1821 İhtilalinin, Türk-Yunan ilişkilerinde önemli bir yeri vardır. Türklerin problemleri, Yunanlıların ayaklanması ile birlikte başladığı için, İhtilal ortamını, üçüncü bir kaynaktan değerlendirmeyi daha uygun gördüm. Bu konudaki Türk kaynakları yetersiz. Yunan kaynakları ise gülünç denecek kadar tek taraflı. Yunan propagandası, 1821 ihtilalini öylesine ustalıkla işledi ki, dünya kamuoyu kandırıldığını henüz anlayamadı. Yunanistan, gerçeği açığa vuran kaynakları ortadan yok etti, yerine kendi hazırladığı ya da yabancı dostlarına hazırlattığı düzmece sahte kaynaklar koydu.Yunan ihtilalinin içyüzünü gün ışığına çıkaran yabancı kaynaklı kitaplar, Amerika, Fransa, Almanya, İngiltere kütüphanelerinden çalınmış, kitapevlerindeki kopyaların tümü satın alınarak imha edilmiştir.
Yunanlılar aleyhlerine yazılmış kitaplara hiç tahammül gösteremezler bunlardan biri de David Howarth'in yazdığı “Greek Adventure”dir. Howarth, 1821 ihtilalini yerinde izlemiş, İngiliz, İtalyan, Fransız, Alman subay ve gazetecilerin ülkelerine döndükten sonra yazdıkları kitap, makale ve günlükleri tek tek inceleyerek bu kitabı hazırlamıştı. David Howarth'ın "Greek Adventure" kitabında okuduklarım beni tiksindirdi. Bu kitabı bir Türk yazmış olsaydı, kimse okuduklarına inanmayacaktı. Şimdi, 1821 ihtilalinin nasıl patlak verdiğini, o günlerde neler olduğunu, "Greek Adventure"den okuyalım:
"Waterlo savaşları sırasında, Yunanistan, medeni dünyadan uzak, ilkel bir ülke idi. Yaşam, kiliseler, koyun ve keçi sürüleri ile bereketsiz, kurak topraklar üzerinde akıp giderdi. Avrupa'da yaşanan büyük olaylar, Yunanlıları hiç ilgilendirmez, halksa, köylerini çevreleyen dağların ötesinde neler olduğundan habersiz yaşardı.
Türkler, bu toprakları 350 yıl yönetmişlerdi.
Yunanistan, tarihi boyunca hiçbir zaman bir devlet olamamıştı. Eski Yunan zamanında da, birbirinden ayrı, kent devletlerinden oluşan bir ülke idi. Atinalılar, Ispartalılar, Kokentliler, Argoslar, Tepliler, bu topraklarda yaşayan kavimler olup, çoğu zaman birbirleri ile savaş durumundaydılar. Sonra İskender İmparatorluğu'nun bir parçası oldular. Daha sonra Romalılar geldi. Ve nihayet Bizans İmparatorluğu'nun bir vilayeti olmaktan öteye gidemediler.
Bu vilayet zamanla, Slavların, Doğu ve Güneyden gelen sayısız göçlerin istilasına uğramıştı. 1204'de Haçlılar ordusu bu toprakları, Bizans'tan ayırıp parçalara böldü. Bu parçalar, hemen hemen Avrupa'nın bütün ülkelerine mensup Feodal Kontlar ve Baronlar tarafından yönetilmişti.
Türkler, 1453'de İstanbul'u fethettikleri zaman durum böyle idi. Ancak Türkler zamanla bütün Yunanistanı sınırları içine aldılar.
Bu yüzden, Yunanistan'da yaşayan insanlar, kendilerini hiçbir zaman bir milletin fertleri olarak hissedememişlerdir. Buna rağmen Yunanlı olduklarına inanıyorlardı, ama bu duygu milli ve ırkçı olmaktan ziyade dine dayanan bir inançtı. Bu insanlar için Yunanlı demek, Ortodoks Yunan kilisesinin bir üyesi demekti. Milli yurtseverlik, onların deneyleri dışında kalıyordu. Zaten onları yurtseverliğe bağlıyacak bir şeye sahip olamamışlardı.
Yunanistan'ın dışında yaşayan Yunanlılar, kendilerinin özgür bir vatanları olması gerektiğine inanıyorlardı. Bunların çoğu Yunanistan'ı rüyalarında bile görememişlerdi. Türklere karşı ihtilal yapmaktan söz edenler de bunlardı.
Avrupa'daki bazı Yunanlılar ise, İstanbul'u alıp, Hıristiyanlığın zaferini kutlamak için, büyük emeller kuruyor, Rus çarının ve Avrupa devletlerinin kendilerini destekleyeceğine inanmıyorlardı. Aslında bütün bu hayallerin arkasında kuşkusuz yabancılar gizleniyordu.
Dış ülkelerdeki Yunanlılar, yabancı dostları ve Yunan kilisesi ile beraber, yüzlerce yıl önce olduğu gibi, dinsizleri temizlemek için bir Haçlı Ordusu kurmak ve Türklere karşı kutsal bir savaş açmak istiyorlardı.
1821 yılı yazında Yunanistan'da, Türklere karşı ihtilal patlak verdi. Alev etrafı o kadar hızlı sardı ki, hiç kimse, ilk Türklerin nerede, niçin ve kimin tarafından öldürüldüklerini söyleyemez. Resmi kayıtlara göre ilk önderliği Kilise yaptı. Savaşın ilk nedeni, kutsal dini bir savaş olarak açıklanabilir.
Patras Piskoposu Germanos, Haçını havaya kaldırarak halkı silahlanmaya çağırdı. Patras o günlerde zengin ve güzel bir şehirdi. Dış dünyaya açıktı. Burada Yunanlılarla birlikte bir hayli de Türk yaşıyordu. Türkler, dağlardan bir kalabalığın geldiğini duyunca, kendilerini korumak için, kentin kalesine çekildiler. Daha Piskopos Germanos ile ihtilalciler şehre girmeden Hıristiyanlarla, Müslümanlar caddeler de birbirlerini öldürmeye başlamışlardı. Rumlar, Germanos'u bir kurtarıcı gibi karşıladılar. Gelenler, Türklerin boş evlerini yağmalamaya başlamışlardı bile. İhtilalciler, şehrin ana meydanına törenle bir haç diktiler. Liderlerinin ağzından çıkan tek söz "Hıristiyanlara barış, Konsoloslara saygı, Türklere ölüm" idi.
Durum Peloponez'de de aynı oldu.Bütün yarımadada Yunanlılar ayaklanmış Müslüman komşularını öldürmüşlerdi. Bunu belki Hıristiyanlık adına, yahut özgürlük adına ve hepsinden daha fazlası, onları soymak, öç almak için kilisenin kıskançlığından, yahut kişisel kinleri sonucu yapmışlardı. Bu katliamlar başladıktan sonra bir sebep aramalarına gerek kalmamıştı. Hepsi çılgınca kana susamışlar, bunun için öldürüyorlardı. O yılın Mart ayında Pelopones'de 25 bin Müslüman ailenin şehrin dışında yaşadıkları ve çiftçilik yaptıkları biliniyordu. Nisan ayında Paskalya şenlikleri yapılırken, bunlardan tek kişi canlı kalmamıştı. Cesetler, ilkbahar güneşinin ısıttığı topraklar üzerinde, tarlalarda çiçekler arasında terk edilmişti. Yaz sıcakları başlayınca, buralarda kuruyup çürüdüler.
Piskopos Germanos ile diğer kilise liderlerinin bu çılgınca soykırımları dehşet yaratmıştı. Savaş süresince Germanos'a daha başka liderler de katılmış, ve bunlar birer kahraman gibi alkışlanıyorlardı.
Kolokotronis de köylülerin ve asillerin aradığı bir liderdi. İngiliz ordusuna at satarak zengin olmuştu. İngilizler hizmetlerine karşılık ona Binbaşı rütbesi vermişlerdi. Kolokotronis ihtilal içindeki yerini aldığı zaman 50 yaşında idi, 6 bin kişilik özel bir birliği vardı. İlk savaşı fiyaskoyla bitti. 500 kişilik bir Türk suvari birliği tarafından bozguna uğratılmıştı. Kolokotronis adamlarıyla birlikte kaçtı. Hem de öyle hızlı kaçtı ki, silahlarını bile bırakmıştı.
Savaşın aleyhlerine döndüğünü sezince kaçmak, Yunanlıların geleneği idi. Yunanlılar, Avrupa orduları gibi ne bir savaş düzenini benimsiyorlar ne de düşmanla göğüs göğüse savaşıyorlardı. Savaşmak için önce kendilerini koruyacak siper arıyorlardı. Bu genellikle bir kaya oluyordu. Bulamazlarsa, kendileri taşlardan küçük bir duvar örerek arkasına geçip ateş ediyorlardı. Savaşırken, bağırarak düşmana ahlaksızca küfürler ediyor, aşağılıyor, alay ediyorlardı. Ateş ederken, silahı kalçalarından tutuyor, tetiği çekerken de gözlerini yumup başlarını geriye çeviriyorlardı. Bu yüzden ancak birkaç kişiyi öldürebiliyorlardı. Tesadüfi bir kurşunla biri vurulup öldü mü, savaşı unutup vurduklarını soymak için yanına koşuyor, ceplerini boşaltıyor, sonra kafasını kesip gövdesinden ayırıyorlardı. İhtilalcilerin ekonomik kaynakları şeflerinin yaptığı soygun ve yağmalardan oluşuyordu.
İhtilalin başlamasından beş ay sonra Monenvasia şehri düştü. Bu kent ve kalesi denizden yükselen yalçın kayalar üzerinde kurulu idi. Kentte yaşayan Türkler asker, devlet görevlisi, tüccar ve bunların aileleri ile civar köylerden gelerek kaleye sığınmışlardı. Korkunç bir açlık hüküm sürüyordu. Yiyecekleri sadece deniz yosunları idi. Hatta bir insan cesedi ele geçirip kaleye getirmek için geceleri umutsuzlukla dışarı fırlıyorlardı. Yunanlılara teslim olurlarsa başlarına gelecek felaketi biliyorlardı. Kaleyi kuşatan Yunanlı eşkıyalar, Türkleri boğazlamak, ırzlarına geçmek ve mallarını yağmalamak için sabırla bekliyorlardı. Yunanlılar, kale içindeki Türklere teslim oldukları takdirde canlarına dokunulmayacağını bildirdiler. Hatta papazlar, teslim olacakların gemilere bindirilerek Türkiye sahillerine bırakılacaklarını vaat etmişlerdi. Gemilere 500 kişi bindirildi. Bu 500 Türk hiçbir zaman ayaklarını karaya basmadılar ve ne oldukları hakkında hiçbir şey öğrenilemedi. Kalenin içinde kalan binlerce Türk ise, kapılar açılır açılmaz, Yunanlıların saldırısına uğradılar, öldürüldüler, malları yağmalandı.
Avrupa'da, "Yunan Mucizesi" diye duyurulan zaferin gerçek yüzüydü bu. Ancak, Avrupalıların inandığı anlamda, Yunan silahlarının ve Hıristiyanlığın bir zaferi değildi.
Düşen ikinci kale Navarin idi. Türklere, teslim olurlarsa, Afrika sahillerine götürülüp serbest bırakılacakları vaat edilmişti. Türkler şartları kabul ettiler. Anlaşmayı yapan Yunanlı, bir İngiliz Albayına öğünerek; "Anlaşmanın tek kopyası vardı, onu da yırttım, artık hiç kimse hak iddia edemez.." demişti. Türkler, bu söze, ya inandıklarından ya da başka çareleri kalmadığı için, kalenin kapılarını açtılar. Yunanlılar bir anda içeri saldırdılar ve kentin 2 bin kişi olan bütün halkını boğazladılar. Katliamı gören bir papaz, kadınların nasıl çırılçıplak soyularak, deniz kenarına götürüldüklerini, orada nasıl ırzlarına geçilerek boğulduklarını, çocukların dövülerek veya kayalara çarpa çarpa nasıl öldürüldüklerini anlattı. Yunanlılar, kurbanlarının kol ve bacaklarını kesmekten büyük zevk duyuyorlardı. Aylarca sonra Navarin'e giden yabancılar, şehri saran leş kokusuna kolay alışamamışlar, köpek, fare ve kuşların hala duvarların çevresinde kol ve bacakları kesilmiş cesetleri nasıl yediklerini görmüşlerdi. Yunanlılar ise gelen yabancılara, güçlerini göstermek için, öldürdükleri Türklerin sayısını ve nasıl öldürdüklerini anlatıyor, harabelerin içinde alıkoydukları kız ve erkek çocuklarını onlara ikram ediyorlardı.Yarı çıplak ve korkudan çılgına dönmüş çocukları cinsi arzularını tatmin için öldürmemişlerdi.
Yunanlıların, Tripolitsa kalesine saldırırken barbarlıklarına yirmi kadar Avrupalı tanık olmuştu. Bunlardan biri de İskoçyalı Albay Thomas Gordon idi. Albay aklı başında, tecrübeli ve dürüst bir askerdi ve Yunancayı iyi biliyordu. Tripolitsa da gördüğü olaylar o kadar dehşet vericiydi ki, utanç verici olayların, sonsuza değin bilinmesini istedi. Bugün bile olay tanıklarının anlattıkları öykülerin tekrarlanmaması daha iyi olur. Sanırım, bu kadarını söylemek yeterli olur. İki gün içinde, on bin Türkün yaşadığı şehirde tek canlı kalmamıştı. Bunların çoğu, kafası, kolları ve bacakları kesilerek öldürülmüşlerdi. Bu katliamdan sonra binlerce Yunanlı kendi ölçülerinde birer varlıklı kişi olarak yaptıkları soygundan elde ettikleri ganimetleri saklamak için köylerine dönmüşlerdi. Esirlerin değeri o kadar düşmüştü ki, artık kimse onları elinde bulundurmak istemiyordu. Ölüleri kimse gömmediği için, Tripolitsa şehrinde dayanılmaz pis bir koku her yanı sarmış, içme suları zehirlenmiş, kolera salgını baş göstermişti.
"Filotimo" Yunanca bir sözcüktür. "Haysiyetli" anlamına gelir. Yunanlılar için etnik bir ünvandır. Yunanlı en azından yakın geçmişe kadar yaşamını iki ayrı yüzeyde sürdürdü. Bir tanesi hepimizin yaşadığı normal dünya, diğeri de hayallerinde yaşattığı idealler. Bunlardan ilki, yaşadıkları gerçekler, ikincisi kendilerinin yarattıkları hayal alemiydi.
Gerçekte herkesin bildiği, gördüğü ve inandığı olayları bir Yunanlı kabul etmeyip, böyle bir şeyin hiçbir zaman olmadığını iddia edebilir. Örneğin, eşkıyaları yüceltip övdüren, onları soylu Yunan geleneklerinin koruyucuları yiğit şövalyeler düzeyine yükselten Yunanlıların bu karakteridir. Yoksa hepsi, milli kahraman olarak tanıtılan eşkıya ve korsanların gerçeke, uyuz, pis, doymak bilmez, kaşarlanmış hırsızlar olduklarını deneyleri ile bilirler. Ne var ki bir Yunanlı için bu iki şey eş değerdir.
Bir Yunanlı "Filotimosu" söz konusu olunca gerçekleri hiçbir zaman olduğu gibi kabul edemez. Lord Byron'un dediği gibi "Yunanlılar gerçeği kavrama yeteneğinden yoksundurlar. Her Yunanlı Yunanlılar hakkında abartılmış düşüncelere sahiptir."
Benim gibi açık düşünen her gezgin, onlara hayranlık duymaktan kendini alamaz. Bu belki de duyarlılığın bir sonucudur. Onların yumuşak başlılıkları karşısında kendimi Yunanlılara karşı borçlu hissettim, 150 yıl önce atalarını birden bire canavarlaştıran nedeni düşündüm. Bunun genel açıklaması yüzyıllar boyu Türklerin baskısı altında yaşamanın onlarda Türklere karşı duydukları nefret idi. Bundan dolayı öç almışlardı. Fakat bana kalırsa işin içinde başka nedenler var. Türklerin yönetimi bilindiği gibi kötü değildi. Nefret, canavarlaşmaya bir hoşgörü olamaz. Bence bunun nedeni düşünülenin tam tersiydi. Bir zamanlar Yunanlılar, Türkleri çok severlerdi. 350 yıl sürekli olarak onların etkisi altında kalmışlardı. Onları Türklerden ayıran tek şey kilise idi. Hıristiyan olmalarına rağmen, onlar batılıdan daha çok gelenek ve davranışlarında doğulu kalmışlardı. Ben bugün bile Türklerin etkisinden tam olarak kurtulduklarını sanmıyorum.
1821 İhtilali döneminde, Yunanistan'da yaşayan yabancıların sayısı, parmakla sayılacak kadar azdı. Bu yüzden Avrupa ülkeleri Yunanistan'da neler olup bittiğini bilmiyordu. Yunanistan dışına gönderilen raporlar savaşa katılmamış, Atina'da yaşayan aydın romantikler tarafından hazırlandığı için, Yunanlıların ideallerine uygun ölçülerde kaleme alınıyordu. Bu yüzden, Avrupalılar Türkleri kınarlarken, barbarlık edenin ve katliamı başlatanın Yunanlılar olduğunu bilmiyorlardı. Bütün yabancı devletler, Yunanlıları, Osmanlı İmparatorluğu'nun vatandaşı olarak kabul ederken, Avrupa kamuoyu onları, İslamlara karşı yiğitçe savaş veren Hıristiyanlar olarak alkışlıyordu.
Avrupalıların, Yunanlılardan yana olmalarının sebebi onların sadece Hıristiyan olmaları değil, aynı zamanda Yunanistan'ın tarihi idi. O zamanlar eğitim klasik yöndeydi. Dil, felsefe ve eski Yunan güzel sanatları bu eğitimin temelini oluşturuyordu. Bu arada "Yunan dostları" diye tanınan bir zümre, Avrupalıların, Yunanlılar hakkındaki inançlarını yanlış yola çeliyordu. Bu "Yunan dostları", klasik edebiyat bilginleri, idealistler, şairler ve bütün Avrupa'ya yayılmış tutucu ve romantik politikacılardan oluşuyordu. Bunlar, Yunanlıların hiçbir zaman akıllarından dahi geçirmedikleri yeni bir etnik anlayışı, çevrelerine yayıyorlardı. Bunlara göre Yunanlılar, eski Yunanlıların soyundan gelen onların zeki ve yiğitliklerini görünmez bir şekilde taşıyan insanlardı. "Yunan dostları" tam beş yıl bu hayal yolunda ölmekle kalmayıp, sürekli bu dava için büyük paralar harcadılar. "Yunan dostları"nın savundukları bu düşünce hiçbir zaman doğru değildi. Bugünün İngilizleri, Saksonlara ne kadar yakınsa, Modern Yunanlılar da eski Yunanlılara o kadar yakındır. Her iki milletin kanı binlerce yıldan beri süregelen göçler ve istilalara karışmış sulanmıştı. "Modern Yunanlıların ataları", Türkleri saymasak bile, Romalı, Arnavut, God, Venedikli ve Slavlardı.
Eski Yunan dehasının, Avrupa kültürünün temelini oluşturduğu kuşku götürmez fakat bu daha Yunanistan'da hemen hemen unutulmuştu. Yunanlılar bunu anımsamak istemiyorlardı. Onlar geriye bakınca sadece Bizans İmparatorluğu'nu görüyor, onunla öğünüyorlardı.
Yunanlı ihtilalcilerin, Korentteki Türk garnizonunu ele geçirmeleri de, Yunan tarihi için kara bir lekedir. Kale, şehrin gerisindeki tepelerin üzerinde yükseliyordu. Kalenin muhasarası uzun sürdü. Kalenin içinde toplanan Türk aileleri açlık ve susuzluktan kırılıyorlardı. Yunanlılar Navarin ve Tripolitsa da olduğu gibi Türklere, kaleyi teslim ederlerse, gemilerle Anadolu sahillerine götürüleceklerini vaat etmişlerdi. Başka çareleri bulunmayan Türkler teklifi kabul etmiş, sahile gitmek için kaleden çıkınca, dehşet verici olaylara bir yenisi eklendi. Yunanlılar savunmasız halkın üzerine saldırıp, erkek çocuklar ve kızlar hariç hepsini boğazladılar. Onlara dokunmamalarının nedeni de ahlaksızlıkları ve satmak istemeleriydi.
Yunalıların bu kana susamış zalimce soykırımları, son derece budalaca idi. Brengeri adlı bir İtalya'nın, anılarında yazdığı gibi "Bir olay çok şeyi anlamaya yeter..". Brengeri, Korent'e giderken, şehre girmeden önce yolda bir öldürülmüş Türk'e rastlıyor. Az ilerisinde adamın eşi ve bebeği perişan durumda. Aç olan kadın ve bebeğine yardım için Brengeri arkadaşlarından birkaç kuruş toplayarak kadına veriyor. Yüz metre ilerleyince iki silah sesi duyuyor ve geriye dönüp baktığı zaman, kadına para verdiğini gören Yunanlı çapulcuların parayı elinden almak için kadın ile bebeği öldürdüklerini görüyor.
Brengeri, Korent'teki soykırıma tanık olan birkaç yabancıdan biridir. Brengeri, bir erkek, bir kadın, iki çocuk ve hizmetkarları ile kıstırılan bir Türk ailesinin, gözlerinin önünde Yunanlılar tarafından nasıl öldürüldüklerini nefretle izlemiştir. Yunanlılar, çocukların annelerini öldürmeden önce, yüzündeki peçeyi yırtarak neye benzediğine bakmak istemişler. Brengeri kadını serbest bırakmaları için rica etmiş, Yunanlılar "Bize elli kuruş verirsen serbest bırakırız." demişler. İtalyan yabancı arkadaşlarını kadın ile Yunanlıların yanında bırakarak tanıdığı bir bakkala gidip 50 kuruş borç alıp vermiş. Bu defa "Veririz ama çıplak veririz.." diyerek kadını çırılçıplak soymuşlar. Daha yüzlerce Türk kadını, Yunanlı eşkıyalar tarafından yabancılara satılmıştı.
Atina'daki Akropolis Kalesi, Yunanistan'daki kalelerin en ünlüsüydü. Bir yıldan fazla, 1150 Türk bu kutsal mabedin yıkıntıları arasında unutulmuş, kaderleri ile baş başa yaşıyorlardı. Yunan hayranı Avrupalıların kurduğu ve Türklerle savaşmak için Yunanistan'a gelen "Yunan Hayranları" birliği hariç, bu zavallıları kimse rahatsız etmiyordu. Yunan medeniyetinin hazinesi "Akropolis Tapınağı"nı, Türklerden alıp Yunanlılara vermek isteyen "Yunan dostları" bir gece kaleye saldırmış, püskürtülmüşlerdi. Türkler, Akropol'ün tepesinden aşağıya baktıkları zaman boğazlarını zevkle kesmeye hazır insanlar görüyorlardı.
Bu bir avuç Türkü ne kuşatma ne düzenli saldırı yenememiş, susuzluk yenmişti. 1821 kışı olağanüstü yağışsız geçmişti. Kayalara oyulmuş sarnıçlar kurumuştu. Haziran ayında, Türklerin içecek tek damla suları kalmamıştı. Bunu fırsat bilen Yunanlılar, kaleyi teslim şartlarını ileri sürdüler. İstedikleri, Türklerin silahlarını ve paralarının yarısını Yunanlılara bırakmaları idi. Buna karşılık gemilere binerek Türkiye'ye gitmelerine izin verilecekti.
22 Haziran 1822 günü Akropol Kalesi'nin kapıları açılınca, içeriden çıkanlar artık savaşçı değil "Bir yudum su.. bir yudum su.." diye yalvaran, sürünerek ilerlemeye çalışan zavallılardı. Bunlardan sadece 180'i silah taşıyacak yaşta erkeklerdi. Geri kalanlar civar köylerden gelip kaleye sığınan yaşlılar, sakatlar, kadınlar ve çocukları oluşturuyordu. Bunları götürecek gemi yoktu. Türk esirler, Akropol eteğindeki "Adrian" mabedinin avlusuna yerleştirildiler. İki gün onlara dokunan olmadı. Ondan sonra Yunanlı çapulcuların saldırısı başladı. Türkleri sığındıkları yerden atarak, sokaklarda kovalamaya başladılar. Bunlardan, çoğunu hasta, zayıf ve kadınların oluşturduğu 400 kişi öldürüldü. Kurtulanları, Atina'daki yabancı konsoloslar, himayelerine aldılar."
Yunanistan'ın devlet olmasına yolu açan "1821" ayaklanmasının gerçek yüzünü, olaylara tanıklık eden yabancıların anılarından okuduk. Bu yabancılar, hayranlık duydukları Yunan medeniyetine hizmet için, savaşmaya gittikleri Yunanistan'da, "barbar", "ilkel", "uyuz", "pis", "aç gözlü", "kaşarlanmış hırsızlar" diye bahsettikleri eşkıyalarla karşılaşmış, düş kırıklığına uğramışlardı. 1821'den, 1832'ye kadar, on bir yıllık dönemde, olaylar ardı ardına aynı tempo ile devam etti.Yunan yarımadası üzerinde çok Türk kanı döküldü. Dökülen kan sadece Türk askerinin kanı olsaydı olaylara farklı açıdan bakılabilirdi. Asker savaşır, ya ölür, ya öldürür bu onun görevidir. Ama dökülen kadın, ihtiyar, çocuk gibi aciz insanların kanı olursa, o zaman buna "katliam" denir. Yunanlıların, "katliam" değil, "toplu katliamlar" yaptıklarını yabancı kaynaklardan öğreniyoruz. Ve gene aynı kaynaklar, Yunanlıların, "katliamları" dünya kamuoyuna, Yunanistan'ın ve Hıristiyanlığın zaferi olarak nasıl yutturduklarını da yazıyorlar.
Yazan: Cem Başar. Araştırmacı-Yazar
BATI TRAKYA TÜRKLERİ
Türkler, Yunanistan'a Gazi Evrenos'un önderliğinde 1370'lerde girmişler ve ilk olarak Vardar vadisi ile Yenitsa'ya yerleşmişler ve diğer bölgelere buradan geçmişlerdir. Yunanistan, bağımsızlığını ilan ettiği 1829 yılına kadar 460 yıl boyunca Türk hakimiyetinde kalmıştır. Yunanistan'daki Türkler'in nüfus yoğunluğunu teşkil ettiği Batı Trakya; Meriç Nehri, Karasu, Rodop Dağlari ve Ege Denizi arasında yer almaktadır.
Yüzölçümü 15.000 km² olan Bati Trakya'nın 1910'daki nüfus dağılımı şöyledir: 325.000 Türk, 56.000 Bulgar, 30.000 Yunan, 11.000 Müslüman Gagavuz Türkü, 3.500 Yahudi, 1.600'ü Müslüman olan 4.000 Çingene, 850 Ermeni olmak üzere toplam 430.350 kişi.
Bu nüfus yoğunluğu sebebiyle Batı Trakya Türkleri, ilk olarak 1878'de Çirmen Kasabası'nda "Rodop Türkleri" hükümetini kurmuşlardır. Bu hükümet 1886'ya kadar sekiz yıl yaşamıştır. İkinci olarak 31 Ağustos 1913'te bağımsız "Bati Trakya" hükümeti kurulmuş; ancak bu sefer 52 gün yaşayabilmiştir. 15 Ekim 1919'da Fransız himayesinde kurulan "Batı Trakya" hükümeti ise 23 Mayıs 1920'de yıkılmıştır.
1922 yılında Yunanistan'la Türkiye arasında yapılan mübadele anlaşmasıyla 1.200.000 Türk, Yunanistan'dan Türkiye'ye, 1.300.000 Hristiyan da Türkiye'den Yunanistan'a göç ettirilmiştir. Bugün Yunanistan'da Hristiyan olduğu için Türkiye'den gönderilen, fakat Yunanca'yı sonradan öğrenen ve evinde Türkçe konuşan, Türk müziği dinleyen çok sayıda insan vardır.
Türk heyetinin Lozan'da sunduğu rakamlara göre 1923'te Bati Trakya'da toplam nüfus 191.699'dur. Bunun 129.120'si Türk (%67), 33.910'u Yunan (%18), geri kalanı ise Ermeni, Bulgar ve Yahudi'dir.
Türkler, Yunanistan'da 4,5 asır süren bir hakimiyetten sonra, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Anlaşması'nın 38.-45. maddeleriyle hukuku belirlenen bir azınlık durumuna düşmüşlerdir. Lozan'da imzalanan anlaşmada 38. madde medeni, siyasi hakları ve ana dilini kullanma hakkını; 40. madde yasalar önünde eşitliği; 41. madde Türk ilkokullarında Türkçe'nin kullanılma serbestliğini ve eğitimde Yunanca'nın zorunluluğunu; 43. madde din ve inançla ilgili uygulamalardaki hürriyeti; 44. madde bu hükümlerin Uluslararası Adalet Divanı'nın teminatı altında olduğunu; 45. madde Türkiye'nin gayri Müslim halka verdiği hakları Yunanistan'ın da kendi topraklarında yasayan azınlıklara vereceği konusundaki teminatı düzenlemektedir.
1922'deki nüfus değişiminden ve Lozan Anlaşması'ndan sonra Batı Trakya'daki Türkler'in sayısı geçmişe göre azalmış olmasına rağmen, II. Dünya Savaşı'ndan sonra Yunanistan'da başlayan iç savaşlar esnasında 1 Ocak 1947 yılında Batı Trakya'da dördüncü Türk devleti kurulmuş, iki buçuk sene yaşadıktan sonra 25 Ağustos 1949'da yıkılmıştır.
Atatürk 1936'da Yunan Başbakanı Metaksas ile konuşurken Batı Trakya Türkleri'nin Lozan’la Yunan Devleti'ne emanet edildiğini, onların rahat ve huzurunun garantisinin İstanbul'daki Rumlar olduğunu söylemiştir. Ancak Yunanistan'dan ilticalar aralıksız sürmüş, 1960 yılına kadar 197.700 Türk Türkiye'ye göçmüş; 5.500 kişi ise sınırdan geçerken öldürülmüştür. Yunanistan'daki baskıya dayanamayarak başta Türkiye olmak üzere Almanya, Avusturya, Avustralya ve Amerika Birleşik Devletleri'ne göç edenlerle birlikte Batı Trakya kökenli Türkler 1.000.000'u bulmaktadır.
Bugün Yunanistan'da 150.000 kadar Türk'ün yaşadığı ve genel nüfusun %1.5'unu teşkil ettikleri tahmin edilmektedir. Türkler'in yaşadığı bölgeler, Gümülcine, İskeçe ve Dedeağaç'tır. Ayrıca Dimetoka ve Sofulu'da da çok sayıda Türk yaşamaktadır.
Bati Trakya'nın toplam nüfusu 360.000, bu bölgedeki Türk nüfusu ise 120.000-130.000 arasıdır (%33-%36). Batı Trakya'nın dışında Rodos ve 12 Adalar'da yaşayan belli bir Türk nüfusu bulunmaktadır. Ayrıca İstanbul ve Anadolu'dan göçen 70.000 civarında Rum halen Atina'nın Nea Smirni (Yeni İzmir) bölgesinde yaşamakta ve Türkçe'yi ikinci dil olarak kullanmaktadır.
Bunlardan başka Rodoplar'ın Batı Trakya kısmında 40.000 civarında Pomak Türkü yaşamaktadır. Pomaklar, Bulgaristan'da olduğu gibi, Yunanistan'da inkar edilmeye çalışılmaktadır. Yunanlılar da Bulgarlar gibi Pomaklar'ı kendi yanlarına çekmek için çaba sarf etmektedirler. Bu çabaların bir parçası olarak Pomaklar'ın Makedonyalı İskender'in torunları oldukları ve Pomak adının "savaş dışı kalmış" anlamına gelen Apomahos veya "çok içki içen" anlamına gelen Poma sözünden geldiği yolunda iddialar öne sürmektedirler.
Günümüz Yunancasında Türk sözü, Türk yurttaşını, Türkçe konuşan ve İslam dininden olan birini anlatmak için kullanılır. Bugün Batı Trakya'da 300 kadar cami açıktır. Türkçe eğitim veren çok sayıda ilkokul, 2 ortaokul ve 2 dini okul vardır. Yüksek öğretim ise tamamen Yunanca'dır. Yunanistan'da eğitim veren ilkokulların ders kitapları 1938'e kadar Türkiye'den gitmiştir. 1954'te bu uygulama yeniden başlamış ve bir müddet daha devam etmiştir.
Bütün anlaşma hükümlerine rağmen Yunanistan Türkleri'nin milli hakları büyük ölçüde kısıtlanmış, dini haklarından bazıları serbest bırakılmıştır. Fakat son zamanlarda dini haklar da tehdit altına sokulmuştur. Lozan hükümlerine göre Türkler'e ait olan müftü seçme hakkı bile gasp edilmiştir. Yunanistan'da Türkler'e uygulanan baskıların çığırtkanlığını hep Yunan basını üstlenmiş ve estirilen
terör havasıyla Türkler'e ait basın organları yıldırılmaya ve susturulmaya çalışmıştır.
Yunanistan'da yaşayan Türkler Lozan Anlaşması'ndan beri her zaman birkaç yayın organına sahip olmuşlardır. Eski ve yeni harflerle altmıştan fazla gazete ve dergi yayınlanmıştır. Bunlardan bazıları "Azınlık Partisi", "Batı Trakya", "Aliş", "Birlik", "Öğretmen", "Yeni Ziya", "Trakya" ve "Ülkü" 'dür. Bu gün ise Bati Trakya'da Türkler, "Akın", "Gerçek", "İleri", "Yankı" "Trakya'nın Sesi" gazeteleri; "Yuvamız", "Şafak", "Hakka Davet", "Arkadaş" adlı çocuk dergileri yayınlanmaktadır. Ayrıca göçmen olarak Batı Trakya'nın dışında hayatını sürdüren Batı Trakya Türkleri, Türkiye'de "Batı Trakya'nın Sesi", "Batı Trakya", "Yeni Batı Trakya", Almanya'da "Yeni Adım" adli yayın organlarını çıkarmaktadırlar.
Bu faal basın hayatının yanında, onunla birlikte yürüyen bir Türk Edebiyatı'na da sahip olan Yunanistan Türkleri'nin yazar ve şairleri, azınlık olarak yaşamanın acılarını, milli kimliklerini korumanın mücadelesini, Türklük ve Batı Trakyalılık duygularını işlemişlerdir. Yunanistan Türkleri arasında edebiyatla milli fikirler ve milli varlık mücadelesi bütünleşmiştir. Siyasi ve sosyal alanlarda 1995 yılında şehit edilen Sadık Ahmet'in açtığı bayrak dalgalandırılmaktadır. Batı Trakya Türkleri, Türkiye Türklüğü'nden koparılmadan önce pek çok fikir ve devlet adamı, yazar ve şair yetiştirmiş ve sahip olduğu müşterek sözlü edebiyat zenginliğini günümüze kadar devam ettirmiştir. Bugünkü Batı Trakya Türk Edebiyatı şiir, hikaye, roman, tiyatro ve tercüme alanlarında devam etmektedir. 20'ye yakın sürekli şiir yazan, 30 civarında da diğer edebi türlerle birlikte veya ara sıra şiire de yer veren şairler bulunmaktadır. 1970'li yıllardan sonra yoğunlaşan göç sebebi ile Türkiye, Almanya ve Avustralya'ya
yerleşmiş olan pek çok Batı Trakyalı şair bu ülkelerde eser vermeye devam etmektedir.
Lozan Anlaşması'ndan sonraki 70 yıllık süre içinde şiirleri ve yazıları ile Türkiye'de tanınan Ali Rıza Saraçoğlu, Hüseyin Mazlum ve Hüseyin Alibabaoğlu şiirlerini kitaplaştırmışlardır. Bu üç şaire ait 11 kitap bulunmaktadır. Bunlardan 9'u Gümülcine'de ikisi de İstanbul'da basılmıştır. Türkiye'de Türk Dili ve Edebiyatı öğrenimi gördükten sonra bazı özel okullarda öğretmenlik yapan ve Batı Trakya
Türk kültürü ve edebiyatı ile ilgili çalışmaları bulunan Reşit Salim'in şiirleri "Şafak" ve "İleri" gibi yayın organlarında yayınlanmış, Türkiye'de "Güneysu" dergisinin 1991'de düzenlediği bir yarışmada jüri özel ödülü almış ve Kültür Bakanlığı'nın yayınladığı "Yunus Emre'ye Şiirler" adlı antolojiye alınmıştır. Salim, şiirlerinde Rumelilik, Batı Trakyalılık, Türk Tarihi, Osmanlı dönemi ve Türk Dünyası gibi konuları işlemektedir.
Batı Trakyalı yazar ve şairler nadiren bölge ağzına yer verseler de büyük çoğunluğu Türkiye Türkçesi'ne ve Türkiye Türkçesi imla özelliklerine bağlı kalarak eser vermektedirler. Bu çizgide eser veren bir kısım şairlerin Osmanlı Türkçesi veya Öztürkçe olarak adlandırılan yeni kelimeleri kullanmaya çalıştıkları görülmektedir.
Batı Trakya Türk şairleri, hece ve aruz veznini de zaman zaman kullanmakla birlikte, genellikle serbest vezinle milli-dini, toplumcu ve serbest çizgide içe kapanık, sevgi konulu eserler vermektedirler. Bu içe kapanıklığın tabii bir sonucu olarak mahlas
veya rumuz kullanma alışkanlığı oldukça yaygındır. Bir kaç istisna dışında genellikle baskı sebebiyle 40 kadar şair ya Naim Filiz gibi yarım adla ya Ögretmen, Dumanlıdağ, Gerçekçi gibi takma adlarla veya A.A., E.E., Gücem gibi kısaltmalarla, hatta üç yıldızlı sembollerle şiir yazmak zorunda kalmışlardır.
Türklük şuuru, Atatürk sevgisi, dini temalar, esaret duygusu, toplumculuk, çocuk, mahalli özellikler belli başlı şiir temalarıdır.
Bati Trakya Türk şiirinde 1960 sonrasında üç ana eğilim görülmektedir:
I) Milli-Dini-Geleneksel Çizgi: Asım Haliloğlu, Ali Rıza Saraçoğlu, Hüseyin Mazlum ve Salih Halil bu çizgiyi sürdürmüşlerdir.
II) Toplumcu Çizgi: Mehmet Çolak, İbrahim Onsunoğlu ve Refika Nazım bu çizgiyi oluşturmuşlardır.
III) Bağımsız Çizgi: Mustafa Tahsin, Rahmi Ali, Naim Kazım, Hüseyin Alibabaoğlu bu çizgide eser veren şairler olarak değerlendirilmişlerdir.
Hüseyin Alibabaoglu, Kadir Ali ve Mücahit Mümin'in şiirlerinde ise ironizm ve içe dönüklük hakimdir. Bati Trakya Türkleri, Türk-Yunan dostluğuna katkıda bulunmak amacıyla Yunanca'dan bazı eserleri Türkçe'ye çevirmişlerdir, hatta bazen mitolojik devir kahramanlarını eserlerinde bir motif olarak kullanmışlardır. Ancak hiç bir zaman Yunanca eser vermemişlerdir.
Mehmet Hilmi, Mehmet Arif (Kemal Şevket Batıbey) Batı Trakya Türklüğünün meselelerini işleyen hikayeler yazmışlardır. Bu günkü hikayeciler arasında Rahmi Ali ön plana çıkmıştır. Roman alanında Mehmet Arif (Kemal Şevket Batıbey) "Ve Bulgarlar Geldi", "Üzeyir Aga" adlı eserlerini, Rahmi Ali de "Girdaptakiler" romanını
yazmıştır. Tiyatro türünde "Sevda Peşinde" ve "Zamane çocuğu" anılabilir. Batı Trakya'da çocuklar için verilen eserler de oldukça canlı ve başarılıdır.
Batı Trakya Türkleri Edebiyatı, özellikle son yıllarda Türkiye'de, Türk Dünyası'nda ve dünyanın diğer ülkelerinde tanınmaya başladı. Batı Trakya Türkleri edebiyatından bazı örnekler, Türkiye dışında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Azerbaycan, Türkmenistan, Makedonya, İngiltere, Avustralya, Almanya, Bulgaristan gibi ülkelerde
yayınlanmıştır.
Yazan: Pemra Zorlu
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Suadiye / İstanbul
MİLLİYETLER VE SINIRLAR: BALKANLAR, KAFKASYA VE ORTADOĞU
Sunum: Yunanlı olan yazar, bazı nüfus rakamlarını verirken taraflı davranmış olmasına rağmen genelde tarafsız bir yazı yazmaya çalışmıştır. Bazı sözleri de itiraf niteliğindedir.
1.Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı imparatorluğu gibi Avusturya –Macaristan imparatorluğu da çöküşe geçmiş ,ancak Rus imparatorluğu komünizmle birlikte 70 yıl daha direnmiştir.
Doğu sorunundan etkilenen topraklar Balkanlar ve Orta-Doğu olarak 2 coğrafî bölgeden oluşur. Buna bir de Kafkasya eklenmiştir. Ancak Rusya’nın burayı kontrol altına almasıyla XIX. yüzyılda doğu sorununun dışında kalmıştır. 1917-1921 arasında ve 1990 sonrasında Rusya’nın zayıflamasıyla bu bölgenin jeopolitik önemi öne fırladığı düşünülürse doğu sorununa Kafkasya’nın da eklenmesi gerekir.
Balkanlarda XIX. Yüzyıl boyunca din farklılıklarından başka hiçbir farkı önemsemeyen Osmanlı devleti I. Dünya savaşı öncesinde balkanlardan atılınca yeni devletler arasındaki sınırlar büyük devletlerin kendi çıkarlarına uygun olarak belirlenmiş ve etnik yapıya önem verilmemiştir.
Orta-Doğu ise geçmişi oldukça eski olan Türkiye – İran sınırı dışındaki sınırlar, yerel yöneticilerin katılımı olmaksızın batılı güçler tarafından, hatta amacı yeni ulus devletlerin kurulması bile olmayan endişelerle çizildi.
1. Bir Geçiş Alanı Olarak Doğu Akdeniz:
Anadolu’nun Perslerden itibaren medeniyetlerin geçiş noktası olduğu, Roma imparatorluğunun ikiye ayrılması sonrasında Doğu Roma ardından Osmanlılar bölgeye hakim oldular. Osmanlıların bizansın yerine geçmesi, islamın öncülüğü yanında ilginç olarak Katolikliğe karşı Doğu Hıristiyanlığının da koruyuculuğunu üstlenmiştir. Osmanlı idareci asker gibi önemli güçlerini devşirmelerden seçerken Arap dünyasını kendi kaderine terk etmiştir. Nitekim Arap dünyası gerilemesinden hep Türk hakimiyetini sorumlu tutmuştur.
Balkanlarda Katolik Kilisesiyle doğu Hıristiyanları arasındaki uzlaşmanın sağlanması Osmanlı devletine karşı ulusal hareketlenmeye sebep oldu. Ayrıca milliyetçilik fikirleri de ulusal hareketleri hızlandırdı.
Savaş sonrasında oluşan komünist demirperde her şeyi basitleştirdi. Balkanlarda demirperde dışında kalmayı sadece Yunanistan başarabildi. Ancak Varşova Paktı güçlerine karşı denge kurmak için Türkiye ile ittifak kurmak zorunda kaldı. 1952-1955 arası geçerli olan dostluk Kıbrıs kriziyle düşmanlığa dönüştü. Öyle ki NATO üyesi olan bu iki ülke birçok kez savaşın eşiğine geldi. 1980’lerde Yunanistan Varşova doktrini yerine Türkiye doktrinini benimsedi. Avrupa’nın geri kalanı Türkiye’yi batının vazgeçilmez bir müttefiki olarak tanımasına rağmen Avrupa bünyesine almaya da yanaşmadı.
2.Balkanlarda Azınlıklar
Balkanlarda XIX. Yüzyıldan başlayarak ulus devletlerin ortaya çıkmasında azınlıklar düşman komşunun 5. Kolu gibi görülüyordu.
Yunanistan: Makedonya ve Girit’te yaşayan müslüman azınlık 1923’te Türkiye’deki Ortodoks Hıristiyanlarla mübadele edildi. Türkiye’ye giden 390.000’e karşılık 1.200.000 kişi Yunanistan’ın kuzey bölgelerine yerleştirildi. Ayrıca Bulgaristan ile 1919 yılında yaptığı anlaşma ile Doğu Makedonya’daki 60.000 Slav, 25.000 Yunanlı ile değiştirilmiştir. Yunanistan İstanbul’dan ayrılmasını istemediği 120.000 Rum’a karşılık aynı sayıda Batı Trakya da yaşayan Müslüman azınlığı tanıdı.
Bu durum 1950’lere kadar korundu. Ancak Kıbrıs krizi sonrasında kitlesel göçe zorlanan Rumların sayısı 3.000 kişiye kadar düştü. Dengenin bozulması üzerine Yunanistan Türk azınlığa karşı önlemler almıştır. Fakat sonuçta kalan azınlığın; 70.000 Türk , 30.000 Pomak , 20.000 Çingene kendisini halen Türk kabul etmektedir.
Türkler dışında Yunanistan’da 1928 sayımlarına göre 28.000 kişi Slavca konuşan tespit edilmiş ve 1930-1940 tarihleri arasında işbaşına gelen Metaksas bunların asimile edilerek Helenleştirilmesine uğraşmıştır. Hatta bu konuda ABD tarafından 1990 yılında kınanmıştır.
Ortodoks Hıristiyanlar ile Müslüman Arnavutlar Osmanlı döneminde bütün Yunanistan ile adalarda dağınık olarak rahatça yaşıyorlardı. Osmanlının zayıflamasıyla Müslümanlarda Türkler gibi göçe zorlandı.
Bulgaristan: Yunanistan’da asimile olma yolundaki azınlıkların toplam nüfusa oranı %4 iken Bulgaristan’da bu aran % 10 ‘u aşmaktadır.
1877-1878 Rus işgali sırasında ilk kez müslümanlar göçe zorlandı. Komünist rejim sonrasında 1951’de 155.000 kişi 1968-1977 arsında da 100.000 kişi göç etti. 1970’lerde Türk okulları Bulgar okulları içinde eritildi. Türkçe yasaklanarak, asimile çalışmalarına hız verildi. 1984-1985 yıllarında Bulgarlaştırma, isim değiştirme ve direnenlerin öldürülmesi ardından 1989 yılında da Türkleri sürme kararı alındı. Mayıs ve Ağustos aylarında 300.000 Türk göçe zorlandı. 1990 yılında 130.000 kişi ekonomik koşullardan dolayı Bulgaristan’a geri döndü. Todor Jivkov ‘un istifası sonrasında rejim değişti. Türklere isimlerini kullanma hakkı, 1990 Kasım’ında verildi. Seçimler sonrası Türkler de 24 milletvekiliyle siyasal tabloda anahtar konumuna geldi.
Türklerden başka, Bulgaristan da 200.000 dolayında Makedonyalı bulunmaktadır. Bulgaristan da özerklik isteyen tek grup Makedonlar dır. Bunlardan başka Bulgaristan da 600.000 Çingene bulunmaktadır. Müslüman olanları Haklar ve Özgürlük Hareketine, hiristiyanları da Demokratik Güçler Birliği içinde örgütlenmişlerdir. 20.000 ermeni ve az sayıda yahudi komünist rejim altında örgütlenmesine izin verilen azınlık gruplardır.
Makedonya: Etnik Çeşitlilik.
10 Eylül 1991 tarihinde bağımsızlığını kazanmıştır. Makedonya daki nüfusun 1.910.000 kişinin 1.281.000 Makedonyalı kabul edilirken 370.000 Arnavut 44.600 Sırp, 39.500 Torbeş, 47.200 Çingene, 86.600 Türk, 7.200 Romen bulunmaktadır.
Soğuk savaşın başında Nato üyesi Türkiye en büyük tehlike olarak kabul edildiğinden 80.000-150.000 Türk göçe zorlandı. Avrupa Topluluğu Makedonya adlı bu devleti tanımayacağını açıklaması krize neden oldu.
Arnavutluk: Din Farklılıkları
Arnavutlukta etnik sorun din sorunu ile iç içedir. II. Dünya savaşı sonrasında nüfusun % 70 i müslüman %17 Ortodoks %10 Katolik idi. En önemli etnik grup Yunan sınırındaki Yunanlılardır. 1992 rakamlarına göre Yunanca konuşanlar 57.000 olarak tahmin edilirken Yunanistan bunu Ortodokslarla eş anlamlı tutar ve sayıyı 400.000 e çıkarır.
İkinci etnik grup ise Yunanistan ile Makedonya sınırında yaşayan 20.000 kadar Slavlar gelir. Arnavutluk da etnik olarak olmasa da, dinsel yönden yeni çelişkilerin yaşanması beklenen bir bölgedir. Ayrıca Arnavutlar, bölgede yarısına yakını ulusal sınırlar dışında yaşayan tek halktır.
3.DOĞU SORUNUYLA İLGİLİ KÜÇÜK JEOPOLİTİK ATLAS:
Balkanlar dağlık bir bölge olmasına rağmen, dağlar yörede geçiş imkanı veren
vadilerden daha belirleyicidir. Bütün seyyah ve fatihlerin varış noktası İstanbul dan bakıldığında Balkanlardaki yollar üç kola ayrılır. Rusya dan gelen sağ kol, Viyana’dan gelen orta kol antik Roma’nın Via Egnatiyasını izleyen sol kol. Sağ kol Kiev den başlar, Dinyester’i Purut’u ve Tuna‘yı geçerek Edirne ve İstanbul’a ulaşır. Osmanlı zamanın imparatorluk yolu denilen orta yol viyana ve Belgrat arasında Tuna boyundan Sofya ovasını geçerek Meriç üzerinden Edirne’ye varır. Soldan gelen yol en zor olanıdır. Cünki kıyıya paralel olarak uzanan bir çok vadi tarafından kesilen Dinar Alplerinin aşılması gerekir. En kuzeydeki yol Neretva vadisini izleyerek Mostar ve Saraybosna üzerinden Yenipazar, Kosava ve Uskup e ulasır. İkincisi İskodra; Drina vadisinden Prizden üzerinden Üskübe baglanır. Ücüncüsü ise Antik vıe eğnatiya olup Drac’tan baslar,.Sukumhi vadisinden Ohriye varır. Bitola üzerinden Selanik’e ve kıyı boyunca Merice ulaşır ve oradan İstanbula gelir.
4. Balkanlar:Bügünun dünün ve geleceğin sınırları
Yunanistan Trakya’sındaki üç ilde 110.000 kadar müslüman yaşamaktadır. Bu nüfusun 1/3 ü kadar islamiyeti kabul etmiş olan Pomaklardır. Yunanistan Türkiye ile imzaladığı 24 Temmuz 1923 Lozan Anlaşmasıyla Trakya Türklerine İstanbul’daki Rumlar karşılığında bir statü vermiştir. Trakya Türkleri ile İstanbul Rumlarının yerlerinde kalmaları Türkleri öne sürdükleri iki talep konusunda bir anlaşma ile sağlanmıştır. Bu talepler müslümanların çoğunlukta olduğu Batı Trakya da bir plebisit yapılması ve İstanbul’daki Rum Patrikliğinin sınır dışı edilmesi ile ilgilidir.
Türkiye’nin Yunanistan ile sorunları Lozan da çözülmüş gibi görünse de 1955 de Kıbrıs sorunu ile yeniden karşı karşıya getirmiştir. 1950 de iki ülkenin de NATO ya girmeleri ve Selanik de ortak bir Genel Kurmay kurması öngörülüyordu. Ancak soğuk savaş boyunca Yunanistan komünist tehlikeye karşı, doğudaki Türk tehdidini kabul etti.
Makedonya’nın 1991 de bağımsızlığa kavuşmasında Yunanistan bu adı taşıyan bir devleti tanımadığını ilan etti. Sebep olarak tarihi bir “Makedonya” isminin tek sahibinin kendisi olduğunu düşünmesidir. Ancak Bulgaristan‘ın Makedonya’yı tanıyacağını ilan etmesi Makedonya sorununun ortaya çıkması için yeterli bir sebeptir. Bu sorunun temelinde bölgesel bir etnik sorun ve bölge dışı boyutları ile olan jeopolitik bir sorunun üst üste binmesi yatar.
5. ORTA DOĞU : ORTA DOĞUDA ETNİK VE DİNSEL AZINLIKLAR
Günümüz Orta-Doğu jeopolitikasına taraf olan devletler şunlardır: Etnik olarak Araplar, Türkler ve İranlılar bulunmaktadır. Çevre ülkeleri Mısır İran ve Türkiye’dir. Merkez ülkeler; Irak, İsrail, Lübnan, Ürdün ve Suriye’dir. Arap yarımadasında Suudi Arabistan, Bahreyn, BAE, Katar, Umman ve Yemen’dir.
İnsanlık tarihinde derin izler bırakan ilk yazılı uygarlıkların beşiği olan bu bölge, aynı zamanda üç tek tanrılı dinin doğduğu yer olması bakımından oldukça çelişkili görüşlerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bölgenin medeniyetler beşiği olması dışında Ermeni, Nusayri, Alevi, Maruni ve Dürzi gibi pek çok etnik gruplara da barınak olmuştur.
6. ORTA-DOĞUNUN BUGÜNKÜ SINIRLARI NASIL ÇİZİLDİ:
XIX. yüzyıl başına kadar Orta-Doğu Karadeniz den Basra körfezine kadar uzanan tek bir sınır ikiye ayırmaktaydı. Sınırın bir tarafında Osmanlı devleti, diğer yanında ise İran bulunuyordu. İki güç arasında yıllarca süren savaşlar sonrasında çizilen bu sınır 1639 da çizilen Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla kesinleşti. Bu sınır bazı ufak değişikler dışında bu günkü İran-Irak, İran-Türkiye, Türkiye-Ermenistan sınırları ile aynıdır.
Orta-Doğuda petrol kaynadığı herkes tarafında biliniyordu. Ancak petrolün merhem ve gaz lambaları dışında işe yaraması gerekiyordu. Bunun anlaşılması da Almanları denizlerde yenmenin gerekliliğine inanan İngilizleri donanmada petrolün yeni yakıt olarak kullanılması olacaktır. 1888 de petrolün parlak geleceğini gören II. Abdülhamid Musul ve Bağdat vilayetlerindeki petrol sahalarının gelirlerini güvene almak için bu araziler padişahın has arazisi haline getirilmiştir.
Aynı şekilde İngiltere d e Avustralya da altın madeni işleterek zengin olmuştu. Bu zenginlikle İran da petrol arama imtiyazı alan İngiliz vatandaşı D’Arcy İngiltere’nin desteği ile Orta-Doğudaki petrol için de harekete geçti. Bu iş için daha sonra İngiliz petrol gücünün göz bebeği olacak olan British Petroleum (BP) adını alacak olan APOC kuruldu.
Osmanlı topraklarını paylaşmakta olan İngiltere, Balkanlı milletleri Osmanlı aleyhine kışkırtan Amiral Fisher de I. Dünya savaşının 1914 Temmuzunda patlak vereceği kehanetinde bulundu. Bu sebepten Türk devletinin Asya topraklarındaki petrol imtiyazları güvenceye alınmalıydı. Bu amaçla petrol imtiyazları, özel şirketler kurularak bunlar üzerinden elde edilmeye çalışıldı.
Savaş sonrasında ise İngiltere daha önceden planladığı şekilde Osmanlının Orta-Doğu topraklarının Anadolu yaylasına kadar elinde tutuyordu. Ancak İngiltere daha önceden Suriye topraklarını Syks-Picot gizli anlaşmasıyla Fransa’ya vaat ettiğinden, Fransa da İngiltere’nin Musul üzerindeki haklarını tanıması gerekiyordu.
İngiltere bölgedeki Arap şeyhlerini de çeşitli vaatlerle kandırarak çıkarlarının korumaya çalıştı. Bölgeden en zararlı çıkan devlet ise diğer bölgelerde olduğu gibi osmanlı devleti oldu.
7. İSKENDERUN SANCAĞI, BİR TOPRAK PARÇASI OLUŞTURMA VE BÜTÜNLEŞTİRME SÜRECİ:
İskenderun sanacağının bir toprak parçası olmasından önce Anadolu’yu Suriye’ye bağlayan büyük doğu ticaretinin mal yükleme merkezidir. Bu sebepten oldukça jeopolitik öneme sahip olması buranın elde tutulmasını her millet için gerekli kılmıştır.
I. Dünya savaşı sonunda İngiliz-Arap güçlerinin Haleb’e ilerlemesi İskenderun da eşrafın Arap milliyetçiliği hareketine katılmasına sebep oldu. Türk güçleri de bu sırada İskenderun civarındaydı. Mondros öncesinde Türk güçleri İngilizlerle aralarındaki boşluğu doldurmaya çalışıyordu. Çünkü Türk ordularının bulunduğu mevziler gelecekte egemenlik sınırları olacaktı.
Ancak Mondros ateşkesinde Suriye’nin boşaltılmasına dair maddeler içermesine
rağmen Mustafa Kemal Suriye’nin kuzey sınırlarının Haleb’in 100 Km. güneyinden geçtiğini söylüyordu. Ancak Sancak ile ilgili sorun Lozan da Fransa ile Türkiye arasında problemli meseleler arasında kalmıştır. Mustafa Kemal Sancağın hiçbir zaman Türk egemenliğinden çıkmadığını belirterek, bu yolda sonuna kadar mücadeleye son vermemiştir.
İskenderun’un özerk yönetime kavuşmasından sonra 1936 daki Sancak ile ilgili son krizin kökleri 1934’e kadar uzanmaktadır. Çünkü 1932 de Irak’ın bağımsızlığı alması üzerine Suriye’nin de bu yolda harekete geçmesi krizin belirleyici unsurları arasındadır. 1939 da ise gelişen olaylar karşısında Hatay’ın Türkiye’ye katılmasında Fransa’ya yapacak bir şey bırakmamıştı.
8. ARABİSTAN SINIRLARI:
Arabistan’ın dünya tarihine gürültülü bir şekilde girmesinin iki sebebi vardır. Birincisi; bölgedeki güçlerin ve çatışmaların güçlenmesinde petrolün belirleyici rolü, ikincisi ise Arabistan’ın petrolden bağımsız olarak önlenemeyen yükselişidir. Çünkü petrol Arabistan da 1932 de fışkırdığında Arabistan çoktan bölgede güç sahibi olmuştu.
Osmanlı imparatorluğunun Orta-Doğu topraklarında yalnız iki ülke sınırlarının çizilmesinde söz sahibi olmuştur. Bunlar Mustafa Kemal’in Türkiye’si ve Abdül Aziz ibn Suud’un Suudi Arabistan’ıdır. Ancak Türkiye bu sınırlar için savaşırken, Arabistan hemen hemen hiç savaşmadan sadece büyük güçlerin yanında yer alarak bu sonuca ulaşmıştır.
KAFKASYA
9.1914-1917 RUS KAFKASYASININ SONU:
Kafkasya karışık bir bölge olmak için ne gerekiyorsa sahiptir. Bugün bile sınırları kesinlik kazanmamıştır. Kuzeyden güneye geçişin sağlandığı bir bölge olduğu kadar, düşmandan saklanacak bir sığınak özelliğindedir.
Bölge etnik açıdan da alabildiğine karışıktır. Büyük Kafkasya sıradağlarının güneyindeki etnik bileşim kuzeye göre daha azdır. Ancak siyasal durumu içinden çıkılamayacak kadar karışıktır. Burada etnik olarak Türkler, Ermeniler, Azeriler, Gürcüler, Abazalar ve Lazlar yaşamaktadır.
Önceleri Bizans’ın sonra İran ve Türklerin hakimiyetine giren Kafkasya XVII. Yüzyıldan itibaren Rus istilasına uğramıştır. Ruslar Kafkaslarda tutunmalarını Ermenilere özerklik vererek himayesi altına alarak devam ettirmeye çalıştı. Bu durum 1916 ya kadar devam edecektir. Ancak Bolşevik ihtilali ile Rusya’nın bölgedeki hakimiyeti sarsılmıştır.
10. 1917-1918 OSMANLI KAFKASYASININ YENİLGİSİ:
1917 deki gelişmeler Ermenileri olduğu kadar itilaf devletlerini de tedirgin etti. Rusların 1914-1915 yıllarında devraldıkları hristiyanları birleştirme çabalarını itilaf devletleri bir kez daha geniş çaplı olarak uygulamaya çalıştı. Ancak Batum anlaşmalarıyla itilaf devletlerinin bu planları çökmüş oluyordu. 1917 de İngilizler Bağdat’ı işgal etmişlerdi. Ancak Almanlar ve Türkler İran veliahtını kendi yanlarına çekmesi İngilizlerin Kafkasya ve Hazar yönünde ilerlemelerini önlemişti.
Savaşın sonunda Mondros’a göre Türk hükümeti Kafkasya’yı boşaltma sözü vermişti. Bunun üzerine İngiliz birlikleri önce Batum’u işgal ettiler ardından da bütün Kafkaslara sahip oldular.
11.1918-1921 İNGİLİZ KAFKASYASININ YENİLGİSİ VE SOVYETLEŞTİRME SÜRECİ:
1917 deki çarlık Rusya’sından ortaya çıkan boşluğa 1918 de Osmanlının da çöküşüyle bir boşluk daha eklenmişti. Ancak bölgedeki ikinci gücün burayı terk etmesi söz konusu değildi. Hatta bölgeye 1918 sonrasında üçüncü bir güç olarak İngiltere’nin de yerleştiği görülür.
İngiltere’deki emperyalist çevreler Kafkasya’nın Hindistan yolu üzerinde bir koridor olduğu gerekçesiyle korunmasını savunsalar da asıl amaç Bakü petrolleridir.
1919 da kurulan İngiliz hakimiyeti sırasında Ermenistan her zaman itilaf devletlerinin vicdanını sızlatan bir ülke rolünü oynamıştır. Çünkü Anadolu’da Ermenilere geniş topraklar vaat edilmiş ancak bu vaatler yerine getirilememiştir. Önce Rusya bölgeden çekilmek zorunda kalmış , sonrada İngiltere Ermeniler için bir gelişme sağlayamadığından güç kaybetmeye başlamıştır. Ayrıca Türklerin çekilmesiyle oluşan boşluk Ermeniler tarafından doldurulmuştur. Ancak Ermenilerin Azeri yönetimini tanımama kararı almaları üzerine ilişkiler sertleşmiş ve Azeriler sert tedbirler alarak Azeri yönetiminin tanınmasını sağlamışlardır.
İngiliz kuvvetlerinin Kafkasya’dan çekilmesi fazla sorun çıkarmadı. Çünkü osmanlı imparatorluğuna ölüme mahkum gözüyle bakılıyordu. Ancak durum beklendiği gibi olmadı. Mustafa Kemal’in Büyük Ermenistan’a direnme kararı alan kongreleri, ulusal Türk devletini kurma iradesini ortaya koyması İngilizlerin planlarını bozdu. Türk ulusal hareketinin Sovyet Rusya ile bağlantı kurmaya çalışması bölgedeki İngilizlerin durumunu biraz daha tehlikeye soktu.
12. PONTUS MESELESİ (1912-1923)
Günümüzde Pontus meselesinden bahsedilmesi, uzun bir geçmişe sahip Türk-Yunan anlaşmazlığına bir problem daha eklemektir. Pontus sorununa çerçeve çizmek kolaydır. Taraflar birbirlerini suçlamanın dışında bir şey yapmamışlardır. Pontus bölgesi kabaca Osmanlının Gümüşhane, Samsun ve Trabzon vilayetlerini içine alan bölgedir. XVI. Yüzyılda bölgede hristiyan nüfus kalabalıktır.
Aslında Pontus meselesinin temelinde Balkan savaşları vardır. Anadolu köylülerinin seferberlik sırasında silah altına alınmasına karşılık firar ederek köyüne dönmesi, ancak köyde yaşamaya cesaret edemeyerek çeteler oluşturmasıyla ilk olaylar başlamıştır. Azınlıkların askere alınmasıyla bu durum daha da artmıştır.
Tehcir olayları sırasında bu çeteler Rum nüfusun göçe zorlanması karşısında harekete geçeceklerdir. Ancak başarılı olamayacaklardır. Pontus ahalisi Ankara ve Atina’nın politikalarına boyun eğen genellikle Laz diye adlandırılan ahali, Rum ve Türk diyerek ayrıştırılacaktır. Bu ayrıştırmayı izleyen savaşta Yunan tarafı kendi hayallerinin kurbanı olacaktır.
13. KAFKASYA: RUSYANIN DÖNÜŞÜ
1917 de Çarlık rejiminin yıkılmasıyla Kafkasya halkları bağımsızlıklarını kazandılar. Böylece Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve Dağıstan cumhuriyetleri kuruldu. Ancak bu bağımsızlık Gürcistan için kısa sürdü. 1921 de Sovyet orduları Gürcistan’ı işgal etti. Sovyetler çıkan karışıklardan faydalanarak Kafkasya ya tekrar dönme çabalarına girdiler. Bu dönüş hızlı olmuş ve 1990 lı yıllara kadar Sovyetlerin bölgedeki hakimiyeti ile neticelenmiştir. Ancak bu süreç içinde etnik açıdan hiçbir zaman bölgede huzur sağlanamamıştır. Hatta bölgenin net bir haritası bile çıkarılamamıştır.
Yazan : Stefanos Yerasimos
Dostları ilə paylaş: |