İsmail arabaci kiMDİR


ALEVİLERİN OSMANLIYA BAKIŞI



Yüklə 2,91 Mb.
səhifə219/269
tarix07.01.2022
ölçüsü2,91 Mb.
#83021
1   ...   215   216   217   218   219   220   221   222   ...   269
ALEVİLERİN OSMANLIYA BAKIŞI
Bir Alevi İnternet sitesinden alınmıştır. Alevilerin Osmanlıya bakış açısı işte böyledir:
Prof. Fuat Köprülü; Babailer İsyanını, Siyah libaslı, kızıl börklü, ayakları çarıklı Türkmenlerin, Karamanoğlu’nun komutasında Konya’yı istila etmelerini,  Safevi İmparatorluğunun kurulmasını, Heterodoks Göçebe hareketleri olarak değerlendirmektedir. Horosan’da, Selçuklu İmparatoru Sancar'a isyan eden Türkmenleri de aynı sosyal tipi temsil eden zümreler olarak söylemektedir
       Gazi ruhunu kamçılayan unsurlar ise; Türkmen Şeyhleri, Baba ve Dedelerin doktrini olan Horasan geleneğine özgü;  İslam-Türk tasavvufu idi. 1237/8'i Alaeddin Keykubat sonrası  devlet yönetiminden dışlanan Türk beyleri ve  İslam Babaları; Acem görünümlü yönetime ve Fars kültürüne reaksiyoner olarak; zülme ve baskılara, adaletsizliğe karşı isyan hareketi olan Babai örgütlenmesini alternatif olarak yapılandırarak “Devlet Erki”ni sahiplenmek adına ortaya çıkmışlardır. Babai hareketi yenilgiye uğrasa da uzantıları olan Ahilerin direnişi, Cimri olayı gibi hareketler yerel ve genel düzeyde devam etmiştir.
       Prof. Dr Osman Turan  şöyle demektedir: Özünden kopmuş Selçuklu yönetimi ise; Kürt, Gürcü, Rum, Ermeni asillerini ve Frenk şövalyelerinin oluşturduğu kuvvetlerle Babai Türkmenlerini ancak yenebilmişlerdir. Fakat bu hareket;Türk dirlik ve birliğini” sağlama yönünden fikri bir harekâtın babası olarak; Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu sağlamışlardır. Bu anlayışın ürünü ve hedefi olarak da; Babai İsyanı’na katılan “Kolonizatör Türk Dervişleri”ni, Şeyhleri, Babaları, Dedeleri, Abdalları, Ahileri, Bacılar Örgütünü; Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda öncü olarak görmekteyiz...
      Osmanlı İmparatorluğu  (1299-1922)’nun kuruluş sürecinde Türkmen boy ve oymak beylerinin, babalarının, dedelerinin, şeyhlerinin, dervişlerinin önemli işlevleri vardır.  Beylik’ten imparatorluğa 150 yıllık geçiş sürecinde aşama aşama Türkmen Beyleri , İnanç önderleri ve toplulukları  “Devletin Yapısı”dan  tasfiye edilmişlerdir. Türkmenler oymakları “bir iskan ve kolonizasyon metodu olarak” sınır boylarına sürülerek zorunlu yerleşime tabi tutulmuşlardır. Türkmenlerin sürüldükleri yerlere ise, Güneydoğu Anadolu, Suriye ve Irak bölgelerinden Sünni Kürt Aşiretleri getirilerek yerleştirilmiştir. Osmanlı imparatorluk haline gelip coğrafi olarak genişledikçe, yüzlerce ulusu ve kavimleri  devletin sınırları içine aldığında esas kurucu unsur olan Türkler; “siyasi daire”nin dışına atılmışlardır. İmparatorluğu yöneten  ve devşirmelerden oluşan yeni bir sınıf doğmuştur.Devleti idare eden devşirme-dönmelerle, idare olunan Türkmenler olarak iki ayrı sınıf haline gelinir. İmparatorluk içinde ki diğer uluslar ise, idari sistemde bir nevi yarı özerk halde idiler.Yönetimde bulunan dönme bütün kozmopolitler Osmanlı denen esas sınıfını, idare edilen Türkler de tebayı teşkil ediyorlardı. Osmanlı sınıfını  temsil eden dönmeler kendilerini “Millet-i Hakime” olarak gördüklerinden,  Türkler’i  “Millet-i Mahkure” olarak telakki ediyorlardı. Osmanlılar;  Türklere “Etrâk-ı Bi-idrâk, Edrâk-ı nâpâk, Türk-i sütürk” diyorlardı. Yani, “akılsız, kaba, pis, eşek Türk” gibi sözlerle aşağılıyorlardı. Kızılbaş-Türklere de  “râfizi, zındık, mülhid gibi yaftalar takıyordular. Türkmen şeyhleri, dedeleri, babaları, abdallar ve ozanları  Osmanlıların bu aşağılamalarına ve baskılarına karşı; şiir ve tasavvufi öğretileri ile “Türklük Şuuru”nu  halka anlatarak  ezilmişliklerini unutturmaya çalışıyorlar ya da ulusal bir direnişe geçiriyorlardı. Osmanlı yönetiminden gelen Şeyh Bedrettin ile yardımcıları Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ‘in; “Halkçı Ulusal Direnişleri” Beyazıt Paşa güçlerince Bizans Tarihçisi Dukas’ın ifadesine göre; “kadın, çocuk, yaşlı demeden merhametsizce kılıçtan geçirilir”
       Prof. Fuat Köprülü; “Osmanlı: bir ırkı, kavmi, ifade etmediğini; etnik bir terim olmayıp siyasi bir kavramı anlatmaktadır. Selçukluların bir parçası olan Osmanlılar da  onlar gibi  Oğuzlar’ dan olup bir Türk boyudur”. demektedir. Fakat sonradan Türklük mevhumunu unutmuştur. Osmanlı ülkesinde toplumsal doku şudur: Osmanlı Beyliğini, Devletini, İmparatorluğunu  kuran, uğrunda canını veren, külfetini çeken, fedakarlık ve feragat gösteren, asırlarca devleti kutsal kabul edip omuzlarında taşıyan, utkuların sahibi, Türk halkıdır. Ama, Osmanlılar bu çilekeş Türk halkını yok saymıştır. Külfetini Türk Halkı çekmiş; nimetini padişahlar büyük çoğunluğu dönme-devşirme olan Sadrazamlar, Vezirler, Arap Ulâmalar, Saray ve Enderûn aristokrasisi, kapıkulu zümresi paylaşmıştır. Bu Osmanlı elit zümresi  hiçbir zaman Türklük bilinci ve ırksal mensubiyet duygusuyla hareket etmemişlerdir. Özelliklede Fatih Sultan Mehmet (1451-1481)’in İstanbul’u altıktan sonra ben Türk’üm diyen bir padişah, ya da sadrazam, vezir, beylerbeyi, paşa gibi sivil ve asker  sesi duyulmamıştır. İstanbul fethi akabinde Türk vezirler görevden alınarak yerlerine; Sadrazam Rum Zağanos Paşa ile birlikte Hırvat, Sırp, Ermeni, Rum, Arnavut, Boşnak, Bulgar, gibi dönme devşirmelerden (Enderunlu) 34 vezir atanmıştır. Vezir-i Azam Çandarlı Halil Paşa, Türk olduğu için   görevlerinden alındıktan sonra idam edilmiştir. Bizans’ın tüm müesseselerini Osmanlı Devletine adapte  edilmiştir. Fatih kendi kardeşlerinin katliamı için özel kanun çıkarmış, Şeyhülislama da dine uygunluğu konusunda fetva almıştır. Fatih; Türk dünyasının kutladığı Nevruz törenlerini yasaklamıştır.  
       Osmanlı yönetiminde devletin en yüksek yürütme organları Türk’e kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun Okulları’na Türkler alınmamışlardır Osmanlı; Türk halkını yalnız savaşlarda can  vermek ya da vergilerini almak  için hatırlamıştır. Türk olmayı  hakaret olarak adletmişler. Osmanlı, Araplar ’ı kutsal “üstün ırk” saydıklarından Arap milliyetçiliği olan  “Ümmetçilik” anlayışı ile  “kimlikleri ve  kişilikleri” süreç içinde erozyona uğrayarak eriyip yok olmuştur. Osmanlı yöneticilerinin uyduruk dilleri, Osmanlıca’ nında idari mekanizmanın erimesinde en önemli unsur olmuştur.
        Bayındır Türkmenleri’nin  Doğu Anadolu, Azerbaycan,  Irak ve Iran bölgesinde kurdukları Akkoyunlu Devleti dili resmen Türkçe idi. Kuran’ı Türkçeleştirmiş ibadetleri Türk törelerine uygun hale getirmişlerdir. Fatih Sultan Mehmet, Otlukbeli’nde 11 Ağustos 1473’de Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan’ı yenerek esir alınan binlerce Türk’ü kılıçtan geçirir. Savaş dönüşünde  Fatih Sultan Mehmet; elinde bıçak olan birisine ne yaptığını sorar, o da öldürülen Türkler’in kulaklarını keserek küpelerini topladığını söyler. Bunun üzerine Fatih, işine devam etmesini buyurur.

Yavuz Sultan Selim (1512-1520)’in  Osmanlı tahtına geçmesiyle Türkmen sürgün ve katliamları  hat safhaya varır. 24 Ağustos 1514’deki Şah İsmail ile Yavuz Selim arasıda geçen Çaldıran Savaşı öncesi  40 Bin üzerinde kızılbaşTürkmen katledilir. Savaş meydanında öldürülen Türkmenler hariç... Prof.Dr.Faruk Sümer; Safevi Devleti’in Osmanlılardan daha Türk çok bir Türk Devleti olduğunu söyleyerek: Safevi Devletinin kurucuları; Anadolu Kızılbaş Türk oymaklarıdır. Devletin resmi dili Türkçe’dir. On iki hayvanlı Türk Takvimini kullanmaktadırlar. Askeri teşkilatlanmaları Türk sistemidir. Edebiyatı  vb. yazı sitemleri Türkçe’dir.... Demektedir ki, bütün kaynaklar bu hususu doğrulamaktadır. Yine Akkoyunlu Devleti ve Karamanoğulları Beyliği, Osmanlılar’dan daha Türktür. Çeşitli Türkmen oymaklarından ve Bayındır Beyleri’nin kurucusu olduğu aşiretler konfederasyonundan meydana gelen Akkoyunlular için John E.Woods; “300 Yıllık Türk İmparatorluğu” demektedir ki, isabetli bir saptamada bulunmaktadır. Kur’anı ilk Türkçe’ye çeviren ve Saray dahil her alanda Türk Dili’ni hakim kılan Akkoyunlular gerçek anlamda bir Türk Devletidir. Osmanlılar Türkleri aşağılarken Dede Korkut ise şöyle der: “Karanlıkta yolumu yitirirsem parolam Allah’tır/Soylu kuralın taşıyıcısı, efendimiz Bayındır Han’dır/Salur Kazan’dır savaş gününün galibi” Bölgede hüküm süren Akkoyunlu ve Safevilerin Türk Dilinin yöreye hakim olmasından rahatsızlık duyan Kürt Mollası İdris Bitlisi; Osmanlılar ile işbirliği yaparak Türkmenlerden intikam alır.    


      Yavuz Selim’e kadar Doğu Anadolu’da Türkmen hakimiyeti vardır. Yavuz ise; Şafi mezhebinden Nakşibendi tarikatından Kürt mollası Şeyh İdris-i Bitlisi’nin önerisi ve planlamasıyla Doğu ve Güney Anadolu’da Türkmenler katledilmişler, kurtulanlar ise Azerbaycan’a kaçmışlardır. Türkmenlerin hakim oldukları idari beylikler ve toprakları; Yavuz’un imzaladığı boş fermanları, İdris-i Bitlisi doldurarak Kürt Aşiret reisine ve ağalarına vermiştir. Böylelikle bugünkü doğudaki feodalizmin temelleri atılmıştır.
       İdrîs-i Bitlîsi  (Ö.8 Kasım 1520)  “Selim Şah-Nâme” adlı eserinde; başta Diyarbekir olmak üzere Kürdistan memleketinde “Kürt Beyleri ve Kürt taifesinin mülk, millet, mezhep ve irsi bağlarının” nasıl güçlendirdiğini anlatırken, şehir ve yöre adlarını tek tek vererek Kızılbaş Türkmenleri de nasıl katlettiklerini  “Allah’ın ve Padişah’ın yanında olan bir Molla olarak” zevkle ve kana susamış bir vampir edasıyla anlatmaktadır. Kürtler “dirlik ve birliklerini” İdrîs-i Bitlîsi’ye borçluyken, Alevi Türkler ise, Yavuz Selim ile İdrîs-i Bitlîsi’nin yaptıklarını lanetle anmaya devam edeceklerdir. Büyük bir Türk katili olan İdrîs-i Bitlîsi’nin bütün eserlerini Türkmen Tarihi  açısından “Türklük bilincine sahip bir tarihçimiz” tarafından incelenip gerçek anlamda “Anadolu Türk Tarihi”nin bir kesitini ayakları üstüne oturtulması gereklidir. Yunan mezalimini ağızlarında sakız eden bazı “Türk Milliyetçi Yazarları” Yavuz ve İdris-i Bitlisi’nin Türk katliamlarını görmezlikten gelmektedirler.  
       Yavuz dönemimde Osmanlı  yönetiminde görev alan İdris Bitlisi ve Bıyıklı Mehmet Paşa ile  Kürt Aşiret Ağaları’nın durumları için; bugün Kürt gruplarından KOMKAR  belgeli olarak şöyle demektedir ki çok ilginçtir:
“1535'ler de böyle bir icazet vererek, beylik topraklarının bölünmesini kolaylaştırmıştır. Kanuni Sultan Süleyman fermannamesinde aynen şöyle diyor: -Bey öldüğünde, eyaleti kaldırmayıp bütün hududu ile Mülkname'yi Humayun uyarınca oğlu bir ise, O'na kalacak, eğer müteadit ise, istekleri üzerine kale ve yerleri, aralarında paylaşacaklardır. Uzlaşmazlarsa, Kürdistan beyleri nasıl münasip görürlerse öyle yapacaklar ve mülkiyet yoluyla bunlara ebediyete kadar ila ebeddevran mutaarrıf olacaklardır. Eğer Bey, varissiz, akrabasız ölmüş ise, o zaman eyaleti, hariçten ve yabancılardan hiç kimseye verilmiyecek, Kürdistan beyleri ile görüşülüp ve ittifak edilip, onlar bölgenin Beylerinden veya Beyzadelerinden her kimi uygun görürlerse, ona tevcih edilecektir. (Hükmi Şerif, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, E. 11960 sayı-İstanbul) Kürt-Osmanlı Andlaşması'nın mimarı Mevlana İdris'tir. Bu anlaşmayı kabul eden ve gerekli bulan Yavuz Sultan Selim'dir. İkisi de 1520'de maalesef ölmüşlerdir. Sultan Selim, Mevlana İdris'e; -Git Kürdistan beylerini ve emirlerini topla, kendi aralarında bir beylerbeyi seçsinler demişti. Mevlana İdris ise, Kürt beylerini çok iyi tanıdığı için kestirmeden bir beylerbeyi Sultan'dan istemiş ve Bıyıklı Mehmet Paşa'yı tavsiye ederek bu işi noktalamış idi. Diyarbakırlı bir Kürt olan Bıyıklı Mehmed Paşa'da çok erken gitti ve bundan sonra Kürdistan Eyaleti Başkenti'ne Makedonlu komutanlar gelmeye başladı. Kanuni Sultan Süleyman, bilerek veya bilmiyerek 1533-34'lerde, Bitlis'i Şeref Han'dan alıp, bir fermanla Ulame Tekelu'ya veriyor. Direnen Bitlis Beyi'nin üstüne, Diyarbekir Beylerbeyi ve kuvvetleri ile bütün Kürdistan beylerinin kuvvetlerini de katıyor ve Ulame'yi başkomutan olarak atıyor. Aynı Sultan, 1535'ler de Bağdat seferini yaptıktan sonra Kürtleri tanımaya başlıyor veya bunlarsız bir şey yapamıyacağını anlayarak, babasının Amasya'da imzaladığı anlaşmaya yukarda verdiğim arşiv numaralı Hükm-i Şerif-i yayınlıyor. Neticeye baktığımızda, Kürdistan hükümdarları, çoğunlukla topraklarını bölmemiş ve statülerini 1850'lere kadar getirmişlerdir.”
       Yavuz Selim’in önce Erzincan Valiliğine atadığı, sonradan da bütün doğu ve güney doğuya bakmak kaydı ile Diyarbakır Eyaletine  getirdiği Diyarbakırlı Kürt Bıyıklı Mehmet Paşa ve danışmanı Bitlisli Molla İdris; bütün bölgeyi Türkler’den temizlerler ve yüzbin Kızılbaş Türk’ü katlederler. Bölgeden kaçamayan Türkler de kendilerini Kürt olduklarını söyleyerek kalırlar, baskılar sonucu da gerçekten Kürtleşirler.  Doğu sınırlarını Türklere kapatan Yavuz; korumalığını da Kürt aşiretlerine bırakır. 1517’de  Yavuz Selim’in Mısır’ı alması ve 74.ncü İslâm Halifesi olması ile  sünnilik resmi ideoloji haline gelir ve İslâmi Devlet kimliği  oluşur. Bu tarihten sonra  Araplar, Osmanlı  Devleti’nin yaşamı boyunca diğer halklardan  üstün ve gözde konumlarına devam ederler. Aleviler arasında Yavuz adı Yezid ile özdeşleşir ve lanetle anılır olur. Türk ulusal kimliği; Bozkırdaki Türkmenlerde yaşar ve ozanları Türkçe’yi geliştirir. Osmanlı Sarayı ise giderek soysuzlaşır ve yapay “Osmanlıca” denen yazı dili hakim olur. Bu nedenle Prof.Dr. Faruk Sümer; Safaviler için Osmanlılar’dan daha fazla Türktür demektedir.    
       Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) dönemi  Osmanlı İmparatorluğu’nun zirvede  olduğu bir zamandır. Ama Türkler açısından bir şey değişmez. Yine bu dönemde  zülüm, şiddet ve katliamlar devam eder. Kürt kökenli  Ebussuûd Efendi (1545-1574)’in Şeyhülislâm olmasıyla ve 30 yılda verdiği fetvalarla “Osmanlı toplum yaşamını” belirler ve  Kızılbaş Türkmen katliamı, “Sünni Şeriatı”na göre meşruluk kazandırır. Yedi Kızılbaş öldürene “Cennetin Anahtarı” verilir. Bugün Sünni din adamları tarafından  huşu ile anılarak “evliya mertebesi”ne çıkarılan Ebussuûd Efendi, Türk katliamcısı, yobaz, lanet okunacak bir zalim ve cellattan bir kişiden başka birşey değildir.  
       Hırvat kökenli ve Nakşibendi tarikatından  Kuyucu Murat Paşa 6.12 1606’da sadrazam olduktan hemen sonra  Anadolu’da geniş çaplı Alevi katliamı harekatı başlatır. 155 bin Alevi Türkmeni  diri diri kazdırdığı kuyulara gömdürür. Aman dileyen insanlara Kuyucu Murat Paşa’nın yanıtı; “Vurun şu pis Türk’ün başını” olmuştur. Cellatların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat Paşa üç yıl terör estirir.
      Köprülü Mehmet Paşa (1656-1661) Celali ayaklanmaları bastırmak ve eşkiya tedibi adı altında; Anadolu Türkmenlerini kırımdan geçirmiş sağ kalanlara da zülüm yapmıştır. Osmanlı  Vak’a-Nüvisleri ( tarihçileri) Naima ve Hoca Sadettin Efendi gibileri; kitaplarında katliamları ballandıra ballandıra anlatmaktalar ve  Alevi Türkler için; “nadan” yani “kaba Türk, idraksiz Türk, hilekâr Türk” ifadesini kullanmaktadır. Başka kitaplarda ise; ‘Türk iti şehre gelince farisice ürür.’ yazmaktadır. Osmanlının ünlü şairi  Nef’i ise “Tanrı, Türk’e irfan çeşmesini yasaklamıştır.” demektedir.
       İdrîs-i Bitlîsi ve Bıyıklı Mehmet Paşa’dan sonra Kürtlere en büyük destek sağlayan II.Abdülhamit olmuştur. Yavuz Selim’den itibaren iç işlerinde tam bir serbestlik olan bölgeye Prof.Dr.İlber Ortaylı’nın tesbitine göre “Kürt Hükümeti” denmekteydi ve “merkezi hazineye ipotek ödemezdi ve herhangi bir biçimde düzenli askeri hizmetlerle yükümlü değillerdi.” Böylesi bir bölgeye Abdülhamit, İslamcılığın bütünleştirici “ümmet” anlayışıyla birarada tutma fikriyle yeni bir yapılanmaya gidilir. Abdülhamid’in “Aşiret Mektebi-i Humayun”(1892-1907) adıyla açtığı ve aşiretlerden getirtilen şeyh ve ağa  çocuklarının eğitildiği okullardan mezun olanlar; beklentilerin yerine, devlete karşı örgütlenme yapan kadroları oluşturmuşlardır. Abdülhamid’in marifetlerinden biriside “Hamidiye Alayları”dır        
      Hamidiye Alayları, Dördüncü Ordu Komutan› Müşir Zeki Paşa’nın II. Abdülhamid’e önerisiyle 1890 yılında kurulmaya başlanır.14-15 Nisan 1891’de de “Nizamnâmesi” yayınlanarak yasal hale gelir. Ruslara yönelik olarak Şafi Kürtler’den oluşturulan Hamidiye Alayları amacına uygun faaliyette bulunmaz. Hamidiye Alayları daha çok eşkiyalık yapar. Ermeni ve Alevi köylerine baskınlar düzenleyip çapulculuk yaparlar 23 Temmuz 1908 ‘de İkinci Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra Eylül 1908 ayında Kürt Hamidiye Alayları’nın silahlarını ellerinden almak isteyen İttihat’çılar bunu başaramazlar  İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde Türkçülük akımı giderek güçlenir ve hakim olur. Şafi Kürtlerin ağa ve aşiret reislerinin çocuklarının  eğitildiği İstanbul’daki “Aşiret Mektebi”nde ve Hamidiye Alaylarında ise Kürt milliyetçiliği  filizlenmiş ve örgütlenmeye başlamıştır. Bu durum Doğu Anadolu’da Alevi-Şafi çatışmasını beraberinde getirir. Sonuçta; Okul Müdürü Kolağası Kamil Bey; “bunlar aşiret değil haşerat!” der...
Yazan: İsmail ONARLI



Yüklə 2,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   215   216   217   218   219   220   221   222   ...   269




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin