OSMANLI NÜFUSUNUN DİNİ VE ETNİK DAĞILIMI
Osmanlı devletinde milliyetçilik sorunu, 1878 yılından itibaren Balkanlar’da Sırbistan, Bulgaristan, Karadağ, Romanya ve Yunanistan gibi bağımsızlığını yada özerkliğini yeni kazanmış olan devletlerin tarihsel hak iddiasıyla daha fazla toprak elde etmeye çalışmalarından sonra yeni bir boyut kazandı. Bu devletler, Dobruca ve Doğu Bulgaristan’ın sancakları gibi bölgelerde Müslümanların daha ağır basmasına rağmen ortaya çıkmışlardı. Balkan Hıristiyanlarının bir devlet kurmayı başarmış olmalarından cesaret alan diğer Hıristiyan topluluklar, örneğin Ermeniler, egemen Müslüman çoğunluğunun isteklerini yine göz ardı ederek kendi bağımsızlıklarını kazanmaya çalıştılar. Ayrıca bazı Müslüman topluluklar -örneğin Kürtler- (aşağı yukarı Ermenilerin talep ettiği topraklarda yaşıyorlardı), Balkanlar’daki Arnavutlar ve Suriye’deki Araplar da idari özerklik talebinde bulunmaya başlamışlardı.
1878 yılından sonra Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında yükselen milli bilinç, esas olarak etnik ve dilsel bağlardan kaynaklanmaktaydı. Her etnik topluluk, bilinçli olarak ya da olmayarak, kendi sayısal gücüyle ilgilenmeye başlamıştı.
Belli başlı üç bölge -Makedonya, Doğu Anadolu ve bir dereceye kadar da Trakya ve Batı Anadolu- çatışan milliyetçi emellerin savaş alanı haline geldi.
Avrupalıların Osmanlı nüfusuna gösterdiği ilgi, bu ilgiyi uyandıran asıl unsur olan Balkanlar’daki Hıristiyan nüfusun yazgısı sorunu Berlin Antlaşması’yla birlikte ortadan kalkmış olduğu için 1878 yılından sonra büyük ölçüde azaldı: ‘’Doğu sorunu’’ temelde daima bir ‘‘Hıristiyan nüfus sorunu’’ olagelmişti.
İngilizler, nüfusun büyük bir bölümünü Ermenilerin oluşturduğunu iddia ettikleri Doğu Anadolu vilayetlerinin nüfusuna ilişkin rakamlarla, buradaki performanslardan sorumlu olmaları nedeniyle, ilgilenmeyi sürdürdüler
Rumlar
Osmanlı devletindeki Helenler, 1821 yılındaki Yunan ayaklanmasına dek başka hiçbir etnik topluluğun sahip olmadığı ayrıcalıklı bir konumdan yararlandılar. Ulusal üstünlük iddiasında bulunan, ancak bu iddiaları sultanın öne çıkardığı Müslüman evrenselcilik ve Osmanlı-Müslüman enternasyolizmi, tarafından uzun süredir bastırılmış olan Türkler bile böyle bir ayrıcalığa sahip değillerdi. Rumlar, patrikhane ile tarihsel bağlarından dolayı Avrupa ve Asya’daki bütün Ortodoks Hıristiyanlığın temsilcisi ve sözcüsü durumuna gelmişlerdi. Ortodoks Patrikhanesi, Osmanlı gücünün koruması altında, Bizans’ın en parlak günlerinde bile yaşamamış olduğu bir iktidar ve ayrıcalık konumundan yararlanıyordu. Osmanlı idaresi, 1840’lı yıllara dek imparatorluktaki bütün Hıristiyan Ortodokslardan Rum olarak söz etmişti. Rumlar İslam dinine geçmek zorunda kalmadan yüksek Osmanlı bürokrasisinde önce tercümanlık, 1711’den 1821 yılına kadar da Eflak ve Boğdan yöneticiliği (Fenerliler olarak biliniyorlardı) konumlarına getirilen ilk etnik topluluk oldular. Avrupa’daki kapitalist düzenle ilk olarak Rumlar bütünleştiler. Bu düzenden en başta yararlananlar ve savunuculuğunu yapanlar da yine onlar oldu.
Batı’nın kültürel köklerinin Antik Yunan uygarlığına dayandığını keşfetmiş olan İngilizler ve Fransızlar, bağımsız bir Yunanistan’ın kendi sanayi mamullerinin Doğu’ya dağıtımında ekonomik bir rol oynayabileceğini düşünüyorlardı. Dolayısıyla Batı’nın Antik Yunan’a olan büyük hayranlığı salt tarihsel bir romantizmden değil, aynı zamanda ekonomik değerlendirmeden de kaynaklanıyordu.
Anadolu’da Rumların 18. yüzyılın ortasından önceki nüfuslarının oldukça düşük olduğu görülüyor. 1830 yılında İzmir nüfusunun 80.000 Türk ile 20.000 Rumdan oluştuğu tahmin ediliyordu; bununla birlikte, 1860 yılında 75.000 Rum ve 41.000 Türk (Müslüman) vardı. Çünkü Ege adalarındaki Hıristiyan nüfus, 1839 ve 1856 fermanlarının getirdiği olumlu koşullar nedeniyle hızla artmaya başlamıştı. İş bulmakta güçlük çeken bir çok kişi Batı Anadolu’ya göç edip yerleşti.
Ekonomik koşullar, Rum göçmenlerinin işini kolaylaştırmıştı. Zorunlu askerliğe ya da diğer çeşitli ağır yükümlülüklere tabi değillerdi. Ekonomik güçlüklerin yoğun baskısı altındaki Müslümanlar, aile fertlerinin sayısını küçük tutarken, askeri yükümlülüklerden muaf tutulan ve gelirlerine oranla önemsiz bir vergi ödeyen Rumlar büyük aileler kurup geçindirebiliyorlardı.
Rum kolonicilerin akını yalnızca Ayvalık (bu kent otuz yıl gibi kısa bir sürede, 40.000 insanın yaşadığı, hastanelerin ve okulların kurulduğu ve limanında 2.000 gemi barınan önemli bir Rum kültür ve sanayi merkezi haline gelmişti) gibi kıyı kentleriyle sınırlı kalmamıştı; Rumlar aynı zamanda Manisa, Akşehir ve Aydın gibi iç kesimlerdeki kentlere ve onların yönetiminde gelişen ekonomik ferahtan yararlanan başka pek çok yere yerleştiler.
Rumlar göçmen tüccarların birkaç yıl içinde Müslümanların yerini alması, bütün köy ve kasabaların etnik bileşimini değiştirdi. Bu, önceden belirlenmiş bir kolonileştirme planın gerçekleştirilmesinden çok (bununla birlikte sonunda böyle bir plan biçimlendi) ekonomik fırsatların değerlendirildiği bir süreçti. İzmir yakınındaki kentlerde Müslümanların oranı büyük ölçüde düşmüştü. Örneğin, 1305-1326 (1887-1908) yılları arasındaki 19 yıllık sürede, Çeşme nüfusunun %19,1’ini oluşturan Müslümanların oranı %16’ya kadar düşmüştü; Bu oran Urla’da %20,6’dan %12,4’e; ve Seferihisar’da %64,5’ten %58,6’ya düşmüştü. Bu durum kazaların çoğu için de geçerliydi. Aynı 19 yıllık süre içinde ve aynı bölgede Türk nüfusunun oranının da düştüğü görülmektedir: Türklerin oranı, Çeşme’de %12’den 10,9’a; Urla’da %34,9’dan 24,7’ye ve Seferihisar’da %82,1’den 74’e düşmüştü.
Bu arada zengin Rumlar, çocuklarını yüksek eğitim kurumlarına gönderiyorlardı:
Bu genç adamlar doktor, tüccar ya da öğretmen olarak geri döndüklerinde başkalarına örnek oldular ve onları da harekete geçirdiler. Bunlar ateşli bir özgürlük tutkusu ve özlemi içindedirler ve yabancı idareye karşı köklü bir hoşgörüsüzlükleri var. Bugünkü hareket elli yıl daha sürdüğü takdirde son derece önemli ve menfaat çatışmasını içerecek bir siyasal sorun baş gösterecek ve çözüm bulunmasını gerektirecektir.
Gerçekten de, Anadolu’ya göç eden Rumların bu başarısı, yaklaşık 35 yıl sonra Atina’nın saldırıya geçmesi ve 1919-1922 yılları arasındaki kanlı Türk-Yunan Savaşı ile sonuçlandı.
Osmanlı devletinde yaşamakta olan Rum nüfus, kapsamlı ve doğru olarak ilk kez 1881-82-1893 Osmanlı sayımında belirlendi.
Rum nüfusun bütün Osmanlı topraklarına dağılmış olduğunu ve en yoğun olarak Yanya, Ege adaları, Edirne, Selanik, Manastır, Trabzon ve İstanbul vilayetlerinde bulunduğunu gösterdi. 1.234.550 erkekten ve 1.097.641 kadından oluşan toplam Rum nüfusu 2.332.191 idi. (kadınlar için verilen toplam rakam yuvarlandığında ve %8’lik bir hata payı eklendiğinde elde edilen diğer toplam rakam ise 2.666.628’dir.) Daha sonra 1895 yılındaki nüfus için verilen resmi Osmanlı rakamları, Rum nüfusunun 2.377.343 ‘e (düzeltilmemiş) yükseldiğini göstermekteydi. Sonuç olarak, 1911 sayım rakamları Yanya, Epir, Makedonya, Trakya ve adaların Sırbistan ve Yunanistan’a verilmesinden (1912-1913) ve Arnavutluk’un bağımsızlığını kazanmasından sonra Rumların sayısının hala 1.729.657 (düzeltilmemiş rakamlar) olduğunu yada kabaca Osmanlı devletinin toplam nüfusunun %9 ‘unu oluşturduğunu göstermektedir. O dönemde Rum nüfusunun çoğunluğu (yani %50’den fazlası) Edirne, Aydın (İzmir), Trabzon, Canik (Samsun), Karesi ve İstanbul gibi en zengin ve ticaretin en yoğun olduğu vilayetlerde yoğunlaşmıştı.
Türk-Yunan siyasal ilişkileri tarihin nüfusla ilgili meselelere ilişkin son sayfası 1926 yılında -yani Anadolu’daki Yunan işgalinin 1919-1922 yılları arasındaki kanlı savaşla geri püskürtülmesinden sonra- yazılmıştı. Savaştan sonra bir nüfus mübadelesi olmuş, Anadolu Rumlarının bir bölümü Yunanistan’ın bir parçası olan Makedonya’daki (Selanik) ve Doğu Trakya’daki Türklerle yer değiştirmişti. İstanbul’da yaşayan Rumlar ve Batı Trakya’daki Müslümanlar bu mübadeleye dahil edilmemişlerdi.
Bulgarlar
Slavca konuşan ve kökleri Turanlılara dayanan Bulgar halkı, esas olarak Tuna’yla Balkan Dağları arasına sıkışmış olan dörtgen bir toprak parçasında ve aynı zamanda bu dağların, güneyde Trakya’ya ve etnik bakımdan Sırplarla Yunanlılar arasında bir çekişme konusu olan Makedonya’ya uzanan güney eteklerinde yaşıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğunun Tuna eyaleti, Bulgarca konuşan nüfusun önemli bir bölümünü içine alıyordu.
Mithat Paşa’nın 19. yüzyılın ikinci yarısında Tuna vilayetinde uygulamaya koyduğu ilerici düzenlemeler sayesinde tarımsal üretim artmış ve idare ıslah edilmişti. Bu arada hükümetin bölgede yaptığı geniş çaplı askeri harcamalar yörenin ferah düzeyini arttırmıştı. Bu, Bulgarların dağlık bölgelerden önce vadilere (Rodoplar’da daha erken başlayan bu sürece başlangıçta Kırcaali isyanları neden olmuştu), sonra da kentlere göçüne iyice hız verildi. Böylelikle Bulgar nüfusunun bazı kesimleri, 19. yüzyıl boyunca kentleşmeye ve Romanya’daki Tuna limanlarında, İstanbul’da ve hatta Rusya’da etkin olan seçkin bir tüccar sınıfının ortaya çıkmasına bağlı olarak bir dönüşüm geçirdi.
Bulgarlar başından beri umutlarını, bir süre Çarla yakınlık kuran, sonra İngilizlerin himayesini tercih eden Rumlardan farklı olarak Rusya’ya bağlamışlardı. Moskova’da ortaya çıkan Slavcılık hareketi, çoğu Moskova’da veya başka Rus kentlerinde eğitim almış olan -çoğu zaman Rus Slavcıların verdiği özel burslardan yararlanarak- milliyetçi Bulgar aydınlar arasında hazır yandaşlar bulmuştu. Bulgaristan’da başlangıçta az sayıda yandaşı olan milliyetçi hareket, Rusya’nın 1877-78 ‘de gerçek bir neden olmaksızın Osmanlı devletine savaş açmasından ve Çarın ordularının İstanbul kapılarında durduruluncaya dek Balkanlar’da tozu dumana katmasından sonra meyvelerini vermeye başladı. Bu ilerleme sırasında Rus askerleri ve Bulgar çeteleri bir çırpıda 200.000 ile 300.000 Müslümanı öldürmüş ve Tuna’dan İstanbul’a kadar uzanan bölgede yaşayan bir milyondan fazla insanı yerinden yurdundan etmişlerdi. Müslümanların 1877-78’de Tuna ve Edirne vilayetlerinden sürülmesi, Philippopoplis, Rusçuk, Varna, Burgas ve Edirne’de vs. görev yapan İngiliz konsolosluk temsilcilerini raporlarında en korkunç ayrıntılarına dek anlatılmaktadır. Bu kayıtlar İngiliz Kamu Kayıtları Dairesi’nde mevcuttur.
Müslüman nüfusun büyük bir bölümünün yer değiştirmesinin ardından 1878 yılında Berlin Antlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte Bulgarların, özerk Bulgar prensliğinde ve Doğu Rumeli’de (antlaşmanın 1885’te toptan ihlaliyle ilhak edildi) sayısal üstünlüğü oluşturdukları resmen kabul edildi. Bulgar lehçesi konuşan halk, 1878 yılından sonra Makedonya’da, Osmanlı idaresi altında kaldı ve daha sonra Bulgaristan, Sırbistan (1918’den sonra Yugoslavya), Yunanistan ve Osmanlılar arasında bir çekişme konusu oldu. 1913 yılında Balkan Savaşı’nda yenilgiye uğrayan Osmanlılar, Makedonya ve Trakya’nın büyük bir bölümü üzerindeki hakimiyetlerini kaybederek bu çekişmede taraf olmaktan çıktılar.
Osmanlı idaresi tarafından Ortodoks milletin bir parçası olarak görülen ve 19. yüzyılın ikinci yarısına dek ayrı bir etnik topluluk olarak sınıflandırılmayan Bulgarların (1831 sayımında yer yer etnik isimleriyle anılıyor olsalar da) kendilerine özgü istatistiksel bir tarihleri vardır. Oysa önceki yüzyıllarda Balkanlar’da bulunmuş olan seyyahlar, Bulgarlar’ dan daima ayrı bir millet olarak söz etmişlerdi. Bulgar kimliğini bir simgesi olarak kabul edilen Ohri Kilisesinin 1767’de kapatılmasından (büyük ölçüde İstanbul’daki Ortodoks Patrikhanesi’nin çabaları sayesinde) sonra Bulgarlar, Yunan okullarının ve kiliselerinin yoğun Helenleştirme girişimlerine maruz kaldılar. Helenleştirme süreci, tüccarların önderliğindeki Bulgar cemaatinin sultanın da onayını alarak 1850’li yıllarda ulusal bir kilise için harekete geçmesinden sonra durma noktasına geldi. Bu hareket 1870 yılında Bulgar Ortodoks Kilisesi’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Bundan böyle Bulgar Ortodoks Kilisesi’ni seçmekte ya da Rum Patrikhanesi’ne bağlı kalmakta özgür olan Bulgar cemaatleri, böylelikle aslında Bulgar ya da Rum milliyetinden yana siyasal bir beyanda bulunmuş oluyorlardı.
Tuna vilayetindeki Ortodoks Hıristiyanların çoğu ve Makedonya’dakilerin yaklaşık üçte ikisi Bulgar Ortodoks Kilisesi’nden yana karar verdiler. (Bulgarların çoğunun kendi ulusal kiliselerine bağlanmayı seçmesinden sonra patrikhane, esas olarak Osmanlı devletindeki Rumları temsil etmeye başladı ve bu arada Yunanistan’da bağımsız bir Yunan kilisesi kuruldu.)
Bulgar nüfusunun 1800-1878 yılları arasındaki tam sayısı, Bulgar-ulus devletinin oluşmasına eşlik eden olağandışı koşullar nedeniyle belki de hiçbir zaman bilinmeyecektir.
Dostları ilə paylaş: |