özellikle göçebeler de onların önünden kaçıyor; başta Anadolu olmak üzere bir çok İslam ülkelerine sığınıyor, nihayet onlar da yine Türkiye’ye geliyorlardı.
Oğuzların Müslüman olanlarına Türkmen, şaman olarak kalanlarına Uz denilmeye başlanmıştır. Bu Cengiz Han’ın Moğol istilası sonucunda, Müslüman Türkmenler Anadolu’ya, şamani Uzlar, Peçenekler ve Kıpçaklar Balkanlara dolmaya başlamıştır. Fakat şamani Türkler, Balkanlarda güçlü bir din bilincinden yoksun kaldıkları için hristiyanlar arasında eriyip yok olmuşlardır.
Selçuklu devletinin kurulması ile Malazgirt zaferi arasında geçen otuz yıllık bir devir esnasında Türkmenler daimi bir akış halinde Anadolu sınırlarına girmiş; bu ülkenin doğu ve orta kısımlarına yayılmışlar ise de bu memleketi henüz kendileri için emin bir yurt saymıyorlardı. Fakat Malazgirt zaferinden sonra Bizans’ın artık ordusu ve mukavemeti kalmadığı için Türkmenlerin Anadolu’ya göçü artık bir sel halini almıştı.
Bizanslılar doğu ve orta Anadolu’dan batıya ve Balkanlara doğru çekilirken, Ermeniler de Türkmen kitleleri önünde Fırat boylarına, karşı Toros dağlarına, orta ve güney Anadolu’ya, Kilikya ve Suriye taraflarına sığınıyorlardı. Ermeni nüfus, ilk defa bundan yarım asır önce Bizans imparatorluğu’nun cebri techirleri ile, şimdi de Türkmen boylarının kesif akınları ile, orta ve güney Anadolu’ya doğru kaymış ve yayılmıştır. Birinci Haçlı seferinden sonra, Türkler sahillerden İç Anadolu’ya çekilince, Kilikya (Çukurova) da, Ermeni prensliğinin kurulması, bu nüfus kayışı ile mümkün olmuştur.
Selçukluların az zamanda bu ülkeyi fetih ve kendilerine vatan yapmalarında Türk orduları yanında bir milletin toptan göçü birinci derecede rol oynar. Gerçekten Anadolu, ordulardan ziyade bir milletin hicreti ve iskanı sayesinde etnik simasını tamamıyla ve ani olarak değiştirmiştir. Anadolu bu ilk Türkleşme devrinden sonra Türkistan’dan, göçebe veya yerleşik olarak devamlı Türk göçmenlerine sığınak olmuş ise de en mühimini, şüphesiz Moğol istilası önünden kaçan göçebe ve yerleşik halklar teşkil eder ve adeta ilk göçü andıran sel gibi bir akın halini alır.
Orta Asya’da Oğuzların terkettiği topraklar Kıpçak ve Kanglı kavimleri (günümüzün Kazak, Kırgız ve Özbekleri) tarafından doldurulmuştu. Yüksek Asya denilen bugünkü Moğolistan’da ise artık Türkler kalmamıştır.
Görülüyor ki, Anadolu Selçuklu Türk ordularının zorla Rumları ve Ermenileri Müslümanlaştırıp Türkleştirmesi diye bir olgu olmayıp, Anadolu’nun Türkleşmesi Orta Asya’dan gelen halis Türk olan Türkmenler sayesinde olmuştur. Anadolu’yu etnik olarak Türkleştirenler birinci derecede Türkmen nüfus yoğunluğudur.
Bizans İmparatorluğu zamanında Batı ve Orta Anadolu ile Suriye’nin Akdeniz kıyıları, Yunanlıların asimilasyonuna uğrayarak Rumlaşmıştır. Burada Anadolu’nun Türkler tarafından istilası ile yerli Anadolu halklarının asimilasyonu değil, Yunanlıların kadim Anadolu halklarını 1000 yıllık Bizans egemenliği sayesinde asimile etmesi söz konusudur. Anadolu’da Bizans egemenliği çok uzun yıllar sürdüğü için Batı ve Orta Anadolu’da Rumca’dan (Yunanca) başka dil konuşan halk kalmamıştır. Türkler, 11. yy.da Moğollar ve 12. yy.da Kara Moğollar’ın Orta Asya ve İran’ı işgal edip, katliamlar yapması sonucu, Anadolu’yu doldurmuştur. Türklerin Anadolu’ya geldikleri zamanda, Anadolu insan bakımından ıssızdır, fazla bir nüfus yoğunluğu yoktur. Sonraki etkileşim iki halkın beraber yan yana yaşaması sonucu gelişen yaklaşımlardır.
Osmanlı nüfus sayımlarında, 1830’dan 1914’e kadar olan sayımlarının hepsinde Anadolu’daki Rum nüfus kitlesinin büyüklüğü görülmektedir.
Ermenilerin anavatanı; Doğu Sivas, Erzincan, Tunceli, Malatya, Elazığ, Bingöl, Muş, Bitlis, Van, Ağrı, Kars, Erzurum, Bayburt ve Gümüşhane illeridir. Tarihi merkezleri ise Erzincan’dır. Bizanslılar, Doğu Anadolu’daki yoğun Ermeni nüfusunu dağıtmak için, Ermenileri yoğunluklu olarak Kapadokya olmak üzere, Anadolu’nun dört bir yanına sürmüşlerdir. Bunun da sebebi şudur: Rum ve Ermeni kiliseleri ayrıdır. Rumlar hakim güç olarak Ermenilerin de kendi kiliselerine tabi olmasını istiyor ve baskı yapıyorlardı. Ermeniler de bu nedenle Rumları sevmiyor fırsat buldukça asilik yapıyorlardı. Aslında Türklerin Anadolu’yu kolay fethetmelerinin altında yatan neden de budur. Türkler Anadolu’ya geldiklerinde, Bizanslı Rumların yanında savaşmayan Ermeniler, kendi topraklarını da korumamışlardır. Batı Anadolu’nun bir çok yerinde gayrimüslim sözünden Rumları anlamamıza rağmen Ermeniler de vardır.
1914 yılı Osmanlı nüfus sayımı, Türklerin yerli halkları zorla asimile etmediğinin ispatıdır:
Bölge Müslüman Rum Ermeni Yahudi
Balıkesir Erdek 15.000 31.000 1.000
Balıkesir Bandırma 41.000 11.000 4.000
Balıkesir Ayvalık 450 32.000
Bursa Orhangazi 12.000 23.000
Bursa Gemlik 16.000 8.000 3.000
Bursa Mudanya 8.000 17.000
İstanbul 560.000 205.000 83.000 52.000
Çatalca ve Silivri 20.000 37.000
İzmir 100.000 74.000 10.000 24.000
İzmir Çeşme 8.000 39.000
Samsun 45.000 55.000 5.000
Sivas 55.000 24.000
Trabzon 65.000 24.000 15.000
Trabzon Maçka 18.000 20.000
Gümüşhane Torul 30.000 30.000
Van 45.000 34.000
Van Gevaş 18.000 10.000
Muş 30.000 33.000
Bitlis 38.000 18.000
Sonuç olarak Türkler, Anadolu’yu zorla yerli halkları baskı yoluyla asimile ederek Türkleştirmemiş, Orta Asya’dan Moğolların önünden kaçan Türkmenlerin Anadolu’yu doldurması ile ve Türklerin hakim güç olarak Anadolu’ya egemen olmasından sonra, yerli halklar arasındaki evlilikler hep hakim güç olan Türkler lehine gerçekleşmiş ve böylece Türkler lehine gönüllü bir nüfus yaklaşımı olagelmiştir. Bu olgunun böyle gelişmesinin en büyük faktörü İslam dinidir. Dinimize göre, Müslüman erkek, (Allah’a inandıkları için) Hristiyan veya Yahudi bir kadınla evlenebilir fakat Müslüman bir kadın ancak Müslüman erkek ile evlenebilir. Zaten günümüzdeki Orta Asya nüfus yoğunluğunun azlığı, Anadolu ve Azerbaycan’daki nüfus yoğunluğunun fazlalığı ile de örtüşmektedir.
Kaynaklar:
1. Prof. Dr. Osman TURAN. Selçuklular Zamanında Türkiye. Ötüken Neşriyat.
2. Kemal H. KARPAT. Osmanlı Nüfusu (1830-1914). Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Mecidiye kentinin 1856 yılında yayınlanan bir imparatorluk fermanıyla resmen kurulması, Osmanlı’da yeni bir şehircilik ve iskan anlayışının alışılmamış ve ilginç bir örneğidir. Kent, kuzeyde ve batıda Tuna nehriyle; doğuda Karadeniz’le ve güneyde Lom ve Pravadi ırmaklarıyla sınırlanan bir bölge olan Dobruca’nın merkezinde kurulmuştu. 1878 yılında Berlin Antlaşması’nın imzalanmasından sonra bölge Romanya’nın bir parçası oldu. Kent adını, Osmanlı padişahı Abdülmecid’den almıştı. Günümüzde kentin adı Romen fonetiğine uygun bir biçimde Medgidia olarak yazılmaktadır.
Eski kentsel merkezlerin tersine yeni Mecidiye kenti, merkezi Osmanlı idaresinin kararlarıyla kurulmuştu. Ticaret Nezareti ve Ebniye Meclisi’nin teknik daireleri tarafından bilhassa Kırım göçmenlerinin iskan edilmesi ve Orta Dobruca bölgesinin ekonomik gelişiminde bir merkez olması düşünülerek hazırlanan kent planı esas alınarak kurulmuş ve geliştirilmişti.
Yerleşim yeri olarak, Tuna nehrinin eski bir kolundan artakalan sıra halindeki bataklıkların kıyısında bulunan Karasu kasabası seçilmişti. Karasu ve Dobruca’nın 19. yüzyılda topyekün bir düşüşe geçmesi, öncelikle bu eyaletin topraklarında 1768’den 1829’a kadar olan dönemin büyük bir bölümünde aralıklı olarak süren Osmanlı-Rus savaşlarının bir sonucuydu; Rus ordusunun karargahları da 1828-1829’da Karasu’da kurulmuştu ve Kırım savaşı 1855 yılında Dobruca’da başlamıştı. Gerçektende Silistre Sancak kayıtlarında Dobruca’nın 1830-1831 yılındaki nüfusunun önemli oranda düştüğü ve beklide tarihindeki en düşük düzeye geldiği görülmektedir. 1830 yılındaki nüfusu yaklaşık 100.000 kişiden ibaret görünmekteydi. 1828-1829 yılındaki savaş sırasında gitmiş olan göçmenlerin geri dönmesinden sonra bile Dobruca nüfusunun, Mecidiye’nin kurulduğu 1850’li yıllarda bile istenen düzeyin çok altında kaldığını varsaymak zor değildir.
19. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı devleti, bir nüfus kıtlığı sonucu yaşamıştı ve bunun sonucunda büyük toprak parçaları işlenememiş ve devlet gelirleri düşmüştü. Osmanlı idaresi, ne pahasına olursa olsun nüfusunu arttırmaktan yanaydı. 1857 yılında belli başlı Avrupa gazetelerinde görülen göçmen talebi, Osmanlı topraklarına daha çok sayıda insanın yerleşmesine duyulan ihtiyacın açık bir göstergesiydi. Bu yola başvuran Osmanlı devleti, tarımlık toprak, vergi muafiyeti ve çeşitli dini ve kültürel teşvik vaatleriyle Avrupalıları Osmanlı topraklarına yerleşmeye özendiriyordu. Yanıt beklenenin çok ötesindeydi ve bir yanıt da hiç beklenmedik bir bölgeden, Kırım’dan gelmişti. Büyük Müslüman topluluklarının 1856 yılından sonra Kırım’dan ve 1862 yılından sonra da Kafkaslardan göç etmesi, gerçekten de Osmanlı nüfusunda bir patlamaya neden oldu.Mecidiye’nin kurulması ve bunu izleyen dönemde gelişmesi, bu göçün doğrudan bir sonucuydu.
Dobruca ovalarında pek fazla yerleşimin olmamasında, Rusya’yla girişilen savaşların yol açtığı yıkımın yanı sıra Müslüman erkeklerin uzun süreli askerlik yükümlülüklerinin de kısmen bir payı olmalıydı. Osmanlı yetkililerinin ‘hali ve vasatlı’ (büyük ve boş) olarak tanımladığı Dobruca’daki bu durum, göçe davet çıkaran kararın alınmasını hızlandırmıştı.
Dobruca 1855 yılında yerleşik halkın bir kez daha kaçmasına yol açan savaşa ve yıkıma sahne oldu. Rus birlikleri savaşın başında Silistre’ye ulaştı. Müslümanlar kadar Romenler, Bulgarlar, Yunanlı’lar da çarpışmalardan önce kaçtılar. İşgalcilerle işbirliği yapmış olan bazı Hıristiyanlar, 1855’te Dobruca’dan çekilen Rus birliklerine katıldılar.
Kırım Müslümanlarının, Dobruca’ya kitleler halinde göçü, 1856 yılında Kırım Savaşı’na son veren Paris Antlaşması’nın onaylanmasından kısa bir süre önce başlamıştı. Yarımada, Kırım savaşı sırasında İngiliz, Fransız ve Osmanlı birlikleri tarafından işgal edildiğinde, baskı altındaki nüfusun bir bölümü, yabancılarla işbirliği yapmıştı. Savaşın sonunda Rus idaresi, bu eylemlerinden dolayı bütün Müslüman nüfusu cezalandırmaya hazırlandı. Başta Gözleve (Yeupatoria) halkı olmak üzere Kerç ve Sivastapol kentlerinin halkları, Çar’ın hepsini Kazan’a süreceğine ilişkin bir söylentinin yayılmasından sonra ne pahasına olursa olsun göç etme telaşına kapıldılar. Osmanlı idaresi, göç etmek isteyenlere yardım etmeye kara verdi; nakil ve iskan işini ele alacak bir kurul kuruldu. Yeni gelenlere bedava toprak, yük hayvanı, tohum, tarım aletleri sağlanacağına söz verildi.
1864 yılına gelindiğinde, Türk kaynaklarına göre çoğu Kırım’dan ve bir kısmı da Kazan’dan olmak üzere toplam 600.000 göçmen, Osmanlı topraklarına sığınmış bulunuyordu. 1880’li yıllardan sonra bu yerleşimcilerin çoğunun Anadolu’ya gitmesine karşın yaklaşık 120.000’i Dobruca’ya ve Bulgaristan’a yerleşmişti.
Kısacası, Rusya’dan göçmen akını, 1857 tarihli resmi davetle gelmesi beklenen Avrupalı yerleşimcilere duyulan ihtiyacı ortadan kaldırdı. Kırım Müslümanlarının göçü Dobruca’nın etnik bileşimini önemli ölçüde değiştirdi.
Mecidiye, Avrupalı kentlerin planı örnek alınarak, geniş caddeli ve zamanının en iyi kent planı şehri olarak kurulmaya başlanmış ve bölgeye demiryolunun da gelmesi ile de hızla büyümüştür. Mecidiye, Dobruca kentleri arasında Müslümanların oranının en yüksek (%95,7) olduğu kentti. 1866 yılında, Mecidiye nüfusu en az 8.000 idi. 1872 yılında Mecidiye’de 1157 ev, 15 cami, 3 kilise ve 1 sinagog vardı. Mecidiye, içinde bulunduğu Dobruca ile birlikte 1878 Berlin Antlaşmasından sonra Romanya sınırları içinde kaldı. Bu tarihte Dobruca’nın Romanya sınırları içinde kalan bölümünün toplam nüfusu 225.753 idi. Bu toplam rakamın 126.924’ü Müslüman (48.784 ‘ü Türk, 71.146’sı Kırın Tatar Türkü ve 6.994’ü Çerkez) idi. Nüfusun geri kalanı 46.504 Romen, 30.237 Bulgar ve arta kalanı da Yahudiler, Rumlar, Ermeniler, Ruslar ve Almanlar oluşturuyordu. Bu tarihte Mecidiye kentinin toplam nüfusu 8.664 idi. Mecidiye’nin köylerinde 265 kadar Türk, 17.051 Tatar Türkü ve 2.233 Romen yaşıyordu. Dolayısıyla toplam nüfusu 28.313’e ulaşan Mecidiye, Dobruca’nın en kalabalık bölgesiydi. Rus İstatikçi V. Teplov 1877 yılında Mecidiye kazası için şu rakamları vermektedir. 2.800 Türk; 12.000 Tatar Türkü; 500 Çerkez, 1.600 Bulgar ve Rus, 1.600 Romen ve 200 Alman’dan oluşan toplam 21.200 kişi.
Ayrıca, 1830 yılındaki Osmanlı sayımına göre Dobruca bölgesini temsil eden Silistre sancağının nüfusu da (sadece erkekler sayılmıştır) şöyledir:
Müslüman: 19.939 %65
Hıristiyan : 9.743 %32
Çingene : 975 %3 (çingenelerde Müslüman’dır)
TOPLAM : 30.465 %100
Müslüman nüfusun 12.645’i Babadağ kazasında oturmaktadır.
Sonuç olarak, Mecidiye’nin kurulmasına ve hızla büyüyerek büyük bir ticaret merkezi haline gelmesinin, Osmanlı devleti açısından kapitalist ekonomi ve toplumsal mühendislik alanında başarılı bir deneyimi temsil ettiği söylenebilir. 1875 yılına kadar, Mecidiye’nin Osmanlı devletindeki en zengin, en gelişmiş ve okur yazar sayısı en yüksek kentlerinde biri olduğuna kuşku yoktur.
Yazan: Kemal KARPAT -Wisconsin Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim üyesi-
Osmanlı Nüfusu (1830-1914). Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Dostları ilə paylaş: |